Avusturalyalılar, Amerikalılar ve diğer yerlerde yaşayan Neo-Avrupalılar dahil olmak üzre, "en iyi düşüncelerin ve yazıların" her zaman Avrupalılar tarafından düşünüldüğü, yazıldığı farzedilmiştir. Tarih, Avrupa tarihi olarak nitelendirilir,
Avrupadışı yerler tarihçi Hugh Trevor-Roper’in 1965’de yapmış olduğu ukalaca tanımla "coğrafi manzarada yer alan, fakat ilginç olmayan köşeleri tutan barbar kavimlerin seyr-ü seferi”ne indirgenir.

Her ne kadar yeni-muhafazakarlar, çokkültürcülüğü Avrupa klasiklerinin ya da "etüd alanı olarak Batı Medeniyeti"nin acilen elden çıkarılışı olarak yorumlasalar da, çokkültürcülük sadece Avrupa’ya ya da Avrupalılara değil, aynı zamanda
Avrupamerkezciliğine bir saldırıdır.

Avrupamerkezci söylem karışık, çelişkili ve tarihsel olarak dengesizdir ve bu söylem Orta Asya ve Mezopotamya’dan başlayıp, saf, Batılı ve demokratik oldukları düşünülen klasik Greklere; oradan Roma İmparatorluğu’na ve nihayetinde Avrupa’nın ve Amerika’nın
metropol başkentlerine ulaşan tarihsel bir süreci takip eder. Tarih Kutsal Roma, Kutsal İspanyol, Kutsal İngiltere ve Kutsal Amerika İmparatorluklarının sınırları içine sığdırılmıştır. Değişimin yegane gücü Avrupa’dır: Demokrasi, sınıfsal toplum, feodalizm, kapitalizm,
sanayi devrimi vs. Böylece Avrupamerkezcilik, Batı’nın fıtri olarak demokratik kurumlar yoluyla ‘ilerlemeci’ tavrının altını çizer. Avrupamerkezcilik görünür, Batı demokrasisinin zaafiyetlerini örter ve Batı’nın kendi dışındaki demokrasileri harap etmedeki rolünü gizler, onları
devre dışı bırakır. Avrupamerkezcilik, Batı’nın zulmünü "istisnai" veya "tesadüfi" olarak göstermeye çalışır. Batı sömürgeciliği ve köle ticareti emperyalizmin kaynağı olarak görülmez.

Avrupamerkezcilik -Avrupalı olmayanların kazanımlarını kendine mal edip kendi özünde birleştirerek- kendi kültürel antropolojisini yükseltir. Sonuç olarak, Avrupamerkezcilik, Batı kaynaklı dünyanın merkezi ve dünyanın gölgesinde kalan diğer yerlere ontolojik
gerçeklik sağlayan tek -paradigmatik- çerçevedir: Resim sanatındaki Rönesans perspektifi gibi, dünya ayrıcalıklı tek noktadan canlandırılır, Tanrısal bir lütuf gibi görülen Batı düşüncesi haritalarda Avrupa’yı büyülterek, Afrika’yı ise küçülterek çizer.
Avrupamerkezcilik dünyayı "Batı ve Dışında Kalanlar" (West and the Rest) olarak ikiye ayırırken, gündelik dili de Avrupa’ya dalkavukluk yapacak ikici karşıtlıklara böler: Bizim milletimiz-onların kavimleri; bizim dinlerimiz-onların batıl inançları; bizim kültürümüz-onların
folklorü; bizim savunmamız-onların terörü gibi.

