Kur’an, biz insanlara, Rabbimizin sonsuz hikmet ve rahmet eseri
olan son kitabıdır. Allah, Zatını ve sıfatlarını bize Kur’an’la tanıtmıştır.
İnsan nedir? Bu dünyaya niçin gönderilmiştir? Buradan nereye gitmektedir? gibi
insan aklının içinden çıkması zor olan soruların, en mukni cevabı Kur’an’la
verilmiştir. İnsanî bir hayatın hakiki prensipleri bu kitaptadır. Fıtratın
kanunları ile tıpatıp uyuşan bu modelin ismi, İslam’dır. Allah’a teslim olmak
manasını taşıyan İslam, bir anlamda, tabiatta hakim olan tekvini kanunlar ile
Kur’an’da ifadesini bulan kelami şeriata uygun yaşamanın şeklidir.

İslam dini vahye dayanır, bu sebeple ilahi ve semavi bir dindir.
İnsanların karşılaşacağı her türlü meseleyi çözüp hükme bağlayacak zenginliğe
sahiptir. Gelişen beşeri şartlarda, farklı tarih ve coğrafyalarda, değişen
teknik ve teçhizat içerisinde ortaya çıkabilecek, ilk kaynaklarda bulunmayan
durumları da kıyamete kadar çözmeye muktedirdir. Zira İslam, bu problemleri
çözmede başvurulacak, usûl denen, genel prensipleri (metodoloji) koymuştur.
Özünü Kur’an ve Sünnet’te bulan bu metodolojiye uyularak ortaya konan her
mesele, yine ilahîlik ve semavilik vasfını taşır. Ancak, bu prensiplere müracaat
edilmeden getirilen çözümler arzi ve beşeridir, semavi ve ilahi değildir.1

Dinin İlk Temel Kaynağı Kur’an

Allah’ın son din olarak gönderdiği İslam’ın anlaşılması ve
yorumlanmasında temel iki kaynak vardır: Kur’an ve Sünnet. Kur’an bizim hayat
rehberimizdir. Maddi ve manevi hayatımızı ilgilendiren her şey, ehl-i ihtisas
sahibi tarafından anlaşılabilecek, kaide, öz ve çekirdekler halinde, Kur’an’da
gösterilmiştir. Allah, bu Kitap’ta, “Hiçbir şeyi eksik bırakmadığını” ifade
eder. (En’am, 38) Bu bir anayasanın, ferdî, içtimai, beynelmilel konularda temel
esasları ortaya koymasına benzer. Anayasanın dili Türkçe olmasına rağmen her
kanun için ayrı tüzük, yönetmelik, kanunlar çıkarılması gibi, Kur’an’ın temel
esasları da belirli olmakla birlikte fıkıh, kelam, tefsir gibi bilimler bu
prensiplerin açılımlarını gösterir.

Diğer yandan insanların ilgilendikleri her mesele aynı açıklıkta
yer almayabilir. Çünkü Kur’an Allah’la kul arasındaki kulluk ilişkilerini
düzenleyen bir kitaptır. Bir mesele Allah ile kul arasındaki ilişkinin bir
tarafını anlatması cihetiyle ve önem derecesine göre orada yer alır. O,
beşeriyetin kendi aklı ile bulması mümkün meselelere yer vermekle birlikte,
felsefe, tarih, edebiyat; ya da fen, fizik, kimya kitabı gibi görülemez.

Kur’an, diğer şer’i delillerin esasıdır. O, kendisine hiç bir
şekilde batılın bulaşmadığı gerçek bir hikmet kitabıdır. Kur’an’da önceki
ümmetlerin bilgisi, sonrakilerin haberi, insanların arasındaki meselelerin de
hükmü vardır.

Kur’an’ın nüzulünün tamamlandığı 22 yılın ilk 12 yılında inen
ayetlere Mekkî, sonraki 10 yılında inen ayetlere de Medenî denir. Mekkî
ayetlerin indikleri dönemde Araplar katı bir putperest hayatı yaşamakta idi.
Tatbiki hükümler, hak ve vazifeleri anlatan ayetler Mekke’de değil Medine’de
nazil olmuştur. Bunun bir hikmeti, risalete muhatap olan çevredeki insanların
ameli hükümleri görünce ürkütülmemesidir. Mekki sureler şeriatın temel
prensiplerini ihtiva eder. Medeni surelerde ise bu külli kaideler tafsilata
kavuşmuş ve takrir edilmiştir.2

Kur’an ayetleri değişik üsluplara sahiptir. Lügatte, mevsuk,
kuvvetli fesattan uzak anlamına gelen Muhkem, Kur’an ayetleri hakkında, ıstılahi
olarak, “kastedilen manaları göstermeleri kesin, ibareleri ihtimal ve
benzetmelerden uzak ifadeler” demektir. Emir ve nehiyleri anlamada bu ayetlere
müracaat edilir. Çünkü muhkemin manasını açıklamada başka bir şeye müracaat
gerekmez. Muhkemin karşılığı müteşabihtir. Bununla kastedilen de, “lafzından
hedeflenen maksat, açıkça anlaşılmayan” ayetlerdir.

Müteşabihlerin Kur’an’da varlık hikmetiyle ilgili alimler
şunları söyler. Bu kavramlar maksadı anlamak için meşakkati gerektirir. Meşakkat
de sevabı netice verir. Müteşabih lafızlar farklı mezheplerin ortaya çıkmasında
amil olmuştur. Bu ayetler tevil ve tercih yollarını öğrenmeye, Arap dilinin
inceliklerini araştırmaya sevk etmiştir. Müteşabih lafızlar halkın avamî
kısmının vehim ve hayallerini okşayarak onlara mücerred hakikatleri anlatmaya
vesile olmuştur. Allah’ın arşa istiva (hakim olması) etmesi, zihinlerdeki, bir
padişahın saltanatına kurulmasına benzetilerek anlatılmıştır. Bu ilahî bir
tenezzüldür. Allah kelamının beşer idraki ile çakışan noktalarda buluşmasıdır.
Aksi halde ilahî kelamın idraki de imkansız olurdu.

Hakikat ve mecaz da iki ayrı üsluptur. Hakikat, başka bir manaya
nakledilmeksizin, vaz’edildiği manada kullanılan lafızdır. Mecaz ise, bir alaka
sebebi ile vaz’edildiği manadan başka bir manada nakledilen lafızdır. Mecaz çok
değişik şekillerde ifade edilmiştir. Bakara, 187’de geçen, “sizin için siyah
iplikten beyaz ipliğin ayırdedileceği fecir vaktine kadar” ayetini ilk
zamanlarda sahabeler gerçek anlamında kabul ederek yastıklarının yanına siyah ve
beyaz birer iplik bırakırmış. Fakat bundan muradın, şafak vaktindeki
siyahlık-beyazlık olduğu sonradan açıklanmıştır.

Emir ve nehiy ifade eden kelimeler de Kur’an’da sıkça
geçmektedir. Fıkıh usulü bilginleri hangi emrin farz, vacip ve ibaha ifade
ettiğini tartışmışlardır.

Kur’an’da, muhtelif manalardan birine kullanılması muhtemel olan
müşterek lafızlar vardır. Mesela, Kur’an’da geçen ayn kelimesi, göz, güneş,
altın, terazi, diz kapağı, çeşme manalarına gelir. Teşrii hüküm çıkarmada dikkat
edilmesi açısından Kur’an’da var olan diğer lafız türlerini isimlerini
zikretmekle yetinelim: Müşterek-müevvel; umum-husus; mutlak-mukayyed;
mücmel-mübeyyen… Bu lafızları, Arapça’nın halk dilindeki kullanım şekline göre
incelemeden, ayetlerin hakiki anlamlarına nüfuz etmek imkansızdır.

Kur’an ve Sünnetin, dinin kaynağı olmalarında dikkate alınması
zarurî bir husus da, ayet ve hadislerin vürud sebepleridir. Hangi ayetin,
nerede, hangi hadise akabinde nazil olduğu; Hz. Peygamberin hadislerinin ne tür
şartlar altında söylendiği, İslam fıkhında ciltler dolusu eserler ile
anlatılmıştır. Bunları incelemeden, hadis ve ayetlerin görünüşü ve sadece
meallerine bakarak hüküm çıkarmak mümkün değildir.

Kur’an’ın İlk Elden Tefsiri: Sünnet

Sünnet, Hz. Peygamberin yoludur. Bize intikal eden rivayetler
ile ortaya çıkar. Onun sözü, fiili, ya da halleri Sünnetidir. Sünnet, rivayetin
şekli açısından mütevatir ve mütevatir olmayan olarak iki kısımda incelenir.
Mütevatir, yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan çok sayıdaki kimse
tarafından rivayet edilip sübutu kesin, varlığının inkarı mümkün olmayan
haberdir. Bunun en güzel örneği Kur’an-ı Kerim’dir. Binlerce Sahabe, Kur’an’ı
Hz. Peygamberden (a.s.) işitmiş, ezberlemiş, onun vefatını takiben aradan zaman
geçmeden, kitap haline getirilerek binlerce yazılı nüsha zamanımıza kadar
ulaşmıştır. Bunlar kesin bilgi kaynakları arasındadır. Mütevatir hadisler azdır.
Mütevatir olmayanlar ise, haber-i vahid olarak isimlendirilir ve çeşitli
noktalardan, sahih, hasen (sahihlik ihtimali galip), zayıf olmak üzere üç
kısımda ele alınır.

