Ekonomi ve Rasyonellik

21. yüzyıla girerken tarihi mirasın, insanı nereden nereye
getirdiğini, değişik düşünce ve disiplinlerdeki karşılığını aramak, hepimizin
hakkı olmalıdır. İnsanı ‘varlıkların en şeriflisi’ sayan dinsel tanımdan, ‘insan
düşünen bir hayvandır’ diyen ünlü düşünür Aristoya ve ‘homo hamini lupus, insan
insanın kurdudur’ temasını işleyen ünlü İngiliz düşünürü Hobbes’a kadar sayısız
insan tanımına rastlamak mümkündür. Biz, bu felsefi içerikli tanımları bir
kenara bırakarak insanı veya insan topluluklarının günümüzde ulaştıkları yaşam
düzeylerini ve bunun için gösterilen çabaların somut sonuçlarını ele almak
istiyoruz. Eski Antik çağdan günümüze kadar gelen ve insanın homo economicus
olduğunu savunan temel felsefenin doğruluğunu çok fazla kurcalamayarak—belki
yadırgayacağınız şekilde, destekleyerek—analizlerimizi geliştirmeye çalışacağız.
Bir şeyi eleştirmek, işin kolayına kaçmaktır. Bir düşünceyi veya bir oluşumu
günahları ile birlikte savunmak zora göğüs germektir. Böyle bir savunmaya
gelecek haklı veya haksız eleştirileri karşılamak çok daha sıkıntılı olduğunu
bile bile bunu yapmaktan kendimi alamıyorum.

Konumuz insan ve ekonomi olduğuna göre muhataplarımızın sadece
ras-yonel düşünenler olduğunu belirtmek isterim. Çünkü insanların bir kısmı
gerçekten ekonomik olarak davranmamaktadır. Dünyamız, dünyaya sırtını dönem
münzevilerle veya dünyayı ciddiye almayanlar tarafından yönetilmediğine göre,
öyle düşünenleri istisna olarak kabul edebiliriz. Ekonomi, rasyonellikle
meşrulaştırılan bir sürü bencil düşüncenin oluşturduğu kavramlar bilimi olarak
anlaşılmamalıdır. Hemen çok bilinen dinsel temelli bir ifade ile işe
başlayabiliriz. ‘Bir kişi, eğer komşusu aç iken kendisi tok olarak, rahat bir
şe-kilde yatıyorsa o bizden değildir.’ ifadesini ekonomik rasyonellikle
açıklamak ilk bakışta mümkün görünmüyor. Zaten ahlaki bir gerekçenin böyle bir
iddiası da yoktur. Bu normatif bir ifadedir. Normatif bu davranışı ekonomik
olarak yorumlamak kimsenin aklına gelmeyebilir.

Eğer konuya etik açısında bakmak isterseniz, böyle bir kişinin
davranışı etik dışıdır ve yadırganması gerekir. Etiğin ekonomik düşüncede yer
almadığını ve özellikle Batı liberal iktisat düşüncesinin üzerinde oturduğu
temel postülanın ‘rasyonalite’ olduğu savunulabilir. Gözden kaçmaması gereken
burada rasyonellik, kaba bir bencillik ve umursamazlık olarak karşımıza çıkıyor.
Acaba bu böyle midir? Bence bunu diyenler şu gerçeği göz ardı etmektedirler; o
da rasyonellikle etiğin bir noktada kesişebileceği gerçeğidir. Komşusu sürekli
aç ve kendisi tok olan kişi komşusunu sürekli umursamazsa, bir gün penceresinin
camının kırılacağını veya bir gün kapısının tekmeleneceğini bilmesi gerekir. Hiç
kimse bu durumdan hoşlanmayacağına göre, komşusunu polis çağırarak susturmak
yerine, ona yine bir başka gün ihtiyacının olacağını düşünerek, onu ya
çalıştırarak, yada başka bir yöntemle memnun ederek daha rasyonel davranacaktır.
Burada rasyonellik ve etik özdeşleştiği zaman daha optimum sonuca varılmaktadır.
Optimum sonuca ulaşmak rasyonel insan (buna ilaveten ahlak sahibi) olmanın
gereğidir.