Avrupamerkezcilik, Asya’nın büyük bir bölümünü içine alacak şekilde Afrika ve Amerika’da Avrupalı güçler tarafından oluşturulmuş bir güçtür. Sömürgecilik Avrupalılardan önce Yunan, Roma, Aztekler ve İnkalar tarafından da uygulandı. Çoğu millet komşu
bölgelerini sıkça işgal etmesine rağmen, Avrupa sömürgeciliğinin farkı, onun dünya ölçeğindeki boyutu, kiliseyle olan sıkı münasebeti, zorba şekli, dünyayı hakikat ve gücün tek "evrensel" rejimine boyun eğdirmeye çalışmasıdır. Avrupamerkezcilik aslında küreselleşen
ırk-merkezciliğidir. Sömürgeci, emperyalist ve faşist mantığı destek alan Avrupamerkezcilik, sömürgeciliğin resmi bitişinden sonra bile, çağdaş çalışmalara ve temsillere nüfuz eden bir düşünce biçimi yaratmıştır. Her ne kadar sömürgeci ve Avrupamerkezci mantık içiçe geçmiş
de olsa, her iki kavramın değişik ve farklı vurgulamaları vardır. İlki; sömürgeci uygulamaların masum gösterilmesidir. İkincisi sömürgeci güç ilişkilerinin normalleşmesi ve bu ilişkilerin dışında kalanlarının ise şeytanileştirilerek, Avrupa’nın kendini onlara tahammül
eden şeklinde göstermesidir. Avrupa kendini erdemli, bilimsel, ilerlemeci ve hümanistik çerçevede tanımlarken, ötekilerini kusurlarıyla algılama yoluna gider ve böylece kendi tarihini sıhhileştirir.

Tabii olarak, Avrupamerkezciliğe yapılan eleştiriler Avrupalı bireylere değil, Avrupa’nın kendi içinde ve dışında ürettiği "ötekine" yönelik tarihsel baskısı üzerinedir. Bazı teorisyenlerin iddia ettiği gibi, ne Üçüncü Dünya ülke insanların fıtri
bir erdeme ve cömertliğe sahiptir; ne de Avrupalılar doğuştan soykırımcıdır.

Avrupamerkezcilik bazen ‘ırkçı’ kelimesiyle eş anlamlı kullanılır. Her ne kadar bu iki kavram birbirlerine bağlı olsa da hiçbir şekilde eşit değildir, zira Avrupamerkezcilik Birinci ve İkinci Dünya insanlarının çoğunun, Üçüncü Dünya insanlarının ve
hatta Dördüncü Dünya insanlarının okullarda ve medyalardan öğrendiği şekliyle "normal" bir görüştür. Normalleştirme sürecinde bireyler bilinçli ve pratikte ırkçılık karşıtı olmalarına rağmen, Avrupamerkezci de olabilirler.

Avrupamerkezcilik genetik bir miras olmayıp, tarih boyunca oluşmuş bir düşünce türüdür: Avrupalı olmayanların Avrupamerkezci olabilecekleri gibi Avrupalılar da Avrupamerkezcilik karşıtı olabilirler. Avrupa her zaman kendi eleştirisini yapmıştır. Günümüz
yeni-muhafazakarları tarafından itibar edilen önemli Avrupalı kültür aydınları, ne tuhaftır ki, Avrupa sömürgeciliğini eleştirmektedir. Yeni muhafazakarların prototipi Samuel Johnson, 1759’da şöyle diyordu: "Avrupalılar hiçbir kıyıya ayak basmadılar ki, orada olay çıkartıp
hırslarını tatmin etmemiş olsunlar, yani tahrik eden olmamasına rağmen, zalimce, haksızca hakimiyetlerini ilan ettiler." Hatta kapitalizmin azizlerinden Adam Smith’de 1776’da Wealth of Nations adlı eserinde, Amerikanın keşfinden elde edilen kazançların battığını ve sebep
oldukları korkunç felaketlerde kazancın kaybolduğunu yazmıştır. Şimdilerde de aynı hususlar üzerinde duran çağdaş çokkültürcüler "Avrupa’ya saldırmakla suçlanmaktadırlar ya da bu eleştiriler evrilip çevrilerek Avrupa narsizmine bir övgü haline dönüştürülmektedir:
"Evet, Avrupa bütün bu zalimliği yapmıştır, fakat yine de Avrupa’dan başka hiç kimse kendini eleştirme faziletine sahip değildir."

