“Küre-i Arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta’dili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah’ın lütfuna
mazhar olanlara müyesser olur.”
Bediüzzaman Said Nursi

‘Yeni Dünya Düzeni’nden Küreselleşmeye

Soğuk savaş döneminin hemen ardından "yeni dünya düzeni" adı verilen bir terim ortaya çıktı. Bu, aynı zamanda dünyanın yeni bir döneme girdiğini ve bu dönemin yönlendirici unsurunun "bilgi ve teknoloji" olduğunu ifade ediyordu. Bu tanım,
18. yüzyıla kadar tarıma ve daha sonra da sanayiye dayanan uygarlık yapısından, siyaset biliminde "üçüncü dalga" olarak tanımlanan, bilgi uygarlığına geçildiği anlamına geliyordu. Bütün bunlar gerçekleşirken, düzeni tanımlamaya yönelik teşhisler de ortaya çıkmaya
başlamıştı.

Francis Fukuyama "tarihin sonu" teziyle, iki kutuplu dünya sistemindeki ideolojik çatışmaların bittiğini, artık dünya için tek geçerli modelin liberal demokrasi olduğunu savunuyordu. Buna karşılık Samuel Huntington da ideolojilerin çatışmasının
bittiğini ama gelecekte "medeniyetler çatışması"nın olacağını iddia ediyordu. Batı medeniyetini esas alan Huntington, karşısında rakip olarak da İslam medeniyetini görüyordu.

Aynı dönemde, 1992 yılında Rio’da bir çevre zirvesi yapıldı. Dünya tarihinde bir dönüm noktası sayılabilecek olan bu zirve aynı zamanda o tarihe kadar yapılanlar arasında en yüksek katılımın gerçekleştiği bir buluşmaydı. Toplantının ana teması tükenen
doğal kaynakların, korunmasındaki tedbirler ve çevre kirliliği idi. "Küreselleşme" tanımının ilk defa kullanıldığı ortam burasıydı. Hemen ardından 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütünün kurulması, ekonomik faaliyetlerin de küreselleşme kapsamına alınmasına
vesile oldu. Bu yeni gelişme, daha önceleri dünyayı doğu-batı veya kuzey-güney ekseninde bölen siyasi düşünceye yeni bir bakış açısı belirledi. Böylece zengin-fakir ülkeler ayrımı ortaya çıktı. Zenginliğin ve sefaletin yan yana olmasının getirdiği çelişki ile birlikte, küreselleşmenin
yanında veya karşısında olma durumu ortaya çıktı. Her ne kadar küreselleşme ile birlikte bilimin, teknolojinin ve iletişimin getirdiği yenilikler insanlığa fayda getirse de, refah seviyeleri ile siyasal ve sosyal statüler arasında oluşan eşitsizlikler, ister istemez küreselleşmeye
karşı oluşan kuşkuların protestolara dönüşmesine sebep oldu. Bu durum bazı çevrelerde bir merkezden yayılan kültürel etkilere karşı bir savunmayı da beraberinde getirdi.

Küreselleşmeyle Değişen Dengeler

21. yüzyılla birlikte dünyada iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda dengeler hızla değişiyor. Bunun sonucunda bazı ortak değerler yerel ve milli sınırları aşarak dünya çapında yayılıyor ve kabul görüyor. Yeni yüzyıla hızlı bir şekilde giren dünya,
özellikle 2001 yılının ikinci yarısında yaşanan gelişmelerle birlikte, farklı ittifaklara sahne oluyor.

Bugün pek çok ülke başta iktisadi olmak üzere bir çok alanda birbirleriyle ittifak yapma eğilimleri içerisindeler. Siyasi alanda eski otoriter ve totaliter rejimlerin yerini artık demokratik yönetimlere bıraktığı dikkat çekiyor. Sosyalizmin çöküşü ile
birlikte askeri alanda ittifak konusu daha farklı bir boyut kazanmış durumda. Artık dünya iki kutuplu değil. Bu nedenle askeri ittifaklar karşılıklı silahlanma ve güç gösterisi şeklinde değildir ve artık dünya tek kutuplu bir özellik taşımaktadır. Ekonomik alanda ise ülkeler
arasında bölgesel entegrasyon hareketleri her geçen gün daha da önem kazanmaktadır. Bugün üç ayrı kıtada bölgesel ticaret blokları oluşmaktadır. Bir taraftan dünyada küreselleşme ile ticari sınırlar kalkarken, diğer taraftan bölgeselleşme ile dünya coğrafyasında
"kutuplaşma" oluşmaktadır.

