Doğu, tarih boyunca bütün dinlerin ve medeniyetlerin beşiği olmuştur;
ancak son iki asırdır menfaat ve sefahati medeniyet sananlarca Batı,
medeniyetin merkezi olarak insanlığa takdim edilmektedir. Çağdaşlaşma adına
bu yeni medeniyetin gönüllü misyonerliğini yapan sözde aydınlarımız,
medenî olabilmek, kalkınabilmek için Batılılaşmak gerektiğini iddia etmişlerdir.
Batılılaşabilmek için de kurumları, kanunları değiştirmek yetmez, insanı,
aile yapısını, hatta dini de değiştirmek, yani, Batı’nın bütün değerlerini
özümsemek gereklidir diyerek, toplum mühendisliği yapmışlardır ve halen
yapmaktadırlar. Bunlara karşın önce yönünü Batı’ya çevirmiş, çok iyi
bir araştırmadan sonra hakikatin Doğu’da, İslâm’da olduğunu anlamış, sözde
değil özde aydınlarımız da vardır. Bunlardan birisi de rahmetli Cemil Meriç’tir.

Cemil Meriç, bir ömür boyu hayat tarzı olarak benimsediği okumak, araştırmak
ve yazmak şeklindeki fikir işçiliği sonucu elde ettiği ilmi ile, Doğu ve
Batı medeniyetlerini mukayese etmiştir. Bu mukayeselerinde Batı medeniyetinin
olumsuzluklarına dikkat çeken Meriç, Batılılaşma adına yapılan işlerin
yanlışlığına dikkat çekerek, "Işık Doğudan Gelir" sözüyle
formüle ettiği tezlerini nazarlara sunmuştur.


Cemil Meriç’in Fikrî Merhaleleri

Tanzimat sonrası Batılılaşma, aydınların fikrî mülahazaları arasında
yerini almıştı ve önemli bir taraftar kitlesine sahipti. Cumhuriyetin kuruluşundan
sonra ise Batıcılık resmî devlet politikası olarak benimsenmiş ve oluşturulan
eğitim sistemi ile tek tip insan yetiştirilmek istenmişti. Küçük yaştan
itibaren çok okuyan Cemil Meriç’in ise Hataylı olmasından dolayı bir şansı
vardı ve sistem dışı kalmıştı, yani kendi irfanından kopmamıştı. Bu
şansını kendi ifadelerinde şöyle buluyoruz: "Lise tahsili boyunca hep
Osmanlıca yazdım. Hür bıraktılar, harfleri kullanmada. Türk hocalar da
Osmanlıydılar. Ali İlmi Fani gibi. Belki Osmanlı’dan kopmadığım için inkılap
aydınlarına benzemiyorum. Ben, bir yerde, kendimi kaybetmedim. Arapların ve
Çerkeslerin yanında, onlara karşı kendi an’aneme gömüldüm. Fakat aynı
zamanda Avrupalılaşmayı bütünüyle yaşadım."1

Meriç, tecessüsünün etkisiyle Batı’nın kültür kaynaklarını araştırmaya
başlamıştı; düşünce dünyasını en çok etkileyen ve Batıya iyiden
iyiye yönelişini sağlayan kitap lise yıllarında okuduğu "Madde ve
Kuvvet"ti. Buchner’in bu kitabı ona göre Materyalist felsefenin en önemli
eseri idi. Bu kitabı okuduktan sonra, biraz da diğer insanlardan ayrıcalıklı
olma adına ateizmin kalesine atmıştı onu. Marx, Engels ve Nazım’ın
kitaplarını da okumuştu ve bütün sırlar artık çözülecekti. Bunlar
dinden, mistisizmden öyle soğutmuşlardı ki Meriç’i, vaaza benzeyen her düşünceye
kulaklarını tıkıyordu. Buna mukabil "Zola’yı seviyordum, çünkü
dinsizdi" diyebiliyordu. Uzun bir süre mâişetini de temin etmek amacıyla
Balzac tercümeleri, Balzac etütleri yaptı. Çağdaş düşünceyi kaynağından
yakalamak için Saint Simon ile Proudhon’a yöneldi. Saint-Simon için, yalnız
Pozitivizm, yalnız Sosyalizm değil burjuva endüstrializmi de onun eseri
diyordu. 1960’lı yıllara kadar Meriç’in tecessüsünün yöneldiği kutup
Avrupa’dır. Fakat Batı’da sığınmak istediği her bir kale, âdeta onun üzerine
yıkılmış, inkâra kadar giden bir tahribata yol açmıştır.

