Zamanı yüzyıllık bölümlere ayırmanın, olayları kronolojik sıraya
göre birbirine karıştırmadan anlamaktan başka fazla bir önemi yoktur. Ancak
yüzyıl, binyıl gibi bir zaman diliminin başına gelindiğinde insanları gizemli
bir anlamlandırma çekmektedir. Fakat dikkat edilmesi gereken husus, iç içe giren
sosyal, siyasal, kültürel, ve teknik… vs. olayların, farazî bir şekilde
yüzyıllara bölünerek anlaşılmayacağıdır. Yani, olaylar adeta yüzyıllar dikkate
alınıp belli bir sıra, seviye ve uzunlukta düzenlenmemiştir. Her yüzyılın içinde
olayların ve çok yönlü gelişmelerin geçişi cereyan etmektedir. Bu bakımdan,
kopukluk olmadan iç içe giren olaylar bir sonraki yüzyılda devam etmekte veya
yüzyılın içinde dönüşümlere uğramaktadır.

Yirminci yüzyıl dendiğinde modern hayatı yaşayan ve buna
ulaşmaya çalışan toplumlar ve bu toplumların problemleri akla gelmektedir: Bu
bakımdan zamanlamayı olayların gelişim sürecine göre geriye götürerek bu
yüzyılda anlatılmak istenen hususlar kavranılabilir. Buna çıkış noktası bulmak
için sanayileşmenin aşıldığı dönemden itibaren meseleye bakış açısı getirmek
gerekmektedir. Bu anlamda yirminci (modern) yüzyıla geçiş 1900’da değil, 19.
yy’ın ortalarına kadar inebilmekte; felsefi ve düşünsel boyutta 18. yy.’a, hatta
daha eskilere kadar götürülebilmektedir1 ki, bu da yüzyıl kavramını
ortadan kaldıracak mahiyettedir. Bunun yanında insanlığın yaşadığı süreci sanayi
öncesi ve sonrası olarak ayırmak mümkün olacağı gibi, bilginin elde
edilmesindeki yaşanan sıçramalar ve dönemler olarak da ayırmak mümkündür.

Bilginin elde edilip korunması alanındaki devrim niteliğindeki
adımlar ilkin, M. Ö. 5000 yıllarında yazının Mezopotamya’da ortaya çıkmasıyla
başlamıştır. İkincisi, M. Ö. 1300’lerden sonra Çin’de bilginin kitaplar
aracılığıyla korunmasının öğrenilmesi ve üçüncü safha olarak 1450’lerde
matbaanın kullanılmaya başlanmasıdır. Bu, daha geniş insan guruplarının bilgiye
ulaşma imkanına kavuşmasını temin etmiş ve bundan sonra bir çok sahada
sosyo-kültürel yapı gelişmiştir. Yirminci yüzyılın geride kaldığı bir zamana
tekabül etmesi açısından bakılacak olunursa, bilgisayar ortamına bağlı son bilgi
devrimi, artık o kadar geniş bir boyuta ulaştı ki, bilgiye ulaşmanın bir çok
zorluklarını (zaman-mekân) ortadan kaldırmıştır.

Ancak, bütün bu gelişmeler uzun bir sürecin sonunda ortaya
çıkmış, fakat dünya üzerinde yaşayan toplumların tamamı bu sürece bağlı bir
gelişme seyri gösterememiştir. Yirminci yüzyılın dünyasında motorlu lüks bir
arabayla at arabası, yani en ilkel hayatla en modern hayatın tabakalarını
kapsayacak derecede, gözlem yapabilmek açısından zengin bir zaman dilimi meydana
gelmiştir. Yani yirminci yüzyıl denilen zaman kesiti bir çok bakımdan laboratuar
gibi insanın se-rüveninin sergilendiği bir yüzyıl olmuştur.

Yirminci yüzyılı değerlendirmek insan, teknoloji, refah, siyasal
rejimler, sosyo-kültürel gelişmeler, ideolojiler vs. gibi münhasır konular
bazında da geniş ve yoğun bir düşünme ve çalışmayı gerektirmektedir. Bir çok
kaynağa ulaşmada daha büyük imkanlar bulunmasına rağmen, hayatın daha karmaşık
hale gelmesi işi zorlaştırmaktadır.

