"Bütün dünyayı hesaba katmadan hiçbir şey yapılamaz oldu." Paul Valéry
Bu çalışma küreselleşmenin mahiyeti, küreselleşme ve din, küresel dünyada bir inanç sistemi ve toplumsal olgu olarak İslam konularını ele alacaktır.
Buda, "bir ev yanıyorsa, yapılması gereken şey etrafına oturup onun nasıl söndürüleceğini tartışmak değil, onu hemen söndürmektir" der. Bugün insanlığın ortak evi, yeryüzü, gerçek anlamda alevler içindedir. Doğanın kirlenmesi, ozon tabakasının
tahribi gibi çevre felaketine götüren olaylardaki dramatik gelişmeler, insanlığı birkaç saat içinde yok edecek nükleer silahların kontrolden çıktığı korkusu, teknolojik ilerleme ve doğal kaynakların çokluğuna rağmen milyonlarca insanın gün be gün açlıktan ölmesi, etnik ve
dinî çatışmalar sebebiyle cereyan eden savaşlar, aklın (reason) önderliğinde gelişen bilim ve teknolojinin gezegenimizde yeni medeniyetler imar edeceğini beklerken, mevcut medeniyeti tahrip etmeye başlaması, bizim ise bu tahribi tamir etmeyi bırakın, durduracak bir irademizin dahi
olmaması, evimizin gerçekten alevler içinde olduğunu göstermektedir. Bir sosyal ve kültürel süreç olan küreselleşme meselesini bu bağlamda ele alacağız.
Küreselleşme Nedir?
Küreselleşme modern tüm toplumsal oluşumlar gibi muğlak bir karaktere sahip olup içerisinde birbiriyle farklı, çelişik ve çatışmalı birçok süreci barındırmaktadır. Küreselleşmenin muğlaklığı, sadece tespiti ve tasviri zor olan bir sosyal süreç olmasından
değil, modern durumdan kaynaklanmaktadır. Ekonomi ve uluslar arası ilişkiler alanıyla ilgili olarak daha çok gündeme gelen küreselleşme, bizi daha ziyade kültürel faktörlerin yaygınlaşmasını sağlayan ve aynı zamanda dini etkileyen bir olgu olarak ilgilendirmektedir. Küreselleşme
genelde sosyal ve insanî bilimlerin gündemine aldığı bir konu ise de, özelde bir sosyal süreç olarak sosyolojiyi ilgilendirmektedir. Asıl konusu sosyal yapı ve sosyal ilişkiler olan bu disiplinin özellikle Talcott Parson, Peter Berger, Mary Douglas ve Jurgen Habermas gibi ilim adamlarının
gayretiyle kültüre ve kültürel değişikliklere yönelmesiyle birlikte küreselleşme önemli bir konusu haline gelmiştir.
XIX. yüzyıl sosyologları ve Aguste Comte, Saint-Simon ve Karl Marks gibi sosyal teorisyenler, fikirlerini insanlığın bütününe dair projeler olarak sunarken, daima küresel dünyayı ve insanlığı bir bütün olarak tasavvur etmeleri veya var saymaları küresel şuurun
başlangıcı olarak görülmektedir. Küreselleşmenin başlangıcı meselesi tartışmalıdır ve sosyal bilimciler küreselleşmeyi genellikle kendi bakış açılarına göre başlatırlar. Mesela, Jared Diamond Guns Germs and the Steel isimli eserinde küreselleşme kavramının evrensel bir
tekamül süreciyle birlikte inşa edildiğini ifade ederken, The Wealth and the Powerty of Nations isimli çalışmasında David Landis onun bir Batı fenomeni olduğunu ve başlangıcını Batı’nın sosyal ve kültürel tarihinde aranmasına işaret eder. Losing Control? Soverenity in an Age of
Globalization isimli kitabında Saskia Sassen küreselleşmeyi Sovyetler Birliğinin yıkılışıyla başlayan bir süreç, özellikle, Amerika Birleşik Devletlerinin dünya hakimiyetini güçlendirilmesi ve Amerikan popüler kültürünün yaygınlaştırılması olgusu olarak görür.1
Küreselleşme kelimesinin müşahede edilebilir bir süreci tasvir eden ilmî bir kavram haline gelmesinde, toplumu gözlemlemeyi en önemli görevi sayan Batı sosyolojisinin gelişim safhalarının rolleri vardır. 1960’larda ‘devrim’ kavramının aynı anda var olan bir
olguya işaret ettiğinin varsayılması, II. Dünya Savaşı ve bunun politik ve sosyal yapılanmaya etkisi küreselleşme kavramının oluşmasına ampirik olarak etkilediği kabul edilmektedir. 1980’lerin ortalarına kadar akademik çevrelerde önemli bir kavram olarak görülmeyen küreselleşme,
1980’lerden sonra o kadar yaygınlaşmıştır ki yer yüzüne nasıl ve ne tarzda yayıldığını takip etmek imkansız hale gelmiştir.2
Küreselleşme nedir? Robin Williams’ın küreselleşmenin ekonomik alandaki ve özellikle günlük yaşayıştaki tesirini güzel tarif eden bir benzetmesi vardır:
Merkezi Amerika’da bulunan uluslar arası bir şirketin Londra’daki bürosunda çalışan genç İngiliz, işi bitince Japon yapımı arabasına binerek evine döndü. Alman mutfak gereçleri ithal eden bir firmada çalışan eşi çok küçük İtalyan arabasıyla daha kolay
ilerlediği için eve ondan önce gelmişti. Yeni Zelenda pirzolası, California havucu, Meksika balı, Fransız peyniri ve İspanyol şarabından oluşan sofrada akşam yemeklerini yedikten sonra, Fin yapımı televizyonlarında İngilizlerin Falkland Adalarını alışına dair bir program
seyrettiler. Program sonrasında İngiliz olmanın mutluluğuyla sevindiler.3
Bu temsil küreselleşmenin daha çok ekonomik boyutunu vurgulamakla birlikte, onun ekonomiyi de içine alan daha kapsamlı bir kavram olduğu unutulmamalıdır. Fakat, Immanuel Wallerstein’ın küreselleşmeyi bir ekonomik sistem olarak değerlendiren teorisi konumuz açısından
oldukça önemlidir. Wallerstein, ekonomik planda gelişmiş ülkelerin ve özellikle Batı’nın kendi refahını sağlamak ve devam ettirmek için ürettiği kapitalist ekonomik modelini "dünya sistemler teorisi" bağlamında tahlil ederek, küreselleşmeyi özellikle gelişmemiş ülkelerin
menfaatini temin eden negatif bir süreç olarak görmektedir. Marksist bir perspektifle meseleyi ele alan, Wallerstein Avrupalıların ortaya çıkardığı kapitalist dünya ekonomi sisteminin dünyada üç farklı bölge yarattığını iddia etmektedir: Merkez, kenar ve merkez kenar arası ülkeler.
Ona göre bu sistemi kuran ve merkeze yerleşmiş olan milli devletler dünya ekonomi sistemine tamamen hakimdir. Sermaye burada yoğunlaşmakta, dolayısıyla çok çeşitli ve kompleks ekonomik faaliyetler ancak burada gerçekleşebilmekte, en gelişmiş teknoloji burada üretilip kullanılmakta
ve burada çalışan işçiler yüksek ücret alabilmektedir. Kenarda bulunan gelişmemiş devletlerin görevi, merkezin ekonomik sisteminin iyi işlemesine hizmet eden, ucuz mahsül ve hammadde sağlamaktır. Kenara konuşlandırılmış ülkelerde kullanılan teknoloji basit, işçilik ucuz ve üretilen
ürünler sıradandır. Wallerstein’a göre merkezle kenar arasındaki ilişkiyi bağımlılık ve sömürü belirlemektedir. Merkezle kenar arasında bulunan az gelişmiş ülkeler hem kenarı sömürmekte ve hem de merkez tarafından sömürülmektedirler. Bu sebeple hem kenarda ve hem de merkezde
bulunan devletlerin özelliklerini taşırlar. Wallerstein’a göre Brezilya merkezle kenar arasında bulunan ülkelerin tipik örneğidir. Dünya ülkelerini ekonomik ve politik güç bakımından merkez, kenar ve kenar merkez arasında bulunan ülkeler olarak bölünmeyi, Wallerstein’a göre,
serbest pazar ekonomisi ve kapitalist sistem gerçekleştirmektedir. Merkeze yerleşen devletler güçlüdür ve bu ülkelerde devlet yöneten kesimin menfaatlerine ve ekonomik çarkın devamını sağlayacak güce hizmet eder. Merkezdeki devletlerin bir diğer görevi de savaş, baskı, diplomasi
ve dış yardımlar vasıtasıyla kenardaki devletlerin zayıf kalmalarını sağlamaktır. Merkezle kenar arasında bulunan devletlerin, konumlarına göre ya zayıf ya da kuvvetli olmaları temin edilir. Wallerstein’a göre, modern ulus devlet bu kapitalist küresel-ekonomi diye isimlendirilen
sosyal sistemin tabii neticesidir.
Wallerstein’ın bu dünya sistemi veya dünya ekonomisi teorisine ampirik, kantitif metotlar uygulayarak tahlil eden sosyal bilimcilerden biri de John Meyer’dir. Meyer’in Wallerstein tenkidi daha çok onun iktisat ve politikayı değerler yaratan farklı sosyal sistemler olarak
algılamasına dayanmaktadır. Meyer’e göre ekonomi üretim, tüketim ve eşya ticaretiyle değer yaratırken, siyaset yeni hedefler ve görünmez mallar üreterek, kolektif otorite vesilesiyle değer yaratmaktadır. Meyer dünya-ekonomisi ve dünya-siyaseti diye ifade edilen küresel sistemlerin
olmadığını, aksine bunların karşılıklı bir birini güçlendirerek değerler yarattığını iddia ederek Wallerstein’ın dünya-ekonomisi sistemini (ekonomi-dünyası) eleştirir. Meyer ekonomiye siyaseti de ekleyerek küreselleşme olgusunun dinamiğinin eğitim olduğuna dikkat çeker.