Bu sistem içerisinde ABD büyük role sahip olmasına rağmen, artık tek güç olma özelliğini yitirmiş gibidir. Uzakdoğu ve Asya’daki gelişmeler Atlantik eksenli dünya sisteminin, Pasifik eksenli ve çok aktörlü bir dünya sistemi haline dönüşmesine neden olmuştur.
Yani dengeler Atlantik’ten Pasifik’e doğru kayarken, ekonomik, siyasi ve kültürel hakimiyet, iki büyük ülkenin elinden çıkmış ve diğer ülkelerin de rol alabileceği bir hale gelmiştir.

Küreselleşme, sınırların kalktığı ve mesafelerin öneminin kalmadığı bir dünyayı işaret ediyor. Daha da önemlisi bu aslında yeni bir olgu değil; binlerce yıldır, seyahatler, ticaret, göçler ve kültürlerin yayılmasıyla devam ediyor. Günümüzdeki tek
fark, küreselleşmenin yayıldığı merkezlerin ve yayılma hızının değişmesi. Bugün özellikle bilgi ve teknoloji Batı’dan yayılıyorken, beş yüzyıl önce bunun öncülüğünü Osmanlı merkezli medeniyet anlayışı yapıyordu. Hatta bin yıl önce de, Batı medeniyeti, Çin
medeniyetinin geliştirdiği bilim ve teknolojiyi anlamaya çalışıyordu. Bu sebeple küreselleşmeyi Batılılaşma saymak yanlış ve eksik bir tanımlama olacaktır.

Şüphesiz, bu tarz bir yaklaşım beraberinde birtakım belirsizlikleri ve olumsuzlukları da getirecektir.

Batı Medeniyetini İhraç Tezleri

Fukuyama ve Huntington gibi teorisyenler, olayları farklı açılardan ele alıyor gibi gözükseler de, aslında birbirlerini tamamlayan görüşler ortaya koyuyorlar. Kendi bulundukları konumu merkez alarak önerdikleri siyaset anlayışı küreselleşme ifadesiyle birleştiğinde,
dünyanın fakir olan büyük çoğunluğunun zengin olan ve kaynakları elinde tutan bir azınlık tarafından yönlendirilmesi anlamını taşıyor. Bunu yaparlarken de, kendi medeniyetlerini küresel sistemin merkezi sayarak, ekonomik, siyasi, kültürel ve bilimsel bütün gelişmelerin bu
merkezden dünyanın geri kalanına yayılacağını savunuyorlar. Hatta daha da ileri giderek bu yeni düzende dünyanın geri kalan kısmına hiçbir şekilde söz hakkı tanımıyorlar. Bu tarz düşünürlerin bakış açısından bakıldığında, küreselleşme kavramı, geçmişten gelen bir
anlayışla dünyanın çok büyük bir kısmının batı medeniyeti tarafından yönetilmesi, ama aynı zamanda batı medeniyeti dışındakilerin yok sayılarak onlara hiçbir söz hakkı tanınmaması anlamına geliyor.

İnsanlığı, intikam ve kin duygularıyla çatışmalara sürüklemek isteyen benzer zihniyetlere, büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi, medeniyetlerin buluşması ve medeniyetler arası ilişkilerin gerekliliğine şöyle işaret ediyordu:

"Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir."1

11 Eylül’de gerçekleşen terör olayının, bir takım kimselerce daha önceden iddia edilen "medeniyetler çatışması" senaryosuna delil olarak gösterilmeye çalışılması rastlantı değil. Bunu yaparlarken çok büyük bir yanılgıya düştükleri ortada.

Medeniyetlerin çatışmasını körüklemek yerine, medeniyetlerin birbirini anlama ve kucaklama zemininin oluşmasını sağlamak gerekir. Bunu temin edecek diyalog ortamlarının oluşmasına katkı sağlayacak üç önemli prensibi, Bediüzzaman’ın insanlığa şu
tavsiyelerinde bulabiliriz:

Birincisi, insanların gerçeğe inanma ve gerçeği araştırma eğilimlerinin artması, ikincisi insaf ve üçüncüsü de insani muhabbet ve şefkattir.2

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma yıllarına kadar dünyanın bütün birikiminin İslam medeniyetinin etrafında gerçekleştiği herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Osmanlı, devlet, siyasi ve ekonomik gücünü, içinde barındırdığı etnik ve dini farklılıklara
sahip toplulukların barış ve huzur içinde yaşamasından alıyordu. Barış ve huzuru sağlayan ise İslam dininin getirdiği hoşgörü idi. Bu hoşgörü, Müslüman toplumların uzun süreli devletler kurmalarında en etkili unsur olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, Kur’an ahlakının
getirdiği hoşgörü ortamının olmadığı medeniyetlerin ne denli kalıcı olacakları şüphe götürmektedir.

