Tarih boyunca din-medeniyet ilişkileri, dikkate değer ve üzerinde durulması
icap eden tezahürler göstermiştir. Hemen hemen bütün dinlerde din-medeniyet
ilişkileri çeşitli süreçlerde az çok değişik görüntülere sahne olmuştur.
Bu görüntülerin olumlu ya da olumsuz olarak nitelendirilmesi, çoğu zaman bu
hususu inceleyen araştırıcıların yaklaşım tarzına ve eğilimlerine bağlıdır.
Bununla beraber söz konusu görüntü ve değişiklikleri yaşayan toplumlarda
bir kesim bunları olumlu olarak nitelerken, öbür kesim olumsuz nitelemiştir.

Yer kürenin her yerinde ve her zaman diliminde din-medeniyet ilişkilerinin
farklı tezahürlerine rastlanmakla beraber, bizim açımızdan vahiy kaynaklı
ilahî dinlerle, medeniyet ilişkisi ayrı bir öneme sahiptir. Günümüz insanını
en fazla ilgilendiren de bu çerçevedeki din-medeniyet ilişkisidir. Kur’an-ı
Kerim’de işaret edilen ve ipuçları verilen söz konusu ilişkilerin büyük
bir kısmı da ilahî dinlerle ilgilidir.

Din kelimesinin kelime ve terim anlamını, ayrıca tanımını bilinen bir
husus olarak kabul ederek, medeniyet kelimesi üzerinde kısaca duralım:
Medeniyet, şehir, kasaba ve yerleşim anlamına gelen Medine (çoğulu: müdün,
medâin) kökünden gelir. Böyle bir yerde oturanlara da medeni/şehirli veya
kasabalı denir. Medine, ikamet etmek ve bir yerde oturmak anlamına gelen
"müdün" kökünden gelir. Bazılarına göre itaat ve mülk anlamına
da gelir. Medine ikamet anlamına geldiğinden Hz. Peygamber’in yerleştiği
Yesrib şehrine, önce "medine-i Resûl", sonra Medine denilmiştir.
Bu şehirden olanlara "medenî" denirken, her hangi başka bir şehirde
ikamet edene de "medînî" denilmiştir. Medînî olmayanlara yani
konar göçerlere, yurtlarda ve okullarda yaşayanlara da "bedevî"
denilmiştir. Bedevî aslında çölde yaşayan anlamına gelmekle beraber, bozkırlarda
yaşayan konar göçerlere veya buralardaki yurtlarda ve obalarda yaşayanlara
da bedevî denir. Şehir kurmaya "temdin", şehirleşmeye "temeddün"
denir. "Temedyene" kelimesi nimet ve refah içinde olmak anlamına
gelir. (bk. Asım Efendi, Kâmus trc, IV, 760) Kur’an’da, "medinî"
kelimesi şehir ve kasaba anlamında kullanılmış, çölde yaşayanlara da
"Arab", A’râb" denilmiştir. (bk. Tevbe, 9/90, 97, 98, 99, 101,
120; Hucurat, 49/14) Kur’an’da bedevî kelimesi geçmez ama aynı kökten ve aynı
anlama gelen "Bâd", "Bâdûn" ve "Bedv" (bk.
Yusuf, 12/100, Hac, 22/25; Ahzab, 33/20) kelimeleri geçer.

Kur’an’da göçebe yerleşik/mukîm, bedevî-medenî; köylü-kentli, kırsal
hayat-kentsel hayat biçimleri çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. Aynı
durum hadislerde de görülmektedir. Tarihte de geriye doğru gidildikçe
insanların büyük bir kısmının göçebe hayatı yaşadıkları ya da köy,
yurt ve oba gibi küçük ve basit yerleşimlerde yaşadıkları; gününüze doğru
gelindikçe bu durumun tersine döndüğü, kırsal kesimden kentsel hayata doğru
bir akışın olduğu, zaman zaman bu akışın hızlandığı görülür. Buna
medenileşme/şehirlileşme (temeddün) denir; tarihsel süreç böyle işlemektedir.
Tek tük şehirlerinin şehir hayatını terk ederek kıyıda köşede inzivaya
çekilmesi çok ender görülen ve hiçbir zaman genel bir eğilim haline
gelmeyen bir husustur. Bu durum çoğu zaman şehir hayatının kırsal hayata
tercih edilmesiyle ilgili olup, tercih sebebi de genellikle rahat ve güvenlik içinde
yaşama, ihtiyaçları kolayca karşılama arzusudur.

