Bu makalede, demokrasiyi algılama biçimi ile ilgili olarak, Said
Nursi ve çağdaşlarından bugüne kadar süregelen bir tartışmayı1 ortaya
koyacağız.

“Meşrutiyet2 hakimiyet-i millet” olduğuna göre millet
adına son söz halkta ve onun meşru temsilcilerindedir. Anayasa ve kanun
yapma—değiştirme—yetkisi de onlara aittir. Çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bir
ülkede (İslam memleketinde), yasama meclisinin ya da referandum sonucu bizzat
halkın, dinin temel kurallarına aykırı kanun kabul etmesi ihtimali—teorik de
olsa—vardır. Bu durumda şeriata aykırı kanunun geçerliliği tartışılabilir mi?
Eğer tartışılabilecekse kim ya da kimler tarafından ve hangi yöntemle karara
bağlanacaktır? Diğer ifadeyle, demokraside meclisin denetlenmesi ve yasama
yetkisinin herhangi bir sebeple sınırlandırılabilmesi mümkün müdür?

Said Nursi’nin bu konularda görüş açıklarken sıklıkla zikrettiği
temel mürekkep kavram durumundaki “meşrutiyet-i meşrua”da meşrutiyetin tamlaması
olarak kullanılan “meşruti rejimin meşruiyeti” şartı; (demokrasinin şeriata
uygunluğu), böyle bir sınırı mı ifade etmektedir? Meclisin iradesinin
(kanunların), başka bir kişi ya da heyet tarafından, şeriata aykırılık ihtimali
nedeniyle (dine uygunluk yönünden) denetlenmesi halinde, üstün gücün mecliste
olduğundan söz edilebilir mi?

Bu soruları cevaplandırabilmek için, meşrutiyette (demokraside)3
hakimiyetin kim tarafından, nasıl kullanıldığı ve bunun sınırının nerede
başlayıp nerede bittiği sorusunu, özellikle din devleti veya devletin dinle
ilişkisi yönlerinden ele alarak cevaplandıracağız. Ayrıca, sonuca ulaşmakta
yardımcı olacağına inandığımız bir mukayese oluşturmak üzere, anayasalarda
değişmez ilkelerin bulunmasının demokrasi ile ilgisi üzerinde de duracağız.4
Sosyal bilimler alanında ortak (tekil) tanımı bulunmayan kavramları kullanarak
problem çözmenin zorluğunu aşmak için bir çözüm olmak üzere, öncelikle,
kullanacağımız kavramları tanımlayacağız.

Temel Kavramlar

Dine dayalı devlet (Din devleti-Teokratik devlet): Laik
devletin alternatifi olan ve bir dinin kurallarını; uyulması zorunlu, değişmez
temel ilkeler, olarak kabul eden devlet.

İdeolojik devlet: Teknik devletin alternatifi olan ve bir
ideolojiyi; uyulması zorunlu, değişmez temel fikirler olarak kabul eden devlet.

Laik devlet: Ekonomik, sosyal ve hukuki alanda, herhangi
bir dinin kurallarından doğrudan doğruya etkilenmeksizin (etkilenmek zorunda
kalmaksızın), serbestçe düzenlemeler yapabilen devlet.

Teknik devlet: Politik (ideolojik) devletin, yani polis
devletinin (l’etat politique) alternatifi olan; bireylerin (ve özellikle kendi
vatandaşlarının) hizmetini görürken ve bu amaçla kurallar koyarken; din, ırk,
fikir ve yaşayış biçimi farklılıkları ile ilgilenmeksizin, bütün bireylere eşit
muamele eden devlet.

Demokratik devlet: Her tür müstebit (totaliter) devletin
alternatifi olarak, hakimiyetin, (yönetim ve denetim yetkisinin) çok partili
serbest seçim esasına dayalı temsil sistemi ile belirlenmiş olan halk
temsilcilerinin çoğunluğu eliyle ve dolayısıyla halk tarafından kullanıldığı
devlet.

Sosyal devlet: Bir yandan komünist devletin sınırlı
hürriyet, kolektif mülkiyet ve tek parti anlayışından uzak kalarak, diğer yandan
liberal devletin sınırsız hürriyet (laissez faire, laissez passé-bırakınız
yapsınlar bırakınız geçsinler) ve tam serbest piyasa ekonomisi anlayışının vahşi
kapitalizme yol açan zararlarından uzak kalarak; özellikle sosyo-ekonomik alanda
orta yolu tutan, zenginden alıp fakire veren “Robin Hood devleti.”

Hukuk devleti: Kanun hakimiyeti (kanunsuz suç ve kanunsuz
ceza olmaz ilkesi) ile yetinmeyerek, kanunların hukuka uygunluğunu da arayan ve
bunu gerçekleştirmeyi engelleyeceği düşüncesiyle bütün önyargılardan ve
ideolojilerden uzak kalan, değişime açık olan ve tam adaleti hedef tutan devlet.

Cumhuriyet: Saltanat5 ya da kraliyet
idaresinin karşıtı olarak, devlet tüzel kişisini başka devletlere karşı temsil
eden birinci adamın (cumhur başkanı, devlet başkanı) serbest seçimlerle işbaşına
geldiği devlet türü.

Soru 1. İslam Devleti6 ne demektir ya da
devletin dini olur mu?