Meriç’in yeni yöneldiği alan Hint kültürüdür. Hint’ten düşünce hürriyetini,
düşüncenin gökkuşağını bütün renkleriyle sevmeyi öğrenmiştir. Bir
tarih hocasının Hint’le uğraştığı için onu ayıplaması üzerine,
"eskiden Batı aforoz edilirdi, şimdi Doğu aforoz ediliyor. Daima aforoz,
daima duvar, daima husumet. Bu lanet çemberini nasıl yıkacağız?.. Bundan
sonra kütüphanene dön, yani kitap ol, aydınlan ve aydınlat"2 diyerek
ideoloji tutsaklığına ve tahripkâr Batıcılığa karşı toplumu aydınlatma
görevini üstlenir.

1968’lere kadar insanlığın düşünce tarihini inceleyen Meriç, bir Konya
yolculuğu sırasında bir üniversiteli gencin "Sen bizden değilsin"
demesi üzerine, ben ve onların kim olduğunu düşünür ve "Uçurumun
kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu
hüküm hakikatin ta kendisiydi" diyerek aradığı hakikatin kendi öz değerlerinde
olduğunu keşfeder. Aynı zamanda kendisiyle birlikte yanlış istikamete gitmiş
Türk aydınlarına ithafen şöyle der: "Tanzimat’tan bu yana Türk aydınının
alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu: Aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu
başkaları hazırlamıştı, biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın
kurbanı olmuşlardı. Avrupa’yı tanımamak gaflet; Avrupa’yı tanıyan ülkesinden
kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız."3

İnsanlar sadece ülkesinden kopmakla kalmıyor, dininden de kopuyordu. Çünkü
modernlik ve bilimsellik üzerine oturtulduğu iddia edilen yeni medeniyet, müntesiplerinin
âdeta içinden ruhunu çıkartıp maddileştiriyor, gözünün birini kör
edip, sebepler dairesinde yolunu şaşırtarak, sefahatle avunduruyor, bunun adına
da özgürlük diyordu. Meriç, sebepler dairesinde çok dolaşmış ama Müsebbibü’l
esbaba ulaşmış bahtiyarlardandı.

"Ben de belli bir çağın insanı olarak kültürün hizmetinde idim şimdiye
kadar. Dünya kütüphanelerinin kapılarını yurdumun insanlarına açmak
istedim. Hint ormanlarının uğultusunu taşıdım, edebiyatımıza. Batının
büyük düşünce fatihlerini konuşturdum. Eserlerimin ‘kültür’ cildi aşağı
yukarı tamamlandı. Bundan sonra ‘İrfan’ cildi başlayacak. Ayrıntılarla
fazla uğraştım şimdiye kadar. Artık bu uzun yolculukta devşirebildiğim
hakikat meyvalarını takdime çalışacağım okuyucularıma. Kültürden çok
irfanla uğraşmak istiyorum. İrfan, Batı intelijansiyanın ‘Gnoz’ (gnose) adını
verdiği ‘ilm-i Ledün’dü. Karanlıkları ışığa boğan bir şimşek. Yarı
ilham, yarı seziş. Cedlerimiz, ilâhi esrarın heybeti karşısında, ‘Sübhane.
Maarefnâke hakkı marifetik, ya Maruf’ diye çırpınıyorlardı."4

Gerçekten Meriç, 70’li yıllardan itibaren bütün nass’ların peçesini sıyırmış,
bütün hakikatleri tenkit süzgecinden geçirmiş bir entelektüel olarak,
Yaratan’ının rızasına talip, ülkesini ve insanlarını her türlü
ideolojik kültür istilasına karşı uyaran bir mürşit olarak karşımıza
çıkmaktadır.