Sünnete müracaat etmek Kur’an’ın emridir. Konuyla ilgili bir çok
ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerde Peygambere itaat Allah’a itaatle eş değerde
tutulur, onun verdiği karara gönül rızası ile uymak imanın bir işareti kabul
edilir.3 Çünkü sahih sünnet Kur’an’ın ifadesi ile vahye
dayanmaktadır: “O hevasından konuşmaz, onun konuşması kendisine yapılan bir
vahiy iledir”4 Sünnetin bir kısmı Kur’an’ı açıklar bir kısmı da yeni
ahkam koyar. Namaz, hac gibi ibadetler sünnetle açıklığa kavuşmuştur. Sünneti
dikkate almadan dini ahkamın bir çoğunu ne anlamak, ne uygulamak mümkündür.
Sahabelerden günümüze kadarki bütün ehl-i sünnet alimleri “sünneti devre dışı
bırakmanın İslam’ın temellerini sarsmaya yönelik bir gizli niyetten
kaynaklandığı” noktasına dikkat çeker. İlk fikir babalığını Yahudi menşelilerin
teşkil ettiği Şia hareketleri, hep hadise karşı çıkmıştır. Çünkü mütevatir
olması sebebi ile Kur’an’a dil uzatmak ve onu gözden düşürmek mümkün değildir.
Mesela, Kur’an-ı Kerim’in yorumunu istenen şekle dökebilmek için onun birinci
tefsiri olan sünneti ortadan kaldırmaktır. İlk Mu’tezililer de “mütevatir
hadisten başkasını tanımayız” diye yola çıkmıştır.5 Günümüzde bunun
karşılığı, “Kur’an’daki saf İslam, Kur’an Müslümanlığı” ya da, “Mealcilik”
olmuştur. Sözleri hakikati aksettiriyor gibi görünen bu akımların nihai
hedefleri Sahabe, Tabiun ve Etbauttabiin’den oluşan Selef’e olan güvenleri kırıp
dinin birinci kaynağı Kur’an’ı beşeri ve arzî yorumlara tabi tutarak, İslamiyeti
seküler bir din haline getirmektir. Halbuki mütevatir bir hadiste,
Peygamberimizden sonra yaşayan ve ümmetin büyük bir hüccet olarak kabul ettiği
Sahabeler ve Tabiin dönemi zatları “en hayırlı nesil” olarak vasıflandırılmış,
Kur’an da Sahabeleri onları övmüştür.6

Sünnetin, söz, fiil ve hal gibi kısımları da, farz, vacip ve
nafile olmak üzere üç ayrı hüküm halinde incelenir. Farz ve vacip olan sünnete
uymak mecburidir, terkinde azap vardır. Fıkıh ve İlmihal kitaplarında bunların
örnekleri görülebilir. Nafile sünnetlere uymak menduptur, terkinde azap ve ceza
yoksa da, değiştirilmesi bid’a ve dalalettir, büyük hatadır.7

Kur’an’ı ve İslam’ı anlamada önem sırasına göre Kitap ile
Sünnet’i takip eden diğer deliller, “akli kaynaklar” olarak da incelenmiştir.
Bunlar, İcma’ Kıyas ve İçtihad’dır.

Mü’minlerin Ortak Görüşü: İcma’

Kur’an ve Sünnet’ten sonra hüccet (dini bir delil) olmak
bakımından nass’lardan sonra icma’ gelir. Fıkıh terimi olarak icma’, Hz.
Peygamberden sonraki bir çağda ameli bir meselenin şer’i hükmü üzerinde, İslam
müçtehidlerinin birleşmesidir. İslam alimleri icma’nın hüccet oluşunda ittifak
etmişlerdir. Ancak, icma’ yapacak müçtehidlerin vasıflarında farklı görüşler
ileri sürülmüştür. Şiiler kendi müçtehid ve imamlarının icmaını, Müslümanların
büyük çoğunluğu ise, alimler topluluğunun icma’ını hüccet kabul etmişlerdir.
Sahabeler, hakkında nas bulunan konularda icma’ yapardı. Karşılaştıkları yeni
konular üzerinde de içtihad ederlerdi. Müçtehid imamlar döneminde ise Ebu Hanife
kendisinden önce yaşamış olan Kufe bilginlerinin icma ettikleri hususlara zıt
hareket etmemeye gayret ederdi. İmam Malik Medine’lilerin icmaını hüccet
sayardı. Fakihler Sahabelerin icma’ ettikleri konuları öğrenmek için çok büyük
gayret sarf ederdi.

Hz. Peygamberin, “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında
da güzeldir,” ve “Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez” hadisleri ile8
“Kendisine doğru yol açıkça belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp
mü’minlerin yolundan başkasına uyan kimseyi, yöneldiğine döndürürüz ve onu
Cehenneme yaslandırırız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.”9 ayeti,
icma’ın meşruiyetine delil gösterilmiştir. Zira bu ayette “mü’minlerin yolundan
başkasına uymak, peygamberin yolundan ayrılmak” olarak anlatılmaktadır.
Mü’minlerin yolundan başkasına uymak haram olunca, mü’minlerin yoluna uymak
vacip olur.10

Fakihlerin çoğunluğuna göre icma’ dini bir delildir. Nitekim
Sahabeler de bir çok hususta icma’ etmişlerdir. Sahabeler, bir kadının üzerine
halası ve teyzesinin nikahlanamayacağı konusunda icma’ yapmıştır. Bababir erkek
ve kız kardeşlerin, öz kardeşler bulunmadıkları takdirde, onların yerine
geçmeleri üzerine icma’ ettiler.

İcma’ı kimler yapabilir? İcma’ yetkisi müçtehidlerindir. İyi bir
müçtehid de fıkhi meseleleri, bunların delillerini ve hüküm çıkarma yollarını
bilendir. Mu’teber icma bu sahada yetkili kimselerin yaptıkları icma’dır. İcma’
için yetkili bir kimsenin itiraz ettiği bir icma’, icma’ olmaktan çıkar. “Bu
kaide dışıdır” denemez! Çünkü yetkilisinin görüşü ona iştirak etmemektedir.
İcma’ın şer’i dayanağı konusunda alimler, değişik ihtimallere yer vermiştir.
Bunlardan kuvvetli olanı, icma’ın kıyas deliline dayanarak şer’i bir hüviyet
kazanmasıdır. Çünkü kıyas nass’lardan hareketle yapıldığına göre, nass’dan ayrı
sayılmaz. Kıyas kendi başına hüccettir. Öyle ise ona dayanılarak yapılan icma’
da dini bir hüccettir.

İslam’ın anlaşılması ve yorumlanmasında Sahabelerin görüşleri
öncelik hakkına sahiptir. Fakihler, Sahabelerin fetvalarını Kur’an ve Sünnetten
sonra üçüncü sırada yer alan şer’i birer hüccet olarak kabul etmişlerdir. Bunun
akli ve nakli delilleri vardır. Nakli delil olarak Kur’an Sahabelerden Allah’ın
razı olduğunu bildirmektedir. “Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ve
onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar da O’ndan razı
olmuşlardır.”11 Bu ayette, Rabbimiz Sahabelere uyanları övmektedir.
Onların yolundan gitmek övülmeyi netice vermiştir. Görüşlerini delil olarak
kabul etmek de bir tür onlara uymaktır.

Sahabeler Allah’ın vahyi kendisine inen Hz. Peygamber (a.s)’a en
yakın kimselerdi. Onların ihlas, sadakat ve dinin maksatlarını idrak
derecelerine ulaşmak imkansızdır. Çünkü nassların inmiş olduğu şart ve durumları
görmüşlerdi. Sahabelerin sözlerinin Hz. Peygamber’in bir sünneti olma ihtimali
de vardır. Hz. Peygamberin açıkladığı hükümleri anlatırken ona nisbet
etmiyorlardı. Görüşleri kıyas ve İçtihada dayansa bile uyulmaya daha layıktır.
Çünkü Rasulüllah, “Ümmetimin en hayırlısı, benim gönderilmiş bulunduğum
çağdakilerdir” buyurmuştur.12

Akli Bir Metod Olarak Kıyas

Kur’an hükümlerinin açıklanması ve İslam’ın yorumlanmasında
kullanılan şer’i bir delil de Kıyas’tır. Fıkhi bir terim olarak kıyas, hakkında
nas bulunmayan bir meselenin hükmünü, Kitap ve Sünnet nassı ile hükmü bilinen
meseleye göre açıklamaktır. Başka bir tarif ile kıyas, hakkında nass bulunmayan
bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet (sebep) dolayısıyla, hakkında
nass bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır.