Çokkültürcülük kelimesi bir şekilde önemini yitirebilir; ancak egemenlik hakkının tanınmasında olduğu gibi işaret ettiği daha diplerdeki "büyük sismik" hareketle küresel kültürün dekolonizasyonu ile tartışmalarını sürdürecektir. Çokkültürcülük
kavramı doğal olarak farklı yorumlara ve farklı politik güç alanlarına konu olabilir. Kavram kolayca bambaşka bir şekle dönüşebilir. Ticari ve ideolojik sebeplerle etnik "ayın renklerini" kullanan "United Colors of Benetton"un reklamlarındaki çoğulluğu gösteren
bir kavram olarak da algılanabilir. Oysa çokkültürcülük, dünya tarihine ve çağdaş sosyal hayata, insanların zeka, sınıf ve haklar yönünden ve radikal eşitlikleri perspektifinden bakabilmektir. Çokkültürcülük, temsiliyeti sadece kültürel ve sanat bağlamında dekolonize etmekle
kalmaz aynı zamanda cemiyetler arasındaki güç ilişkilerini hesaba katar.

Yeni muhafazakarlar, toplumları Balkanlaştırdıkları (Balcanization) iddiasıyla, çokkültürcüleri, insanları biraraya getirmekten çok böldükleri düşüncesiyle eleştirirler.

Radikal bir çokkültürcü, ‘kültürel gruplar arasındaki güç ilişkilerinin detaylı bir şekilde yeniden inşası’ düşüncesini öne sürer ve gettolaşma mantığını reddederek, bazı grupların ‘küçük’, bazılarının ‘büyük’ ya da ‘orta’ şeklinde anılmasına
karşı çıkar.

Bu yüzden doğuşunda kölelik, fetihler ile lekelenen liberal çoğulculuk, çokmerkezli çokkültürlülük arasında ayırım yapma zarureti ortaya çıkar. Çokmerkezlilik (polycentricism), çokkültürcülük kavramını küreselleştirir. Çokmerkezli görüş dahilinde
dünyanın bir çok dinamik kültürel merkeze sahip olduğu kabul edilir. Çokmerkezlilikteki vurgu, sadece mekana değil, aynı zamanda güç, enerji ve kavga merkezlerine aittir. Çokmerkezlilik içindeki ‘çok’ kelimesi merkezlerin bir’den fazlalığını ifade etmek yerine, farklılıkların
ilişkilendirilebilirlik ve bağlantılandırılabilirliklerini ifade eder. Dünya üzerinde hiçbir yer ya da grup ekonomik ve politik gücü ne olursa olsun epistemolojik bir üstünlüğe sahip değildir.

Çokmerkezli çokkültürcülük, ilkin liberal-çoğulcu özgürlük, hoşgörü, yardım gibi ahlaki ilkelerden ziyade, çokmerkezci çokkültürcü dünya kültür tarihini ve sosyal güç ile olan ilişkisini inceler. İkinci olarak, çokmerkezli çokkültürcülüğün
alanı ‘temsil edilemeyenler, marjinaller ve bastırılmışlar’dır. Üçüncü olarak, çokmerkezci çokkültürcülük azınlıkları, çekirdeğe "ilave edilecek" parçalar olarak değil, onları paylaşan, tarihi üreten aktif üyeler olarak görür. Dördüncü olarak, çokmerkezli
çokkültürcülük değişmez, sabit kimlik kavramını reddeder; kimlikler çoklu, tarihsel ve değişimlerin birer ürünü olarak görülür. Beşinci olarak, çokmerkezli çokkültürcülük dar kimlik siyasetlerinin ötesine geçer ve paylaşılan sosyal istekleri de içine alır. Altıncı
olarak, çokmerkezli çokkültürlülük karşılıklı ve diyalojiktir; sözlü ve kültürel mübadele yalnız belli sınırlar içindeki bireyler ya da kültürler arasında değil, karşılıklı, birbirine nüfuz eden, değişen bireyler arasındadır.