Batı Medeniyeti ve "Müstağrip"ler

Cemil Meriç, Tanzimat sonrası çağdaş Türk aydınını, kendi
mukaddeslerini ve değerlerini tanımayan, Avrupa’nın zevkperestliğine aldanmış
müstağripler kervanı olarak görmektedir. Bu konu ile ilgili görüşlerini
Meriç’in kendi güzel ifadelerinden aktaralım:

"Çağdaşlaşmak" Avrupa’nın yeni bir ihraç metaı, kokain ve LSD
gibi… Şuuru felce uğratan bir zehir. "Çağ-dışılık" ithamı,
iftiraların en alçakcası, en abesi. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır.
Çağdaşlaşmak neden Hıristiyan Batı’nın putlarına perestiş olsun?

Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkar etmek ve peşin peşin
köleliğe razı olmak değil mi? Biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; düşman
bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok
daha insanca bir medeniyetin."5

"Türk düşünce tarihi, ülkesiyle göbek bağını koparan bir
intelijansiyanın dramı. Bu bahtsız kafilenin bayrağını taşıyacağı içtimai
bir sınıf yok. Vatanında gariptir. Alkışlayıcısı: Ekalliyetler ve
Avrupa.

Abdullah Cevdet, yeni bir vatan arayan bu ıstırap kervanının en samimi
temsilcisi. Paris’e giderken bir yangından kaçtığını sanıyordu genç
doktor. Hürriyete ve irfana susuzdu. Tek düşmanı vardı: istibdat. "İhtiyar’ı
menfa"sına ayak basar basmaz milletler arası maceracılar aldı etrafını.
Ne istiyorlardı? Devlet-i Aliyye’yi parçalamak. Hayalperest şair, padişaha
savaş açan bir gazetenin başyazarı oldu: "Osmanlı". Ama halka yayılamadı
gazete. Halk halifeye bağlıydı. Abdullah Cevdet anladı ki: Önce Osmanlının
kafasını değiştirmek lazım, kafasını ve kalbini."6 Çok az okuyucusu
olan gazete ile bu işin olmayacağını anlayan Abdullah Cevdet, 1904’te tek
medeniyet olarak gördüğü Avrupa medeniyetini tanıtmak amacıyla "İçtihad"
dergisini çıkarmaya başlamıştır.

Meriç, müstağriplere örnek olarak 1909’da Türkiye’ye gelen "Frenk
Ahmet"in (Ağaoğlu Ahmet) görüşlerini de aktarır. Dünyada üç
medeniyet vardır yazara göre. Bunlardan biri (yani Garp medeniyeti), diğer
iki medeniyeti (İslâm medeniyeti ile Budist-Brahman medeniyetini) tahakküm
altına almıştır: "Necat ve halâsımız için Avrupa medeniyetini olduğu
gibi temessül etmekten başka çare yoktur." Peki medeniyet nedir?
"Tarz-ı hayattır" diyor Ahmet Bey, "hayatın kâffe-i tecelliyâtı,
maddî-manevî bütün şuûnudur… Tefekkür ve tecessüs tarzından başlayarak,
teşebbüs şekline kadar hayatın bütün tecellilerini" kucaklar.
"Aynı medeniyet zümresi aynı kafa ile düşünür, aynı kalp ile
hisseder, aynı manevî cihazlarla mücehhezdir." Yaşamak için "Yalnız
libasımız ve bazı müesseselerimizle değil, kafamız, kalbimiz, tarz-ı telâkkimiz
ve zihniyetimiz itibariyle de Avrupa’ya uymalıyız." Ama bunun için
"şahsiyet-i milliye"mizi feda etmek lazım gelecekmiş. Adam; şahsiyet-i
milliye de nedir ki? Din, ahlâk, hukuk… birer safra. Gemimizi kurtarmak için
vazgeçeceğiz onlardan."7