Din bir inanç ve yaşama biçimini ifade ettiğine göre, dindarlık
(din sahibi olmak) sıfatı; aklı olan (inanabilen) ve yaşayan bir varlığa yani
insana izafe edilebilecek bir sıfattır. Aynı biçimde dinsizlik (kafirlik) ya da
münafıklık gibi kavramlar da sadece insanlar için geçerli kavramlardır. İslam
dinine mensup olmanın ana sonucu öteki dünyada ödüllendirilmek ve bu dine mensup
olmamanın sonucu da cezalandırılmak olduğuna göre, bir devletin Müslüman olması
ya da kafir olması, yukarıdaki anlamıyla, algılanabilir bir sıfat değildir. Aksi
halde cennette ve cehennemde insanlardan başka, devletlerin de ayrıca
ödüllendirileceği ya da cezalandırılacağı bir katın bulunması gerekirdi.(!)7

O halde; İslam devleti, kafir devlet, din devleti, teokratik
devlet, laik devlet gibi kavramlarla kastedilen şey; devletin
dindarlığı-dinsizliği değil; devletin, hakimiyet kullananın zihninde (anayasal
düzlemde) din karşısında takındığı tavır, yani bir yönden vatandaşlarının inanç
ve ibadetlerine ve diğer yönden dinin devlet düzeni üzerindeki etkisine
yaklaşımındaki farklılıktır.

Aşağıda bu yaklaşımı çeşitli ihtimaller yönünden ele alacağız.

Soru 2. Din ile ilişkisi yönünden devletler nasıl
sınıflandırılabilir?

Devlet için, din konusu iki sebeple gündeme gelir: A.
Vatandaşlarının inanç ve ibadet özgürlüğü ile dinî hizmetlerin düzenlenmesi
yönünden ve B. devletin kurallarının ve uygulamalarının dinden etkilenmesi
yönünden.

A. Vatandaşlarının dinî inançları ve ibadetleri ile ilgili
olarak, temel hak ve hürriyetler kapsamında, devletin önünde üç ihtimal vardır:
1. Bu hürriyeti yasaklamak, 2. dinî düşünce ve uygulamaları sınırlamak
(yönlendirmek) ya da 3. serbest bırakmak.

A. 1. İnanç ve ibadetleri (tümünü) yasaklayan devlet, dinsizliği
ideoloji olarak kabul etmiş demektir (bazı komünist devletler gibi). Bu
durumdaki devlete dinsiz devlet ya da dinsizlerin devleti denilebilir.

A. 2. Devlet bazı inançları ve bazı ibadetleri yasaklıyor buna
karşılık diğer bazılarına izin veriyorsa, din tercihi (ayrımı) ya da
sınırlandırması yapıyor demektir. Dinî düşünce ve uygulamaları yönlendiren
(müdahale eden) devlet de bir yandan dini etkilerken, dinin yorumlanış
biçimlerinden birini diğerine tercih etmek suretiyle, sonuç olarak, dinden
etkilenen (dine dayanan) devlet haline gelmiş olur.

A. 3. Temel hak ve hürriyetleri evrensel değerler olarak kabul
etmiş olan çağdaş devletler, inanç ve ibadet hürriyetine de yer vermektedirler.
Bu tür devletler için de yine iki ihtimal vardır: 1. Vatandaşlarının inanç ve
ibadetle ilgili kamusal taleplerini, sosyal devlet olmanın da gereği olarak,
(dinî nitelik taşıyan kamu hizmetini) bizzat karşılamak8 ve bu amaçla
kamusal teşkilat kurmak ya da 2. liberal devlet mantığı içinde hareket ederek,
dinî hizmetleri sivil örgütlenmelere—cemaatlere—bırakmak.

Belirtelim ki demokratik devlet inanç ve ibadet hürriyetini
tanır. Böylece, laik devlet de inanç ve ibadet hürriyetini tanır. Ancak
bilinmelidir ki bir ülkede bireysel ve toplumsal alanda inanç ve ibadet
özgürlüğünün var olup olmadığı, o ülkede hakim olan devletin demokratik ya da
laik olması ile değil, doğrudan doğruya ve sadece, hangi temel hak ve
hürriyetleri tanıdığı ile ilgilidir. O halde denilebilir ki inanç ve ibadet
hürriyeti ile laiklik aynı şeyler değildir. Ancak laiklik varsa—devletin dinler
karşısında tarafsız kalmasının zorunlu sonucu olarak—inanç ve ibadet hürriyeti
de bulunacaktır. Buna karşılık, laikliği kabul etmeyen bir devlet de—devlete
hakim olan dinin ya da ideolojinin başka dinlere yaklaşımındaki esnekliği
nedeniyle—inanç ve ibadet hürriyetini tanıyor olabilir.

Nitekim Osmanlı devleti klasik anlamıyla demokratik ve laik bir
devlet değilken (olmamasına karşılık) teb’asının din ve ibadet hürriyetini
tanıyan bir devlet idi. Gerçekten 1876 Osmanlı Anayasası, bir yandan devletin
ahkam-ı şer’iyyeye uyması gerektiğini (7. madde) ve devletin dininin İslam
olduğunu (11. madde) düzenlerken; öte yandan, diğer dinlere mensup olanların
inanç ve ibadet hürriyetinin de teminat altında olduğunu (11. maddenin devamı)
ifade etmekteydi.