Postmodern çağımızdaki tüm politik tartışmalar zorunlu olarak kitle kültürünün hayali gerçekliğinden geçtiği için, medya çokkültürcülük alanındaki herhangi bir tartışmanın odak noktasıdır. Kimliği şekillendiren, çağdaş medyadır. Medya uzak
insanlar arasındaki birlikteliği sağlayarak grupların imajlaştırılmasını "mekansızlaştırır." Medya, seyircileri ve tüketicileri, kendi kendine eğlenen monadlara dönüştürerek cemiyete ve alternatif oluşumlara biçim verir. Hangi türden ve ne gibi hikaye ve gösteri
stratejileri Avrupamerkezci perspektifleri ön plana çıkardı? Bu perspektifler nasıl ifsat edildi ve sorgulandı? Burada amaç sadece hakim medyaya çokkültürcü gözle bakmak değil, aynı zamanda tartışmayı diğer gelenekler, sinema ve sesli-görsel formlara taşıyarak merkezi büyütmektir.
Böylesi bir yaklaşım Avrupamerkezciliğin eleştirisinin dialektik etkisini ve çokkültürcülüğün desteklenmesini içerir. Bir taraftan, kötü salgın bir alışkanlık olarak kitle medyası kültürü ve o kültür üzerindeki yansımalar tarafından beslenen Avrupamerkezciliğin peşinen
kabul edilen kalitesini ortadan kaldırmayı hedefler; diğer taraftan da, medyadaki diğer çağdaş, politik ve estetik alternatifleri gün ışığına çıkarmayı amaçlar.

Emperyal Medya:

Tarzan’dan Körfez Savaşına

Sessiz dönemin en verimli film üretici ülkeleri -İngiltere, Birleşik Devletler, Almanya- aynı zamanda lider emperyalist devletlerdi. Sinema, emperyal projelerin heyecanının elit sınıflardan popüler sınıflara kaydığı noktada ortaya çıktı ve "sınıflar
arası çatışmaları" sona erdirmek ve sınıfsal ayrılıkları ulusal ve ırksal birliklere dönüştürmede kullanıldı. Sinema, Hindistan için Kipling, Afrika için Rider Haggard, Edgar Wallace ve Edgar Rice Burroughs gibi kolonyalist yazarların eserlerini uyarladı. Sinema, kültür dünyasına
okuyucuların Livingston’un Missionary Travels (1857) Edgar Wallace’un "Sanders of the River" hikayeleri ve Rider Haggard’ın King Solomon’s Mines (1885), In the Darkest Africa (1890) gibi kitapları silip süpürdükleri bir anda girdi. İngiliz gençlere Scouting for Boys (1908) gibi
kitaplarla emperyal düşünceler aşılanıyordu. İzciliğin pratik hayatta kalma eğitimi, sömürgeci macera başlangıçları ile karıştırılarak gençleri gelecek dünyanın onların omuzlarında olduğuna inanan emperyal bir ırka dönüştürüyordu. Kızlar yuva yapıcılar olarak eğitiliyordu.
Macera filmleri ve sinemaya gitme "macerası" beyaz Avrupalı erkeğe kendini ispat etme oyununun sahasını sundu.