Buna göre müçtehid tarafından içtihad yapılarak çıkarılan
hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve Sünnete dayandırılmış olur. Çünkü şer’i
hükümler ya doğrudan, ya da dolaylı olarak Kitap ve Sünnete dayandırılır. İslam
hukukundaki kıyas insan aklının tabii olarak kabul ettiği bir gerçektir.
Kur’an’da aklın eşitlik kanunu en güzel şekilde uygulanmıştır. Benzer şeylerin
ayni hükmü aldıkları, benzemeyenlerin de ayrı hükümlere bağlı oldukları ifade
edilmiştir.13 Bunun iki örneği şu ayetlerdir:

“Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin
nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları yere batırmıştır. Kafirler için de bu
akıbetin benzeri vardır.”

“Yoksa kötülük isteyenler, ölümlerinde ve hayatlarında
kendilerini, iman edip yararlı işler işleyen kimselerle, bir mi tutacağımızı
sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!”14

Hz. Peygamberin oğulluk edindiği Zeyd b. Harise’den boşanmış
olan Zeyneb ile evlenişinin sebebi Kur’an’da şöyle açıklanmıştır: “Zeyd eşiyle
ilgisini kestiğinde onu (Zeyneb’i) seninle evlendirdik ki, evlatlıkların
eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onların bu eşleriyle evlenmeleri hususunda
mü’minlere bir zorluk olmasın”15 Yine, Cenab-ı Hak, ganimetlerin
fakir, yetim ve Hz. Peygamberin yakınları ve yolda kalmışlara dağıtılmasının
hikmetini, servetlerin, zenginlerin ellerinde dolaşan bir sermaye olmasını
engellemek olduğunu, İsrailoğullarına kendi zulümlerinden ötürü bazı helal
rızıkların haram kılındığını, içki, kumar ve fal oklarının mü’minler arasında
düşmanlık tohumlarını ekmesi sebebi ile haram ilan edildiklerini bildirmiştir.16
Bu ayetlerdeki hükümlerin sebeplerinin zikredilmesi, nassların ta’lili, yani
kıyasın zaruretini göstermektedir. Öyle ise hakkında nass bulunmayan benzer
hususlar, bu nasslara kıyas edilerek belirli hükümlere ulaşılabilir. Ayni
misalleri Hz. Peygamberin hayatından örneklendiren fakihler, Kıyas’ın şer’i bir
delil olmasını geniş geniş açıklamışlardır.

Şer’i bir hüküm çıkarmada meşru ve ma’kul bir yol kabul edilen
kıyas’ın bazı istisnaları vardır. Bunların ilki, taabbudi olan hükümlerdir.
Akşam namazının üç rekat olması, haccın menasikinin şekli, sayısı, mesh üzerine
meshetmek, Hz. Peygamberin—özel şartlara bağlı olarak gerçekleşen—evlilikleri…
Akıl bu hükümlerin illetini (konuluş hikmetini) anlamamaktadır. Eğer hükmün
manası akıl ile bilinemezse—teyemmüm ve namazın rekatlarının sayısı ve şekli
gibi—bu kıyas konusu olamaz. Kur’an’da yer alan bu tür nasslara taabbudi
hükümler denir. Bunlarda kıyas cereyan etmez. Çünkü kıyasın esası, hükmün
illetinin bilinmesidir. Taabbudi hükümlerde ise illeti bilmenin—beşer gücü
ile—imkanı yoktur.

Kıyas’ta dikkat edilecek bir çok hususlar vardır. Bunların
tamamını ele almak burada mümkün değildir. Ancak, konunun ciddiyet ve
mesuliyetine temas etmek kabilinden bir kaçını zikretmekte fayda mülahaza
ediyoruz.

Kendisine kıyas yapılan bir nassdaki (asıl) hükmün, fer’a (diğer
bir meseleye) tatbik edilebilmesi için hüküm şer’i ve ameli, manası akıl ile
kavranılır olmalıdır. Mesela, içki, kumar, murdar hayvan eti ve başkasının
malını yeme, aldatma ve rüşvet, haram kılınmıştır. Hüküm ve illetle ilgili çok
değişik şartlar tespit edilmiştir. Bunlar göstermektedir ki, Kitap ve Sünnet’in
nasih ile mensuh, hass ile ammını ve edebi yönlerini, eski ve yeni ilim ehlinin
söylediklerini ve Arap dilinin inceliklerini bilmeden kıyas yapmak imkansızdır
ve dinen de çok büyük mes’uliyeti gerektirir. Kıyas yapabilmek için hem
metodoloji bilgisi, hem de günün konularının özellikleri (fer’) bilinmelidir.

Kıyas yanında bazı fakihler tarafından Kur’an hükümleri ve
İslam’ı yorumlamada kullanılan bir usul de İstihsan’dır. Hanefiler ve Malikiler
tarafından kabul edilen İstihsan terim olarak, müçtehidin daha kuvvetli gördüğü
bir husustan dolayı bir meselede, benzerlerinin hükmünden başka bir hükme
yönelmesidir. İstihsanın esası hükmün, külli bir kaideye aykırı düşmesidir. Onun
için öyle bir gerekçe olmalıdır ki, kaidenin dışına çıkmak, ona sarılmaktan
şeriata daha yakın olsun! “Allah sizin için kolaylık murad eder; güçlük murad
etmez” ayeti ile “Dininizin en hayırlısı, en kolay olanıdır” hadisi istihsanın
meşruiyetine delil olarak ifade edilmiştir.17 Tabiplik sıfatı ve
muayenenin zarureti sebebi ile doktorun kendine haram olan kadının uzvuna
bakması istihsanen caiz görülmüştür. Hakikatte, kadının bütün vücudu mahremdir.

Şer’i delil olarak Hanefi ve Maliki mezhebi imamlarınca nass
bulunmayan yerde aslolarak kabul edilen bir mesele de örf’dür. Örf insanların
muamelat bakımından sürekli bir şekilde yapageldikleri ve işlerinin düzgün
gitmesini sağlayan şeydir. “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da
güzeldir”18 hadisi ile “Allah sizin için dinde bir güçlük kılmadı”
ayeti buna işaret kabul edilir. Kat’i bir nassa aykırı olan örf şer’i delil
kaynağı da kabul edilmez.

Doğru bir İslam yorumuna ulaşmanın metodlarından birisi de
mesalih-i mürsele’dir. Bu terim, İslam’ın gayelerine uygun olan ve hakkında
muteber veya ortadan kaldırılmış olduğuna dair bir özel delil bulunmayan
faydalardır. Şayet, bu maslahatlar hakkında bir delil varsa, bu Kıyas’ın
konusuna girer. İlga edildiklerine dair (ortadan kaldırıldıklarını gösteren bir
delil) varsa onlar batıl olup, kabul edilmesi, İslam’ın umumi gayesine aykırı
düşer. Bu durumda mesalih-i mürsele ortadan kalkar. İstikra’ (tümevarım ve
nasslarla sabittir ki, İslam hukukundaki bütün hükümler, insanların maslahatını
(fayda ve gayesini) ön plana almıştır. İslam dinince muteber olan bu
maslahatlar, dini, canı, aklı, malı, nesli korumak şeklinde özetlenmiştir.

Maliki ile Hanbeli fıkhı usul kitaplarında yer alan bir delil de
Zerayi’dir. Vesile anlamına gelen bu kelimeyi, haram ve helale vesile olan
şeyler olarak anlamak da mümkündür. Harama vasıta olan haramdır; helale vesile
olan da helaldir. Zina haramdır, zinaya vasıta teşkil eden fiiller ve haller de
haramdır. Hacca gitmek farzdır. Hacca gidebilmek için insanın gayret sarfetmesi
de farzdır. Bu delilde (zerayi’) esas olan, fiillerin sonucunu göz önüne
almaktır. Bir fiil sonucu itibari ile hükme bağlanır. Kur’andaki, “Müşriklerin
Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip
Allah’a sövmesinler”19 buyurularak putlara sövülmesi yasaklanmıştır.
Halbuki putlar batıl mabudlar olduklarına göre onlara sövmek caizdir. Bundan
maksat, putlara inananların da—yanlış olarak—Allah’a sövmesine sebep olmama
hedefidir.

Sedd-i Zerayi’ denen (Vesilelerin yolunu kapatmak) bu delil
sünnette geniş uygulama örneklerine sahiptir. Hz. Peygamber savaş esnasında
münafıkları “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” kanaatinin yayılmasını önlemek
için öldürtmemiştir. Yine savaş sırasında düşman saflarına iltihak edebilirler
endişesi ile bazı hırsızların eli kesilmemiştir. Ölüm döşeğinde iken karısını
boşayan bir adamın karısı mirastan mahrum bırakılmamıştır. Aksi halde, hanımı
ile sürtüşmeli olan, çocuklarına fazla miras malı bırakmak isteyenler bunu adet
haline getirebilirdi. Yine Hz. Peygamber kişinin sadaka olarak verdiği şeyi
satın almasını yasaklamıştır. Bu, Allah yolunda verilen şeye göz koymak, veya
hileli yollarla fakire verilen sadakayı ucuza geri ele geçirme gibi bir duruma
vesile olabilirdi. Zerayi’in şer’i bir delil teşkil ettiğini gösteren bu
uygulamaların hepsinde, fiiller sonuçlarına göre değerlendirilmiş, kişinin
niyetine bakılmamıştır.