B. Hukuk, iktisat, eğitim gibi düzenleme alanlarında dinden
etkilenip etkilenmemesi yönünden devletleri önce iki gruba ayırmak gerekir: 1.
Dinden hiçbir biçimde etkilenmeyen devlet ve 2. Dinden etkilenen devlet

B. 1. Dinden hiçbir biçimde etkilenmeyen devlette; kamusal gücü
kullanan, kural koyan ve uygulamayı yönlendiren kişi ya da kişiler, hiçbir dine
mensup olmadıkları gibi vatandaşların dine mensup olup olmadıkları ile de
ilgilenmezler. Temelinde—bir sebep ya da saik olarak—dinî yaklaşım bulunan bir
kural koymazlar ya da uygulama yapmazlar. Bu tür bir devlet için de dinsiz
devlet ya da dinsizlerin devleti nitelendirilmesi yapılabilir. Zira bu tür
devlette yöneticiler genellikle baskıcıdır ve halkın dini talepleri konusunda da
yasaklayıcı bir tavır içindedir (yukarıda A.1 ya da 2 grubu).

B. 2. Dinden etkilenen devlet bu etkiyi iki şekilde hisseder: 1.
Doğrudan etkilenme ve 2. dolaylı etkilenme.

B.2.1. Bir devletin herhangi bir dinin kurallarından doğrudan
etkilenmesi; bir dinin kurallarının, devletin kuralları ve uygulamaları için
süzgeç oluşturması anlamına gelir ve bunun için öncelikle kural koyan, düzen
kuran idarecilerin, bu etkiyi kabul etmesi gerekir. Bu
ise—genellikle—idarecilerin bu dine bağlı olmalarından kaynaklanır. Diğer
ifadeyle doğrudan etkilenmede; bir din, sadece halkın dini olduğu için değil,
genellikle, idarecilerin dini olduğu için ön plana çıkar ve etkili olur.

Ancak şüphesiz ki; yine çoğunlukla, idareciler (sömürge
idareleri hariç) halkın inandığı dine inanmaktadır. Dolayısıyla, yöneticilerin
bir dini temel referans olarak almaları, halkın çoğunluğunun da memnun olduğu ya
da en azından şikayet etmediği bir durum olarak görünür. Örneğin İran’da, dinî
alanda yetkinliğine ve günahsızlığına inanılan Ayetullahlar, meclisin çıkardığı
kanunları dine uygunluk yönünden denetlemek ve son sözü söylemek yetkisi ile
donatılmışlardır. Aynı şekilde Osmanlı devletinde de padişah, kural koymadan ya
da uygulama geliştirmeden önce, dine uygunluk yönünden Şeyhülislamın görüşünü
almaktaydı.

Bu durumda devlet idaresi konusunda son söz, bir din adına karar
veren kişi ya da kişilerdedir. Bu devlet türüne teokratik devlet denilebilir.
Osmanlı devletinde Anayasalı sisteme geçildiğinde dahi hem padişah hem de
meclisin İslam dinini temel referans olarak alması gerektiği kabul edilmişti.
Ancak, bir yandan, meclisin kabul ettiği kanunların şer-i şerife uyup uymadığını
denetleme yetkisine sahip olan başka bir kurumun—açıkça—öngörülmemesine
karşılık, diğer yandan, 1909 değişikliğine9 kadar, meclisin kanun
yapma faaliyetinin padişahın hakemliğinde ve ancak onun onayı ile cereyan etmesi
nedeniyle, bu sistemi tam bir teokrasi olarak nitelendirmek mümkün
görülmemektedir.

Dinden doğrudan etkilenen devlet, genellikle, aynı zamanda bu
dinin bayraktarlığını da yapmaktadır. Fatih devletler diyebileceğimiz bu
devletler, bir dini coğrafi alanda yaymak amacına yönelik düzen kurmakta,
faaliyet göstermekte ve bazen savaşmaktadırlar. Özellikle bu uygulama, bir
devletin—bir yandan inanç ve ibadet hürriyetini tanısa dahi diğer yandan—tam
anlamıyla din devleti (din için devlet) haline dönüşmesine sebep olur.

Osmanlı devleti, çöküş dönemine kadar, i’la-yı Kelimetullah için
cihat kavramını ön plana çıkaran bir fatih devlet idi. Bugün İslam ülkelerinde
azınlıkta kalan çok küçük bazı fikir akımları hariç, hemen hemen bütün dinî
yaklaşımlar, savaş ve fetih yoluyla din tebliğ etmenin (yaymanın) yöntem olarak
yanlışlığı ya da en azından yerinde olmadığı yolunda bir görüş birliği
içindedirler.

B.2.2. Devletin dinden etkilenmesinin ikinci biçimi, demokratik
devletlerde görülen dolaylı etkilenmedir. Devletin bütün kurallarını,
hakimiyetin sahibi olarak halkın temsilcileri koyar ve kural koyarken de kendi
seçmeninin halkın taleplerini dikkate alır. Halkın ve temsilcilerinin bir dinden
etkilenmesi (dindarlaşması) nisbetinde, kabul edilen kanunlar da dinden
etkilenir.