XV. yy’dan XIX. yy’a kadar meydana gelen siyasi, iktisadi ve
sosyo-kültürel gelişmeler yirminci yüzyıla bir nevi mukaddime olmuştur. Bir çok
sahada Modern Batı Medeniyeti’nin dört başı mamur alt yapısı oluşurken, doğal
siyasî sınırlar da meydana geliyordu. Ancak Modern Batı Medeniyeti oluşumu
itibarıyla kendi sınırları içine sığmayan ve her bakımdan yayılmacı bir istidada
sahip olan, maddî ve manevî olarak misyonerlik ruhunu da içinde taşıyordu. Bu
ruhun karakterinde tahakküm ve sömürü, insan hakları ve serbestiyet, egoizm ve
ferdiyetçilik gibi tezat kavramlar iç içe geçerek yirminci yüzyılın mayasını
oluşturdu. Esasında yirminci yüzyıl dendiği zaman biraz da Batının yüzyılı
anlamını taşımaktadır. Zira, dünyevi güçler dengesi açısından bakıldığında büyük
bir hakimiyet söz konusudur: Avrupa medeniyetinin dışındaki toplumların tamamına
yakını yüzyıla güçsüz bir şekilde girmiş, Japonya gibi kalkınmada önemli
aşamalar kat etmiş ülkeler de bu güç dengelerinin etkisi dışına çıkamamıştır.
Diğer ülkelere bakıldığında, gerçek anlamda bağımsızlıklarını kazanmaktan aciz
durumdadırlar. Yapay bir şe-kilde bağımsızlığına kavuşan ülkelerin Batının gücü
karşısında, siyasal anlamda hiç bir etkisi bulunmamaktaydı. Ancak bu yapay
zaferler ve bağımsızlık kazanımları ülke içindeki despot bir siyasal rejimin
halka kabul ettirilmesi ve halkın gerçek anlamda gelişip alternatif bir model
oluşturmasını önleyici bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Bu mesele
yirminci yüzyılda yaşayan “geri kalmış” toplumlar açısından ilginç bir trajedi
oluşturmuştur. Hasılı, günahı ve sevabıyla, yirminci yüzyıl Batı Medeniyeti’nin
eseri olduğunu söylemek mübalağa olmasa gerek.

Yüzyılın başında Said Nursi’nin şu ifadelerine rastlanmaktadır:
“Avrupa’nın medeniyeti Hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ,
rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı
hasenatına galebe edip ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne
girdiği…”2 ve bu ihtilalci komiteler I. Dünya Savaşı’ndan sonra
bütün dünyayı tehdit eder bir duruma gelmişler ve uzun bir süre etkilerini
sürdürüp yüzyılın sonuna kadar geniş halk tabakalarına ıstırap vermişlerdir.

Bununla beraber, yirminci yüzyılın ortalarından itibaren “soğuk
savaş” diye adlandırılan bir zaman dilimi içinde, ABD ve SSCB’nin, kendi
menfaatleri doğrultusunda ve diğer bir çok devletin zararına icbar ettiği bir
barış süreci yaşanmıştır. I. ve II. Dünya Savaşlarını kısa bir zaman içinde
yaşayan insanoğlu, baş döndürücü ilmi ve teknolojik gelişmelerin askeri alanda
kullanılmasının faturasını ağır bir şekilde ödemiştir. Nükleer gücün kullanıma
sokulmasıyla savaşların etkisi korkunç bir boyuta ulaşmış, hatta nesilden nesile
intikal edecek bir şiddeti olduğu anlaşılmıştır. Ancak bundan kimin ne kadar
zararlı çıkacağının kestirilmesi güçleşmiştir. Neticede dünyanın geldiği
teknolojik düzeyi insanların mutluluğu için kullanma temayülleri kuvvet
kazanmıştır.