Meyer’in teorisinde din kolektif otorite yaratmada kültürel bir güç olarak algılanmaktadır. Ona göre küreselleşme sadece ekonomik değil politik-ekonomik bir olgudur.4
Stackhouse’un da işaret ettiği gibi, bugün küreselleşmenin ekonomik faktörlerle yönlendirildiğini, dolayısıyla sorumluluğun kapitalizm olduğunu söylemek meseleyi çözmemektedir. Kapitalizmin arka planında nelerin bulunduğu ve bunların kapitalizmi nasıl yönlendirdiği
de önemlidir. Çağdaş küresel kapitalizm, yeni organizasyonlar ve yeni yönetim formları, yeni teknoloji, politik ve legal düzenlemeler, eğitim, çocuk gelişimi, sosyal, kültürel ve dinî değerler gibi bir çok dinamiklerle ilintilidir. Fakat gerek kapitalizm gerekse Avrupa ve Amerika
merkezli, kapitalist sistemin arka planını oluşturan entelektüel, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik-askerî dinamiklerin diğer insanların nasıl yaşadığına ve nasıl bir gelecek tahayyül ettiğine etkisi açıktır. İnsanlar Batı’nın hegomanyası sebebiyle çoğu zaman kendi
tercihi olmayan etkiler tarafından kuşatılmış ve tahakküm altına alınmıştır. Stackhouse’un vurguladığı gibi, insanların bencillik, kibir, hırs ve hile ile hareket ettiği şu ortamda, din ve ahlak küresel süreçte bir denge unsuru olabilir.5
Wallerstein’ın dünya ekonomi sistemi teorisinin en ciddi münekkitlerinden biri de Ronald Robertson’dur. Robertson, Wallerstein’ı küreselleşme konusunun entelektüel bir oyun sahası, ideolojik tercihlerin yapıldığı, keyfî yorumlara müsamaha edilen bir alan haline
getirmekle suçlamaktadır.6 Ekonomik sistemin arka planı ve dinamiklerine gerekli önem verilmediğinden dem vurarak, ekonominin kültürden bağımsız bir olgu olmadığının altını çizmektedir.7 Halbuki Robertson’a göre küresel alan bir bütün olarak sosyo-kültürel
sistemdir. Bu alanın teşekkül etmesine katkıda bulunan bir çok unsurlar vardır. Medeniyetin gelişmesini sağlayan nitelikli kültürler, milletler, ulusal ve ulusaşırı hareketler ve organizasyonlar, milletleri oluşturan alt birimler ve fertler küresel sistemin parçalarıdır. Küreselleşme
bir sosyal süreç olarak bu unsurların kendilerini küresel insanî şartlar çerçevesinde yeniden tanımlamaya zorlamaktadır. Bu sebeple, Roberson’a göre, küreselleşmeyi tahlilde indirgemeci bir tavırdan uzak durmak gerekmekte ve özellikle bunun sadece, ekonomi ve politikaya hasredilmesi
ise tamamen yanlış olmaktadır. Aslında, ona göre, insanlığın tabii mirası olan çok kültürlülük, çağdaş küresel şartların oluşmasında inşaî ve aynı zamanda etkili bir rol oynamıştır.8
Ronald Robertson sadece iyi bir münekkit değil aynı zamanda küreselleşme konusunda teori geliştiren birkaç sosyal bilimcilerden biridir. Robertson küresel kültürün oluşmasının uzun bir tarihi geçmişi ve hatta bu oluşumda metafizik doktrinler ve dinlerin bile
katkıları olduğuna inanır. Nasıl ki milli toplumlar diğer toplumların kültürel katkılarıyla oluşmakta, bunun gibi küresel kültür de milli toplumların birçok yönden katılımları ile oluşmaktadır.9
Robertson, şu anki küresel şartların beş safhada oluştuğunu iddia eder.
1- Oluşum Safhası: Avrupa’da XV. yüzyılın başlarından, XVIII. yüzyılın ortalarına kadar süren ve ortaçağ toplum düzeninin zayıflamasıyla birlikte milli toplumların gelişmesinin gerçekleştiği dönemdir. Bu safhada Batı, Katolik Kilisesi alanını genişletmiş
ve birey kavramı ve insanlık fikirleri vurgulanmaya başlanmış, ve aynı zamanda güneş merkezli kainat fikri, modern coğrafya kabul edilmiş ve modern takvim yaygınlaşmaya başlamıştır.
2- Başlangıç Safhası: Avrupa’da XVIII. yüzyılın ortalarından 1870’lere kadar süren safhadır. Bu safhada homojen ve üniter devlet fikrine dönülmüş, uluslar arası ilişkilerin netleşmesiyle vatandaşlık fikri ve daha somut insanlık kavramı oluşmaya başlamış
ve Avrupalı olmayan toplumlar uluslar arası toplum olarak kabul edilmiş ve ulusalcılık ve uluslar arasıcılık akademik bir tema haline gelmeye başlamıştır.
3- Hareket Safhası: 1870’lerden 1920’lerin ortalarına kadar süren bu safhada küreselleşme temayüllerinin öne çıktığı tek bir uluslar topluluğu oluşturulmuş, külli bir insanlık kavramının teşekkülü ve modernite probleminin netleşmesi ve temalaşması
tahakkuk etmiştir. Yine bu dönemde Avrupalı olmayan toplumlar uluslar arası oluşumlarda fazlalaşmış ve iletişim usulleri küresel olarak yaygınlaşmakla kalmamış aynı zamanda hızını da artırmış, ökümenik hareketler çoğalmış, Olimpiyat ve Nobel gibi dünya çapında yarışmalar
ortaya çıkmış, modern takvim tamamen kabul edilmiş ve I. Dünya Savaşı vuku bulmuştur.
4- Hakimiyet Safhası: 1920’lerin ortalarından 1960’ların sonlarına kadar süren bu safhada anlaşmazlıklar ve savaşlarla birlikte küreselleşme süreci hakimiyeti sağlamış, önce milletler ligi ve sonra Birleşmiş Milletler kurulmuş, ulusal bağımsızlığın
prensipleri tesis edilmiş ve soğuk savaş dönemi, atom bombasının kullanılması ve “üçüncü dünya” fikrinin netleşmesi de bu dönemde tahakkuk etmiştir.
5- Belirsizlik Safhası: 1960’ların sonunda başlayıp 1990’ların başına kadar süren bu safhada küresel bir dünyada yaşadığımız şuuru artmış, aya seyahat gerçekleşmiş, post-materyalist değerler vurgulanmış, soğuk savaş sona ermiş, nükleer ve termo nükleer
silahlar yaygınlaşmış, küresel müessese ve hareketlerin miktarı artmış ve çok kültürlülük ve çok etniklik problemleri ortaya çıkmış, sivil haklar meselesi küresel bir durum oluşturmuş, çevre problemleriyle birlikte insanlığın geleceğine dair endişeler artmış, sivil
toplum ve dünya vatandaşlığı fikirlerine daha fazla ilgi duyulmaya başlanmış, küresel medya sistemi ve onun karşıtları yerlerini sağlamlaştırmışlar, küreselleşmeyi çözen ve yeniden inşa eden bir hareket olarak İslam zuhur etmiştir.10
Ronald Robertson’un belirsizlik safhası olarak nitelediği beşinci safhanın sonunda İslam’ı küreselleşmeyi çözen ve yeniden inşa eden bir unsur olarak zikretmesi oldukça manidardır. Çok değil belki de beş yıl sonra devrin sosyal bilimcileri altıncı safhayı küreselleşmenin
yıkılışı olarak belirleyecekler ve bunu belki de Dünya Ticaret Merkezi’nin çökmesiyle başlatacaklar ve İslam’ın da siyasi, kültürel ve ekonomik açıdan aktif olduğu yeni bir dönemden bahsedeceklerdir.