Devleti etkileyen din, idarecilerin dini değil, idarecileri
atayan ve denetleyen temsilcileri seçenlerin dini durumundadır. Zira demokraside
seçenler ve seçilenler, tavanı; bunların koyduğu kuralları uygulamakla yükümlü
olan yöneticiler ise tabanı oluşturmaktadır. Güç ve etki (hakimiyet) tavandan
tabana (yukarıdan aşağıya) doğru sirayet etmektedir.

Belirtelim ki; demokrasinin gereği olan bu dolaylı etki,
demokrasi askıya alınmadığı sürece, engellenemez. Ayrıca devletin dinden
etkilenmiş olan kuralları ve uygulamaları dine değil doğrudan halka
dayandığından, laiklik ilkesine de aykırı sayılmaz. Ülkemizde demokrasi ve
laiklik çatışması, bu etki anlaşılamadığından ya da reddedildiğinden—tam da bu
sebeple—patlak vermiş olup, sürüp gitmektedir. Oysa demokrasisi oturmuş ve
gelişmiş ülkelerde, bu etki yadırganmadığı için, laiklik tartışmaları da çoktan
gündemden kalkmış ve demokrasi hazmedilmiş bulunmaktadır.

Devletin dinden dolaylı biçimde etkilenmesini reddedenler,
aslında, halkın dinî inançları ile aynı inanca ya da dinî hassasiyetleri ile
aynı ölçüde hassasiyete sahip olmayan sivil ve askerî bürokratlardır. Halka
rağmen halk için zihniyetinin bir sonucu olarak, dinî konularda halkın yanlış
düşünebileceğini, halka güvenilmemesi gerektiğini savunmaktadırlar. Aslında
gerçek sebep sadece bu olsa, bir yönden belki bir parça makul sayılabilecek olan
bu itirazın arkasındaki gerçek sebep, inanmadıkları dine ya da kendilerinin de
inandıkları dinin halk tarafından kabul edilen ve fakat kendilerinin
beğenmedikleri algılama ve uygulama biçimine karşı bir ayak direme yani kötü
niyettir.

Soru 3. Demokratik devlette Anayasanın gücü ve fonksiyonu
nedir?

Demokratik devlet dini ve ideolojisi olmayan devlettir. Bu
yönüyle demokratik devlet aynı zamanda—zorunlu olarak—laik ve teknik bir
devlettir. Vatandaşlarına herhangi bir dini ya da ideolojiyi dayatmadığı gibi,
vatandaşlarını ideolojilerine ya da dini inançlarına dayanarak sınıflandırmaz.
Eğer aynı zamanda sosyal devlet ilkesini de benimsemiş ise, vatandaşın kamusal
nitelik taşıyan ihtiyaç ve taleplerini, dinden kaynaklanıp kaynaklanmadığına
bakmaksızın, bir kamu hizmeti olarak değerlendirir ve ekonomik gücü nisbetinde
yerine getirmeye çalışır. Liberal bir devlet ise din hizmetlerini de cemaatlere
bırakır.

Demokratik devlet (Türkiye Cumhuriyeti devletinin yürütme ve
yargı organları) kamu hizmetini ifa ederken, halkın temsilcileri (Türkiye
Milletinin Meclisi) tarafından belirlenmiş kurallara uygun hareket eder. Bu
kuralları belirleme yetkisi de sadece halka—temsilcilerine—aittir.

Kurallar bir hiyerarşi (ast-üst ilişkisi) içerisindedir. Yasama
organı tarafından kabul edilen ve ayrıntıyı düzenleyen kanunlar, yine yasama
organı tarafından—bizzat ya da değiştirilmeyerek zımnen—kabul edilmiş olan ve
temel metin durumunda bulunan anayasaya (kanun-u esasi-loi fondamentale) uygun
olmalıdır.10 (Anayasaların da insan hakları konusundaki evrensel
ilkelere ve metinlere uygun olması gerekir. Ancak buna aykırılığın, uluslararası
alanda dışlanmak ve yalnızlaşmak dışında, iç hukuk yönünden bir müeyyidesi
yoktur.) Anayasanın üstünlüğü; genellikle olağanüstü dönemlerin sonucunda
hazırlanmış olmaları yanında, meclisin vasıflı çoğunluğuna dayanması ve devletin
işleyişi ile hak ve ödevler konusunda temel kuralları koymasından
kaynaklanmaktadır.

Kanunların anayasaya uygunluğunu Anayasa mahkemesi denetler.11
Aykırılığın müeyyidesi iptaldir. Kanunların anayasaya uygunluğu denetimi, devlet
çarkının sağlıklı işleyişinin sağlanması için gerekli ve hatta zorunludur. Aksi
halde anayasanın ak dediğine kanunun kara demesi gibi bir duruma imkan
hazırlanmış olur ki bu sonuç, demokratik sistem için de bir tehlikedir.

Ancak Anayasa Mahkemesi TBMM’nin üzerinde değildir. Gerçekten
meclisin anayasa değişikliği yaparak Anayasa Mahkemesini lağvetme yetkisi dahi
bulunduğuna göre aksini düşünmek, bu mahkemeye Anayasa üstü bir konum vermek
sonucunu doğurur. Anayasa Mahkemesi anayasa yapmaya—ya da değiştirmeye—yeterli
vasıflı çoğunluk (2/3 veya 3/5) ile kanun yapmaya yeterli salt çoğunluk (1/2)
arasındaki ihtilafı görmek ve gidermekle görevli olması nedeniyle, salt çoğunluk
ile vasıflı çoğunluğun arasında bir konumdadır. Vasıflı çoğunluğun kabul ettiği
ya da değiştirmeyerek yürürlükte tuttuğu anayasa kuralını gerekçe göstererek,
salt çoğunluğun yaptığı bir kanunu iptal etmektedir.