Meriç, "Ananeye düşman, tek mabutları vardı: Teceddüt; tek mabetleri:
Avrupa." diye tanımladığı Celâl Nuri, Abdullah Cevdet, Baha Tevfik
gibi kişilerin amacını şu şekilde özetler: "Sözde bir isyandı bu.
Taassuba, istibdada karşı zekanın direnişiydi. İzmihlâlin mes’uliyetini
imana yükleyen bu zavallılar bir asır önceki Fransız intelijansiyasının
kiliseye karşı savaşını tekrarlayan şuursuz birer aktördüler. Zehirli
telkinleri mukavemet kalelerini yok etti. İmansız ve idealsiz nesiller türettik.
Pusuda bekleyen yabancı ideolojiler setleri yıkılan ırmaklar gibi yayıldılar
ülkeye."8 Osmanlı barbardı, İslâmiyet gericilikti, biz Hititler’in, Sümerliler’in
çocuklarıyız deyip tarih düşmanlığı, Türkleştirilmiş nasyonal
sosyalizm veya sosyalizm gibi hazmedilmesine imkan olmayan inanç manzumeleri, dünya
görüşleri mustağripler vasıtasıyla yayılmıştır. Batı’nın yükselen sınıfları
için hayırlı olan dinsizlik bizim için çözülüş olmuştur.

Meriç, kendi değerlerinden kaçış ve yeni arayışlar içersinde olan başta
Servet-i Fünûn’cular olarak müstağriplerin Zerdüşt’den de ilham almaya yöneldiklerini
anlatır. Çünkü Meriç’e göre Avrupa’nın Asya’dan ilk benimsediği ve ilk
tercüme ettiği, İslâm’ın gümrah nurunun söndürdüğü, İran’ın ateşperesti
Zerdüşt’ün Avesta’sıdır. 19. asır tarihçileri İran’ın bu ateşperestini
kendi emellerine tercüman yapmışlardır.

"Rıza Tevfik Avesta mübdiinin aryânîliğini ispata kalkıştı. Münakaşa
aylarca sürdü. Evet bir imparatorluk parça parça yıkılırken ulemâ-yı
rusûm İran’ın "filozof-u tabiîsi" uğruna her fedakârlığı göze
alıyor, her zillete katlanıyordu.

Şark düşmanı intelijansiyamızın, Şarklı bir hakîme karşı beslediği
bu derin muhabbeti nasıl izah edeceğiz? Avrupa’ya olan sadakatiyle. Zira, şairlerimizin
terennüm ettiği bu Zerdüşt, Avrupalı bir Zerdüşt’tür. Ve zerdüştperest
ulemâmızın tek amacı vardır: İslâmiyet’i unutturmak."9

Cemil Meriç, Cumhuriyet dönemi aydınlarını da, bazı istisnalar dışında,
yerden yere vurur ve Avrupa’nın Yeniçerisi, kendi tarihini tahribe memur, şuursuz
ve idraksiz kişiler olarak görür.

"Kendine mahsus hiçbir fikri, daha doğrusu hiçbir fikri yoktur. Batı
dili bilmez. Osmanlıca bilmez. Ebediyyen vesayet altındadır. Huysuzluğu
intibaksızlığından gelmektedir. İntibaksızlığı tembelliğinden. Sağın
cilasını kazıyın, altından kıskançlık çıkar. Üzümle tilki hikayesi.

Sol, papağandır. Öğretilenleri tekrar eder. Topaldır, koltuk değnekleri
ile yürür. Hareket etmek için mutlaka bir Batılıya muhtaçtır. Dost olmanız
için dilini konuşmanız lazım. Dilini, yani seçtiği pirin, mürşidin
dilini. Sembollere ve sloganlara mahpustur. Reçete ister. Bu yeni yobazlık,
kendimize ait her mukaddese kulaklarımızı tıkayıştır. Kendimizden kaçıştır.
Nereye? Şuursuzluğa."10


Bediüzzaman ve Yogi ile Komiser

Hastalık teşhis edilmiştir. Bilim adına, Batılılaşma sevdasına dinsizlik
cereyanı hüküm-ferma olmaktadır. Bu durum karşısında bir mütefekkir
olarak, fikrî cephede kültür tahripçilerine karşı mücadele veren Meriç,
inançsızlığa karşı mücadele veren Bediüzzaman’ın fikirlerine ve
aksiyonuna da dikkat çekmektedir.