Küreselleşme son yıllarda tüm dünya genelinde olduğu gibi, İslam ülkelerinde de en çok gündem oluşturan konulardan biri. Nitekim, bu ülkelerde küreselleşmeyi konu alan yazılarda, bu önüne geçilemeyen belirsizliklerin hem olumlu hem de olumsuz yönleri üzerinde
durulmakta ve Müslümanların bu konuya bakış açılarının nasıl olması gerektiği vurgulanmaktadır.

Küreselleşmenin Medeniyetlerin Barışına Katkısı Olabilir mi?

Küreselleşmeyi, bilimsel, teknolojik, iletişimsel, ekonomik, dini ve kültürel başta olmak üzere pek çok açıdan incelemek mümkün. Çünkü küreselleşme tüm bunları içinde barındırıyor. Farklı kültür ve dillerin birbirlerini etkilemesi, bazılarının baskın
gelip bazılarının ise yok olması, her ülkenin kendine ait kültürel kimliğinin yavaş yavaş ortadan kaybolması, küreselleşmenin ekonomik açıdan getireceği olumsuzluklar gibi, önümüzde duran tablonun çok farklı yönleri var.

Bütün bunları incelerken birçok insan dünya düzeninin nasıl bir şekil alacağı konusunda yanılmakta. Ekonomik ilişkilerin giderek dünya üzerinde en önemli değer halini alacağı ve insanlar arası ilişkileri bu tarz bir düşüncenin yönlendireceği endişesi,
bu yanılgının temelini oluşturmakta. Bu tahlili yapanlar "ticaretin kültürden önce geldiği" tezinden yola çıkarak ideal toplumları tanımlarken hataya düşmüş durumdalar.

Tarihe dönüp baktığımızda görürüz ki, kültürel ilişkiler, dünya düzeninin şekillenmesinde, her zaman ekonomik ilişkilerden öncelikli olmuştur. Dünyayı ticari açıdan birbirine bağlayabilmek için, önce kültürleri kabul etmek ve bunları paylaşabilmeyi
öğrenebilmek gerekir. Gerçekten de ister siyasi ya da ister ekonomik açıdan en büyük ve en güçlü medeniyetler, sahip oldukları kuvveti manevi değerlerinden almışlardır. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, Avrupa’nın içine düştüğü en karanlık dönemlerde, İspanya’da
kurulan Müslüman Endülüs Devleti, bütün hak dinleri bünyesinde barındırarak, hem çağdaşı olan devletlere hoşgörü ve adaletin öncülüğünü yapmış, hem de ortaya çıkan kültür mozaiği sayesinde bilimde, ekonomide ve sanatta döneminin dinamiği halini almıştır.

Sonraki dönemlerde kurulan Osmanlı İmparatorluğu örneğinde ise bu anlayış en ileri safhada kendini göstermiştir. Bugün dünya üzerinde oluşturulmak istenen birliklerde ya da sınırların ortadan kalkması örneklerinde olduğu gibi, birçok ideal, en başarılı
şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleştirilmiştir. Gerçekten de Osmanlı örneğinin en belirgin özelliği, Amerika kıtasının büyüklüğüne yakın bir coğrafyanın üzerinde hiçbir sınır olmadan düzen sağlamış olmasıdır. Sınırların olmadığı ve çok farklı etnik
ve dini farklılıkların barındığı bu ortamda Osmanlı yönetimi, bugün de tüm dünyaya örnek olabilecek bir anlayışı miras olarak bırakmıştır.

Bu açıdan düşünüldüğünde görülür ki, Müslüman Türk Milleti, üzerinde yükseldiği değerlerini paylaşmayı ve tüm dünyaya örnek olmayı, geçmişte de birçok defa başarılı şekilde gerçekleştirmiştir.

Küreselleşme İslam Dünyası İçin Ne Vadediyor?