Kanunun iptali halinde son söz yine meclistedir. Ya anayasayı
olduğu gibi bırakacak ve fakat bu kere kanunu, mevcut anayasa hükmüne uygun
olarak çıkaracaktır. Ya da kanunu aynen (iptal edilen şekliyle) yenilemek
istiyorsa, önce yeterli çoğunluğa ulaşarak anayasayı değiştirecek ve ardından
salt çoğunlukla, kanunu dilediği şekilde çıkarabilecektir.

Sonuç olarak denilebilir ki demokratik devlette, doğru-yanlış,
iyi-kötü, haklı-haksız gibi hukuk ve adaletle ilgili kavramların tanımını halk
yapacaktır. Bu konularda tek—son—hakem, sandıktır. Dolayısıyla tanımlar,
doğrudan doğruya, halkın ve temsilcilerinin erdemiyle ilgilidir. Halkın
çoğunluğu kişisel çıkarlarını kamusal ya da toplumsal çıkarlara üstün tutuyorsa
kanunlar ve uygulama da bu yönde gelişecektir. Nitekim ülkemizde, demokrasinin
popülist uygulamalara zemin hazırladığı, politikacıların halka rüşvet vererek oy
avcılığı yaptığı gibi haklı şikayetlerin temelinde, demokrasinin kendisindeki
kusur değil, demokrasinin (sandığın) içini dolduran halkın erdem eksikliği
(faziletsizlerin toplumda çoğunluğu oluşturması) yatmaktadır.

Soru 4. Anayasada değişmez maddelerin bulunmasının anlamı
ve değişmezliğin müeyyidesi nedir?

T.C. Anayasasının 4. maddesi ile; devletin niteliklerini ve
temel özelliklerini düzenleyen 1. 2. ve 3. maddelerin değiştirilemez hükümler
içerdiği kabul edilmiştir. Buna göre “Türkiye devleti bir cumhuriyettir./Türkiye
Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan
haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir./Türkiye
Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir. Bayrağı,
şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı istiklal
marşıdır. Başkenti Ankara’dır.” Bu hükümler değiştirilemez ve değiştirilmesi
teklif dahi edilemez.

Bu hüküm bir kural koymakta ancak kuralın ihlali halinde
müeyyidesini belirtmemektedir. Meclis anayasayı değiştirmeye yeterli çoğunluğa
ulaşarak—hatta ezici bir çoğunlukla—bu hükümlerden birini kısmen ya da tamamen
değiştirmek istediği—bunu gündemine aldığı—ya da değiştirmeye muvaffak
olduğu—yani Cumhurbaşkanının da desteğini alarak yeni metni Resmi Gazetede
yayınlattığı—takdirde ne olacaktır? Sorunun cevabı Anayasada yoktur.12
Ancak bu sorunun cevabı zihinlerde hemen şekillenmektedir. Gerçekten, bırakınız
şeriatçı olmayı, kendisi dindar olmamasına—hatta bir rivayete göre alnı secdeye
gelmemiş olmasına—rağmen, demokrasinin ne olduğunu çok iyi anlamış ve anlatmış
olan ve halka hitaben yaptığı konuşmada “siz isterseniz şeriatı bile
getirebilirsiniz”13 diyerek, demokraside hakimiyetin kayıtsız ve
şartsız millete ait olduğunu özetleyen, demokrasi şehidi Adnan Menderes ve
bütün—önceki ve sonraki—dava arkadaşlarına bu fikirleri nedeniyle hangi müeyyide
uygulandıysa, değişmez maddelerle oynamaya kalkan siyasetçiye de aynı müeyyide
uygulanacaktır; ihtilalle devrilmek ve cezalandırılmak.

Demokrasiyi korumak ve totaliter rejime gidişi önlemek uğruna,
temel hak ve hürriyetlerin ve özellikle halkın örgütlü propaganda—meclisi
etkileme—hakkı ile meclisin kanun yapma yetkisinin kısıtlanıp kısıtlanamayacağı
ve ihtilalin bu amaçla kullanılabilecek meşru bir müeyyide olup olmadığı
tartışılabilir. Ama sadece bu kadar…

Bir din ya da ideoloji adına tek parti diktatörlüğü kurmak
isteyen bir fikir akımı, anayasadaki demokratik devlet ilkesini değiştirmek
gücünden ve bu amaca yönelik olarak genişlemeyi sağlayan propaganda imkanından
(partileşme-dernekleşme vb.) mahrum edilebilir ve edilmelidir de. Ancak bunu
sağlayacak müeyyide, mevcut Anayasal sistemin içerisinde mevcut olduğundan
ayrıca ihtilal ihtimalini gündeme almaya ihtiyaç yoktur. Zira ihtilal meşru bir
koruma yöntemi olarak kabul edilemez. Yani antidemokratik bir hedef taşıyan bir
kitle hareketinin büyümesini, sistemin içinde kalarak (parti ya da dernek
kapatma yoluyla) önlemek mümkündür.