Zerayi’ delilinde fayda (maslahat) olan hususların dereceleri
vardır. Dinin birinci derecede takip ettiği gayeleri arasında yer alan, dinin,
canın, malın, aklın, neslin korunması, zaruriyyat (mutlaka korunması gereken)
şeylerdir. İslam dini bunların korunması için çok şiddet göstermiştir. Hatta
hayatı tehlikeye düşen bir insan aslen murdar, ya da haram olana bir şeyi
ölmeyecek kadar yeyip içmekle mükellef tutulmuştur. Dağ başında aç kalan adamın
ölmeyecek kadar domuz eti veya ölmüş hayvan eti yemesi vaciptir.

Maslahat (faydalar)’ın ikinci derecesi, haciyat (ihtiyaçlar)dır.
Bunlar yukarda zikredilen beş esasın korunmasıyla ilgili olmayıp güçlüğü
kaldırma veya bu beş esas için tedbir kabilindendir. Kolayca kullanılmasını
önlemek için şarap satmanın yasak edilmesi, ihtikar (karaborsacılık) kasdıyla
mal biriktirmek, çoğu sarhoşluk verenin azını içmenin yasak edilmesi de bu
kabildendir.

Maslahatla ilgili karıştırılan bir husus olarak burada, zaruret
kavramından söz etmek yerinde olacaktır. Fıkıhta, “Zaruretler yasak olan şeyleri
mübah kılar” prensibi kabul edilmiştir. Ancak, buradaki zaruretin ölçüsü nedir?
Zaruret, zaruri maslahatı (faydayı) tehdit eden ve ancak başkasının hakkını
zedelemeyen bir yasağı işlemekle savuşturulması mümkün olan bir durumda, o şahıs
için bu yasağı işlemek vacip olan şeydir. Burada dikkat edilecek husus, zaruret
var denilen yerde, başkasının hakkına tecavüz meydana gelmemeli veya İslam’ın,
sabır edildiği takdirde, sevap alınacağını bildirdiği bir husus olmamalıdır.
Murdar etin yenmesi durumunda olduğu gibi. Çünkü murdar et, zararlı olduğu için
haram kılınmıştır. Fakat ölmek, bunları yemekten daha zararlı olduğu için
bunların yenilmesi zaruret olmuştur. Bu ise büyük zararın küçük zararla
defedilmesi, ehven (daha hafif) olan şerri tercihtir.20 Bunların
yenilmesinden doğacak zarar, ölüm tehlikesiyle karşılaşmış olan aç kimseyi,
ölümden kurtardığı için hafiflemekte, hatta zarar tamamen de gitmektedir.
Konuyla ilgili, “Zararı defetmek, menfaati celbetmekten önce gelir”, “Genel
zararı önlemek için özel zarara katlanılır” gibi Mecelle kaideleri de
hatırlanabilir.

Yanlış Anlaşılan Bir Terim: İçtihad

Aslında içtihad sıralamada, icma’ ve kıyas’tan önce gelir.
Kamuoyunda sıkça gündeme gelen bir kavram olan içtihad reform ile
karıştırılmıştır. Reform, orijinali ve aslı bozulmuş olanı tamir etmek, düzene
koymaktır. İslam’ın böyle bir sıkıntısı olmamıştır. Orijinal kaynaklar
elimizdedir. Mesele, bunları anlamak, değişen zamana göre hayata tatbik etmekte
düğümlenmektedir.

İçtihad’la reform arasında ilişki kurmak farklı bir kıyastır.
Bu, zıtların hayalde bir araya getirilmesine benzer. Ne yazık ki, İslamî
bilimlerin tedvini ve bölümleri hakkında bilgi sahibi olmayanlar, dinin esasıyla
ilgili olmayan konularda yapılan bazı yorum, verilen fetva ve yapılan
içtihadları cehaletleri sebebi ile “dinde reform” diye sunabilmektedir.
Özellikle İçtihada böyle bir rol izafe etmek, İslam’ın, ameli ve hukuki yanını
ilgilendiren fer’i hükümlerini anlamak ve hayata tatbik etmek için teşekkül eden
fıkıh ilminin esaslarından gafil olmak demektir.

İçtihad, lügatte, maksadı aramak hususunda olanca gücü ile
çabalamak demektir. Istılahta ise, bir müçtehidin, şer’i olan fer’i hükümleri
tafsili delillerinden, kendisinde zan hasıl olacak şekilde çıkarabilmek için
daha fazla araştırmaktan, acz hissedecek derecede gayret sarf etmesi demektir.
Bu tariften içtihadda iki önemli unsur bulunduğu anlaşılmaktadır. 1- Hükümleri
çıkarıp anlamakla ilgili içtihad, 2- Hükümleri tatbik etmekle ilgili içtihad.
Alimlerin çoğunluğuna göre birinci türden içtihad zaman zaman kesintiye
uğrayabilir. İkinci tür içtihadın her asırda bulunacağında ittifak vardır.
İkinci gruba giren içtihad önceden çıkarılmış olan hükümlerin illetlerini yeni
durumlara tatbik etmekten ibarettir.

Şeriatın ibadet ve muamelatla ilgili hükümleri sınırlı, vak’alar
ve hadiseler ise sınırsızdır. Bu sebeple mahdut prensip ve hükümleri sınırsız
hadiselere tatbik edebilmek için içtihad ve kıyasın zaruriliği şüphe götürmez
bir hakikattir. Binaenaleyh içtihad farz-ı kifayedir. Hakkında hüküm bulunmayan
ilmi ve dini bir konuda ancak içtihad yaparak söz söylenebilir. Bununla birlikte
içtihad bazı prensipler çerçevesinde cereyan eder. Öncelikle, hakkında nass
bulunan bir konuda içtihad olamaz. “Dinin zaruriyatı” namaz, zekat, hac gibi
kat’i hususlarda içtihad yapılmaz. Bu husus, Mecelle’nin 14. maddesinde,
“Mevrid-i nass’da içtihada mesağ yoktur” şeklinde ifade edilmiştir. Bu sebeple,
ancak hakkında kat’i bir nass bulunmayan şer’i meselelerde içtihad söz konusu
olabilir.

Müçtehidlerin bilmesi gereken hususlardan bir kısmını şöyle
özetlemek mümkündür:

1- Kur’an’ın nazil olduğu dil olan Arapça’yı bilmelidir. Kur’an
lafızlarının özellikleri ancak Arapça’nın inceliklerine nüfuzla öğrenilebilir.

2- Kur’an ilmine sahip olmalıdır. Kur’an’da 500 kadar ahkam
ayeti bulunmaktadır. Müçtehid bunların tamamını lafzi özellikleri ile birlikte
bilmelidir.

3- Sünneti bilmelidir. Sünnet de kavli, fiili ve takriri olmak
üzere üç kısımdır. Kur’an ayetlerinde olduğu gibi sünnetin de değişik lafzi
özellikleri bulunmaktadır, amm-hass, nasih-mensuh gibi özellikleri bilinmelidir.

4- Üzerinde icma’ ve ittifak edilen konuları bilmelidir.

5- Kıyas’ın, bütün özelliklerine vakıf olmalıdır.

6- Hükümlerin hangi maksatlar için verildiklerini bilmelidir.
Kur’an ve Hz. Muhammed (a.s.m) alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bu umumi
rahmet içinde emirlerin zaruriyat, haciyat, tahsiniyat olmak üzere üç ayrı kısmı
vardır. Mesela, İslam’da güçlük ve sıkıntının kaldırılması, zorluk değil,
kolaylığın tercih edilmesi, rahmetin icabıdır. Kur’an’ın teklif ettiği
meşakkatler devamlı şekilde yapılması mümkün olan şeylerdir. Sürekli olarak
yapılması mümkün olmayanlar daha büyük zararları defetmek amacına yöneliktir.
Yeryüzündeki fesadı ortadan kaldırmak için cihadın farz kılınması gibi.

7- Doğru anlayış ve takdir gücüne sahip olmak. Bu anlayış ve
ölçü de ‘Mantık’ gibi alet ilimler ile kazanılabilir.