Büyük güç odaklarının bundan sonraki savaşı iktisadi alana
kayarak zamanımıza kadar sürmüştür. Bu o kadar etkili olmuştur ki, SSCB gibi
büyük bir imparatorluğu sıcak bir çatışmaya girmeden doğal sınırlarına
geriletebilmiştir.

1950’lerden sonra ulusal boyutların üzerinde büyük
şirketleşmeler geliştikçe devletlerin sınırlarını ve gücünü aşan yeni bir
fenomen ortaya çıkmıştır. Öyle ki XXI. yüzyıla girerken büyük şirketlerin
itibarı devletlerin itibarından daha önemli hale gelmektedir. Şirket mensupları,
bir ülkeye mensubiyetten ziyade şirketine mensubiyeti önemser duruma gelmiştir.
ABD, Japonya, İngiltere, Fransa, Almanya, İsviçre, Hollanda gibi iktisadi alanda
ileri ülkelerde gelişip bir nevi imparatorluğa dönüşen dev şirketler, bütün
dünya ülkelerini pazar olarak gördüklerinden, küresel bir dünya anlayışına
önemli katkı sağlamaktadırlar. Bu şirketler siyasal iktidarları
etkileyebilmektedir. Ayrıca dünya ölçeğinde para, mal ve bilgi akışını kontrol
edebilmekte, böylece toplumların geleceğinde söz sahibi olmaktadırlar. Bütün bu
gelişmeler yaşanırken nüfus artışının aksine, gelir düzeyinde, toplumlar ve
sınıflar arasında büyük uçurumlar meydana gelmektedir.3

Yirminci Yüzyılda Bilim, Teknoloji ve İdeoloji Anlayışı

Zamanın medarı iftiharı olan modern bilim, zannedildiği gibi,
İslam biliminin bir devamı niteliğinde olduğu düşüncesi —tamamen— doğru
değildir. Zira İslam coğrafyasında XIII. yy’a kadar gelişen İslam bilimi,
değişik medeniyetlerin felsefî ve ilmî eserlerinden tercüme edilen metinlere
dayanmasına rağmen yeni bir senteze ulaşıp, yeni bir hüviyet kazanmıştır. Yani,
İslam’la beraber gelişen tevhid anlayışıyla yoğrulan İslam bilimi, modern Batı
biliminin bakış açısından farklılık arz etmektedir. İslam bilimindeki kainat ve
dünya tasavvurunda tesadüflere yer olmadığı gibi; Allah, isim ve sıfatlarıyla
her mahlukta, birliğinin mühürlerini göstermektedir. Yani, yaratılmış olan her
alanda nihayetsiz tasarrufu olan bir kudretin varlığı nazarı itibara
alınmaktadır. Dolayısıyla kainat başıboş olmayıp bir maksada ve ga-yeye hizmet
etmektedir ve insanlar için bu dünyadan başka bir alem beklenmektedir. Aksi
halde, bu kadar muhteşem bir şekilde yaratılan kainatı insanın hizmetine sunan
bir yaratıcının, geçici bir ömür için insanı dünyaya getirdiğini söylemek,
eşyanın tabiatına aykırı düşer. Netice olarak Müslüman bilim adamı, eşyanın
hikmetini (veya kainatı ve insanı) araştırırken, bu gerçeği göz önünde
bulundurup ona göre hareket etmeli ve insanların gerçek saadetine hizmet
etmelidir.4

Batı medeniyeti içinde gelişen, hususan Aydınlanma Felsefesi’yle
ortaya çıkan bilim anlayışında, tanrıdan bağımsız bir bilim tasavvuru etkili
olmuştur. Tanrı inanışı kilise doğmaları içinde hapsedilmiş ve insanların
zihinleri ve kişilikleri bölün-müştür. Ancak, bu yapının ortaya çıkmasında,
kilisenin skolastik düşüncesini dayatmasının rolü olduğu şüphesizdir.