Kur’an’da ve hadislerde Medine kelimesinden başka karye/kura (çoğul),
belde/bilad, dar/diyar, mısr/emsar kelimeleri de şehir ve kasaba anlamında
kullanılmış, peygamberler de buralara gönderilmiştir. "Medyen’e Şuayb’ı
gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet ediniz…" (A’raf, 7/85;
Hud, 11/84) Hz. İbrahim Irak’taki antik kent Ur’a, Hz. Musa kadim uygarlığın
beşiği Mısır’a peygamber olarak gönderilmişlerdi. Hz. Davud ve Hz. Süleyman
Kudüs’te görev yapmışlardır. Hz. İsa Nâsıra kasabasındandı. Kur’an-ı
Kerim’de kendilerine peygamber gönderilen kavimlerden de bahsedilerek denilir
ki: "Ad kavmine kardeşleri Hûd’u gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a
ibadet ediniz, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur…" "Semûd’a
kardeşleri Salih’i gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet ediniz, sizin
ondan başka ilahınız yoktur…" (bk. Hud, 11/50, 61) Ad ve Semud yerleşik
hayat süren kavimlerdi. Ad kavminin muhteşem sarayları vardı; eşsiz bağ ve
bahçelere sahipti. (Şuara, 26/128, 133) Semûd kavmi vadilerdeki kayalarda barınacakları
yerler yapmışlardı. (bk. Fecr, 89/9; Hicr, 15/82; Şuara, 26/149, A’raf,
7/74) Gerek Ad ve gerekse Semûd kavmi, refah içinde tantanalı ve debdebeli
bir hayat yaşıyorlardı. Hz. Nuh’un kavmi de öyle idi; gemi yapımında
ustalaşmışlardı. Hz. Peygamber de Hicaz bölgesinin en önemli şehri olan
Mekke’de davet hareketini başlatmıştı.

Demek oluyor ki, Kur’an’da bahis konusu edilen peygamberler Mezopotamya, Mısır,
Filistin gibi eski uygarlıkların bulunduğu şehirlere kurtarıcı ve uyarıcı
olarak gönderilmişlerdi. Şüphesiz ki, göçebe kavimlere de peygamberler gönderilmiştir.
Fakat bunlara dair fazla bilgi sahibi değiliz. Kur’an’da ve hadislerde daha çok
şehirlere gönderilen peygamberlerden bahsedildiğinden, şehir-din bağlamında
medeniyet-din ilişkileri son derece önemlidir.

İnsanlar ister göçebe, ister yerleşik hayatı yaşıyor olsunlar, doğal/zorunlu
olarak toplu halde yaşarlar. Bu iki toplumdan her biri, kendilerine özgü bir
takım niteliklerle öbüründen ayrılır. Bu husus öteden beri, bilinmekle
beraber, ilk defa ciddî ve ilmî bir şekilde İbn Haldun tarafından ele alınmış,
incelenmiş, bedevîlik-hadarilik (bedavet-hadaret) ayrımı yapılmış, aralarındaki
farklar ve ilişkiler tespit edilmeye çalışılmıştır. XVIII. asırdan
itibaren de pek çok Batılı sosyolog, antropolog ve etnolog bu hususu daha ayrıntılı
olarak çeşitli yönlerden incelemişler, toplumları değişik şekillerde sınıflandırmışlardır.
Toplumları ibtidâî/ilkel/vahşi; medenî/uygar şeklindeki sınıflandırmak
son iki asırda adet olmuştur. Aslında tarih boyunca ve gününüzde görülen
toplumları kesin çizgilerle bu şekilde ikiye ayırmak mümkün değildir.
Zira toplumlarla ilgili sınıflandırmalar bundan ibaret değildir, daha başka
pek çok sınıflandırmalar da vardır. Bu sınıflandırmalar birbirinden az
çok farklıdır. Meselâ toplumları bedevî-hadarî olarak sınıflandırmak
ilkel-uygar şeklindeki sınıflandırmadan farklıdır; ama aralarında bir
hayli benzerlikler ve ortak noktalar da mevcuttur.