8- İyi niyetli ve sağlam itikad sahibi olmak. Halis niyet, kalbi
iman nuru ile aydınlatır. İlmî gerçeklerden başka tarafa meyl ettirmez.21

İçtihad’la İlgili İtiraz Noktaları

İçtihad’ın dini bir hüccet olduğunu ifade ettik. Ancak
günümüzde, dinin zaruri olarak bilinmesi gerekli hususlarında büyük bir ihmal
söz konusudur. Mesela, gençlerimizin, Allah’a iman konusunda bir çok tereddüt ve
istifhamları vardır. İlim yuvası olarak bildiğimiz üniversitelerde Allah’a iman
etmekte tereddüt içinde olanların yüzdesi az değildir. (Basında çıkan bir
ankette yüzde 40 civarında olduğu ifade edilmişti.) İçtihadi konular
ihtilaflıdır ve dinin aslıyla ilgili değildir. Şeriatın yüzde doksan dokuzu
herkesin kabul ettiği ve dinin zaruri hususlarından meydana gelir. (Müsellemat-ı
dini zaruriyat-ı diniye)—Said Nursi’nin ifadesi ile—bunlar elmas birer sütun
gibidir. İçtihada bakan ihtilaflı, fer’i konular ise yüzde on civarındadır.
“Doksan elmas sütunu on altının sahibi kesesine koyamaz. Ona tabi kılamaz.
Elmasların madeni Kur’an ve hadistir.”22 Bunun manası, on altın için
doksan elmastan sarf-ı nazar etmemek gerektiğidir. İnsanların nazari ve
ihtilaflı meselelerden daha çok, dinin esas unsurlarını öğrenmeye ihtiyacı
vardır. Çünkü çoğunluk ihtilafların inceliklerine tam vakıf olamadığı için,
farklı birbirine zıt konuları düşünürken, bilgisizlik sebebi ile dinin kudsiyet
ve azameti hakkındaki düşüncesi de yıkılır. Bu sebeple asıl üzerinde durulması
gereken hususlar, dinin esaslarıdır. Vakıa bu olmakla birlikte, zaman zaman
dinin fer’i konularındaki içtihad tartışmaları asıl bilinmesi ve öğretilmesi
gereken zaruriyatı arka plana itmektedir. Üstelik, bu tür içtihad hevesiyle
ortaya çıkanların bir kısmı da dinin içinden değil, din hakkında dışardan söz
söyleme cür’etini gösterenlerdir. Bu sebeple İslam’ın bazı şeairini değiştirmeye
yönelik içtihadlar, içtihad değil birer hıyanettir. Namazda meal okumak, ezanın
Arapça aslı yerine terceme kelimelerle okutulması, tesettürün kaldırılması
yönündeki teklifler buna örnek olarak verilebilir.

İlmi zihniyet gereği, İslami bir bilgi kaynağı olarak canlı ve
faal bir kurum olması gereken içtihad’ın, bazı kötü niyetli insanların elinde
İslam’ın asıl gövdesini çürütmeye yönelik bir mecraya kaydırıldığını fark eden
Bediüzzaman Said Nursi, konuyla ilgili, “haddini bilmeyenin haddini bildirmek”
için kaleme aldığı bir eserde, “içtihad kapısının açık olduğunu, fakat şu
zamanda oraya girmek” için bazı manialar bulunduğunu söyler. Bunların bir
kısmını mana itibari ile hülasa etmeye çalışalım:

1- İslam büyük bir saray gibidir. Kur’an’ın kabul etmediği bir
çok kötülük asrımızda Müslümanlar arasında sür’atle yaygınlık kazanmıştır.
Şiddetli bir fırtınayı andıran münkeratın (İslam’a zıt olan her tür adet,
yaşantı ve fikirlerin) hücumu sırasında, değil kapıları açmak, pencereleri bile
sıkı sıkıya kapatmak gerekir. Çünkü tahripçiler fırsat kollamaktadır!

2- Dinin asıl konuları ihmale uğrarken, nefsani arzuları tatmine
yönelik teferruat bazı meselelerde içtihad yapmak, yeni bid’alar çıkarıp İslam’a
hıyanet etmektir. Çünkü İslamî şeairi değiştirmeye niyet edenlerin senet ve
delili—her fena şeyde olduğu gibi—Avrupa’yı körü körüne taklit etmektir. Yanlış
metodla doğruya varılamaz. İslam’ın zaruri hükümlerini bile uygulamayan bu tür
insanların istedikleri içtihad ve çıkarmaya çalıştıkları kolaylıklar, dinde
laubaliliktir. Laubaliler ise ruhsatla okşanılmaz, azimetle, şiddetle ikaz
edilir!

Burada, ancak dini bir basiretle fark edilecek bir durum da,
“içtihada arzulu” kimselerin dinle ilgisidir. Acaba herhangi bir konuda içtihada
gayret gösteren bu insanlar, dinin zaruri emirlerini harfiyyen yerine
getiriyorlar mı? Tam bir takva ile mi hareket ediyor, yoksa ahiret hayatını
dünyaya tercih ederek, ruhsatları genişletmeye mi çalışıyorlar? Şayet, bu
kişilerin takvası, dini tekamülü, ahireti tercih ve Allah rızasına yakınlıkları
ile ilgili verilecek cevap, müspet değil ise, bu içtihad, dinin dışından
birisinin dinin surlarında gedik açmaya çalışmasıdır. Bediüzzaman, bu kimsenin
yaptığı işi, ağacın gövdesini içinden gelen kuvvet yerine, dıştan zorlamalar ile
büyütmeye gayret eden adama benzetir. Evet, her cisimde gelişme meyli vardır.
Fakat bu meyil içten gelirse faydalıdır. Dıştan olursa, canlının tahribini
netice verir.23

3- Şu zamanda çoğunluk için mergup olan meta’ siyaset ve dünyevi
hayatın teminidir. Büyük müçtehid imamlar, Tabiin ve Sahabeler döneminde ise,
ilim ehli gibi bütün insanların hedefi, “Arz ve semavat Halıkının emir ve
yasaklarını” kelamından öğrenmekti. Toplumun sohbetleri bu minval üzere cereyan
ettiği için içtihada kabiliyetli olanlar ortamdan çok istifade ederdi. Günümüzde
ise, Batı medeniyetinin manevi baskısı, materyalizmin musallat olması, toplum
hayatının ağırlaşması ile fikirler ve kalpler gibi, insanların gayretleri de
dağılmıştır. Dört yaşında Kur’an’ı ezberleyen Süfyan ibni Uyeyne, on yaşında
fetva verecek seviyeye gelirken, günümüzde bir talebenin ayni noktaya ulaşması
için yüz sene tahsil görmesi gerekir. Çünkü zamanımızda, zihinler felsefede
boğulmuş, akıllar siyasete dalmış, kalb dünya hayatında sersem olmuş ve
içtihaddan uzaklaşmıştır. Zikredilen psiko-sosyal çevre faktörü çok büyük önem
arz etmektedir. Günümüzdeki bir alim kendini Asr-ı Saadete yakın dönemdeki
kimselere (selef alimleri) benzetip, “Ben de zekiyim; onlar gibi içtihad
yaparım” diyemez.24 Ferdi olarak içtihadda iddialı alimlerin bu
risklerden kendini kurtarması fevkalade zordur. Özellikle, dünya nimetlerinden
istifadeyi artırmak, siyaset cereyanlarına kuvvet vermeye yönelik “içtihadlar”ın
şer’i değil, arzi ve beşeri özellikler taşıyacağı açıktır.

Bediüzzaman bir başka eserinde, ferdin yaptığı içtihadın ancak
kendisini bağlayacağını ifade ederek, bunu başkaları için dini bir delil olarak
takdim edemeyeceğini söyler. Bu ihtiyacın giderilmesi için, dini emirleri tanzim
ve uygulamak, manevi anarşiliği ortadan kaldırmak için tam bir fikir hürriyeti
içinde çalışan muhakkik alimlerden bir heyetin bulunması gerektiğini söyler.
Böyle bir heyetin ümmetin ve alimler çoğunluğunun itimadını kazanmış kimseler
olması gerekir. Bu heyetten çıkan hüküm, icma’ kuvvetini de kazanarak şer’i bir
düstur (prensip) olabilir ve herkese tamim edilebilir.25

Şeriat semavidir. Onun örtülü hükümlerini ortaya çıkaran
içtihadın da semavi olması gerekir. Semavilikten kasd, yapılan içtihadın içine,
Allah rızasını aramaktan başka her hangi bir dünyevi kaygının karışmamış
olmasıdır. Günümüz içtihadları Ona göre üç noktadan semavi değil arzi özellikler
göstermektedir. Bunları Bediüzzaman’ın eserinden tafsili bir iktibasla ele
alalım:

a- Bir hükmün illeti ayrıdır, hikmeti ayrıdır. Hikmet ve
maslahat tercihe sebeptir, icaba (vacip kılınmaya ) hükmün vücuduna sebep
değildir. İllet ise hükmün vücuduna sebeptir.

Hüküm, ameli, fer’i ve şer’i bir konuda, Şariin, (Şeriat
koyucunun) mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabından ibarettir. Şariin
hitabından maksat, Allah tarafından fiillere verilen haram, helal, farz, vacip
gibi değerlerdir. Haram, bir işin kesin olarak yapılmamasını; farz da kesin
olarak yapılmasını gerektirir. Namaz, zekat, oruç, hacc farz bir hükme konudur.
Yetim malı, domuz eti, sarhoşluk veren meşrubat ise haramın konusudur. Bunlara
teklifi hükümler denir. Vacip, mendup, mekruh ve mübah teklifi hükmün
kısımlarındandır.

Bir işin yapılması ya da yapılmamasını her hangi bir şarta
bağlayan hükümlere de vaz’i hüküm denir. Orucun Ramazan hilalinin görülmesine
bağlanması gibi. Namaz kılmakta abdestin, nikahın geçerli olmasında şahidin,
miras için varisin hayatta olması gerekmesi, namaz için kıbleye dönülmesinin
şart olması gibi hükümler de buna girer.