Tanrının tasavvur edilmediği bilim anlayışı, özellikle yirminci
yüzyılın modern bilim anlayışında etkili olmuştur. Do-layısıyla İslamî anlayışın
etkisindeki bilim anlayışından farklı bir sentez ortaya çıktığı görülmüştür.
Ancak başarılı olan bu bilim anlayışı, sosyal ve kişisel hayatı seküler anlamda
etkileyerek insanları hayatlarında yalnız bırakmıştır. Halbuki Müslümanlık-taki
(hatta Hıristiyanlıktaki) ferdiyetçi anlayış, başka insanların bazı
ayrıcalıklarından dolayı onlara kul olmama, bir insan olarak diğer insanlarla
eşit ve kardeş olma yönünden tanzim edilmiştir. Dolayısıyla insan, uçsuz
bucaksız kainatta, Allah’a kul olması hasebiyle yalnız değildir. Onu bekleyen
sonsuz bir gelecek olduğu için kainat içinde sorumlu olmak zorundadır. Bu
sorumluluk sadece diğer insanlar ve toplumların önünde söz konusu değildir. Aynı
zamanda diğer canlılara ve doğaya karşı da sorumluluk taşımaktadır.

Halbuki Hıristiyanlığın etkisinden kurtulan modern Batı
toplumunda etkili olan evrimci görüşe göre, insan evrim sonucunda hayvandan
türemiştir. Bu anlayış, yirminci yüzyılın modern toplumunu ve insanını Tanrı’dan
bağımsız olarak ortaya konulmasına katkıda bulunmuştur. Zira, evrim teorisindeki
“tekâmül” anlayışına göre insanın, yaratıcı kudretin etkisinden uzak bir şekilde
ortaya çıktığı yönünde anlaşılması ve bu ispatlanmış bir bilimsel veri gibi
kullanılması, kafaları karıştırmıştır. Ayrıca sosyal ve siyasal olaylara böyle
bir “tekâmül” anlayışla yaklaşma, siyasal gücün yanlışlarını ve uluslararası
yayılmacılığı meşrulaştırma fonksiyonu görmektedir. Halbuki bilimsel bir teori
olarak tartışılması, biyoloji bilimi açısından önemli kazanımlara sebep
olabilecekken, bir doğma halinde empoze edilmesi, materya-list bir hayat
anlayışının ortaya çıkışına etki etmiştir.5

Böylece “Aydınlanma” sürecinden sonra meydana gelen medeniyetin
semerelerinin toplandığı yüzyılımızda, adeta cennet dünyada aranmaktadır.
Halbuki dünyada insan saadeti için meydana getirilen refah anlamlı olsa da,
insanların gerçek mutluluğuna asla vesile olamayacak bir mahiyettedir. Hatta,
sanıl-dığının aksine, refahın artışı manen mutsuzluğu daha da
yoğunlaştıracaktır. Zira insan psikolojisi refahın artışıyla tatmine
ulaşamayacak kadar kompleks bir yapıya sahiptir. Yarın, böyle bir rahatı
kaçıracağını mantıken bilen insanın hakiki saadete ulaşması zordur. Bütün
bunlardan anlaşılacağı üzere dünyevi cennet bir ütopyadır ve bunun vaat edilmesi
de insanların ümitlerini tüketerek, hayal kırıklığına sebep olmaktadır.

Bunun yanında diğer yıkıcı bir husus, Batıda kuvvet bulan
ilerlemeci tarih görüşüdür. Nihai hedefe ulaştığını düşünen, veya buna
kendilerini yakın hisseden Batı toplumları açısından diğer milletler münbit
tasallut ve sömürü alanı olarak görülebilmiş ve vicdanen rahatsızlık
duyulmamıştır. İşin acı tarafı, yirminci yüzyılda bazı bilimsel(!) açıklamalarla
meşrulaştırılan zulümler, yirmi birinci yüzyıla devredildikleri görülmektedir.
Bütün bunların temel saiki, insan gerçeğinin farklı algılanması, bilimin
materyalist bir anlayışla tanzim edilmesi olarak düşünülebilir. Ruhunda ahiret
inancının olduğu bir dünya görüşünde, bilginin hikmetle yoğrulduğu bir anlayışın
bu tür zararları asgariye indireceği anlaşılabilecek bir durumdur. Halbuki tanrı
inancını kaldıran akımların tesirinde kalan bilimsel ve teknolojik çalışmalar
birçok önemli sonuçlara ulaşsa da, aslında insanların vicdanlarını
zayıflatmaktadır. Zira tanrı anlayışı olmadan gerçek anlamda vicdanın teşekkül
etmesi zordur ve vicdanı olmayan bir insanın gerçek mutluluğa kavuşmasına imkan
yoktur. Her şeyi yasalar ve toplumsal baskılarla dengeli bir şekilde götürmek
mümkün değildir. Yirmi birinci yüzyılda insanın mutluluğuna giden yoldaki taşlar
döşenirken—bütün modern gelişmelere rağmen—nelere dikkat edileceği yine de
önemli bir problem olarak durmaktadır.