Sanayi Devriminden Dualist Dünyaya

On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve yeni
ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümlere sebep olan sanayi devrimi,
iki ayrı dünyanın oluşumu ile neticelendi; sanayileşen ülkeler dolayısıyla
halklar ve gelişmekte olan ülkeler(üçüncü dünya) veya halklar. İkinci Dünya
Savaşından sonra zengin ülkeler, yoksul komşularıyla aralarındaki uçurumun
oldukça büyüdüğünü fark ettiler. Bunları polis gücü ile—o zamana kadar
yaptıkları gibi—susturabilirlerdi. Ancak nereye kadar bu devam edecekti. Bunun
için birlikte oturup karar verdiler; komşular için bir şeyler yapmak gerekir.
Yani o zamana kadar ras-yonellik olarak kabul edilen kaba bencilliğin,
huzurlarını kaçıran yegane şey olduğunu fark ettiler. O halde tek kanatlı
rasyonelliğe bir kanat lazımdı; etik. Eğer sizin dışınızdaki sizi rahatsız eden
birilerini ortadan kaldıracak kadar gücünüz olduğu halde onu ortadan
kaldırmıyorsanız veya kaldırılması size pahalıya patlayacak ise, o anda etik ile
rasyonelliği özdeşleştiriyorsunuz demektir. Belki batı düşüncesinde fark
edilmeyen devrim burada yatmaktadır. Sömürgelerin tek tek özgürleşmesi ve
baskının yerini yavaş yavaş yardımlara ve işbirliğine terk etmesi, eskide vahşi
sıfatı ile tanımlanan kapitalizmin insanileşmesi ve hatta evrenselleşmesinin
göstergesidir. Çünkü bir düşünce devam etmek istiyorsa, insan fıtratına mutlaka
uygun olması gerekir. Batı liberal düşüncesinin etik boyutu son dönemlerdeki
uygulamalarla ortaya çıkmaktadır; güçsüzü yok saymama ve güçlüyü frenleme. Önce
kendi içinde başladı bu süreç, devleti ‘bir sınıfın baskı aracı’ konumundan
‘teknik ve nesnel’ devlete dönüştürme girişimi şeklinde. Devlet ebet- müddet,
araç devlete, bireysel özgürlüğe dönüldü, yani insan denilen ‘en şerefli
varlığa’ yeniden itibarını iade etme çabaları. Bunun için yasalar çıkartıldı,
ekonomik düzenlemeler yapıldı. Ekonomik bağımsızlığı olan insan ancak tam özgür
olabilir. Ekonominin neyin, nerede, ne kadar ve kim için üretileceği ve nasıl
bölüştürüleceği sorusunun tek muhatabı sadece insandır. İnsanın yeniden keşfi,
yirminci yüzyılın en büyük buluşu olsa gerek. Sanayi devrimiyle birlikte kısmen
ihmal edilen bireyin maruz kaldığı hazin neticeler, artık yirmi birinci yüzyılın
başında yerini, bireyin ön plana çıkmasına bırakmıştır.

Marxsizme ve onun felsefesine dayandığını iddia eden rejime bir
borcu-muz var. Eğer bu düşüce ve bu rejim olmasaydı kapitalizm bu kadar
insanileşmeyecekti. Marksizm, insana yer yüzünde cennet vaad ederek yola çıkan
ve uyguladığı rejimle bu hayalleri yok eden düşüncenin adıdır. Sadece yan ürünü
olduğu düşüncenin daha evrensel ilkeler edinmesine yardımcı oldu.

Piramitleşen Dünya

Bugün gelinen nokta tek kutuplu bir dünyanın varlığıdır.
Neo-Marxsistler buna sömürü düzenin yer aldığı bir ilişkinin varlığı olarak söz
ederler. Gelişmiş ülkeler merkez, gelişmekte olan ülkeleri de çevre olarak kabul
edilir. Ve çevreden merkeze sürekli bir değer akışının varlığı vurgulanır. Yani
eşitsiz bir mübadele almış başını gidiyor. Aslında doğruluk payı yok değil. Peki
çözüm nasıl olabilir? Çözümü, insi-yatifi elinde bulunduranlar veya kendile-rine
haksızlık yapıldığını söyleyenler üretecektir. Aslında çok şey üretildi. Ama bu
reçetelerin çoğu uygulanamadı veya uygulandığında farklı neticeler verdi. Yine
iş bu zengin ülkelere düştü. İkinci Dünya Savaşından sonra, Birleşmiş Milletler,
Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşlar oluşturularak fakir
ülkelere aynî ve nakdî yardımlar gerçekleştirildi. Yardımların çoğu yoksul halk
kesimlerine bizzat o ülkenin yöneticileri tarafından ulaştırılmadı. 1970’lerin
başında uluslararası kuruluşlar gelişmekte olan ülke-lerdeki fakirliğin ve
çaresizliğin derinleştiğini iyice fark ettiler. Etiyopya’da 1973’de görülen
açlık başta ILO ve diğer uluslararası kuruluşları yeniden harekete geçirdi.
Gelişmekte olan ülkelerin insanlarını, yine gelişmekte olan ülkelerin
hükümetlerine terk etmenin, pek de sağlıklı olmadığı anlaşıldı. Bu tarihten
sonra insanı temel alan ve insanın sağlıklı bir hayatı sürdürebilmesi için
gerekli minimum şartların oluşması için temel ihtiyaçlar belirlendi. Bu
ihtiyaçlar:1