Baskın Avrupa/Amerika sinema formu, egemen sömürge düşüncesini miras bırakmak ve yaymakla kalmadı, aynı zamanda Asya, Afrika ve Amerika’da film dağıtımında da güçlü bir tekel kurdu. Avrupalı emperyal sinema, tarihi sadece yerel izleyiciler için değil, tüm dünya
için şekillendirdi. Avrupalı izleyici için, sinema milliyet ve imparatorluk aidiyetinin gururlu hissini oluşturdu. Afrikalı izleyiciler, örneğin, Cecil Rhodes ve Stanley Livingstone’u kendilerine karşı olmasına rağmen, tanımaya zorlandılar. Sömürge altındaki Afrikalı ve Asyalıların
sahip olduğu sinemalarda izledikleri ve sömürge konusunda bir tür seyirci şizofreni oluşturan Hollywood ve Avrupa filmleri, Avrupa’nın bir tür ideal ego olmasına hizmet ederken, bir taraftan da tepkisel oluşumlara sebebiyet veren bir durum yarattı. Sömürge karşıtı ve postsömürge düşüncesinde
yer alan ana kişiler, ilginçtir ki, sömürge izleyicilerine döndüler. Martiniquian devrimi teorisyeni Frantz Fanon, Etyopya-Amerikan film yapımcısı Haile Gerima ve Filistin-Amerikan kültür eleştirmeni Edward Said kolay etkilendikleri gençlik yıllarında Tarzan’ın etkisinde kaldılar.

Romanların aksine, sinema ‘doğrudan bakış’ın yeni ve güçlü düzeneğini oluşturdu. İnsan algısını suni olarak arttırdı. Algılanabilir her şey hayal edilmeye başlandı. Geçmişi şimdiye, uzağı yakına taşıyarak sinema, ‘görsel bakışı’ büyülttü ve
hareketli hale getirdi. İzleyiciye, farklı kültürlerdeki imajlanmış ötekiler arasında bağlantılar kurdurttu. Düzeneğin içinde emperyalizm olmamasına rağmen, emperyal gücün içeriği bu düzeneğin kullanıldığı yerleri kaçınılmaz olarak belirledi.

Bu yüzyılın bir kaç on yılında törenle göreve gelen sömürge/emperyal paradigma emperyal çağın bitiminde de ölmedi. Reagan-Bush döneminde, hakim sinema emperyal/sınır anlatımının nimetlerini yeniden keşfetti. Westernlerin sözlü anlatımına dönüldü
fakat bu sefer konu edilen insanlar Amerika yerlileri değil, Kübalılar, Sovyetler ve Nikaragualılardı. 1980 ve 1990’lar emperyal dönemin bitişinin şahitliğini yapan onlu yıllar oldu.

Daha sıkça, sömürge imajı mizah ve parodi türü altında yeniden pazarlandı. Yani emperyal bitişin açık sonlarına gelindiği anda, Hollywood "emperyal fetihlerin ve hakimiyetin, güç ve hareketin büyüsünün, imparatorluğun uzak bölgelerindeki egzotik hayatın"
filmlerini çevirerek emperyal romantizmi yeniden diriltti. Bush ve Reagan dönemi için Rider Haggard ve Kipling’in yeniden kullandığı "The Indiana Jones" serileri macera ruhunu sinsi cazibe ile yeniden ortaya çıkardı. Hatta filmlerin ergenlik nitelikleri emperyal dönemin çocukları
için macera hikayelerindeki buluğ enerjilerini çağrıştırmaktaydı. 1930’larda, emperyal filmin altın çağında, çizgi roman gibi seri yayınlar arkeoloji profesörlerinin sömürge topraklarındaki özel eşyaları bilim ve tekamül için sömürge dünya üzerine kuruluydu.
"Indy" ancak ontolojik olarak yozlaşmış ve Batı’nın kurtarıcı elini bekleyen sömürgelerde kolayca işler çevirebiliyordu. Diziler, herhangi bir sömürge karşıtı tepki olmayan, karşı çıkılmaz bir imparatorluk fikrine dayanıyordu. Indiana Jones’un dünyasında, Üçüncü
Dünya ülke kültürleri, oryantalistlerden alınma özet bilgilere dayanıyordu: Hindistan, Hegelci tanımdaki gibi rüyasal spiritüalizmle; Şangay ise gonglar ve insanlar tarafından çekilen arabalarla resmediliyordu. Üçüncü Dünya ülke toprakları macera rüyalarının malzemesi haline
getiriliyordu. Klasik bölme operasyonuyla, Üçüncü Dünya şeytanlaştırılıp çocuklaştırılıyordu; Batılı olmayan yetişkin karakterler kötü (Mola Ram, Chatter Lal, Lao Che), çocuklar ise (Short Round ve Little Maharaj) istekli, temiz ve pro-Batı idiler. Westernlerden kalma kurbanı
suçlama paradigması küreselleştirildi; nedeni ise Batı’nın vahşi Doğu tarafından tehdit edilmesiydi.