Teknolojinin ilerlemesi ve iletişim araçlarının gelişmesi ile, ülkeler arasında iletişimdeki zaman faktörü neredeyse ortadan kalktı. Günümüzde uydu teknolojisi, internet, kablosuz iletişim, televizyon ve radyo sayesinde artık tek bir mesajın tüm dünyayı dolaşması
birkaç saniye sürüyor.

Bu durum, İslam ülkeleri açısından da çok olumlu bir gelişme. Öncelikle fikirlerin ve düşüncelerin yayılması çok büyük bir hız kazandı. Bugün İslam ahlakının anlatılması, farklı ülkelerde yaşayan Müslümanların birbirleriyle iletişim kurabilmeleri,
yaşanan bir olayın tüm İslam topluluklarına ulaştırılması, bir tepkinin ya da bir talebin kalabalık kitlelerce dile getirilmesi çok daha kolaylaştı. Eskiden aynı ülkede yaşamalarına rağmen birbirlerinden kopuk, iletişimsiz yaşayan Müslüman topluluklar, bugün birlikte çalışabilmekte,
birlikte projeler yürütmekte, çok önemli gelişmelere imza atabilmektedirler. Bu nedenle, yüksek teknolojinin kazandırdığı bu büyük hız, iman edenler için çok büyük bir nimettir ve bu nimetin İslam ahlakının yayılması yolunda çok daha güçlü bir şekilde kullanılması mümkündür.

İletişimin kazandığı hız, Kur’an ahlakının getirdiği güzellikleri, barışı, hoşgörüyü, sevgiyi ve merhameti tüm dünyaya anlatmayı da kolaylaştırmıştır. Farklı kültürlerle, farklı dinlerle hoşgörü çerçevesinde oluşturulacak olan bir diyalog, pek
çok insanın İslam dinini tanımasına vesile olacaktır. Böyle bir iletişimin insanlar arasında manevi bir yakınlaşmaya, aradaki anlaşmazlıkların giderilmesine vesile olacağı açıktır. İnternet başta olmak üzere, yeni iletişim teknolojilerinin dünyanın dört bir yanına dağılmış
olan İslam topluluklarını bir araya getirdiği de göz ardı edilmemelidir. Bu gelişmeler, son yıllarda tüm dünyada görülen İslami uyanışa büyük bir katkıda bulunmaktadır. Bugün internet üzerinde oluşturulan siteler, dünyanın dört bir yanında faaliyet gösteren insanları
biraraya getirmekte, çok güçlü bir bilgi alışverişi gerçekleşmektedir.

İnternet gibi büyük bir teknolojinin getirdiği bir diğer fayda da, her türlü fikre, her türlü görüşe sahip insanın kendi fikrini özgürce ifade edebileceği bir ortamın oluşmuş olmasıdır. Artık dünya üzerindeki birçok Müslüman topluluk, yaşadığı
zorlukları, baskıları ya da uğradığı zulmü özgürce dile getirebilmektedir. Eskiden pek çok insanın varlığından haberdar olmadığı, hatta adını dahi duymadığı ülkelerde yaşayan Müslüman azınlıklar bugün birkaç dakika içinde tüm dünyaya seslerini duyurabilmektedir.

Küreselleşmeyle Ahlak ve Kültür Etkileşimi

Yukarıda da vurguladığımız gibi, önüne geçilemeyen bu küreselleşme süreci akla doğal olarak bazı soru işaretleri getirmektedir. Bunların başında ise yozlaşan batı kültürünün gençler üzerinde meydana getirdiği olumsuz etki gelmektedir.

Geçtiğimiz asrın büyük alimi Bediüzzaman Said Nursi de, yozlaşan kültürüyle Avrupa medeniyetinin çözülmeye doğru yüz tuttuğunu çok önceden farketmiş ve İslam kültürünün gelişmeye başladığını bundan yaklaşık yarım yüzyıl önce şöyle vurgulamıştır:

"Zaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’an’ın zuhura yakın geldiği bir anda, lakaydane ve ihmalkarane bir iş görülmez."3

Bugün küreselleşmenin karşısında yer alan kişilerin en çok üzerinde durdukları konu oluşabilecek dejenerasyon ve yozlaşmadır. Bu tehlikenin önüne iyi bir eğitim ile geçmek mümkündür. İslam’ın getirdiği güzel ahlakla yetiştirilen, Allah’tan korkan,
vicdanlı ve ihlas sahibi gençler, güzel ahlaklı, sağlıklı ve topluma faydalı olarak yetişirler. Çünkü sahip olacakları İslam ahlakı ve güçlü karakter onların bu olumsuzlukların tesiri altına girmelerini engelleyecek, bilakis sahip oldukları üstün değerler, dejenere batı
toplumuna örnek olmalarını sağlayacaktır. Tüm Müslümanların ideali olan ahlak olması itibariyle, Allah Kur’an’da peygamberimizin ahlakını şöyle örnek göstermiştir:

"Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak üzerindesin."4

Günümüzde, ahlaki ve manevi değerlerden uzaklaşmış, dini kimliklerini yitirmiş olan batılı toplumlarda da yeniden Allah’a imana yöneliş yaşanmaktadır. İslam ahlakının getirdiği hoşgörü, merhamet, fedakarlık, sevgi, şefkat ve dürüstlük gibi kavramlar, Müslüman
olmayan toplumlar üzerinde de hiç şüphesiz çok olumlu bir etki uyandıracaktır.

Bediüzzaman, İslamiyet’in sevgiye dayandığını ve bunun sebebi olan imanın da, sevgiyle birlikte, hem bir milletin kendi toplumunun, hem de tüm insanların mutluluğunu ve manevi canlılığını oluşturacağını şu veciz cümlelerle ifade etmişti:

"Muhabbetin sebepleri, iman, İslamiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nurani, kuvvetli zincirler ve manevi kalelerdir. Muhabbet İslamiyet’in mizacıdır."5

Bu gelişme de, İslam ahlakının güzelliğine ve üstünlüğüne tüm dünyanın şahit olmasına vesile olacaktır. Buna yönelik, Allah, Kur’an’da Müslümanlara şöyle vadetmiştir:

"Ve insanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile."6

Nitekim, dünyada İslam’a ve dolayısıyla Kur’an’a karşı ilgi olağanüstü artmış durumda. Özellikle de bilim ilerledikçe Kur’an’ın mucizeleri bir bir anlaşıldığından, aklın götürdüğü tek doğru, İslam’ın gerçeği, Kur’an’ın kendisi olmaktadır. Bu da
yakın bir gelecekte Kur’an ahlakının dünya üzerinde örnek alınacağına ve yaşanmaya çalışılacağına işaret etmektedir; Bediüzzaman’ın meşhur Şam hutbesinde şöyle işaret ettiği gibi:

"Biz bürhana (delile) tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette, bürhan-ı akliye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecek."7

Küreselleşme, dünyadaki farklı kültürlerin ve inançların birbirleriyle, hiç bir engel ve sınır olmaksızın tanışacakları, diyalog kuracakları bir dönemin habercisidir. Bundan çekinmek, ancak kendisine güveni olmayan kültür ve inançların bir refleksi
olabilir.

Oysa İslam, Allah’ın insanlığa indirdiği son hak dindir ve tüm insanlığı doğru yola davet etmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar küreselleşmekten çekinmek bir yana, bunu İslam’ın hakikatlerinin tüm dünyaya yayılması, insanlığın dar düşünce kalıplarından,
saplantılardan, önyargılardan arınarak, güzel ahlakı yaşaması için bir fırsat olarak görmelidirler. Bu fırsatı değerlendirmek için, İslam’ın hakikatlerini tüm dünyaya gösterecek, insanlığı İslam’a özendirecek bir kültür ortaya koymak şarttır. Şüphesiz, küreselleşmeyle
hızlanan ve her geçen gün daha da sürat kazanan dünya dengeleri içerisinde, Müslümanlar, fikirleriyle, güzel ahlaklarıyla, bilim, sanat ve estetiğe verdikleri değerle tüm insanlığa örnek olacaklardır.

Bu büyük görevi yerine getirmek için, Müslümanlar olarak elbirliğiyle dünya çapında bir kültür hamlesi yapmak gerekiyor. Unutmamak gerekir ki, bunu başarmak için yapılacakların başında da, İslam’ı samimi olarak yaşamak, bizi İslam’la şereflendiren Allah’a
dönüp-yönelmek ve O’nun kitabına, Allah’ın "Kitabı kuvvetle tut"8 ayetinde emrettiği gibi sımsıkı sarılmak gelmektedir.

1. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 33.

2. Hutbe-i Şamiye, s. 29.

3. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 96.

4. Kalem Suresi, 4.

5. Hutbe-i Şamiye, s. 46.

6. Nasr Suresi, 2-3.

7. Hutbe-i Şamiye, 23.

8. Meryem Suresi, 12.