Yirminci yüzyılda iki büyük yıkıcı savaş geçiren dünya, mazideki
umum vahşeti kısa bir sürede misliyle yaşadı. Bu kadar yıkımın olabilmesi için
teknolojinin ve buna bağlı olarak savaş makinesinin de gelişmiş olması
gerekmekteydi. Bilim adamlarının ortaya koydukları bilgi ve bulguları,
maneviyatla terbiye edilmemiş bir medeniyetin emrine vermeleri, beşer için
mutluluk kaynağı olmaktan çok mutsuz-luğuna sebep olmuştur. Barış zamanlarında
da dünyanın bir kesiminde yaşayan insanlar israf içinde yaşarken, bir kesimi de
haya-tiyetini zor sürdürmektedir. Halbuki, bilim adamları etik kurallar içinde,
bilgi ve bulgularını bütün insanlığın hizmetine sunmaları için çalışmalarını
sürdürmekle yükümlüdürler. Ancak bu, her zaman mümkün olma-mıştır; maneviyatın
hiçe sayıldığı totaliter ve ulusçu rejimlerle; sözde demokratik ül-kelerde
(kendi ülkesinde gösterilen hassasiyeti, bazı emperyalist kaygılarla ve
alışkanlıklarla başka ülke insanları için göstermeyen ülkeler) yönetimi elinde
bu-lunduran muhteris şahısların projelerine bir çok bilim adamı çalışmalarını
peşkeş çekmiş, bu da yirminci yüzyılın insanına hayli eziyet vermiştir. İktisat
ve sosyal bilimci Kenneth Boulding’in şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Yirminci
asırda bile Sovyetler Birliği’ndeki ilim adamları alim hüviyetleriyle Rus veya
kominist hüviyetlerini bilhassa biyoloji sahasında uzlaştırmakta güçlük
çekmişlerdir.”6

Yirminci yüzyılda modern siyasal rejimlerin teşekkülü, dünyanın
değişik bölgelerindeki devletlerde, farklı zaman dilimlerinde ve farklı tekâmül
sürecinde oluşmuştur. Bu süreç içinde kralların, aristokratların, burjuva ve
proleteryanın yeri belirlenmiştir. Bununla beraber, yirminci yüzyılın başından
sonuna kadar demokratik rejimlerin yanında, insanlar için tarihin gördüğü en
acımasız rejimleri de yaşamıştır. Yani, bu yüzyılın modern ha-yatında tezatların
uç vermesi ve bunların despot yönetimler olarak ortaya çıkması, daha çok
pozitivist anlayışla, insanları sinek gibi gören, —insanı eşref-i mahlukat
olarak tarif eden anlayışın aksine— siyasal rejimler türemiştir.

Hasılı insanlar antidemokratik rejimlerde devlet karşısında
yalnız bırakılırken ve bir makinenin parçası olarak tasarlanırken, liberal ve
demokratik ülkelerde de maneviyatın ihmalinin meydana getirdiği boşluktan dolayı
değişik problemler yaşamışlardır.