"Said, dağ başında va’z eden bir mürşit. Hor görülenler, her şeyini
kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın. Nass’ların yalçın
duvarları arkasından geliyordu bu ses, tarihin içinden geliyordu: Kabuğuna
çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar o konuştukça
gerçekleşti. Yani Nurculardan önce kelâm var. O konuştukça, laikliğin
kartondan setleri yıkıldı birer birer. Kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi(!)
ile Anadolu, tereddütle inanç karşı karşıya geldi."

Nurculuk bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre
karşı imanın, Batı’ya karşı Doğu’nun isyanı. Her risale bir çığlık,
şuuraltının çığlığı. Zulmün ahmakça taarruzu olmasa, bu münzevi ses
böyle sayhalaşır mıydı?

Tanzimat’tan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası ilk defa olarak Nur
kalesi önünde geriler. Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın, devrim yobazları
için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki kendi yüz karaları bu. Nurcuları
yok farz etmek, gaflet. Nurcular adalarında kendi hayatlarına devam
edebilirler. Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi
fildişi kulesini yıkarak bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını
anlamaya çalışmak.

Said Nursi, bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç.
Tefekkürden çok iman. Said’in kavgası, Yogi ile Komiserin kavgası."11

Yogi ile Komiser’in kavgası neydi? Büyük bir tecessüsle bir çağın
muhakemesini yapan Koestler, eserinde Gandhi ile Lenin’in fikirlerini, mücadele
biçimlerini sembolize etmiştir. Şöyle ki: "Komiser dünyayı dışarıdan
değiştireceğine ve devrimle bütün felâketleri ortadan kaldıracağına
inanır. Amaca götüren hile, hıyanet, zehir şiddet gibi her vasıta ona göre
meşrudur.

Yogi ise dıştan hiçbir şeyin düzelemeyeceğini bilir. Onun metodunda ruhî
kuvvetleri terbiye vardır ve zor yoktur. Fert, görünmeyen bir göbek bağıyla
sonsuza bağlıdır.

Koestler. Komiserin bütün çabalarının insan tabiatını değiştiremediğine,
Yoginin de kişiyi sonsuza bağlayıp terbiye etmek istediğine dikkat çekmektedir.

Kostler’e göre bizi, ne yalnız veli kurtarabilir, ne ihtilalci. Çağdaş
insana kutsiyetini ve bütünlüğünü kazandırmanın yolu murakabedir.
Kutuplar arasında âhenk kurulmadıkça, insanlığın istikbali tehlikededir.12

Cemil Meriç, Said’in kavgasını Yogi ile Komiserin kavgasına benzetmekle gerçekten
çok önemli bir amaç ve mücadele şekline dikkat çekmiştir. Nursî’nin
davası her şeyden önce îman davasıdır ve jakoben bir şekilde
"inanacaksan bilime inan" denilerek, Allah ile irtibatı kesilmeye çalışılan
bir nesli, sonsuza Allah’a bağlamaktır. İnsanı manevi değerlerle besleyip,
terbiye etmektir. Metodu da kalpten kalbe, gönülden gönüle, fertten ferde îman
hakikatlerini bütün insanlığa ulaştırmaktır. Bir nevi Yogi’nin mücadele
şeklidir. Fakat, Nursî’nin kurtuluş reçetesi Koestler’den farklıdır. Said
Nursi, din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okunup anlaşılmasından
hakikatin tecelli edeceğini, yalnız fen ilimlerinden inkar, yalnız din
ilimlerinden de taassup doğacağını belirterek, insan ve toplum ahenginin
projesini sunmuştur. Koestler’in anlaşılmaz murakebe kavramıyla gerçek
ahenk, mutluluk ve medeniyet kurulamaz.