Ancak yukarıdaki maddelerde zikredilmiş olan diğer ilkeler
(hükümler) yönünden benzer bir koruyucu yaklaşımı kabul etmek kesinlikle mümkün
değildir. Zira demokrasinin ideolojisi yoktur. Çoğulcu yönetim dışında, devletin
ideolojisini iktidarda olan parti ya da partiler belirler. Yeter ki halkta ve
temsilcilerinde bir konsensüs oluşsun, anayasanın ilgili hükmünün değişmezliği
söz konusu edilememelidir. (Nitekim 1985 ve devamı yıllarda—üstelik anayasayı
yapan ihtilal ekibinin lideri de henüz cumhurbaşkanı iken—Ankara’daki yoğun hava
kirliliği nedeniyle başkentin Kayseri ya da Konya’ya taşınması gündeme
geldiğinde, başkentin Ankara olduğu yolundaki hükmün değişmezliği ileri
sürülmemişti.)

(Belirtelim ki, bir ülkede demokrasinin tehlikeye girmesi
dışındaki sebeplerle ihtilal yapılabileceği ihtimali, siyasetçinin önünde az da
olsa bir ihtimal olarak bulunuyorsa, hakimiyetin kayıtsız ve şartsız olarak ve
tamamen değil, sadece, muhtemel cuntacıların istediği kadarıyla millete ait
olduğundan bahsedilebilir. Bu halde ise tam demokrasiden değil, korku hastalığı
ile malul, güdümlü bir demokrasiden bahsetmek gerekir. Tam demokrasi niteliğinde
olmayan bir demokrasinin, gerçekte demokrasi olup olmadığı ise ayrı bir tartışma
konusudur.)

Soru 5. Anayasada değişmez hükümler bulunmasının,
kanunların anayasaya uygunluğu yönünden sonucu nedir?

Anayasa Mahkemesi kanunların anayasaya uygunluğunu denetlerken
bir yorumlama faaliyeti yapmakta ve anayasayı yorumlamaktadır. Ancak yukarıda da
söylediğimiz üzere, son söz, TBMM’nin anayasayı dahi değiştirebilecek olan
vasıflı çoğunluğundadır. İşte burada bir paradoks ortaya çıkmaktadır: Hakimiyet
sahibinin yorumlananı ve dolayısıyla yorumu değiştirememesine karşılık;
değişmezi yorumlayanın, yorumuyla hakimiyete müdahalesi. Şöyle ki;

Anayasanın değişmez maddelerini yorumlama gücü de Anayasa
Mahkemesinde olduğuna göre, bu mahkeme, bir kanunu iptal ederken değişmez
kurallara dayanmışsa, aslında Meclisin elini kolunu bağlamakta ve böylece
Meclisin de anayasanın da üzerine çıkmış olmaktadır. Zira Meclis, bu halde,
anayasa değiştirecek vasıflı çoğunluğa ulaşsa dahi, bir değişiklik
yapamayacağını bildiğinden—ihtilalden çekindiği sürece—dolayısıyla Anayasa
Mahkemesinin yorumu ile bağlı kalmış olmaktadır.

Bu durum “hakimiyetin kimde olduğu” sorusunun, “halka rağmen
halk için düşünen ve karar alıp uygulayan bir zümrede olduğu” şeklinde
cevaplandırılmasına sebep olmakta ve önemli bir sistem sorununa işaret
etmektedir.

İlk bakışta, Anayasa Mahkemesinin üye yapısının değişmesi sorunu
çözmeye yeterli gibi görünüyorsa da bu çözüm gerçekte, en azından iyi kral ve
kötü kral ayrımı kadar abestir. Zira iyi ya da kötü kral neticede kraldır ve
sistem (adalet) onun iki dudağı arasındadır. Üstelik kral hiç değilse birinci
adam olması nedeniyle ülkesinin ve tebasının namusu ile özdeşleşmiş bir
kişiliktir, ülkesine ve halkına ihaneti söz konusu edilemez. Oysa Anayasa
Mahkemesinin üyeleri bir inat ve kötü niyet kadar, ihanet zinciri içinde de
bulunabilirler. Bu nedenle doğru çözüm, sistemi değiştirmek ve Anayasa
Mahkemesinin, dogmatik ilkelere dayanarak karar verebilmesinin önünü tıkamaktır.

Nitekim üniversitelerdeki türban yasağı uygulamasının, YÖK
tarafından, kanuna değil, kanunun ve Anayasanın da üzerine çıkma yetkisini
kendinde bulan Anayasa Mahkemesinin—değiştirilemez maddelere dayanarak yaptığı
yorumu içeren—bir kararına dayanılarak sürdürülmekte oluşu dahi bu tezimizi
doğrulamaktadır.

Soru 6. Anayasanın bir dini tanımasının ya da hiçbir dini
tanımamasının anlamı nedir?

Yukarıda ikinci soruya cevap ararken ifade edildiği üzere bir
devletin anayasası dini konularla iki sebeple ilgilenir. Birincisi inanç ve
ibadet özgürlüğü ve ikincisi de devletin kurallarının—hukukunun—kaynağını
oluşturmak üzere bir dinden etkilenip etkilenmediği.