Hikmet,—Şari’ tarafından—bir hükmün verilmesinde gözle görülür
bir menfaatin sağlanması veya zararın defedilmesidir. Şari’ emir veya
nehyederken bunları kasdetmiş olmalıdır. Hikmet hükmün verilmesinde asıl sebep
değildir.

İllet ise, açık ve belirli bir vasıftır, her zaman olmasa da,
çoğu hallerde hikmet bu vasıfta gerçekleşir. Bir akar’a ortak olmak, o akar’da
şüf’a hakkına sahip olmanın illetini teşkil eder. Şüf’a hakkının hikmeti,
ortaklar arasına yabancının girmesinden doğacak olan zararı defetmek, sürekli
anlaşmazlıkları önlemektir. Şari’ bu muhtemel zarar ve sıkıntıyı önlemek için
şüf’a hakkını kabul etmiştir. Bu zarar ve sıkıntı doğabileceği gibi doğmayabilir
de. Bunun için hüküm buna değil, başka bir şeye dayanmalıdır. Bu da ortaklıktır.
Bu şüf’a hakkının illetidir. Bu zahir (açık) bir vasıftır, bu açık vasıfta,
hikmette zikredilen durumlar her zaman görülmeyebilir de. Bu sebeple fakihler
illeti bazı şartlara bağlamışlardır.

İllet, açık ve bir şeyi ispat etmek için elverişli olmalıdır.
Nesebin sübutu için illet, karı-kocalık bağının bulunması veya ikrardır.
Küçüklük mal üzerinde diğerinin velayet hakkının illetidir. Bunlar zahir
vasıftır. İlletin bir diğer vasfı da belirliliktir. Sarhoş etme hamr’ın haram
kılınışının illetidir. Çünkü hamr, normal olarak sarhoş edici olup onun bu vasfı
değişmez. Yukarıdaki örnekte, şüf’a hakkının illeti, ortaklıktır. Şüf’a hakkı,
(hükmünün varlığı) yeni komşudan gelmesi muhtemel zarara bağlanamaz. Bu zarar
gelmeyebilir. Bu zarar mazbut (belirli) bir şey değildir. Konuyla ilgili bir
başka misal: Yolculukta namazın kısa tutulmasının illeti seferdir. Hikmeti ise
meşakkattir. Meşakkat ve sıkıntı olmasa da namaz kısa tutulur. Çünkü Şari’
hükümleri hikmetlere değil, hikmetleri de gerçekleştirecek olan illetlere
bağlamıştır.26 Günümüz insanı hükümlere hikmet ve illetin yerlerini
değiştirmek suretiyle bakıyor. Bu da, içtihadın semavilik vasfını kaybetmesine
sebeptir.

b- Günümüzde insanlar dünya saadetini birinci hedef olarak kabul
etmiştir. Hükümleri de ona yöneltiyor. Şeriatın nazarı ise, evvela ve bizzat
uhrevi hayata bakar. Dünya saadetine, ahiretin vesilesi olması yönüyle ve ikinci
derecede önem verir. Demek ki şu zamanın bakışı şeriatın ruhuna yabanidir. Öyle
ise şeriat namına içtihad edemez.

c- Bediüzzaman’a göre ‘yanlış zaruret anlayışı’ da içtihadları
arzileştiren bir durumdur. “Zaruret haramı helal derecesine getirir” prensibi
umumi değildir. Zaruret, eğer haram yolu ile olmamışsa, haramı helal etmeye
sebeptir. Su-i ihtiyarla, gayr-i meşru’ sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helal
etmez; ruhsatlı hükümlere vesile ve özür teşkil edemez. Mesela, içkiyle sarhoş
olan adamın yaptığı işler aleyhine cereyan eder. Sarhoşken karısını boşasa,
geçerlidir; bir çeke imza atsa, parayı öder; birisini öldürse, ceza görür.
İçkiye müptela olan bu adam, “içki içmeyince düşünemiyorum, zaruret var içmem
lazım” diyemez.

Yanlış zaruret ve ruhsat anlayışı, “dünyevi saadeti hayatın
gayesi yapan” Batı medeniyetinin, ruhlarımıza sinmesi sonucudur. Yani, ahiret ve
imanı elmas olarak bilen birçok Müslüman, adi birer şişe hükmündeki dünyevi
işleri dine tercih etmektedir. Halbuki, küçük bir ihtiyaç ve nefsani dünyevi bir
heves, tamah, hafif bir korku, haramı helal haline getiremez. Bu tür saiklerin
sevkettiği ruhsat anlayışı ahmakçasına bir cehalet ve hasarettir. Sahibini
tokata müstehak eder.27

Batı medeniyeti, insanın asli ihtiyaçları olan yemek-içmek,
evlenmek, barınmak, giyinmek gibi sayılı ihtiyaçlarını dörtten yirmiye
çıkarmıştır. Tüketimi körüklemekle insanları tiryaki haline getirmiş, görenekle
zaruri olmayanlar da zaruri gibi anlaşılır olmuştur. “Haram ve gayr-i meşru
zaruret anlayışına” Bediüzzaman’ın verdiği bir misal de kendisiyle ilgilidir:

“Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya
alıştırmak için bazı kumandanları hatta hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar
dediler ki, ‘Biz şimdi mecburuz, ‘Zaruretler mahzurları mübah kılar’ kaidesiyle
Avrupa’nın bazı usullerini, medeniyetinin icaplarını taklide mecburuz.’ Ben de
dedim: ‘Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan gelse kat’iyyen doğru
değildir, haramı helal etmez. Ekmek yemek, yaşamak gibi zaruri ihtiyaçlar
haricinde, başka hangi zaruretler var! Gayr-i meşru, su-i ihtiyar ve haram
muamelelerden çıkan hareketler haramı helal etmeye vesile olamazlar. Sinema,
tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve su-i
ihtiyardan geldiği için haramı helal etmeye sebep olamaz.”28

Zaruret, dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeğe mecbur
kalmaktır. Bazı fıkıhçılar da bunun ölçüsünü, haramın yapılmaması halinde
insanın öleceği veya ölüme yaklaşacağı bir durumun bulunması ile kayıt altına
almışlardır.29 Bu da geçici olarak verilen bir ruhsattır. Halbuki bu
asır, insanın yaşamak damarına “zaruret fikrini” öyle şırınga etmiş ki, bazen
sıradan dünyevi bir zarar bile “zaruret” kılıfına bürünebilmektedir. Bu ise
elması şişeye tercih etmektir. Mü’minlerin bu yanlışa sürüklenme sebepleri
israf, iktisatsızlık, kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla
fakirlik ve geçim sıkıntısının artmasıdır. Bu menfilikler insanlığın “Yaşamak ve
hayatı muhafaza” etmek damarını ciddi şekilde yaralamıştır. Dalalet ehlinin
sürekli dünyaya dikkatleri çekmesiyle ehl-i din, küçük menfaatler için büyük,
dini bir meseleyi feda etmeyi göze alabilmektedir.30 Bediüzzaman,
Ahir zaman fitnesinde ‘açlığın ehemmiyetli rol oynayacağına’ dair rivayetleri de
bu çerçevede değerlendirir. Maişet sıkıntısı dini endişeleri ikinci, üçüncü
derecelere atmaktadır. Yaşamak damarı, yüksek dini hisleri bir derece
susturarak, dalalet ehline yardım etmektedir!31

Zaruretin bir başka yönü, kötü niyetten ve meşru’ olmayan
meyilden kaynaklanan sebepler ile İslam alametlerine (şeair) yönelik “zaruret”
kılıflarıdır. “Kur’an ve ezanı tercemesi ile okuyalım ki, ne dediğini anlayalım”
gibi mazeretler bazen gündeme gelir. Bu da çok ciddi arızalar taşıyan bir
fikirdir.

Öncelikle şunu ifade edelim. İslam’ın işaretleri olan şeair çok
değişiktir. Bazısı farzdır, namaz gibi. Kimi kurban gibi vaciptir. Bazıları da
sünnettir. Ezan okumak, selam vermek vb. Şeair bütün Müslümanların asırlarca
devam ettirdikleri bir gerçektir. Bu sebeple üzerinde Hz. Peygamberden (a.s.m.)
günümüze kadar bütün Müslümanların hakkı vardır. Onlara ilişmek umumun hakkına
tecavüzdür. Şeairin sünnetten olan en küçüğü bile, şahsi farzlardan daha
ehemmiyetlidir.