Küreselleşmenin oluşum safhalarını kısaca ifade ettikten sonra, şimdi de Robertson’un küreselleşme teorisini ele almak istiyoruz. Ona göre küreselleşme, dünyanın küçülmesi ve bir bütün olarak dünya şuurunun oluşması ve bunun kültürel alanda izafileştirme
süreci tarzında tarif edilebilir. Küreselleşme bir taraftan küresel bağımlılık (global interdependence) diğer taraftan da küresel bütünlük şuuru olarak sosyal alanda varlık kazanmaktadır.11 Robertson’a göre küreselleşme sadece ekonomik ve kültürel boyuta
indirgenemez. O çok farklı boyutta birçok şeyi birden ihata etmektedir. Küreselleşmenin Robertson’a göre dört temel unsuru vardır: Milli devletler, benlikler, uluslar arası ilişkilerle oluşturulmuş dünya toplumlar sistemi ve beşeriyet. Bununla Robertson yeni bir dünya sistemi önermemekte
aksine halihazırdaki küresel insanî şartların oluşumunu izah etmeyi hedeflemektedir. Bu unsurlar küresel şartların temelidir ve her biri diğer üçü tarafından sınırlandırılmaktadır. Mesela bu unsurlardan benlikleri ele alırsak, o önce bir toplumun üyesi olmakla sınırlandırılmakla
kalmaz aynı zaman da, uluslar arası ilişkilerin dalgalanmasından etkilenir, diğer taraftan çevre problemleri söz konusu olduğunda tehlikeye maruz bir insan nesli olarak muamele görür. Bu sebeple, Robertson’a göre, XX. yüzyıl küreselleşmesi hem yerelliğin evrenselleşmesi ve hem de
evrenselliğin yerelleşmesi tarzında tahakkuk etmektedir.12
İslam dünyası küreselleşme sürecinin seyrini tayin eden bir konumda olmadığı, yani failden daha çok meful olduğu için, önemli olan küreselleşmenin ne olduğu değil bizim dünyamızı nasıl etkilediğidir. Bu açıdan mesela Robertson’un küreselleşmenin
milliyete dayalı toplumları yok etmeyeceğini aksine dünyanın bir çok yerinde çok uluslu toplumların yeniden belirmesine hizmet edeceğini söylemesi önemlidir. Bu bakımdan milli topluma bağlılık küreselleşmenin önemli unsurlarından biridir.13
Robertson’a göre küreselleşme kültürel ekonomik ve politik alanlarda eş zamanlı vuku bulan çok boyutlu bir süreç olmasına rağmen bu süreç zorunlu küresel bir entegrasyona doğru gitmemektedir. Şu anki dünyada mevcut olan ve gittikçe artan bağımlılık
(interdependence) bir entegrasyon olarak telakki edilmemeli, o ne bir kültürel entegrasyon ne de sadece ekonomik bir olgudur. Bu bakımdan Robertson küreselleşmenin daha çok kültürel, politik ve dinî boyutlarının öne çıkarılmasını arzu eder. Ekonomik küreselleşme bürokratik
rasyonalizmin karşı konulamaz güçleri tarafından farklılık ve çeşitliliği aynileştirme, standartlaştırmayı ifade etmek için McDonaldlaştırma kavramı ile ifade edilmektedir.14 Diğer taraftan Robertson’a göre, toplumların daha çok birbirine bağlı hale geldiği inancı
ve ekolojik problemler, nükleer silahlar ve AIDS gibi hastalıkların yaygınlaşması dünya ve insan neslinin geleceğine dair endişelerin artmasına sebep olmakta bu da kültür, doktrin ve ideolojilerin izafileşmesini intaç etmektedir.15
Küreselleşme sürecini bir teori bağlamında izah eden sosyal bilimcilerden biri olan Niklas Luhmann küresel toplumun genel vasıflarını tespitin güçlüğüne ve özellikle ekonomik veya politik bir sistem çerçevesinde teorileştirmenin mahzurlarına dikkatleri çekerek,
küreselleşmeyi somut bir sistem bütünlüğünün bütün dünyada vehmedilen varlığı olarak değil de, toplumsal yapının değişimi olarak izah eder. Bu anlamda küreselleşme moderniteye eşittir. Luhmann’a göre, modern ve küresel dünyayı, katmanlaşmış farklılıkların hakimiyetine
dayanan bir toplumdan fonksiyonel farklılıkların hakimiyetine dayanan bir topluma geçiş tayin etmektedir. Mesela, modern öncesi toplumlar statü, zenginlik gücü oluşturan katmanları inşa etmekte, böyle bir toplumda ferdin bir kabileye veya soya mensup, köylü veya şehirli olma
toplumdaki yerini tayinde oldukça önemliydi. Luhmann’a göre modernite geleneksel katmanlı toplumu yeniden inşa etmiş, eskiden alt sistemi oluşturabilme imkanı statü gruplarına aitken, şimdi modern toplumlarda aynı fonksiyonu fiil icra etmeye başlamıştır. Geleneksel toplumlarda
soyluluk, ticaret ve rençperlik, toplumu oluşturan katmanları tayin ederken, şimdi politika, ekonomi, bilim, eğitim, din ve diğer sistemler toplumsal yapılanmayı belirlemektedir. Batı’da katmanlı toplumdan fonksiyonel topluma geçiş, aynı zamanda toplumun kültürel beklentilerini
normatif (hükmî) söylemlerle tatmin etme yerine, kognatif (yorumsal) bir üslupla karşılama dönemini ortaya çıkarmıştır. Luhmann’a göre küreselleşmeyi gerçekleştiren işte bu toplumsal transformasyondur. Ekonomi, siyaset ve bilim bu fonksiyoner toplumun dinamiklerini oluşturan soyut
sistemlerdir. Ekonomi para, siyaset, güç ve bilim ise hakikati kendine konu edinerek toplum yapısını belirleyen normatif soyut sistemler olarak karşımıza çıkmaktadır. Teorik anlamda bu sistemler topluma bir çok imkanlar yaratarak daima bir değişimi ve bu değişimin yaygınlaşmasını
sağlamışlardır. Bu sebeple katmanlı geleneksel toplumlara nispetle fonksiyonel modern toplumlar daha dinamiktir.16 Modern dünyanın önemli özelliklerinden biri sosyal, ekonomik veya siyasi taşınabilir yapılar veya alt sistemler yaratmış olmasıdır. Küreselleşme bu anlamda,
bu yapıların veya alt sistemlerin taşınarak Batı dışı toplumlara monte edilmesidir. Batı’nın Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerindeki siyasî ve kültürel hakimiyeti sayesinde batılılaşmaya ikna edilmiş toplumlar ekonomi, siyaset eğitim alanında alt sistemleri kendi memleketlerinde
yeniden üreterek küreselleşmeyi gerçekleştirirler.
Antony Giddens da, Luhmann gibi modernite ile küreselleşme arasında doğrudan bir ilişki kurmakta ve onu yerel hadiselerin binlerce kilometre uzaklıktaki olayları etkilemesi ve etkilenmesi neticesini doğuran sosyal ilişkilerin bir yoğunlaşması olarak görmektedir.17
Giddens’a göre küreselleşmenin birbiriyle irtibatlı dört temel boyutu vardır: Ulus devlet sistemi, kapitalist ekonomi, dünya askeri nizamı ve uluslar arası iş bölümü. Giddens’a göre, dünyanın ekonomik gücü kapitalist ülkelerin elinde olduğu için ekonominin kapitalist yapılanmasını
da bu ülkeler gerçekleştirmektedirler. Aynı zamanda dünya siyasetiyle de alakalı olan bu yapılanma, Giddens’ın işaret ettiği gibi küresel çapta bütün iş faaliyetleri ve teşekkülünün yaygınlaşmasını mümkün kılmakta ve birkaç az gelişmiş ülkelerin bütçesine denk bir
ekonomik güce sahip, dünya siyasetini de etkileyen uluslar arası şirketler ortaya çıkarmaktadır. Modern devlet ise bir sistem olarak bu ekonomik yapılanmanın bir güvencesi olmakla varlık kazanmaktadır. Bir taraftan ekonomik yapılanmanın bir neticesi olarak gözüken modern devlet kendi
varlığını sağlamlaştırmakta ve diğer taraftan varlığı belirlenmiş sınırlar içinde egemenlik kavramı, otonomi ve bunların neticesi olarak da uluslar arası ilişkilerle taayyün etmektedir. Modern ulus devlet taşınabilir bir alt sistem olması bakımından, dünya çapında yaygınlaşmakla
küreselleşmeyi gerçekleştiren bir unsurdur. Küreselleşmenin üçüncü boyutu ise organizasyon tekniklerinin, savaş endüstrisini ve aynı tür silahlanmanın yaygınlaşmasını mümkün kılan dünya askeri nizamıdır. Askeri gücün küreselleşmesi sadece farklı devletlerin askerî
ittifaklar kurması tarzında algılanmamalı, aynı zamanda bizzat savaşın tabiatı ile ilgili olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. İnsanlığın yaşadığı son iki Dünya Savaşı, yerel hadiselerin nasıl küresel bir problem haline geldiğinin en önemli delilidir. Giddens’a
göre küreselleşmenin dördüncü boyutu dünya çapında iş bölümü tarzında tezahür eder. Modern endüstride işin tabiatı, hammadde ve materyalin elde edilmesi, bölgesel uzmanlıklar, kabiliyetler bakımından iş bölümünü zaruri kılmaktadır ve bu da zorunlu olarak küresel bağımlılığı
getirmektedir.18
Bizce doğrudan modernitenin tabiatı ile alakalı olan küreselleşme Robertson’un işaret ettiği gibi kültürel alanda dünyanın küçülmesi ve küresel bütünlük şuurunun oluşması neticesini doğurmuştur. Luhmann ise küreselleşmeyi geleneksel katmanlı
toplumlardan modern fonksiyonel toplumlara geçiş olarak niteler. Luhmann’a göre modernite ekonomi, siyaset ve eğitim alanında taşınabilir modeller üretip bütün toplumlara moderniteyi yaygınlaştırarak küreselleşmeyi gerçekleştirmiştir. Giddens ise bu fikri daha da geliştirerek küreselleşmenin,
modern ulus devlet, kapitalist ekonomi, iş bölümü ve askeri nizamda müesseseleşerek somutlaştığını vurgular. Küreselleşmeyi kısaca bu tarzda ifade ettikten sonra, şimdi asıl konumuz olan küreselleşme ve din konusunu ele almak istiyoruz.
Din ve Küreselleşme
Sosyal bir süreç olarak küreselleşmenin dinin teolojik sistemine ve toplumsal boyutuna etkisi ve dinin küreselleşmeye karşı direnci ve bizzat kendisinin küresel bir fail olarak sosyal hayatı yeniden yapılandırma teşebbüsü meselesini Peter Beyer’in konuyla ilgili
tartışmaları çerçevesinde ele alacağız.