Aynı paradigma Körfez Savaşı’nda da yeniden kullanıldı. Bu savaşın "popülaritesi"nin zemini uzunca bir zincirle hazırlanmıştı: İslam karşıtı haçlı hikayeleri, esaret anlatımları, emperyal macera hikayeleri, Batı’nın "açık askeri
kaderi" ve daha yakın Star Wars (1977), Rambo serileri (1982, 1985, 1988) ve Top Gun (1988) gibi askeri filmler. Körfez Savaşı bir makro eğlence olarak sunuldu: Başlangıcı (Desert Shield), arada (Desert Sword) ve sonu (Desert Storm) ve bunların hepsi bir kurgu telos olan "Yeni Dünya
Düzeni" tarafından sarılmıştı.

Alternatif Tarihler

Avrupamerkezci tarihçiliğinin karşısında, Üçüncü Dünya ve azınlık film yapımcıları kendi tarihlerini yeniden yazmış, imajlarını kontrol edip kendi seslerini yükseltmişlerdi. Onların filmleri Avrupalıların "yalanları"nın yerine asıl "gerçekleri"
koymakla kalmamış, aynı zamanda sömürgecilik karşıtı bir perspektif içinde geçmişin olaylarını yeniden savlayıp vurgulayarak karşıt savlar ve anlatımlar oluşturdular. Bu yeniden yazma çift taraflı idi; yeniden inşa edilen geçmiş farklı bir şimdi oluşturuyordu.

Bu yeniden inşanın en güzel örneği Colombus ile ilgili eleştirel filmlerdedir. Colomb tartışması önemlidir, zira, sözde keşif seferleri modernliğin ve Avrupa’nın sömürgeci ilerlemesinin küresel bir boyut kazanmasının başlangıcıdır. Birçok revizyonist
tarihçiye göre 1492 yılında olan gelişmeler, Avrupa’ya Asya ve Afrika’daki rakiplerine karşı sistematik bir avantaj sağlamıştır. 1492 öncesinde, J. M. Blout’a göre modernleşmeye doğru hareketler Avrupa, Asya ve Afrika’nın değişik noktalarında ilerliyordu. 1492’den sonra Yeni Dünya’dan
gelen büyük servet, Amerika ve Afrika yerlilerinin köleleştirilmesinden elde edilen işgücü, Amerika’da açılan yeni pazarlar sayesinde Avrupa kapitalist ve sömürgeci dev olma aşamasında "eşik noktasını" yakaladı. Colomb’un hikayesi, sadece onun, tarihteki sömürgeciliğin
doğuş figürü olmasından değil, bu hikayenin sömürgeci paradigma için idealize edilmesinden dolayı da Avrupamerkezcilik için elzemdir. Colomb’un hikayesi sadece "keşfi" ve "Yeni Dünya"yı tanıştırdığı için değil, tarih bilincini de sunduğu için Kuzey
Amerika’da yaşayan bir çok çocuk için totemiktir. Bir çok okulda okutulan ders kitaplarında Colomb yakışıklı, dindar, lider, yürekli olarak resmedilir. Genç öğrenciler, çocukluk hayallerine ve özlemlerine onu koymaya ikna edildi ve bazen dost bazen düşman olarak tanıtılan Yeni Dünyanın
ötekileriyle böyle tanıştırıldı.