Şeairin yaşatılması farz-ı kifayedir. Şeair umumun hakkı
türünden cemiyete ait bir kulluk vazifesidir. Birisinin yapmasıyla o cemiyetin
tamamı istifade ettiği gibi, terkedilmesiyle de herkes mesul duruma düşer. Bu
ehemmiyetten dolayıdır ki, farz ibadetlerde olduğu gibi şeairde gizlemek yerine
açıktan yapmak daha faziletlidir. Bunlara riya girmez ve herkese ilan edilir.
Çünkü, şeairin gösterilmesi, mü’minlere manevi kuvvet verir, inkarcıların
moralini bozar. Şeairin ilanı, İslam’ın manen tebliğidir; İman ve Kur’an’ın
gerçekliğini insanlara duyurmak, göstermektir.32 Onlar üzerinde asr-ı
saadetten şimdiye kadarki bütün Müslümanların hakkı vardır. Müslümanları
şeairden koparmaya çalışanların da cinayetleri o nisbette büyüktür.33

Şeaire saldıranlar hakkında Müslümanların bazen dehşetli
hatalara düştükleri görülür. Bediüzzaman bu durumu, “asrın acip bir hassası”
olarak tespit eder. Müslümanların olağanüstü derecede saflığı yüzünden,
“dehşetli cani ve binlerce insanın hakkını mahveden adamlardan”, bir tek iyilik
görünce, kötülüklerini unutarak onlara taraftarlık gösterdiğini belirtir. Bu
ekall-i kalil olan sapık ve azgın kişilerin, safdil taraftar kitlenin
marifeti(!) ile, haklı çoğunluğa tahakküm etmesini netice vermektedir. Halbuki,
bir insan yalnız kendine yapılan kötülükleri affedebilir. Başkalarının,
özellikle umumun hakkından fedakarlık edemez. Aksi halde zulme şerik olmuş olur.34

Bu türden dehşetli zulümlerden birisi Kur’an ve ezanın aslı
yerine tercemesinin okutulmak istenmesidir. Bunlar İslamî şeairin en büyük ve
mukaddes olanlarıdır. Sübhanellah, Elhamdülillah gibi câmi kelimeler, selamın
lafızları, besmele, Maşaallah, Barekallah gibi hayret ve takdir ifadelerinden,
takva, tevekkül gibi kelimelere kadar bir çok şey, İslam işaretlerine (şeair)
girer. Minareler, mezar taşları, medreseler, çeşmelerdeki kitabeler de, bu
manada birer İslam nişanıdır. Bize Allah’ı, Kur’an’ı, İslamiyet gerçeğini
hatırlatır. Müslüman isimleri, güzel Türkçe’mize yerleşen bazı deyimler,
atasözleri içinde erimiş olan bazı vecizeler de buna dahil edilebilir…

Memleketimizin içinden geçtiği fetret dönemlerinde Kur’an ve
ezanın tercümesi sıkça gündeme gelir. Oysa, bunun hiçbir zaruret ve gerekçe ile
bağdaşır yanı yoktur. Namazlarda okuduğumuz sureler ve ezandaki Kur’ani
lafızlar, zarf oldukları mana ve kavramlara cansız birer elbise değil, insan
vücudunu kuşatan, canlı cildi gibidirler. Elbise değiştirilir. Fakat cilt
değişmez. Namaz ve ezandaki kelimeler de örfi manalarına birer alem ve nam
olmuştur. Bu alemlerde sadece aklın değil, insandaki değişik latifelerin hisse,
ders ve feyizleri bulunur. İnsandaki o latifelerin akıl gibi öğrenmeye değil,
tekrar etmeye ihtiyacı vardır. Sürekli birer kaynak olan İlahi lafızların
değişmesi ile o duyguların da hissesi kaybolur.

Bir başka husus, o mukaddes kelimelerin her birine,—ayet ve
hadislerde—ondan yüz misline kadar verileceği bildirilen sevaplar da yok olur.
Çünkü insanların terceme şeklindeki tabirleri ruha ulviyet değil, zulmet verir.
Öyle ise bunların şer’an değiştirilmesi mümkün değildir. Bu kelimelerin kısa
meallerini öğrenmek herkes için çok kolaydır. Ömrünü İslamiyetle geçiren bir
kişi kafasına ne kadar malayani kelimeler doldurmaktadır! Halbuki ebedi hayatın
anahtarı olan bu kelimelerin manalarını bir iki haftada tamamen öğrenmek
mümkündür. Manasını bir defa tekrar etse yeterli olur.35 Demek ki,
“manasını anlamak” gerekçesi, bir zaruret değildir. Bu gerekçe ile terceme
üzerine yapılacak bir içtihadın, dinin kudsiyetiyle te’lif edilecek bir yanı
yoktur.

Bir başka açıdan, Kur’anî lafızların tercemesi, ilahi kelamın
camiiyeti sebebi ile de imkansızdır. Bir kelamın, her bir harfi, bazen bir sükun
ve hareke bile bir çok manalar ifade eder. Herbir muhataba ayrı ayrı hissesini
verir. “Dağları da (zemine) birer kazık yaptık” (Nebe’, 78/7) ayetinde, ami bir
insan, şair, edib, coğrafyacı, sosyoloji ilmine aşina bir feylesof ve
yerbilimcisinin ayrı birer hissesi vardır. Çünkü Kur’an ezeli bir hutbedir.
Asırlar üzerindeki değişik insan tabakalarına birden hitap eder. Ayetlerde
herkesin kendi derecesine göre anlayabileceği bir işareti, manası vardır. 20-30
ciltler halinde yazılan tefsirler bunun ispatıdır. Kur’an bu özelliği ile
müçtehid imamların olduğu gibi, mürşidlerin, mutasavvıfların, muhakkik alimlerin
de en zengin bir kaynağıdır.36 Tercemeyi imkansız kılan bir başka
özellik, Kur’an’ın cüz’ünde küllünün görünebilmesidir. Bir kelime, bir sureye,
hatta Kur’an’ın tamamına ayine olabilmektedir. Kur’andaki dört temel esas olan
tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ubudiyet gibi asıl hedeflerin Kur’an’ın
herbir kelimesine yerleştirildiğini Bediüzzaman, bir çok örnekleri ile
İşaratü’l-İ’caz tefsirinde göstermektedir.37 Beşerin eserinde ise
küllün özelliklerini cüz’de göstermek imkansızdır…

Kur’an ve İçtihad’da Heyet Çalışmaları

Bediüzzaman ümmetin dini hükümlerde gösterdiği dağınıklık, ihmal
ve lakaydlığın bir sebebi olarak Kur’an’a yönelik yanlış bir bakıştan söz eder.
Öncelikle, Kur’an ve Kur’an’ın tefsiri olan sünnetin yüzde doksanı zaruri ve
nasslar ile belirli hususlardır. İhtilaflı konular ise yüzde ondur. Kıymetçe
ihtilaflı meseleler ile diğerleri arasında büyük fark vardır.—Başta da
zikrettiğimiz gibi—İhtilaflı meseleler altın ise, ittifak edilenler elmastır;
yüz elmas on altının himayesine verilmez. Sürekli ihtilaflı konulara dikkati
çekmek, asıl konuları ümmetin gündeminden uzaklaştırmaktadır. Yüzde onluk bir
grup, yüzde 90’ı unutmaya sebep olmaktadır. Bu ise, hak mezhepler ve farklı
meşrepler arasında taassubu netice verir. Taassub hakikati göstermez, perdeler.
Hele, ilmi konuda taassubun dehşetini açıklamaya bile gerek yoktur. Bu hastalık,
aklın cerbeze yapmasına da sebeptir. Cerbeze ise hakkı batıl, batılı hak
gösterecek kadar insanı şaşırtır.

Öte yandan, “Şeriat kitapları”nın şeffaf bir ayna gibi, içinde
Kur’an ve sünneti göstermesi gerekir. İnsanların çoğunluğunu dini amele
sevkeden, eserde kullanılan akli bürhan ve delilden çok, kaynağın kudsiyetidir.
Müçtehidlerin eserleri okunurken, okuyucu eline aldığı kitapta Kur’an’ı görmeli;
müçtehidin kendi dehası yerine, Kur’an ve Sünnetin kudsiyeti ile
karşılaşmalıdır. Mesela, İbn-i Hacer’in eserine bakan, “İbn-i Hacer ne demiş?”
değil, “İbn-i Hacer Allah’ın emrinden ne anlamış?” gözüyle bakmalıdır.
Bediüzzaman bu konuda İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Fıkh-ı Ekber’i ile Ahmed İbn.
Hanbel’in Muvatta’ isimli eserini örnek gösterir. Konuyla ilgili bu iki eserin
muhteva ve te’lif şekilleri incelenmeye değerdir.

Bu hususun pratik faydası şudur: Özellikle dinin zaruriyat
kısmında doğrudan Kur’an ayetlerinin görünmesi, o emri veren Zatı hatıra
getirir. Okuyucu ilahi bir huzur atmosferine girer. Kudsi atmosfer, zihni, emre
yapışmaya, vicdanı harekete sevkeder. Böylece kalbde hassasiyet oluşur. Böyle
bir usulün İslamî eserlerde uygulanması zamana ihtiyaç gösterir. Geçmiş
eserlerin tedrici bir şekilde ele alınma zarureti vardır. Bu ancak kuvvetli,
ehil, ilmi selahiyete sahip heyetlerce yapılabilir.