Modern Yaşam Tarzının İki Ucu

Yirminci yüzyılda doruk noktasına ulaşan modern yaşam tarzı,
İslam dünyasındaki geleneksel yapıya aykırı olduğu gibi, sanıldığının aksine
Hıristiyan geleneklerine de ters düşmektedir. Özellikle Batı dünyasının başını
çektiği hayat tarzı sanayi öncesi toplumlarındaki hayat tarzından çok daha
farklı bir anlayışı beraberinde getirmektedir. Daha önceleri aristokrat ve
burjuva sınıflarında geçerli olabilecek imkanlar, yirminci yüzyılda, üretimde
gerçekleştirilen başarıyla, daha yaygın hale gelebilmiştir. Bununla beraber,
önceleri bazı kurallara bağlı olan kültürel akış, daha özgür, daha bireysel,
hatta egoist bir yaşama dönüşmüştür. Genel renk olarak eğ-lence, kendini
kaybetme, çılgınlaşma ve sınır tanımayan giyime varıncaya kadar; cinsellikte de
sınır tanımaz serbestiyetle, yerleşmiş kurallara bir çeşit meydan okuma tarzında
bir hayat özendirilmiştir.

Bu noktalarda öncülük yapan Batı dünyasında, şüphesiz daha önce
Hıristiyan-lığın etkisiyle oluşan gelenekler hakimdi. Belki de Batının ayakta
durması ve intikalinin temel direği buydu. Ancak sanayi toplumunun meydana
getirdiği toplumsal yapı ve bunun yanında Fransız Devrimiyle beraber, Ortaçağın
mantığıyla temellenen sosyo-kültürel yapıya karşı indirilen darbenin sonucunda,
insan ha-yatında tedavi edilmesi zor birçok sorun meydana geldi: Kadın erkek
ilişkileri ve kadının statüsündeki değişim, esasında top yekun değişimi de
simgeliyordu. Ancak bütün bunların yanında epiküryen ve hedonist hayat tarzı,
mutluluğun kaynağı olarak telakki edildi. Kitle iletişim araçları tarafından da
özendirilen bu müsrif hayat, kitleleri kendileri olmayan bir kişilikte yaşamaya
icbar etti. Şahıslar, mutluluk oyunu oynamakla meşgul edilebilecek tüketim aracı
olarak kurgulandıklarından, özendirildikleri kalıpların dışına çıkmakta güçlük
çekerek, bir nevi modern hayatın modern köleleri durumuna gelmişlerdir. Yani
İslamî terminolojiyle ifade edecek olunursa nefislerinin esiri durumuna
gelmişlerdir. Halbuki ha-yatın gerçekleri, hele hayatın en büyük gerçeği olan
“her nefis ölümü tadacaktır” gerçeğiyle her an yüzleşme korkusu, insana
kaçabileceği bir zemin bırakmamaktadır. Belki de materyalizmin girdabına tutulan
insanlık, çareyi aklı bir yönüyle uyuşturan yollara ve nihayet sanal bir
dünyanın atmosferine kaçmakta bulmuştur.

Önce geniş aile hayatı küçülerek çekir-dek aileye, daha sonra
bir kesimiyle ferdi yaşama anlayışına kadar inerek, hususan ileri toplumlarda
atomize yaşama temayülleri kökleşmiştir. Bu beraberinde sorunlu nesilleri de
getirmiştir. Ayrı yaşayan anne babaların veya iş hayatının ve toplumsal
alışkanlıkların dikte ettiği yoğunluk gereği yeterince sevgiyle büyüyemeyen
çocuklar bazı ruhsal problemlerle yetişmekte ve karmaşık hayat karşısında çareyi
çılgınca eğlence, alkol, uyuşturucu, cinsel fanteziler vs. de bulmaktadır.