Peter Beyer’e göre din ve küreselleşme arasında tek yönlü bir ilişki yoktur, dolayısıyla çoğunlukla kabul edildiği gibi, küreselleşmenin hakim, dinin ise mahkum veya küreselleşmenin fail dinin ise meful olduğu tespiti doğru değildir. Diğer taraftan küreselleşmenin
özellikle geleneksel toplumlarda esaslı paradokslar yarattığı da doğrudur. Bu ise tek yönlü bir süreç değildir; küreselleşme bir taraftan, geleneksel kültürel yapı ve ferdî kimlikleri tahrip ederken, diğer taraftan bazı yerel kimliklerin yeniden oluşturulmasına ve mevcutlarının
canlanmasına etki etmektedir. Salman Rüştü hadisesinde olduğu gibi, din küresel sistemin gelişmesinde veya tersine toplumdan dışlanmasında etkin bir rol oynamaktadır. Beyer’e göre Salman Rüştü hadisesi küreselleşmenin bu iki yüzünü net olarak ortaya koymaktadır. Ona göre Müslümanlar
Salman Rüştü meselesinde kutsal kabul ettikleri şeye hakaret edildiği ve küresel sistemde kendi inançlarına uygun bir yer verilmediği için reaksiyon göstermişlerdir. Bir taraftan, gayri Müslim güçler tarafından kurulan küresel sistem, İslam’ın özü olan Kur’an’ın vazgeçilmez
kutsallığının, küresel sisteme uyumun karşılığında diyet olarak istemesine isyan ederken, diğer tarafta, Müslümanlar gösterdikleri reaksiyonla küresel sistemdeki eşitsizlikleri öne sürerek belli bir İslamî kimliğin canlandırılmasına da hizmet etmiş olmaktadırlar.19
Bu durumda dinin küreselleşme karşıtı bir olgu olarak mücadele içinde olması hem kendine küresel dünyada bir varlık kazandırmakta, hem de küreselleşmeye feth edilmesi gereken yeni hedefler tayin ederek onu tahrik etmektedirler.
Beyer’in din ve küreselleşme teorisi iki temel iddiaya dayanmaktadır. Bunlardan biri Talcott Parsons, Peter Berger, Thomas Luckmann ve Robert Bellah gibi sosyologların özellikle Batı toplumlarında dinin özelleştiği (privatizatin of religion) iddiasını kabul etmekte
ve aynı zamanda kendi tezi olan dinin küreselleşme neticesinde "diğer"ini yani Şeytan’nını kaybettiği iddiasını ileri sürmektedir. Dinin özelleşmesi teorisi geleneksel dinlerin toplumsal alanda etkisini kaybederek daha ziyade şahsî alanda etkili olduğu anlamına gelmekte,
bunu bir kısım sosyologlar dinin ferdileşmesine, diğer bazıları cemaat ruhunu kaybetmesine ve bir kısmı da dinlerin ahlakî birliği temin etmede başarısız olmasına bağlamaktadırlar. Aslında dinin özelleşmesi geleneksel dinî formların bir bütün olarak toplumu tayin etmede artık
müessir olamaması demektir. Beyer dinin özelleşmesi iddiasını Luhmann’ın dinle ilgili olarak geliştirdiği fonksiyon ve icra kavramlarına dayanarak izah eder. Luhmann’a göre fonksiyon (function) ve icra (performence) dinin farklı iki boyutuna taalluk etmektedir. Luhmann, ibadet, huzur
verme ve kurtuluşa ulaşma gibi dinin şahsi boyutuna, yani saf dini iletişime fonksiyon, ve dinin eğitim, sağlık, sosyal refah gibi sosyal alandaki faaliyetine de icra (performance) demektedir. İşte dinin özelleşmesi onun icra boyutunun zayıflayarak sadece bir fonksiyon olarak idrak
edilmesiyle alakalıdır. Diğer taraftan dinin şahsileşmesi ile ahlakın toplumdaki yapısal rolünün azalması arasında da doğrudan bir ilişki vardır.20
Modernite ve küreselleşmenin dine müphem ve aynı zamanda da menfi etkileri olduğu açıktır. Bu sebeple geleneksel dinî ilgilerin azaldığını, sembol ve dinî mesleklerin ciddi itibar kaybına uğradığını rahatça ifade etmek mümkündür. Beyer’in de doğru
olarak tespit ettiği gibi, Batı modernitesi kendi icadı olan kapitalist ekonomi, egemen devletlerle oluşturduğu politik yapı, dünya çapında yaygın bilimsel, teknolojik, sağlık, eğitim ve medya sistemleri ile varlığını hem somutlaştırmakta ve hem de küreselleştirmektedir. Bu müesseseler
daha önce geleneksel toplumlarda var olan, yerel sistemlerin yerini almış, bu toplumların statü gruplarını oluşturan, soyluluk ve geleneksel normatif özellikler yerini, ferdî hürriyet, devlet ve rasyonel akıl yürütmeye bırakmıştır. Modern öncesi toplumlarda din ekonomik, sosyal,
siyasal ve bilimsel bütün alanları ihata ederken, modern toplumlarda araçsal fonksiyonu olan özel sistemler geliştirildiği için din marjinalleşmiştir. Bu sistemlerin küreselleşmesiyle birlikte dinin sosyal alandaki tesiri zayıflamıştır. Bu gelişmelere dinlerin özellikle Hıristiyanlığın
cevabı farklı olmuş, o kendini fonksiyonel alt sistem haline getirerek bu sürece olumlu cevap vermeye çalışmıştır. Mesela, otonom, legal ve politik sistemlerin ortaya çıkışıyla birlikte Katolikler kendi yapılarını da yeniden gözden geçirmişler, Protestanlar ve Katolikler yeni
gelişen modern eğitim sistemi içinde yer almaya çalışmışlardır.21
Peter Beyer’in tespitine göre bilim, ekonomi ve siyasetin aşırı sekülerleşmesi neticesinde Hıristiyanlık kendini sosyal alanda etkili fonksiyonel bir alt sistem yapma çabasında başarısız olmuş ve böylelikle din sadece iman alanına münhasır kılınmıştır. Bu
bakımdan bir inanç objesi olarak değil ama bir sistem olarak dinin geleceği küreselleşmenin doğuracağı sonuçlara bağlıdır. Beyer’in de işaret ettiği gibi din fonksiyonel alt sistemlerin başardığını kendi yapısı ve kendi tarihî sebebiyle başaramamış ve dolayısıyla küreselleşmeyle
bir uyum sağlayamamıştır. Dinin tabiatı ve fonksiyonel ilişkileri bakımından kapitalist ekonomik sistem veya modern devlet sistemi benzeri küresel bir dinî sistem gelişmesi küreselleşmenin şu andaki safhası açısından, bizce pek de mümkün görünmemektedir. Fakat Beyer’e göre bu
elbette hiçbir dinî küresel sistemin olmayacağı veya dinin sadece azınlığın şahsi bir ilgisi haline geleceği anlamına gelmemektedir. Modern ve küresel ortam dine bir taraftan negatif yaptırımlar yüklerken diğer taraftan yeni potansiyeller de yaratmaktadır. Şu andaki verilerden
hareketle dinin güçlü ve küresel bir alt sistem ortaya koyması mümkün görünmemekle birlikte, küresel toplumda her şey uyumlu ve istikrarlı olduğu da söylenemez. Küresel toplum her geçen gün gücünün artmasına, toplumun her alanına uygun araçlar geliştirmesine rağmen, sosyal
hayatta nüfuz edemediği kısımlar ve buralara taalluk eden problemler vardır. Şimdi küresel dünya ferdî ve grup kimliklerinin oluşumunda ortaya çıkan problemler, ekolojik tehdit, gelir dağılımında gittikçe artan eşitsizlik, güç dengesizliği gibi temel problemlerle karşı karşıyadır.
İşte dinin geleceğini bu kötü durumda kendisine nasıl bir ders ve pay çıkaracağı tayin edecektir. Dolayısıyla meseleyi ideolojik olarak bakmamak gerekir zira, Beyer’a göre mesele ideolojik değil yapısal veya pratiktir.22 Eğer mesele gerçekten yapısal ise, dinin
alternatifi yoktur ve yapacağı şeyi zorunlu olarak yapacaktır.
Beyer’in küreselleşme din ilişkisini tahlilde bir diğer önemli nokta da dinin kendi yapısı için zaruri olan "diğer"ini kaybettiği iddiasıdır. Beyer’e göre küreselleşme 1960’lardaki bazı teologların düşündüğü gibi, Tanrı’nın ölümüne değil
şeytanın belirsizleşmesine sebep olmuştur. Küresel toplumlarda Tanrı hala diridir ve fakat ondan korkmak güçleşmiştir. Beyer’in tespitine göre küreselleşme kötünün ve şeytanın dinî yapıdan çıkarmakla dinin yeniden yapılanmasını zaruri hale getirmiş ve dolayısıyla
geleneksel imanı taşıyan dindar kesimleri ciddi bir dilemmaya maruz bırakmıştır. Doğrusu bir taraftan çağdaş problemleri muhatap alma mecburiyeti diğer taraftan geleneksel teolojik yapıyı değiştirme gerekliliği, Meyer’e göre, dinle ilgilenen insanları muhafazakar ve liberal
tercihlere zorlanmaktadır. Muhafazakar tercih, kötünün ve şeytanın var olduğu geleneksel dinî yapının devamını tasavvur ederken, liberal tercih kötülüğü ferdileştirmeden ve somutlaştırmadan daha çok soyutlaştırarak geleneksel yapının yeniden inşasını düşünmektedir.