Bir devlet, vatandaşlarının mensup olduğu bir ya da birkaç din
ile; salt kamu hizmetini ifa edebilmek ve bu meyanda bu vatandaşlarının din
hizmetlerini de düzenleyebilmek için ilgileniyorsa, bu dini/dinleri anayasasına
yazmış olması, laiklik ilkesinden vazgeçtiğini göstermez. Nitekim dinden
doğrudan etkilenmeyen—din kurallarını doğrudan hukuk kuralı olarak benimsememiş
olan—birçok Avrupa devleti ve ABD kanunlarında ve anayasalarında bir ya da
birden çok dini—kamu hizmeti amacıyla—resmen din olarak tanıdıklarını
belirtmektedir.

Buna karşılık, bir devlet, bir dinin temel kurallarını, anayasa
seviyesinde—hatta bazen anayasa üstü—bağlayıcı ve değişmez metin olarak kabul
ediyorsa, bunun anlamı, o devletin anayasasında belirtilmiş olan dinden doğrudan
doğruya etkilenmeyi (kanunlarını din süzgecinden geçirmeyi) kabul etmiş
olmasıdır. Böyle bir bağlantı, devletin kanun ve anayasa yapan organının (yasama
meclisinin) ya da kralının da üzerinde din adına bir denetim icra edecek vesayet
makamının varlığını gerekli kılar ve devleti laik devlet olmaktan çıkarıp
teokratik devlet haline getirir. Aynı zamanda demokrasiyi de sakatlar. İşte
meşrutiyet dönemlerinde Osmanlı devletinde uygulanmış olan ve İran’da—ve kısmen
İsrail’de—halen uygulanan kontrollü ve vesayetli demokrasi siteminin özelliği
budur. Dikkat edilirse görülecektir ki; aynen yukarıda 4. ve 5. sorular altında
anlattığımız değişmez hükümlerle belirlenmiş ideolojik ilkelere dayalı kontrollü
vesayet sistemindeki gibi, bu sistemde de hakimiyet—son söz—halkın seçtiği
mecliste değil, onun da üzerinde yetkilere sahip olan ve bu yetkiyi bir dinden
ya da ideolojiden, daha doğrusu halk dışındaki—genellikle silahlı—güçlerden alan
bir seçkinler zümresindedir.

Sonuç

Anayasanın, bir dini, baskılayıcı değişmez kural olarak tanıması
ile bir ideolojiyi ya da dogmatik fikri, baskılayıcı değişmez kural olarak
tanıması arasında, hakimiyetin halktan alınıp bir zümreye verilmesi sonucunu
doğurması itibariyle kanaatimizce esaslı bir fark yoktur. Birinde Allah adına
denilerek, diğerinde ise değişmez ilkeler adına denilerek aynı sonuca
ulaşılmakta ve milli hakimiyet sınırlanmaktadır.

Buna göre Said Nursi’nin, meşrutiyeti (demokrasiyi) şeriatla
sınırlandırmasının (meşrutiyet-i meşrua=şeriata uygun meşrutiyet) anlamı,
kanaatimizce, anayasal sistemde halkın iradesine bir süzgeç koymak değil,
iradesini ortaya koyma hakkını elde etmiş olan halkı, bu iradesini dine uygun
kullanmaya yöneltmektir. Diğer ifadeyle meşrutiyet-i meşrua talebinin muhatabı
devlet sistemi ve anayasa değil, doğrudan doğruya ve sadece halktır.

O halde sonuç olarak, meclisin çıkardığı kanunların dinin
hükümlerine uygunluğu yönünden ayrıca denetlenmesine ve bu amaçla bir mekanizma
kurmaya gerek yoktur denilebilir.

Zira sandığı yukarıdan halk dolduracağına göre, halk dinî
hassasiyetlere yeterince sahip olursa, sandığın altından dine aykırı bir kural
çıkmayacak ve böylece meşrutiyet şeriata uygun bir yönetim halinde sürüp
gidecektir.14

Aksi fikrin kabulü, Said Nursi’nin, halkın seçtiği meclisin
üzerinde bir vesayet makamını uygun bulduğunu ve güdümlü demokrasiyi—dolayısıyla
tepeden inmeci, siyasal İslamcı yaklaşımları—tercih ettiğini kabul etmeyi
gerektirir ki bu sonuç, aynı zamanda, Said Nursi’nin müsbet harekete (nasihate)
dayalı, bireyi hedefleyen iman hizmeti anlayışını görmezden gelmekle
eşdeğerdedir.

Dipnotlar

1. Bu tartışmayı bugün, demokratlarla irticacıların
(meşrutiyetçilerle mutlakiyetçilerin) tartışması olarak da özetlemek mümkündür.

2. Meşrutiyet, monarkın yetkilerinin şarta bağlanması
(sınırlandırılması) anlamında , bir monarşi türü olarak görülür ve mutlak
monarşinin aksine, kralın—padişahın—yetkilerinin önemli bir kısmının,
anayasayla, halk tarafından seçilmiş olan parlamentoya devri suretiyle kayıt ve
şart altına alınmış olduğu meşruti monarşiyi ifade eder.

3. Said Nursi, meşrutiyetin bugün cumhuriyet manasında
olduğunu ifade etmektedir. Bu tesbit her gerçek cumhuriyetin asgari şart olarak
mutlaka demokrasiyi de içermesi gereği karşısında son derece yerinde ve ileri
görüşlü bir tesbittir. Gerçekten bugün artık cumhuriyet yerine, demokratik
cumhuriyet deyimi kullanılmaktadır. (Bu ifade ilk bakışta, demokratik olmayan
cumhuriyetin de var olabileceği izlenimini uyandırıyorsa da aslında,
demokrasinin cumhuriyetin olmazsa olmaz şartı durumunda olduğunu, demokratik
olmayan cumhuriyetin; manasız, isim ve resimden ibaret, görünüşte cumhuriyet ve
gerçekte istibdat sayılacağını göstermektedir.