1992 yılındaki Colombus tartışması sadece gazetelerde ve akademik çevrelerde yer almadı, aynı zamanda görsel ve popüler kültürde de yerini buldu. Bu dönem sadece iki tane dev Hollywood super prodüksiyonu oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda Surviving Colombus
(1990), Columbus on Trial (1992), The Columbus Invasion (1992), Colombus did not Discover Us (1991) gibi anti-sömürgeci başlıklı filmlerde de yerini buldu. Colomb’a atfedilen filmler, Colombus öncesi hakkındaki ders kitaplarının pedagojik işlevini arttırdı. Aslında, bu tür filmler
Colombus’un temsili hakkında çok büyük etki gösterdi, yani bir çok tartışma ve protestodan daha çok sömürge tarihi hakkındaki algılamalar üzerinde etkili oldu. Bu bağlamda, 1949’da İngilizler tarafından çevrilen bir David McDonald filmi olan Christopher Columbus’la Salkind yapımı
olan Columbus: The Discovery arasında pek az farkın olduğu ortaya çıktı. Yaklaşık bu iki film arasında yarım yüzyıl olmasına rağmen Colombus’un mükemmelleştirilmesi görsel olarak aynı idi. İki filmde de Colombus, Hıristiyan inancının ve modernitenin tecessütü, batıl inançların,
cehaletin ve kıskançlığın karşısında savaşan adam olarak resmedilmişti. İki film de "Christopher Columbus dünya yuvarlak dediğinde herkes gülmüştü," oysa ki, o zamanda iyi eğitilmiş bir çok Avrupalı (ve Araplar) dünyanın yuvarlak olduğunu zaten biliyorlardı.

Başlangıçtan itibaren Colombus, bürokrasisinin üstesinden gelen bireysel gücün kişileştirilmesi olarak resmedilir. Colombus, -ilkel düşünceyi belirleyen deniz kızları, yamyamlar, şeytanlar yok sayılarak- modernitenin ve rasyonalitenin sesi olarak gösterilir. Bu
role yakışıklı bir aktör George Corraface seçilerek seyirciyle özdeşleştirmesi sağlanır. Bir noktada, Colombus Yahudi bir çocuğu odacı yaparak anti-semitik İspanya’dan kaçış bileti verir. Bu arada, yerliler beyazları tanrılar olarak düşündüren bu şahitlik karşısında
susarlar.

Ridley Scout’un 1492: The Conquest of Paradise filminde Colombus-Gerard Depardeau’nun yüksek sesi, dalkavuk eşrafı tavrı ve çok dokunaklı müzik ile inancın, bilimin ve modernitenin sesi olarak resmedilir. Onu üstünlük noktasına doğru çekerken film müziği çifte
bir perspektif sunar; kilise müziği tonlu koro müzikleri Colombus için sempati yaratırken, müzikte aniden değişen ahenk, yerlilerden korkmak için bilinçaltına bir işaret verir. Aslında, bazı seviyelerde, film yerli kültürüne saygı göstermiştir, yerliler kendi dillerini konuşup,
Colombus’un dil konusundaki başarısızlığından şikayet etmişlerdir. Yerli bir şamanın Avrupalı bir hastayı iyileştirmesi ve filmdeki yerlilerin hep kibar ve saygıdeğer olması bu türden artı noktalardır. Film sanki Colombus ve Bertolome de las Cesas ideolojilerini yaklaştırarak
fethi radikal bir din adamının bilinciyle bağlantılandırır. Revizyonist yeni tarihi filmler fethin ilk yıllarını konu alan sömürge perspektifini tersyüz eder ve göreceleştirir. Bir Meksika filmi olan Cabeza de Vaca (1989), bir İspanyol deniz kazazedesi olan Alvar Nunez Cabeza de
Vaca’nın Florida’dan Teksas’a yürüyüşünü anlatır. Filmin senaryosunun alındığı Alvar Nunez’in Relacia de las Naufrogious, fethi halihazırda başarısızlık olarak görmekteydi. Nunez İspanyolları zayıf, kontrolünü kaybeden, ağlayan ve yardıma muhtaçlar olarak resmeder. Normalde
yamyamlık Avrupa fatihlerini doğrularken, burada birbirlerini yiyen İspanyollar ve onları dehşet içinde izleyen yerliler vardı. Film, yerlileri tam anlamıyla medeni olarak görmekte aciz kalsa da, Avrupa dini misyonerliğinin karanlık yüzünü ve yerlileri değil de fatihleri gerçek
yamyamlar olarak göstermiştir. Venezuella filmi Jericho, bu arada, dillerine, tarihlerine ve kültürlerine saygı göstererek yerli perspektifleri yansıtıyordu. Jericho’nun hikayesi fethin ilk yıllarında sıkça rastlanan bir olaya -Avrupalının- "yerli olmasına" dayanıyordu.