Bir yolu da, tehlikeli, insafsız ve zalimane bir usulle,
müçtehidlerin haklı ve layık oldukları hürmet ve güveni tenkitle kırıp o perdeyi
kaldırmaktır. Geçmişi tenkit, neden insafsız ve zalimanedir? Çünkü imamların
hatası ilan edilirse avam, içtihadî olan hatalı görüşlerle, ittifak edilen yüzde
90 arasında yanlış bir irtibat kurarak, dinin kudsiyeti hakkında şüpheye düşer.
Halk tabakası, ihtilaflılarla ittifak edilenler arasındaki inceliği
bilmeyebilir. Bu usul geçmiş büyükler hakkında su-i zan ve tarafgirlik hissini
uyandırır. Kalblerin birliğini, karşılıklı sevgi ve dayanışmayı öldürür.
Günümüzün bazı ilahiyatçılar tarafından yapılan budur. Oysa, geçmiş büyük
imamların otoritelerini sarsmak suretiyle Kur’an’a ulaşmak, o zatlara karşı
büyük bir haksızlıktır. Müslümanların birlik noktalarını pekiştirmeye
ihtiyaçları vardır. Teferruattaki farklı anlama tarzları ve farklılık, ittihadı
sarsmamalıdır. Allah için sevgi hakim olursa, hakikat aşkı hareketlere hakim
olur, ihtilaflar da doğru mecraya girer. Bu gaye unutulunca eneler zihinlere
döner ve fasit dairede kalır.38

Geçmiş alimlerin sebep oldukları perdenin ortadan
kaldırılmasının bir yolu da tarikat ehlinin yaptıkları gibi o perdenin üstüne
çıkarak Kur’an’ göstermek, Kur’an’ın halis malını yalnız Kur’an’dan istemektir.
Bir Şeriat aliminin verdiği vaaza göre tarikat ehlinin vaazındaki cazibe ve
tatlılığın sebebi de budur. Yerleşmiş bir kaidedir ki, insanların bir şeye
gösterdiği teveccüh, çoğunlukla o şeyin mükemmel oluşundan değil, ona duydukları
ihtiyaçlarına göredir. Bir saatçinin müderristen fazla maaş almasının sebebi
budur. Eğer Müslümanlar dini öğrenmede bizzat Kur’an’a rağbet etselerdi, o
Kitab-ı Mübin milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten fazlasına sahip
olur, ihtiyaç neticesi olan yönelişle, nefisler üzerinde bütün manasıyla hakim
ve nafiz olurdu. Yalnız okunmasıyla teberrük olunan bir mübarek derecesinde
kalmazdı.39

Bediüzzaman Kur’an’ı anlama ve yorumlamada ferdi gayretlere
ilaveten, asıl olarak heyet çalışmasını önerir. Çünkü Kur’an bütün ilimlerin
çekirdeklerini taşımaktadır. Ferdin anlayışı nadiren kendi meslek ve meşrebinin
üstüne çıkabilir. Kişinin kendi meşrebi, uzmanlık alanı tesir ettikçe hakikati
saf olarak göremez. Bu sebeple alimlerden kurulu, her biri değişik fen ve ilimde
uzman, geniş fikre, ince bir nazara sahip bir heyet böyle bir vazifeye talip
olmalıdır. Kur’an’ı tek başına tefsir edecek zat gayet yüksek, kudsi bir dehaya,
nüfuzlu derin bir içtihada, sahip olmalıdır. Zamanımızda bu vasıflar da ancak
şahs-ı manevi (heyetler)de bulunabilir. Bu heyetin ilmi bir çalışmayı
yürütebilecek, samimiyet, ciddiyet, yardımlaşma ve dayanışma gibi uzun süreli
gayretlere ihtiyacı vardır. Çünkü toplulukta bulunan bir özellik, fertte
görünmez.40

Netice olarak şunu ifade etmek mümkün:

Esas itibari ile fıkıh ilminin konusu olan hüküm çıkarma ve
hükümleri başka durumlara tatbik etmek kıyas, icma’, içtihad, istihsan,
seddü-zerayi’ gibi delillerin Kur’an’ın gerçek yorumunda mutlaka bilinmesi
gerekir. Fıkıh usulü ilminin incelikleri ve geçmiş alimlerin birikimi dikkate
alınmadan Kur’an meali ve bazı hadislere bakarak dini hükümler çıkarmak
imkansızdır. Bu yol, hem manen mesuliyet getirici hem de tehlikelidir. Dinin
karmaşık bir hal almasına sebep olur.

Dinin büyük bir gayret ve incelik gerektiren muamelatla ilgili
şer’i meselelerinde içtihad etmekten önce, hiç bir ihtilaf bulunması mümkün
olmayan esasları üzerinde durmak gerekir. Müslümanların ikinci konudaki
ihmalleri, bilgisizlik ve lakaydlığını ortadan kaldıracak gayretlere ihtiyaç
vardır. Diğer fer’i meselelerde problem var ve ıztırari durumlar ortaya
çıkıyorsa, ilgili probleme çare niyetiyle yapılacak içtihadlar da ancak geniş
bir ilmi bakışa sahip değişik ilim dallarında uzman kişilerin gayretleri ile
yapılmalıdır. Fikri dağınık, nazarı felsefeden yara almış şu zamanın insanı, ne
kadar zeki ve dahi de olsa, Allah’ın muradını anlamak için selef alimlerinin
şartlarından çok farklı bir yerdedir. Ortamın şartları himmet ve gayretleri
dağıtmaktadır. İçtihadın semavilik vasfını haiz olabilmesi için dünyevi ve menfi
şartlardan kurtulmak, sadece Allah’ın rızasını gözetmek gerekmektedir. Bu yüksek
evsaf günümüzde ancak heyet çalışmalarında görülebilir. Ve minellahi’t-tevfik.

Dipnotlar

1. Canan, İbrahim, Soruşturma 2 – Kur’an ve Sünnet. s.
155-156, İstanbul 1987; Canan, Kütüb-ü Sitte Muhtasarı 2/74 vd., Ankara, 1988.

2. Kılıç, Yusuf, İslam Fıkıh Mezheplerinin Doğuşunu
Hazırlayan Sebepler, s. 9, 10, 12, İstanbul 1997.

3. Nisa; 59, 64, 65, 80.

4. Necm; 3, 4.

5. Soruşturma-2, Canan, agm. s. 188.

6. Canan, age. s. 197; ayet için bkz: Tevbe; 100.

7. Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, (11. Lem’a) Klt.
1/612.

8. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/379; İbn Mace, Sünen, Fiten:
8.

9. Nisa, 115.

10. Ebu Zehra, Muhammed, İslam Hukuku Metodolojisi (Fıkıh
Usulü), trc. Abdülkadir Şener. Ankara 1981, s. 171-174.

11. Tevbe; 100.

12. Müslim, Sahih, Fedailü’s- Sahabe: 213, 215; Ebu Davud,
Sünen, Sünnet: 9.

13. Ebu Zehra, age., s. 190 -191.

14. Muhammed, (Kıtal), 10; Casiye, 21,

15. Ahzap; 37.

16. Ayetler için bkz: Haşr; 7; Nisa; 160; Maide; 91.

17. Bakara; 185; Hadis için bkz: Ahmed b. Hanbel, Müsned, c
. 5, s. 32.

18. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 379; Ayet, Hacc; 78.

19. En’am; 108.

20. Karaman, Hayreddin, İslam’ın Işığında Günün
Meseleleri-1, s, 171-176, İstanbul 1982.

21. Ebu Zehra, age. s. 325-332; Kılıç, Yusuf, age., s. 175
vd.

22. Nursi, Bediüzzaman Said, Lemeat, Klt. 1/322; Sünühat,
Klt. 2/2047.

23. Nursi, Hakikat, Çekirdekleri, Klt. 1/574; Sözler, 27.
Söz.

24. Nursi, Sözler, 27. Söz.

25. Nursi, Emirdağ Lahikası, Klt. 2/1847.

26. Ebu Zehra, age. 204-206.

27. Nursi, Sözler, 27. Söz; Emirdağ Lahikası, Klt. 2/1913.

28. Nursi, Emirdağ Lahikası, Klt. 2/1913.

29. Ali Haydar, Şerhu-l Mecelleti Ahkam-i Adliyye 1/34’den
Karaman, Hayraddin, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri-1, s. 176, İstanbul 1982.

30. Nursi, Lem’alar, 19. Lem’a, Klt. 1/659.

31. Nursi, Kastamonu Lahikası, Klt. 2/1613, 1629, 1656.

32. Nursi, Lem’alar, 11. Lem’a, Klt. 1/609; Şualar, Klt.
1/1002.

33. Nursi, Mektubat, Klt. 1/537.

34. Nursi, Kastamonu Lahikası, Klt. 2/1580.

35. Mektubat, 26. Mkb. 3. Mebhas, 8. Mes’ele, Klt. 1/508.

36. Sözler, 25. Söz. Klt. 1/176.

37. Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Klt. 2/1159.

38. Nursi, Tuluat, Klt. 2/2336.

39. Nursi, Sünuhat, Klt. 2/2047.

40. Nursi, Emirdağ Lahikası, Klt. 2/1847.