Hasılı, bir kısım zümrelerin, adeta bütün ortaçağı atlayarak,
Eski Yunan ve Roma’daki eğlence anlayışını yeni bir yorumla tevarüs etmeleri,
yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı ihtiyaca (!) cevap verecek istidattadır.
Bilim adamları veya topluma daha değişik açılardan katkıda bulunan insanlar,
kitlelerin örnek aldıkları şahıslar olmaktan çıkmışlardır; spor ve müzikle
uğraşan popüler şahsiyetler idol (put) durumuna gelerek bir tarikat vecdi içinde
takdis edilmektedirler. Gençlerin önemli bir bölümünün anlık hislerine hitap
edilip geçmiş ve gelecekten koparılmışlardır. Böylece insanlar kendi dünyasına
ait hayatı yaşamaktan ziyade, özenti içinde, yalanlarla örülmüş başka bir
dünyaya ait hayatı yaşamaktadırlar. Belki Erasmus’un Deliliğe Övgüsü, yirminci
yüzyılın modern insanı için daha geçerli olduğu söylenebilir. Belki de bu kadar
acı ve yalnızlık içinde yaşayan insanın, yapay bir mutluluk için, bir parça
deliliğe ihtiyacı vardı.

Bununla beraber, faşist rejimler anlamını yitirdikten sonra,
siyasal rejim mantığı ve pratiği açısından bir nevi ikiz kardeşi olan sosyalist
bloklardaki inkıraz, dünya insanının yaşamında maneviyatın ve dinin önemini
tekrar ortaya çıkarmıştır. Böylece yönetimler, daha insan merkezli olarak,
kültürel çeşitlilik ve inanç özgürlüğü temelinde yeniden düşünülmeye başlandı.
Bir zamanların rağbet gören “arsız” gençliği artık karşısında, ayakları yere
basan, düşünen, bilgi ve becerisiyle topluma katkıda bulunmaya aday bir
alternatif gençliği bulmaktadır. Yirminci yüzyılın yaşam tarzındaki arızalara ve
menfiliklere rağmen, bu ortamlarda geleneksel çizgilerini modern yaşamın içinde
yeniden yorumlayabilenlerin varlığı azımsanamayacak orandadır ve belki de Batıda
toplumun müspet anlamda dinamosu olan ve toplumları ileriye götüren çok önemli
zümreler böyle bir ortamdan çıkmaktadır.

Doğayı tahrip edip insanların geleceğini risk altına sokan
olumsuzluklara karşı çıkan insan gurupları yanında, AIDS hastalığının yaydığı
tehditlere karşı meşru ve fıtri yaşama önem verilmeyi bir kampanya haline
getiren bilinç düzeyi oluşmaktadır. Yirminci yüzyılın tezatları çözüldüğünde
yirmi birinci yüzyılın insanı daha özgür ve daha insani bir yaşama tarzını
benimseyeceği görülmektedir. Said Nursi’nin ifade-leriyle ve bir temenni
niyetiyle söylenecek olunursa: “… istikbaldeki İslamiyet’in kuvvetiyle
medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temiz-leyecek,
sulh-u umumiyi temin edecek”7tir.

Dipnotlar

1. Felsefi bağlamda modern düşüncenin oluşumu için bakınız,
Betrant Russell, Batı Felsefesi Tarihi, İstanbul: Say, 1983, Üçüncü Kitap.

2. Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, İstanbul 1960, s. 31

3. Uluslararası büyük şirketlerin dünya ölçeğinde gelişmesi
hususunda bakınız: Richard J. Barnet, John Cavanagh, Küresel Düşler İmparator
Şirketler ve Yeni Dünya Düzeni, Çeviren: Gülden Şen, İstanbul: Sabah Kitapları,
1994.

4. Eşyanın hikmeti, Kainat, Ahiret, Vahdet, Tevhid… vs.
gibi konular için B. Said Nursi ve Seyid Hüseyin Nasr gibi İslam alimlerinin
eserlerine müracaat edilebilir.

5. Bu konuyla ilgili, tenkitçi bir bakış açısıyla kaleme
alınan Harun Yahya’nın şu çalışmalarına bakılabilir: Evrim Aldatmacası,
İstanbul: Vural Yayıncılık, Tarihsiz; Yaratılış Gerçeği; Evrimcilerin
Yanılgıları, Ortadoğu gazetesine ek olarak hazırlanmıştır.

6. Kenneth Boulding, Yirminci Asrın Mânâsı, Çeviren: Erol
Güngör, İstanbul: Ötüken Neşriyatı, 1997, s. 45

7. Nursi, a. g. e., s. 31