Liberal tercihe göre geleneksel dinî toleranssızlık ve yerel olanda ısrar kötülüğü ortaya çıkmaktadır. Halbuki kötülüğü izafileştiren dinî çoğulculuk ve Kurtuluş (liberation) Teolojisi küreselleşmenin dinî alana farklı bir yansımasıdır. Beyer’e göre küresel toplum
daha somut bir gerçeklik haline geldikçe, liberal dinî tercih geleceğin eğilimi olarak daha da belirginleşmektedir. Diğer taraftan muhafazakar tercih ise sosyal alanda geleneksel Aşkın kavramını yeniden hakim kılmak ve toplumu normatif esaslar ile yapılandırmak istemekte ve bu teşebbüsü
ile de, Beyer’e göre tehlikeli olmaktadır. Küreselleşen dünyada, hala bir yol olarak görülen muhafazakar tercihin Aşkın Varlık ve dinin geleneksel yapısıyla çok büyük problemleri yoktur. Fakat bu tercihin küresel sosyal yapılardaki hakim eğilimlerle ciddi problemleri vardır.
Muhafazakar tercihin somut temsilcisi Amerika’daki bazı fundamentalist Hıristiyan gruplar ve İran devleti gösterilebilir.23 Tekrar ifade edilecek olursa, küreselleşme kötülüğü, tehlike ve fitneyi temsil edecek kafirleri ve yabancıları olmayan bir toplum yaratmaktadır.
Halbuki ahlaki kuralların ontolojik temelleri ve en önemlisi de diğer dünyada kurtuluş anlayışı, iyi kötü ayırımının netliğine ve güçlülüğüne bağlıdır. Dolayısıyla, küreselleşme iyi ve kötü ayrımını belirsizleştiriyor ve, kötülük ve fitnenin somutlaştırılacağı
toplumları yok ediyorsa bu uzun vadede dinin ontolojik temellerinin tahribi anlamına gelmektedir.24
Kısaca ifade etmek gerekirse, küreselleşme dine iki yönlü bir süreç olarak tesir etmektedir. Bir taraftan küreselleşme ve onu mümkün kılan ekonomik ve siyasal yapılanmanın sosyal ve ahlakî problemler ortaya çıkarması, yeni dinî hareketlerin doğmasına imkan
hazırlayarak, küresel arenada dine manevra imkanı sağlamakta, diğer taraftan bu dinî hareketleri küresel şartlarda ciddi iletişim aracı olamamalarını sağlayacak toplumsal şartlara maruz bırakarak sınırlandırmaktadır. Diğer bir ifadeyle küreselleşme hem dinin icra boyutunu
canlandıracak sosyal ortamlar hazırlamakta ve hem de fonksiyonel yapısında (teoloji ve ibadet), ciddi tahribat yaparak onun küresel bir sistem olmasını engellemektedir. Robertson’a göre çok kültürlülüğün bir neticesi olarak dinin, dinî çoğulculuk bağlamında izafileşmesi ve
Beyer’e göre küresel şartların oluşmasıyla birlikte şeytanını kaybetmesi, dinin özüne yönelik bir tahriptir. Dinin küresel şartlardaki konumu bu tahribe nasıl karşılık vereceği meselesiyle irtibatlıdır. Küreselleşme dini hem sınırlandırmakta ve hem de gelişmesine imkan hazırlamaktadır.
Önümüzdeki asırda din küreselleşmenin kendisi için uygun gördüğü konuma, izafileştirilmeye ve özelleştirilmeye razı olacak mıdır? Yoksa kendine has küresel modeller üreterek toplumsal yapıyı ve kültürü bütünüyle inşa etmeyi mi deneyecektir.
Amerika ve Avrupa’da nevzuhur, Yoga ve Transendental Meditasyon, Krişna ve İlahî Işık Misyonu, Mooncukluk, Sayntoloji ve Feminist Kahincilik gibi yeni dinî hareketler ve bazı Yeni Hıristiyan Sağ’ı gibi Hıristiyan fundamentalistleri ve evancelik hareketler çağımızdaki
değişim rüzgarını tespitte önemli bir mikyas olsalar da dinin özellikle geleneksel dinlerin geleceği ile alakalı sağlıklı bir tahminde bulunmada kullanılacak materyaller olamadığını düşünüyoruz. Dinin küresel toplumdaki konumu ile ilgili çok genel tespitlerde bulunmak gerekir
ise şunları söylemek mümkündür: 1- Modern dünyanın zuhuru dindar toplumları krize sürüklemiştir. Geleneksel inançlar bilimsel eleştirilere tabii tutulmuş, ve farklı dünya görüşleri ortaya çıkmış ve ideolojik anlamda din bunlarla başa çıkamamıştır. 2- Dünyanın çok kültürlü
küresel bir köy haline gelmesi bir biriyle çatışan durumlar yaratmış ve oluşan bu kaos ortamı bir taraftan antik geleneklerin canlanmasına fundamentalizm kisvesi altında yeniden dirilmesine imkan verirken, diğer taraftan sivil din ve milliyetçilik, dinî telfikçilik gibi hareketler
ortaya çıkmıştır. 3- Bu durum insanlığı zorunlu bir tercihle karşı karşıya getirmiş, küresel köyde dinî gelenekle ya bir kaos ortamı ya da istikrarlı bir toplum yaratma, ya barışçıl bir dünyanın inşasına teşebbüs, ya da sosyal gruplar arasındaki çatışma ve vahşeti
haklı bulma gibi hayatî bir tercihe zorlanmaktadır.25
Peki XXI. asırda neler olacak. Mesela Robertson geleneksel dinlerin ve yerli kültürlerin küreselleşmenin tehdidi altında olduğu iddialarına rağmen, dinin ve kültürün geleceğinin parlak olacağını savunmakta ve hatta küreselleşmenin geleneksel kültürü
kuvvetlendirdiğini ifade etmektedir.26 Diğer taraftan çağın meşhur sosyologlarından biri olan Peter Berger ise şöyle demektedir:
XXI. yüzyılın çağımızdan daha az dindar olacağını söylemek için hiçbir sebep yoktur. Eski sekülerleşme teorilerini savunmaya devam eden bir gurup azınlık din sosyologları, modernleşmenin sekülerleşmeyi gerçekleştirdiğini, İslam ve Evancalik Hıristiyanlığın
ise dinin son savunma hattı olarak daha fazla dayanamayacağını ifade etmektedirler. Nihayetinde sekülerleşme zafere ulaşacak demek, başka bir ifadeyle, İranlı mollalar, dindar Hıristiyan papazlar ve Tibetli Lamaların, Amerikan üniversitelerindeki edebiyat profesörleri gibi düşünüp
ve onlar gibi davranacaklar demektir. Doğrusu bu hiç de ikna edici değildir… Dinde ferdî kişilikler birçok sosyal bilimcilerin ve tarihçilerin tahminlerinin ötesinde rol oynar. Ayetullah Humeynî olmadan da İran’da bir devrim gerçekleşebilirdi ve muhtemelen çok daha farklı olurdu. Çok
güçlü bir dinî hareket başlatacak karizmatik bir liderin kimsenin tahmin edemeyeceği bir yerde ortaya çıkmayacağını kim bilebilir?27
Peter Berger’e göre, dinî his ve aşkın bir anlam arayışı, insanoğlunun kadim özelliği olması sebebiyle din insan ve onun toplumsal yaşamı için daima önemli olagelmiştir. Yine ona göre bu teolojik bir iddia değil, agnostik ve ateist filozofların bile kabul
edecekleri antropolojik bir tespittir. Önümüzdeki yüzyılda, Berger’e göre, din siyasî hareketler için de önemli bir ilham kaynağı olmaya devam edecektir. Anlatılan bir hikaye dinin politik alanda hala ne kadar etkin olduğunu göstermektedir. Adamın biri Belfast’tın karanlık sokaklarının
birinden geçerken bir evden aniden fırlayan biri, kafasına silahı dayar ve sorar: Katolik mi yoksa Protestan mısın? Ben mi? der yolcu, doğrusu ben ateistim? Ya öyle mi? Şimdi söyle bakalım, Katolik ateist mi yoksa Protestan ateist misin?28
Küreselleşme ve İslam
Küreselleşme, ister toplumsal boyutta, geleneksel sosyal yapıyı inşa eden faillerin değiştirilerek, siyaset, ekonomi ve eğitim alanında taşınabilir alt araçlar veya modeller üreterek yaygınlaştırılması tarzında algılansın, isterse kültürel boyutta dünya
bütünlüğü şuurunun oluşması veya dünyanın küçülmesi tarzında algılansın, dinî pratiklerin önemli bir kısmını sosyal alana hasreden, yani kendi varlığı ile dinî icrayı özleştiren İslam için büyük problemler ortaya çıkarmaktadır.
Aydınlanma düşüncesinden beslenen modernite ve modernitenin bir güç olarak ortaya çıkardığı küreselleşme hakim, İslam ise mahkum olduğu halde aralarında ciddi bir mücadele sürüp gitmektedir. Küreselleşmenin İslam’a önereceği en olumlu teklif, onun
ekonomi ve siyasi müesseseler gibi araçsal bir alt birim olarak küresel şartlara entegre olmasıdır. Hıristiyanlığın dahi bir alt yapı olamadığı şartlarda İslam bunu başarabilir mi? Bununla birlikte İslam dinin özelleşmesine ve izafileşmesine imkan verir mi? Bunlar mümkün değilse
İslam’ı ne tür bir gelecek beklemektedir? Şimdi bu konudaki tezimizi maddeler halinde ifade edelim:
1- İslam’ın küreselleşmeye cevabı Hıristiyanlığın cevabından tamamen farklı olacaktır.