Bu tahlil dahi bir ülkede cumhuriyet olmasa dahi demokrasi varsa (İngiltere
gibi) halk hakimiyetinin gerçekleşebileceğini, hakimiyetin kayıtsız ve şartsız
halkta olmasının ancak demokrasi ile gerçekleşebileceğini, çok partili siyasal
hayata dayalı demokrasi yoksa, devletin adı cumhuriyet olsa dahi, rejiminin
gerçekte bir baskı rejimi olacağını anlatmaktadır.)

4. Konunun Said Nursi’nin hürriyet tanımı—şeriat
dairesindeki hürriyet—ile de ilgisi vardır. Ancak bu yön ayrı bir çalışmayı
gerektirmektedir.

5. Saltanat bir coğrafya parçasındaki hakimiyeti kullanan
devletin birinci adamının belirlenme şekli ile ilgilidir. Bugün ülkemizde
saltanat taraftarı/cumhuriyet karşıtı kimse yoktur. Hilafet (peygamber
halefliği) ise papalık gibi, dünya üzerindeki bütün Müslümanların dini liderliği
anlamındadır. Dindar cumhuriyetçilerin (saltanata karşı olanların) büyük kısmı,
hilafet makamının yeniden tesis edilebileceğini düşünür. Buna karşılık bu iki
kavram—genellikle kasden—çoğunlukla birbiriyle karıştırılır. Özellikle de
herkesin karşı olduğu saltanatın yerine hilafet konularak, böylece hilafet
kötülenmeye çalışılır. Nitekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle Gazi Üniversitesinin
Ekim 1999’da düzenlediği bilimsel toplantının ana başlığı “Hilafetten
Cumhuriyete” iken, dinleyicilerden gelen itirazın da etkisiyle, bir yıl sonra,
Ekim 2000’de düzenlenen toplantının ana başlığı “Saltanattan Cumhuriyete”
şeklinde belirlenmiş ve muhtemelen kasda dayanan önceki yanlışlık bu şekilde
düzeltilmiştir.

6. İslam memleketi, İslam ülkesi gibi kavramlardan tamamen
farklı olarak; İslam devleti, devlet tüzel kişisinin din ile ilişkisini ifade
eden bir kavramdır.

7. Bir çok müstebit yönetici gibi, 12 Eylül ihtilalinin
lideri Kenan Evren, hem de devlet başkanı sıfatıyla, başını açmak istemeyen
öğrencileri ikna edebilmek için “siz başınızı açın, bunun günahı yok ama varsa
da devlet çeker” şeklinde “hikmetli” açıklamalar yaparak, bu görüşü (!)
savunmaktaydı.

8. Devletin, vatandaşların dini taleplerini karşılamaya
yönelik olarak kamu hizmeti yürütmesi laiklik ilkesine aykırı değildir. Aksi
fikrin kabulü, Ankara’da Bakanlıklar semtinde resmi binaların bodrum katlarında
(devletin temellerinde !) camiler bulunduğu sürece, Türkiye’de laikliğin söz
konusu olamayacağının kabulünü gerektirir.

9. 1876 Anayasasının ilk şeklinde (35. ve 54. madde)
meclisin kabul ettiği kanunlar ancak padişahın onayı halinde yürürlüğe giriyordu
ve son söz de padişahtaydı (meclisin ısrar yetkisi yoktu). Bu maddelerde,
sonradan, 1909 yılında yapılan değişiklikle, kanun kabulü konusunda meclis ile
padişah (ve hükümet) arasında ihtilaf çıktığı takdirde padişahın meclisi
feshedebilme yetkisi sürdürülmüş olmakla birlikte, yeni meclis dahi eski
meclisin görüşünde ısrar ederse padişahın buna uyması zorunluluğu ve ayrıca
padişahın geri çevirdiği kanunların 2/3’lük ekseriyetle yeniden kabul edilmesi
halinde yayınlanması zorunluluğu getirilmiştir.

10. Yürütme organı tarafından düzenlenen tüzük, yönetmelik
ve benzeri metinler de kanunlara ve anayasaya uygun olmak zorundadır.

11. İdari metinlerin kanuna uygunluğunu ise yürütmeyi
denetleyen yargı organı—Danıştay—denetler.

12. Nitekim İtalyan Anayasası (139. madde) gibi bazı
anayasalar cumhuriyeti ya da demokrasiyi korumaya yönelik değişmez kurallar
koymakta ancak bunun müeyyidesini gösterememektedirler.

13. Demokrasiyi reddeden bir şeriat anlayışının demokratik
rejim içinde savunulamayacağı açık olduğuna göre, bu sözde kastedilen şeriat,
elbette İslam’ın demokrasi ile uyum gösterdiğini kabul eden ılımlı İslam
anlayışıdır.

14. Bu düşünce, Menderes’in yukarıda açıkladığımız, “siz
isterseniz şeriatı bile getirebilirsiniz” yaklaşımı ile örtüşmesi açısından da
özellikle önemlidir.