Doğu ve Batı Muhasebesi

Cemil Meriç, "Işık Doğudan Gelir" kitabında bir nevi Doğu ve Batı
medeniyetinin defter-i âmalini mukayese ederek, İslâm medeniyetinin kaynaklarını
teşkil eden kamus ve ansiklopedi türünden eserleri, Yunan felsefesiyle, İslâmiyet’i
uzlaştırmak isteyen filozofları, akla, hür düşünceye önem vermiş olan
onuncu yüzyılda yazılmış olan İhvan-ı Safa risalelerini tanıtmaktadır.
Ayrıca medeniyetin kutup yıldızları kaynaklarından olarak kabul ettiği
Tevrat ve İncilleri de inceleyip, Türk okuyucusuna aktarmakta, Kitab-ı
Mukaddes, Kur’an ve Bilim üçgeninde medeniyetlerin menşeini ve tarihini değerlendirmekte,
İslâm’ın cihanşümül, sağlam kaynaklarına dikkat çekmektedir.

"İslâm medeniyeti de yekpâre bir bütün, İslâm dünyası, Hicret’ten
bu yana çeşitli ikbâl ve idbâr devirleri yaşamış, fakat aslî cevherini büyük
bir titizlikle korumuştur. Bu medeniyetin dayandığı mukaddes kitaplar,
milyonlarca insanın yoluna ışık serpmiş ve serpmektedir. İslâm’ın
"Muhit ül Maarif"i Kur’an-ı Kerim ile Hadis-i Şeriflerdir."13

Meriç’e göre madde üzerinde hakimiyet kuran Avrupa’nın, kendi hakimiyeti ve
çıkarları uğruna zorba ve sefahat sütunları üzerinde inşa ettiği yeni
medeniyeti insanın ruh dengesini bozmuş, kabaran iştihası ile Dünyanın
dengesini altüst etmiştir. Avrupa’nın hakiki İsevilerinden ve mütefekkirlerinden
de bu duruma isyan vardır. Cemil Meriç bu sefaletten yorgun, çıkarcı
Avrupa’ya, kendi içerisinden, inançlı, kalbi insanlık ateşi ile tutuşmuş
gerçek aydınların da isyan ettiğini bildirir bize.

Lamennais, kilisenin aforoz ettiği, Hıristiyanlığın en coşkun, en inanmış
savunucusudur. Düşünüre göre, on dokuzuncu asır Avrupa’sını, akıldışı
bir yobazlık dalgası önüne katmıştır: Akla perestiş. Hangi akla? Maddî
çıkarlarını bir çoban köpeği uysallığı ile koruyan, alelâde
ihtimalleri ezelî kanun diye sunan, bakkal terazisi kadar hassas, bakkal
terazisi kadar yalancı bir aşağı bir yukarı. Lamennais bu sahte tanrıya
isyan eder. "En hasta asır kendini hataya kaptıran asır değildir;
hakikatten yüz çeviren, hakikati küçümseyen asırdır… Coşkun heyecanların
olduğu yerde güç tükenmemiştir, ümit vardır henüz. Ama ya kıpırdanışlar
sona ermiş, nabız durmuş, kalp soğumuşsa… Yakın ve önüne geçilmez bir
çöküşten başka ne umulabilir? Neden saklamalı? Avrupa’da toplum hızla bu
vahim âkıbete koşmaktadır."14

Gerçekten medeniyetlerin menşei ve tarih iyi incelenip mukayese edildiğinde
hakikat bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. İslâm, insanı
terbiye edip, eşyanın, kainatın efendisi yapmış, Batı, insanı maddenin, eşyanın
kölesi yapmıştır. Meriç, insanı eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra
indiren, cinayetlerle, âdiliklerle örtülü Batı medeniyetinin kirli yüzünü
nasslara dayanarak ve tarihten örnekler vererek ortaya sermektedir.

"Semavi kitapların emri: "Öldürmeyeceksin". Hıristiyan
Avrupa, en sefil çıkarları için dünyanın bütün mandarenlerini öldürdü
ve öldürmeye hazır. Goethe: "Ya örs olacaksın, ya çekiç" diyor.
Şark, Sâdi’den Gandhi’ye kadar aksi kanaatte: "Yemin ederim ki, dünyanın
bütün toprakları bir tek insanın kanını akıtmaya değmez." Kim haklı?15

"Asya alacaklı. Alacaklı ama, Avrupa’nın da ondan alması gereken nice
dersler var. Batı düşüncesi, bilginlerin bütün himmetlerine rağmen,
Asya’nın mesajını kavrayamadı. Bu mesaj başka tecrübelerin ifadesiydi.
Avrupa yaşamamıştı bu tecrübeleri.