Jericho 16. yüzyılda gizemli Mar del Sur’u arayan yalnız Fransiskan rahip Santiago hakkındadır. Santiago yerlileri ruhsal olarak fethetmek için yola çıktıysa da, aslında o yerliler tarafından fethedilmiştir. Onlara esir düştüğünde dine, insan vücuduna, dünyaya
ve sosyal hayata dair Avrupalı yaklaşımları sorgular ve sonunda kutsal misyonundan vazgeçer. Bir çok Hollywood filminde "yerliler" gülünç bir İngilizce konuşurken, bu filmde yerliler onun "yerli" dilini konuşmasına gülerler. Bu revizyonist esareti bu kadar yıkıcı
yapan şey, resmi Avrupa’nın korkuyla baktığı yerli kültürü çok çekici bir hale getirmesidir.

Medya-tabanlı pedagoji, aynı zamanda, "azınlıkları" güçlendirebilir. Deneysel bir pedagoji, çokkültürcü düşüncelerin sembolik formlarında somutlaşabilir. Stuart Hall’ın işaret ettiği gibi kültürel kimlik, "olmak/being" yanında
"inkişaf etmek/becoming", geçmişe olduğu kadar geleceğe de bağlı olmak olduğuna göre, çokkültürcü medya çalışmaları, sosyal hayatın gizli özlemlerinin yaşanabileceği bir yetişme alanı, ütopik ve bastırılmış duyguların açıkça söylenebileceği bir laboratuvar
ve toplum fantazilerinin ve hayal edilen birliklerin kurulabileceği mekanı sağlayabilecektir. Bu türden bir medya pedagojisi, "bir çok politik, coğrafi ve ekonomik zarara uğramış insanların kültürel kimliklerini yeniden inşa edip dönüştürmek" yolunu kullanan "yerli
medyası" ile birleşebilecektir. Nasıl ki, tüm dünyadaki insanlar kültürel benliklerine kendi sosyal, politik ve ekonomik çıkarlarını koruyarak sahip oldularsa, çokkültürcü medya faaliyeti ve pedagojisi tehdit altındaki kimlikleri koruyabilir, kolektif insan kapasitesini geliştirebilecek
yeni kimlikler yaratabilir.

Çokkültürcülük tarafından ima edilen çoğul kültürler daha önce karşılıklı eşitlik ve saygınlık içinde yer almadığından, sürekli ve kararlı bir çokkültürcülük acı, öfke ve dargınlık gibi -bilinen- gerçeklikleri tanımak zorundadır. Çokkültürcülük
sadece küçük farkları değil, büyük uçurumları hatta uzlaştırılamaz olanları bile tanımalıdır. Çokkültürcülük ve Avrupamerkezciliğin eleştirisi ayrılamaz kavramlardır, zira bunlar birbirinden ayrıldığında her ikisi de zayıf ve tutarsız duruma düşmektedir.

* Robert Stam and Ella Shohat; Contested Histories: Eurocentrism, Multiculturalism and the Media, Multiculturalism, A Critical Reader, Ed. By. David Theo Goldberg, Blackwell, Oxford, 1995, ss. 296-325.