Hıristiyanlığın teolojik yapısı ve tarihi varlığı bağlamında Aydınlanma düşüncesine ve moderniteye karşı tutumu esas alınarak modernite din ilişkileri hakkında genel hükümlerde bulunmak mahzurludur. Bu bakımdan Hıristiyanlığın başına gelenlerden
hareketle İslam’ın aynı tecrübeleri yaşayacağını ve yaşaması gerektiğini ifade etmek doğru değildir.
Modernite ve onun bir neticesi olan küreselleşme Hıristiyan toprağında doğmuş ve gelişmiştir. Moderniteyi özü itibarıyla din karşıtı bir süreç olarak kabul edersek, onun Hıristiyanlığa rağmen var olması ve gelişmesi, aynı zamanda modernitenin inisiyatifi
ele aldığını ve Hıristiyanlığı marjinalleştirdiğini ve Hıristiyan topluma hakim olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Bu sebeple Hıristiyanlık kendi kontrolü dışında oluşan küresel şartların müsaade ettiği kadarıyla toplumsal planda varlık göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında
İslam’ın konumu daha farklıdır. Modernite ve küreselleşme İslam topraklarında, İslam’a rağmen doğmamıştır. İslam topraklarına dışarıdan hulul eden yabancı unsurlardır; bu sebeple İslam’ın kendini ona göre konumlandırıp koruması gerekecektir. Aslında bu durumun İslam’a
ciddi bir katkısı olmuş ve modernitenin harici bir unsur olması sebebiyle İslam teorik planda teolojik ve ahlakî bütünlüğünü koruyabilmiştir.
2- Dinî bütünlüğün Kur’an tarafından korunması, sosyal alanı inşaya müteallik prensiplerden taviz verilmesini zorlaştırmaktadır.
Küreselleşme bir taraftan dinlerin yeniden canlanmasına imkan verecek sosyal problemler ortaya çıkarırken diğer taraftan onların küresel bir sistem oluşturmasına da engel olmaktadır. Küreselleşmenin hem bir kültür ve hem de siyasal bir güç olarak İslam dünyasında
ortaya çıkan bir çok problemin kaynağı olarak nitelendirilmesi, siyasal İslamî söylemin başarılı olmasına katkıda bulunmakta, diğer tarafta ise küreselleşme siyasal ve eğitim alanında kendi yapısal şartlarını İslam’a kabul ettirerek İslam’ın küresel bir model olmasına
engel olmaktadır. Luhmann’ın kavramlaştırmasını kabul edersek dinin iki boyutu vardır. Bunlardan biri ferdin kendi kendisiyle ve ferdin Tanrı ile ilişkisini ihtiva eden inanç, ibadet boyutu. Luhmann buna dinin fonksiyonu demektedir. Diğer ise, dinin sosyal alana müteallik yaptırım ve
prensipleri. Buna da, icra (performance) demektedir. Dinin özelleşmesi demek aslında dinin sosyal alandan çekilerek, sadece personel iletişim aracı olması demektir. Bu durum daha ziyade Hıristiyanlıkla alakalı olsa gerektir. Zira Hıristiyanlıkta dinin sosyal alana müteallik prensipleri
dinî bünyeye İslam’daki gibi sağlam tarzda entegre edilmemiştir. Mesela, Luhmann’ın özellikle Hıristiyanlığı göz önünde tutarak, ibadeti ferdî bir komünikasyon tarzında takdim etmesi doğru olabilir. Fakat İslam söz konusu olduğunda, ibadeti sadece ferdî iletişim aracı olarak
takdim etmek mümkün değildir. İslam’da ibadetlerin bir çoğunun toplumsal boyutu vardır. En ferdi ibadet olan namazın da cemaatle kılınmaya teşvik edilmesi, Ramazan’da, aynı anda Müslümanların oruç tutmasının, insanların maddi ve sosyal statülerini bırakarak aynı konuma
getirme gibi önemli bir toplumsal boyutu vardır. Ekonomik bir ibadet olan zekat ve sadaka ve faizin yasaklanması, İslam’ın ekonomik yapılanmasına doğrudan müdahalesidir. Hac ise farklı ırk ve milletlerden, farklı statüdeki Müslümanların aynı gaye için aynı yerde, aynı kıyafette
bir araya gelmesi, küresel İslam kardeşliğinin somutlaşmasıdır. Bununla birlikte İslam’ın sosyal alanı inşaya yönelik fıkha dair kuralları ve bunun tarihin belli bir dönem uygulanması İslam’ın özelleşmesini adeta imkansız hale getirmektedir. İslam’a özelleş demek, dinin yarısını
inkar et demek anlamına gelir ki, İslam’ın Kur’anla ve gelenekle sağladığı kuvvetli entegrasyon sebebiyle bu mümkün görünmemektedir. Küreselleşme bir çok Müslüman toplumlarda olduğu gibi, İslam’ın sosyal alana dair prensiplerini uygulanamayacağı bir toplumsal ortam yaratabilir
fakat Müslümanların dinin icra boyutunun dinin bir parçası olmadığı noktasında ikna edemez.
3- İslam geleneğinin kültür birikimi, ekonomik, siyasal ve eğitim alanında taşınabilir (evrensel) modeller üretebilme imkanı vermektedir.
Politik alanda, Müslümanların Hz Peygamber ve Dört Halife dönemine dinî ve siyasî açıdan ideal bir devir; ekonomik alanda ise zekatı ekonomik ibadet, faizin yasak ve ekonomik dayanışmanın (sadaka) gerekli olduğuna inanmaları; eğitim alanında medrese gibi müesseseleri
kurup yaşatmaları, yeni model ve projeler tasavvur etmenin kaynağı olmaktadır. Müslümanların şuuraltında ideal devlet olarak Medine’yi, ideal toplum olarak, zekat verilecek fakiri olmayan ve fakat Gazzalî, İbn Sina ve İbn A’rabî gibi düşünürleri olan bir cemiyeti yeniden inşa etme
tasavvuru devamlı olagelmiştir. Fakat mesele tasavvur edildiği kadar kolay değildir. Modernite politik, eğitim ve ekonomik alandaki İslamî modellerin uygulanabilir tek zemini olan geleneksel toplum yapısını değiştirdiği ve aynı geleneksel yapıyı yeniden inşa etmek mümkün olmadığı
için, İslam’ın bu alanlarda uygulanabilir modeller üretmesi şu anda mümkün görünmemektedir. Mesele sadece toplumsal zeminin kaybedilmesi değil, asıl mesele bir din olması bakımından İslam’ın üreteceği modellerin kendi inançlarıyla sınırlı olmasıdır. Küreselleşme sosyal bir
gerçektir; bu gerçekliği hesaba katmadan artık hiçbir şey yapılamaz olmuştur. Kapalı toplumlar dönemi bitmiştir, İslam doğru ve geçerli olabilmesi için toplumsal planda ürettiği modeller taşınabilir, yani her topluma uygulanabilir olmalıdır.
İslam XXI. yüzyılda, ekonomi, politika ve eğitim alanında taşınabilir modeller üretebilir mi? Bu soruya Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır şöyle cevap vermektedir.
"Bana evvelkilerin ve sonrakilerin ilimleri verildi" hadisi şerifinden müteban olduğu üzere Aleyhissalatüvesselam Efendimiz evvelin ve ahirinin ulumuna mazhariyetle mümtaz idi. Onun varisi olan ümmetin de bu mazhariyette bulunması iktiza eder. Bu sayededir ki,
o ümmet, ümmeti saire için mabihil istişhad olacak bir kemali haiz olabilir. Serveti ilmiyyesi tam olan milletlerin ölüsü de dirisi de mileli nakısanın merci medenisi olagelmiştir. Milleti İslam, "Sizi insanlığa şahitler olmanız için vasat bir ümmet yaptık (Bakara; 143), sırrına
mazhar olmak için "Ve Rasülün de size şahit olması için" müeddası mucibince Hazreti Rasulüllahı mabihil istişhad ittihaz edebilmeli, ümem-i saireden istiğna ile istiklali tamma sahip olmalıdır.29
Yeniden ifade etmek gerekirse, Hz. Peygamber sadece kendi ümmetine değil diğer milletlere de örnek olacak bir kemale haizdi. Bu sebeple ona ümmet olan Müslümanların da diğer milletlerin her bakımdan örnek alabilecekleri nitelikli bir hayat standartlarına ulaşmaları
beklenir. Zira ilmî serveti tam olan milletler hayatta olsun olmasın ilim ve irfanda geri kalmış milletlerin uygarlığa ulaşmada daima önderlik etmişlerdir. Bu sebeple Bakara Suresi 143. ayette ifade edildiği gibi diğer milletlere örnek olabilmek Müslümanlığın bir gereğidir. Bunun için
diğer milletleri örnek almaktan vazgeçmeli ve tam bir istiklale kavuşabilmek için Hz. Peygamberi örnek almalıdır, demektedir.