-Aile fertleri için gerekli minimum tüketim; gıda, barınma ve
giyim,

-Ulaşılması gereken zorunlu hizmetler; temiz su, bulaşıcı
hastalıklardan korunma, taşıma, eğitim ve sağlık,

-Her fert için çalışabileceği bir iş imkanı,

-Kişilerin yaşamını ve özgürlüğünü et-kileyecek kararlara
katılma şeklinde sıralanmaktadır.

Yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde dünya gelişme kavramına
bir başka boyut ilave edildi. Uzun zaman salt ekonomik göstergeler kalkınma için
(veya insanın mutluluğu için) gerçek kriter sayılırken, 1990’lardan sonra
insanın direk kendisini ilgilendiren başka değişkenler gelişmenin göstergesi
olarak kabul edildi. Beşeri kalkınma endeksleri olarak ele alınan bu değişkenler
sağlık, eğitim, hayat beklentisi, çocuk ölüm oranları, ifade özgürlüğü vb.
şeklinde sıralanabilir. Artık ekonomik göstergeler yerini daha etkin bir şekilde
sosyal ve siyasal içerikli değişkenlere bırakmaktadır.

1998’e gelindiğinde ekonomi biliminin zirveleri, adeta günah
çıkarır gibi, Nobel barış ödülünü Gıda ve Özgürlük, Ahlak ve Ekonomi Üzerine
adlı eserleriyle tanınan Hindistan kökenli Amartya Sen’e verdi. Sen eserlerinde
kalkınma planlarının gerekliliğini insana yapacağı katkıya bağlamaktadır. Bunu
bir etik sorunu olarak görüyor. Kalkınmayı zenginlikten çok, bireyleri
yeteneklerini geliştirebilme ve kabiliyetlerini kullanabilme olarak görmektedir.
Ekonomi ve felsefe alanında derinleşen Sen, bugünkü liberal iktisat düşüncesinin
piri olan Adam Smith’e çok benzemektedir. Çünkü Smith’te ahlakçıydı. Nitekim
Sen, Simth’teki özgürlük anlayışını anlatırken, onun ve Marx’ın özgürlük
anlayışının pozitif ve aslî (araç değil) olduğunu savunuyor.

Son olarak, zengin ülkelerin patronu ve serbest piyasa
ekonomisinin en bağnaz taraftarı ABD’nin Başkanı, 1999’un sonbaharında, en fakir
üçüncü dünya ülkelerinin borçlarını silebileceğini söylüyor. Yalnız bir şartla;
eğer bu ülkeler bu borç tutarını kendi halklarının sağlık, eğitim, barınma gibi
temel ihtiyaçlarına harcamayı kabul ederlerse.

Bugünkü Manzara

Bütün bu olumlu gelişmelerin olduğu sırada dünya manzaralarının
nasıl olduğuna bir göz atalım. Dünya Bankası’nca yayınlanan World Development
Report 1999/2000’a göre dualist dünya manza-raları hiç de iç açıcı
görünmemektedir; 1998 verilerine göre dünya nüfusu 5 897 milyon civarındadır;
bunun 3515 (yaklaşık % 60) milyonu düşük gelirli ülkelerde, 1496 (yaklaşık %25)
milyon kişisi orta gelirli ülkelerde ve 885 (%15) milyon kişisi yüksek gelirli
ülkelerde yaşamaktadır. Düşük gelirli ülkelerde kişi başına ortalama GSMH 520
dolar, orta gelirli ülkelerde 2950 dolar ve yüksek gelirli ülkelerde bu miktar
25510 dolardır. Satın alma gücü paritesine göre bu rakamlar hesaplandığında daha
iyimser sonuçlar elde edilmektedir. Sadece çok fakir ülkelerin görünen bu düşük
geliri birkaç kat artmaktadır. Ancak sonuç pek fazla değişmemektedir.