Batı, vücudun faaliyetleriyle ruhunkileri birbirinden ayırmaya çalıştı.
Daha doğrusu birbirine kapalı iki dünya olarak düşünmüştü onları.
Felsefî, ahlâkî, dinî düşüncelerinin temelinde bu inanç yatıyor.
Tekniklerine, pratik hayatına istikamet veren bu davranış. Batı, maddî dünyayla
manevî dünya arasındaki sürekliliğin farkına daha dün varabildi.
Psikiyatrinin, psikanalizin, psikosomatik tıbbın gelişmesini bekledi bunun için.
Bu anahtarı yeni sanıyor, kullanmasını beceremiyor pek. Asya asırlardan
beri ustaca kullanmış onu, ne var ki başka amaçlar için kullanmış. Üç yüz
yıldan beri mekanik araçlarını geliştirmiş Batı, vücut teknikleriyle uğraşmamış.
İnsanın emrindeki en tabiî âlet: Vücut. Batılı bu aleti pek az tanıyor.
İnsan vücudunun keşfi, insan ruhunun da yeniden keşfi olacaktır. Batının
bu konuda rehberi: Doğu.16

"Çarpışan iki medeniyet var: Türk-İslâm medeniyeti bin yıl fetihler
yapmış, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli başarıları var. İhtiyarlamış.
Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî yapısında farklı
ve başka. Bence en esaslı fark insana bakışlarında. Osmanlı için insan
uluhiyetin nusha-yi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi tesâdüfî
tefavütlerin dışında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu. Batı evvela
kendi insanına karşı zalim. Batı’nın tarihi, bir sınıf kavgası tarihi,
doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dışında büsbütün azgınlaşıyor.
Avrupa, insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dış dünyayı
kaprislerine alet eden Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar."17

Bütün peygamberler Doğu’dan gelmiştir. Güneşin Doğu’dan doğduğu
hakikati kadar, insanlığı fikren ve ruhen aydınlatan ışığın da ilahî
menşee dayalı olarak Doğu’dan geldiği âşikardır. Ancak, günümüz İslâm
dünyası modernizmin ve maddeten terakki etmiş Batı’nın tahakkümü altındadır.
Bu durum karşısında İslâm aydını, Abbasiler döneminde Yunan ve İran düşüncesini
İslâmî özelliklerle kaynaştırarak benimsemesi olayı gibi bugün de kültürel
bir devrim arzusu yerine, kendi irfanını Batı’nın bilim ve tekniği ile
kaynaştırmasını bilmeli, Doğu’da ve Batı’da hiçbir kötülük ihtiva
etmeyen gerçek medeniyeti ihya etmelidir. Böylece Cemil Meriç’in hülyası
olan "… Doğu ile Batı’yı, insan beyninin bu iki yarım küresini birleştirmek"18
şeklindeki Avrasya ideali gerçekleşir.

Dipnotlar

1. Mustafa Armağan, Düşüncenin Gökkuşağı Cemil Meriç, Ufuk Yay., s.
38.

2. Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay., s. 46-47.

3. Meriç, Bu Ülke, s. 51.

4. Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İnsan Yay., s. 11-12.

5. Meriç, Bu Ülke, s. 97.

6. Meriç, Bu Ülke, s. 139.

7. Meriç, Bu Ülke, s. 156-157.

8. Meriç, Bu Ülke, s. 174-175.

9. Meriç, Bu Ülke, s. 148.

10. Cemil Meriç, Jurnal II, İletişim Yay., s. 198-199.

11. Meriç, Bu Ülke, s. 246-247.

12. Meriç, Bu Ülke, s. 211-212.

13. Cemil Meriç, Işık Doğudan Gelir, Pınar Yay., s. 32.

14. Meriç, Bu Ülke, s. 238.

15. Meriç, Bu Ülke, s. 206.

16. Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde, İletişim Yay., s. 25.

17. Meriç, Jurnal II,
s. 202.

18. Ümit Meriç Yazan, Babam Cemil Meriç, İletişim Yay., s. 75.