İslam düşüncesinin politika, ekonomi ve eğitim alanında taşınabilir yani evrensel modeller üretebilmesinin önünde İslam inancı ve modernitenin oluşturduğu toplumsal zemin gibi iki temel engelden bahsetmiştik. İslam düşüncesi bu iki engeli aşabilir mi? Bu
alanlarda sadece Müslümanlara doğru ve makul gelen ve sadece onlar için geçerli modeller yerine inanıp inanmayan herkes için geçerli ve modern karşıtlarından da daha iyi modeller geliştirebilir mi? İkincisi İslam bu tür modellerin uygulanabilmesi için zarurî olan bir sosyal zemini
oluşturacak toplumsal talebi nasıl gerçekleştirecektir? Bence İslam birinci engeli aşacak evrensel prensipleri haizdir. İslam, Müslüman olsun olmasın herkese uygulanmasını istediği adalet prensibi ve zekat ve sadaka ile hedeflediği ekonomik denge, üstünlüğün sadece ahlakî kemalde
olduğunu vurgulayarak her türlü, sınıfsal ve ırkî imtiyazları yok sayan sosyal eşitlik İslam’ın üretebileceği evrensel modellerin temel prensipleri olabilirler. İkinci engeli aşabilmenin, yani İslamî modellere sosyal zemini oluşturacak toplumsal talebin ortaya çıkmasının iki önemli
şartı vardır. Birincisi mevcut modern- küresel modellerin gerçekte başarısız olması gerekir. Diğer şart ise, mevcut sistemlerden daha iyisinin olduğu ve olabileceğinin en azından Müslümanların zihinlerde bulunması gerekir.
Bizce küresel sistem özellikle ekonomik eşitsizliğin ve istismarın kaynağıdır ve bu anlamda başarısızdır. İsterseniz Dünya Bankası "Küresel Ekonomik Görünüşler 2000 raporunu dinleyelim:
Dünyanın en zengin 200 kişisinin sahip oldukları toplam servet, yeryüzündeki en yoksul 2.5 milyar insanın toplam gelirinden daha fazla ve bu 200 zenginin 112’si Amerikalıdır. Dünyadaki en zengin 3 Amerikalının servetlerinin toplamı, en yoksul 48 ülkenin gayri safi
millî hasılasından daha yüksektir. Dünyanın en yoksul ülkesine kıyasla, en zengin ülkesinde kişi başına düşen milli gelir 228 kat daha fazladır. Bu gün 89 ülke son 10 yıl içinde 23 kat daha yoksullaşmış, ve yine son 10 yılın verilerine göre refah düzeyi yükselen ülkeler:
ABD, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Japonya olmuş ve bunlar uluslararası üretimin yüzde 86’sını, uluslararası ticaretin yüzde 82’sini kontrolleri altında tutarken, en yoksul 48 ülke ise ancak yüzde birini kontrol eder hale gelmişlerdir. 1997/1999 yılları arasında tüm dünyanın
ürettiği toplam gelirin yüzde 58’i Amerika’ya gitti. Dünyanın en yoksul 83 ülkesinin son 7 yıl içinde ödedikleri dış borç faizi, anaparanın 5 katına ulaşmış ve en gelişmiş 7 ülke dünya nüfusunun yüzde 11’ini oluşturmasına rağmen dünya toplam GSMH’sinin 2/3 almaktadır. Dünya
mafyasının kontrol ettiği toplam sermayenin 8.4 trilyon dolar olduğu tahmin edilmekte ve bunun % 70’inin Amerikan mafyası tarafından kontrol edildiği anlaşılmaktadır. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu’na göre dünyadaki açlığı ve temel sağlık sorunlarını asgari düzeyde
çözebilmek için gerekli para sadece 13 milyar dolardır… Her yıl açlık yüzünden dünyada 38 milyon insan ölmekte, 800 milyon insan ise kronik yetersiz beslenmeye bağlı hastalıklarla savaşmaktadır. New York şehrinin elektrik tüketimi, bütün Afrika kıtasının toplam elektrik tüketiminin
yarısından daha fazladır.30
Küreselleşmenin en özlü ifadesi budur ve dünyada hiçbir akıl, izan, irfan ve insaf sahibi bunun ideal ve başarılı bir sistem olduğunu iddia edemez. Küreselleşme ahlaki ve insanî alanda başarısızdır. Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılışı, veya Amerika’nın
"uçaklanışıyla" başlayan bu süreç, eğer gerçekten küresel sistemin sonunu getirecek ise o zaman bu boşluğu en azından ideolojik bazda dolduracak bir halefin de belirlenmesi gerekmektedir. Küresel güç doğrudan Müslümanları hedef almakla kim bilir bir bakıma kendi
halefini de tayin etmiş olmaktadır. Küresel sistem bırakın insanlığı, kendi insanının beklentilerini bile tatmin etmekten uzaktır ve bu açıdan bakıldığında küreselleşme başarısızdır. Fakat Müslümanlar kendilerini küresel sisteme alternatif görüyorlar mı? Benim bu soruya
cevabım müspettir.
4- Teorik planda Kur’an ve ondan mülhem prensiplerin tarihî uygulamaları, "İslamî" dinî çoğulcuğun imkanını hazırlamışlardır.
Küreselleşmenin bir din ve dünya görüşü olan İslam karşısına çıkardığı en ciddi zorluklardan biri çoğulculuktur. Sosyal ve dinî çoğulculuk küresel sosyal şartların dayattığı bir gerçekliktir. İslam bu çağa yönelik düşünce ve teoloji, aynı
zamanda bir toplum inşası tasavvur ediyorsa bu gerçekliği hesaba katmak zorundadır. Mesela Kurtz, İslam dünyasının dinî çoğulculuk ve bilimin ortaya çıkardığı teolojik problemler olarak iki farklı fenomene nasıl karşılık vereceğini tam olarak kestiremediğini söylemektedir.31
İslamî düşünsel birikim henüz bu konularda ciddi teoriler üretecek düzeyde değildir. Fakat bu durum bizim İslam geleneğine bakarak bazı tahminlerde bulunmamıza da engel olmamalıdır. Bizce İslam hem düşünsel planda hem de sosyal alanda dinî çoğulculuğu geçekleştirebilecek
potansiyeli haizdir. Kur’an’ın vahyi evrensel kabul ederek, her ümmete gönderilen hakikatle kendini özdeşleştirmesi ve Yahudi ve Hıristiyanlara ehli kitap kavramı çerçevesinde özel bir statü vermesi ve daha sonra bu statünün Zerdüşt ve Hinduları içine alacak tarzda genişletilmesi
ve tarihî olarak Endülüs ve Osmanlı’da bir arada yaşama sisteminin başarıyla uygulanması, İslamî teolojik ve sosyolojik dinî çoğulculuğun kaynağını oluşturmaktadır.
İslam küreselleşmenin bir gereği olarak dinî çoğulculuğu onaylarken teolojik anlamda izafileşmekten kurtulabilecek mi? Diğer taraftan sosyal alanda eşitlik ve çoğulculuk adına insanları mümin, kafir ve münafık gibi iman esaslı sınıflamalardan gerçekten
vazgeçebilecek mi? Bunlar küreselleşmenin İslam düşüncesine dayattığı büyük problemlerdir. Aşıp aşamayacağını zaman gösterecektir. Fakat biz İslam geleneğinin kültürel birikimine ve İslam düşüncesinin yapısına bakarak ancak bazı tahminlerde bulunmamız mümkündür.
Kur’an’a ve Hz. Peygamberin uygulamalarına dayanılarak oluşturulan zımmî statüsü ve bunun, Endülüs Emevi Devleti’nde ve Osmanlı’da uygulanan millet sistemi sosyolojik anlamda çoğulculuğun başlangıç noktası olmuştur. Buradan hareketle, küresel şartlar esas alınarak
küresel köyün bütün meskunlarını entegre edebilecek çok hukuklu ve çok kültürlü bir sistem veya model geliştirebilir. İslam geleneği bunun hem pratik ve hem de düşünsel birikimini haizdir. İslam teolojisinin teorik anlamda bir nevi izafiliği kabul etmeden dinî çoğulculuk oluşturması
biraz daha zor görünmektedir. Fakat bu konuda son zamanlarda yapılan çalışmalar ve özellikle Perennial Felsefe etrafında toplanan ve içlerinde Seyyid Hüseyin Nasr gibi düşünürlerin de bulunduğu bir gurup entelektüel bunun zor olsa da, imkansız olmadığına işaret etmektedirler.
Nasr’a göre:
İnsanlığın bugünkü dinî ve manevî boyutunun yeni ve gerçekten de önemli bir yönü de dinî ve kutsal dünyaların sadece arkeolojik, tarihî gerçekler ve fenomenler olmayıp aksine dinî realite olmasının ortaya çıkmasıdır. Fakat insanoğlu bir güneş sistemi
içinde yaşamak ve onun kanunlarına uymak mecburiyetinde olmasına rağmen, diğer güneş sistemlerinin ritim ve harmonisini fark etmekle de var olduğunu bilir ve her birinin farklı gezegen sistemlerinin büyüleyici güzelliklerini müşahede eder. Fakat bir gezegen sistemi içinde yaşayan için,
o tek ve yegane gezegen sistemidir. İnsan elbette kendi gezegen sisteminin güneşiyle aydınlanacak ve buna rağmen manevî yetkinliğinin gücüyle ve "orada olmadan" ve sezgisiyle bilir ki her güneş sisteminin bir güneşi vardır. Bu hem o güneş sisteminin güneşi, hem de bütün
güneş sistemlerinin Güneşi’dir. Her sabah şafakla yükselen ve dünyamızı aydınlatan Güneş neden yegane Güneş olmasın?32
Nasr burada dinleri gezegen sistemlerine peygamberleri de Güneş’e benzeterek teolojik anlamda bir dinî çoğulculuğa işaret etmektedir.
5- İslam ahlakı toplumsallaştıracak bir cemaat yapısına maliktir.