1998’de 210 ekonominin toplam GSMH üretimi 28 862 milyar
dolardır; bunun sadece 6263 (%21.7) milyar doları düşük ve orta gelirli ülkeler
tarafından üretilirken, geri kalan %78.7’si gelişmiş ülkeler tarafından
üretilmektedir. Bir başka ifade ile dünya nüfusun %85’i dünya GSMH’nın sadece %
21.7’isini üretmektedir. Halen dünya ticaret hacminin yaklaşık %75’i gelişmiş
ülkelerin kendi aralarında yaptığı ticaretten ibarettir.

Beşeri kalkınma endekslerine bakıldı-ğında, gelişmekte olan
ülkelerde sadece askeri harcamaların sağlık, eğitim, aile planlaması ve diğer
bireyi geliştiren harcamaların toplamından daha fazla olduğu görülür. Yine
siyasal ve sosyal özgürlükler açısından bakıldığında, düşük ve orta gelirli
ülkelerin hemen hemen tamamının kısmen özgür veya hiç özgür olmadığı endekslerde
anlaşılmaktadır. İki bin yıllarının başında halen dünyada günlük geliri 1
doların altında olan 825 (oysa son rakamlarla 1993 yılında 1200 milyon kişinin,
halen bu sınırın altında olduğu tespit edilmiş) milyon kişinin olacağı tahmin
ediliyor.2

Bütün bu içimizi karartan sonuçlara rağmen, iyimser olmak
zorundayız. Bu yüzyılın başında ABD’nin aynı gelirine sahip bugünün gelişmekte
olan ülkelerin insanları, o günün ABD’nin insanlarına göre daha eğitimli, daha
uzun ömürlü ve daha iyi sağlık hizmetlerinden faydalanmaktadırlar. Her şeye
rağmen insanlık daha iyiye gidiyor. Bu başarının altında liberal düşüncesinin
oluşturduğu ekonomik, siyasal ve sosyal düzenin büyük payını yadsımamak gerekir.
Mutlak iyiyi talep etmek önce kendine sonra insanlığa kötülüktür. Çünkü daha iyi
iyinin düşmanıdır. Daha iyiyi isteyen onun hayaliyle her iyiye düşman olacaktır.
Bir anlamda anarşizm böyle bir düşüncenin sonucudur.

Batı iktisat düşüncesinin rasyonellik iddiasına, yirminci
yüzyılda etiğin eklenmesiyle, bu düşüncenin evrensel olma çabaları daha da
güçlenecektir. Kalkın-makta olan halklar kendilerini bir adım öteye götürecek
bir dünya düzenini kurmayı kendileri tek başına başaramıyorlarsa, hıncını
liberal düşünceden çıkartmak ye-rine, onun insanî boyutuna sahiplenmeleri için
bir mani mi var? Yoksulluğun, yoksunluğun, yasakların karanlığını kendi insanına
reva gören gelişmekte olan ülkelerin liderleri, insan olmanın dayanılmaz hazzını
tatma fırsatını niçin kendi insanına göstermiyor? Ya bunu gerçekleştiriniz ya da
bunu yapacakların yolundan çekiliniz.

Yarının dünyası, insan doğasına uygun hareket eden ve ona değer
veren düşüncenin dünyası olacaktır. Eğer bunu liberal iktisat düşüncesi
başaracak veya başarmak için çaba harcayacaksa onu alkışlamamızı engelleyen ne
olabilir? Varsın zamanın çağdaş görünen ve gözleri yarım asır öncesinin
karanlığını aydınlık sanan nesiller bizi anlamasınlar. Yarının dünyası insanın,
insanı yücelten değerlerin, özgürlüklerin ve erdemin dünyası olacaktır. Kim bu
sürece katkıda bulunursa ona selam olsun.

Dipnotlar

1. Hunt, D., Economic Theories of Development, HW, NewYork,
1989.

2. Ingham, B., Economics anda Development, Mac-Graw Hill,
London, 1995, s.231, 232.