Küreselleşme ekonomik ve sosyal planda gayri adil bir sistemin ve buna bağlı bir çok problemlerin kaynağı olduğu görüşünün yaygınlaşmasının bir neticesi olarak küresel etik tartışmaları öne çıkmaya başlamıştır. Küreselleşmenin ortaya çıkardığı
ekonomik ve sosyal problemlere ancak küresel bir etik anlayışının yaygınlaşmasıyla çare bulunacağı inancı bu yeni gelişmenin en önemli dinamiğidir. Bu konuda üretilen literatürün temel amacı rasyonel argümanlarla insanları ikna etmektir. Bizce ahlakî davranışları kazanma
tamamen rasyonel bir süreç değildir. Dolayısıyla küresel etik tartışmaları kendisinden beklenen insanlara ahlakî davranışlar kazandırma hedefinde kolayca başarılı olacağa benzememektedir. Fert kimliğini ve şahsiyetini kazanırken bir gelenek içinde çoğu zaman rasyonel görünmeyen
ahlaki prensipler adeta dikta ettirilir. Modernite ve onun bir neticesi olan küreselleşme dinî geleneklerin cemiyet yapısını tahrip ederek bir nevi ahlakın var oluş zeminini bozmuştur. Bu anlamda küresel etik arayışları bir tartışmadan öteye gitmeyecektir. Stackhouse’un da işaret
ettiği gibi, bu yeni olgu, küresel kapitalizmin zaferi olarak, az gelişmiş ülkelerin istismarı, çevrenin kirlenmesi, her türlü kaynak ve ilişkilerin satılık meta haline getirilmesiyle birlikte dünya çapında eşitsizlik yaratılmasına ve kültürel homojenlik adına bölgesel farklılıkları
tahrip etmesine sebep olmaktadır. Eğer durum geçekten bu ise, bir çok insanın küreselleşmede teolojik ve ahlaki bir değer görmemesi gayet doğaldır ve bu durumda, halefleri nasıl faşizm ve komünizmle nasıl savaştı ise devrin insanı, küreselleşmeye karşı öyle savaşacaklardır.33
İslamî dünya görüşünde alemin ve yani cemiyetlerin nizamı ancak ahlaki esasları yerine getirmekle gerçekleştirilir. Alemin nizamı ahlakla olur. Nizamı alem kavramı bir küresel dünya vizyonudur. Sadece cemiyetlerin değil, aynı zamanda şu maddi dünyanın, görünür
ve görünmez bütün alemlerin düzeni ve devamı ancak manevi ve ahlakî prensiplerle mümkün olmaktadır. Kur’an ahlakî ilkeleri hiçe sayan cemiyetlerin nasıl yıkılıp harap olduklarını anlatan kıssalarla doludur. İslam dünya görüşünde kainatın nizam, yani küresel bir sistem
ancak ahlakî ideali kendi benliklerinde somutlaştıran yüce şahsiyetler, tasavvuf lisanıyla konuşacak olursak, evtad, aktap, kırklar, yedilerin varlığı ile mümkün olmaktadır. 1990’lardan sonra, Roberson’un işaret ettiği gibi, ahlaki ilkeleri ihmal etmekle dünya bir belirsizlik
safhasına girmiş ve bu kaostan ancak ahlakî prensipleri esas alan bir sistemin yeniden inşası ile çıkacaktır.
İslam dinî yapısı, geleneği ve inananlarına sağladığı manevî güçle, hâlâ rasyoneliteye müracaat etmeden ahlaki davranışlar kazandırma özelliğini koruyan belki de tek dindir. Bu sebeple küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı sosyal problemlerin
mutlaka çözülmesini tasavvur eden sosyal bilimcilerin çoğu, kendi şahsiyetlerini oluştururken bu tür bir süreçten geçmedikleri için bunun ehemmiyetini anlayamamışlardır.
Sonuç
Ekonomik ve sosyo-kültürel bir süreç olarak varlık kazanan küreselleşme, sadece günlük hayatımızı değil aynı zamanda tasavvur ve tahayyülümüzü dahi etkilemektedir. Küreselleşme yapısal olarak yerli kültürleri ve dinî etkilemekte ve onları yeni formlar
benimsemeye zorlamaktadır. Bu meyanda batılı sosyal bilimcilerin küreselleşme karşısında İslam’ın konumu ve davranışı konusundaki tespit ve tahlillerini itiyatla karşılamak gerekir. Onları ne tamamen ret ne de kolayca kabul etmeliyiz. Batılı sosyal bilimciler küreselleşmenin bir
din olarak İslam’a etkisi hususundaki tespitlerinde genelde haklı olmalarına rağmen, İslam’ın küreselleşmeye nasıl cevap vereceği konusundaki tahmin ve beklentilerin de, İslam’ın teolojik ve manevi yapısına yeterince vakıf olamadıkları ve bu noktada İslam’ı Hıristiyanlıkla özdeşleştirdikleri
için, çoğu zaman hatalıdırlar. İslam ve küreselleşme münasebetini ve hatta mücadelesini şu şekilde özetlemek mümkündür.
1- Küreselleşme yabancı bir güç olarak İslam’ın sosyal alanı inşayı hedefleyen prensiplerinden vazgeçmesini ve yani Luhmann’ın icra dediği boyutunu modernite emrine teslim etmesini istemektedir. Kur’an, sünnet, en genel anlamda İslam geleneğinde sosyal olanla
dinî olanın adeta bir birine yapışık olması sebebiyle, küreselleşmenin bu talebini İslam kendi varlığına bir tehdit olarak algılamakta ve buna İslamî radikalizm ve fundamentalizm ile karşılık vermektedir.
2- Küreselleşme, toplumları bir birine yakınlaştırarak veya çok kültürlü toplumlar oluşturarak dinin mutlaklık iddiasından vazgeçmesini ve izafileşmesini talep etmektedir. Bu durumda İslam ise geleneğine dönmekte, tarihte çoğulculuğu başardığı iddiasıyla
hem geleneği yeniden canlandırmakta ve hem de daha üstün olduğu psikolojini güçlendirmektedir.
3- Küreselleşme dinin, ekonomi ve siyaset gibi bir alt sistem olarak global dünyaya entegre etmek istemektedir. İslam ise hayatı bütünüyle kuşatma cehtinden dolayı ekonomi ve siyaseti de içine alan bir bütünlük iddiasıyla hatta diğer kültürleri alt sistem
olarak entegre etmek istemektedir. Kendi evrensellik iddiasından dolayı global sisteme tam bir rakiptir. Bu sebeple onun bir tamamlayıcısı veya unsuru olmayı reddetmektedir.
4- Küreselleşeme kendi varlığını ekonomi, siyaset ve eğitim alanında taşınabilir modeller üreterek devam ettirmekte ve aynı zamanda yaygınlaştırmaktadır. İslam’ın ekonomi, siyaset ve eğitim alanında dinî yapısından kaynaklanan kendine has projeleri olduğu
için mevcut yapıyı tamamen meşru kabul edememektedir. Sistemle bir nevi kan uyuşmazlığının sebebi olan bu prensipler Müslümanları ekonomi, siyaset ve eğitim alanında bir taraftan alternatif arayışlarına sevk ederken diğer taraftan onların sisteme yabancılaşmasına da sebep
olmaktadır.
1. Max L. Stackhouse, "General Introduction" içinde God and Globalization: Religion and the Powers of the Common Life, Trinity Press International, Pennsylvenia 2000, s. 8.
2. Ronald Robertson, Globalization: Social Theory and Global Culture, Sage Publications Ltd, London 1992, s. 8-9.
3. Robin Williams, Towards 2000, Chatto and Windus, 1983, s. 117.
4. Peter Beyer, Religion and Globalization, Sage Publications, London 1994, s. 21-26.
5. Stackhouse, a.g.m., s. 25.
6. Robertson, a.g.e., s.49.
7. Robertson, a.g.e., s. 66.
8. Robertson, a.g.e., s. 61.
9. Robertson, a.g.e., s. 113.
10. Robertson, a.g.e., s. 58-59.
11. Robertson, a.g.e., s. 8.
12. Robertson, a.g.e., s. 104.
13. Robertson, a.g.e., s. 121.
14. Ronald Robertson, "Globalization and the Future of ‘Traditional Religion’" içinde God and Globalization: Religion and the Powers of the Common Life, Trinity Press International, Pennsylvenia 2000, s. 55.
15. Robertson, a.g.e., s. 87.
16. Beyer, a.g.e., s. 33-41.
17. Antony Giddens, The Consequences of Modernity, Polity Press, Cornwall 1990, s. 64.
18. Giddens, a.g.e., s. 70-77.
19. Beyer, a.g.e., s. 3.
20. Beyer, a.g.e., s. 82.
21. Beyer, a.g.e., s. 103.
22. Beyer, a.g.e., s. 104-105.
23. Beyer, a.g.e., s. 90-92.
24. Beyer, a.g.e., s. 72
25. Lester Kurtz, Gods in the Global Village: The Worlds Religions in the Sociological Perspective, Pine Forge Press, London 1995, s. 19.
26. Robertson, a.g.m., s. 53.
27. Peter L. Berger, "Secularism in Retreat" içinde Islam and Secularism in the Middle East, der. Azzam Tamimi, John L. Esposito, Hurst and Company, London, s. 46-47.
28. Berger, a.g.m., s. 48.
29. Elmalılı Hamdi Yazır, "Ba’de za" içinde Makaleler I, s. 242.
30. Fikret Başkaya, Küreselleşmenin Karanlık Bilançosu, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara 2000, s. 7-18; Dünya Bankası Küresel Ekonomik Görünüşler 2000 Raporu, Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu, Küreselleşmenin İnsani Yüzü, Der: Veysel
Bozkurt, Zafer Ertürk.
31. Kurtz, a.g.e., s. 178.
32. Nasr, Knowledge and The Sacred, State University of New York Press, Albany 1989, s. 296.
33. Stackhouse, a.g.m., s. 19.