İki tür toplumdan söz edilmesi iki tür sosyolojiden, hatta iki tür
psikolojiden söz edilmesi sonucunu da doğurmuştur. Buna göre söz konusu iki
tip toplum din, ahlak, hukuk, aile, iktisat, sanat, örf ve adet bakımından
birtakım belirgin özelliklerle birbirinden ayrılır. Burada bizi ilgilendiren
din, inanç, ibadet ve ahlak itibariyle söz konusu iki toplum arasındaki farklılıktır.
Yer yer Kur’an ve hadislerde bu hususlara işaret edilmiştir.

Fazla ayrıntıya girmeden şimdilik şu soruyu soralım: "Acaba
peygamberler neden genellikle şehirlere gönderilmiştir?" Bu sorunun
cevabı, "Allah Teala niçin peygamber gönderir?" sorusuna verilecek
cevapla benzerlik gösterir. Bu cevap da kısaca şudur: Bir belde, bir şehir
ve bir kavim yolunu kaybedip sapık inançlara, ibadet biçimlerine, ahlaken
bozulmaya ve yozlaşmaya meylettiğinde ve bu gibi hususların içine iyice dalıp
çürümeye ve kokuşmaya başladığında.

Bunun böyle olduğunu gösteren binlerce ayet bulunduğu için bununla ilgili
ayetlerin meallerini aktarmaya ihtiyaç duymuyoruz. Yüce Allah gönderdiği
kitapları ve peygamberleri belli bazı sıfatlarla niteler. Mesela Allah Teala
da, Kur’an-ı Kerim de, Allah Resûl’ü de hâdi/rehberdir, hidayete erdiren ve
yol gösterendir. Kime? Yolunu kaybetmiş, gayesini unutmuş, hedefini şaşırmış
ve azıtmış kişilere. Davet, tebliğ, inzâr ve benzeri sıfatlar da aynı,
anlama gelir. Batıla saplanıp kalanları hakka davet, doğruyu bilmeyenlere
hakikati tebliğ, azgınlaşanları uyarma vahyin amacı, peygamberlerin görevidir.

İslam dinine göre, temiz ve hak din üzerine olmak asıl, manen kirlenmek ve
batıla sapmak arizîdir. Bununla beraber her iki husus da süreklidir. Her
zaman hak üzere bulunanlar da, batıla sapanlar da olagelmiştir. İlk insan
Hz. Adem hem temiz, hem de hak üzere idi. O’nun hatası ise arizi idi ve afla
silinmişti. Aynı şekilde, her insan da fıtrat üzere, yani temiz olarak doğar.
Kirlenmesi ve yanlış yol tutması arizîdir, düzeltilebilir mahiyettedir. Şu
halde vahiy ile gönderilen peygamberlerin amaçları sonradan yolunu yitirmiş
ve şaşırmış insanları ve toplumları temiz ve hak üzere oldukları ilk
hale döndürmektir. Başka bir ifade ile onları fıtrata ve tabii/doğal hale
döndürmektir. Dindarlıkla fıtrat, tabiat ve hilkat arasında sıkı bir bağ
vardır. Onun için din, insanların hilkata, fıtrata ve tabiata karşı
dikkatli ve hassas olmalarını, doğal durumları ve nitelikleri bozmamalarını
ister. "Sen yüzünü hanif, hak dine, Allah’ın insanları yaratmış olduğu
fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında, değişme yoktur. İşte, dosdoğru
din budur. Fakat halkın çoğu bunu bilmez." (Rum, 30/30) Bundan dolayı,
bir insanın durup dururken hilkati ve bedeni üzerinde değişiklik yapması
nasıl yanlış ise, hak din, inanç, ibadet ve ahlak üzerinde değişiklik
yapması da öylece yanlıştır. İnsanı insan yapan şey, doğal hal üzere
olmasıdır.

Şehirlere, kasabalara ve yerleşim yerlerine gönderilen peygamberlerden
bahseden Kur’an der ki: "Gerçek şu ki: Halkı habersizken Rabb’in ülkeleri
zulümle mahvetmez" (En’am, 6/131, 92) "Halkı iyi olduğu halde
Rabb’in zulümle beldeleri helak etmez." (Hud, 11/117). Denk duruma tekmik
yoktur. Bir toplum durup dururken cezalandırılmaz, sebepsiz olarak batmaz.
"Nice karyeler/beldeler vardır ki, sakinleri zalim oldukları için helak
ettik…" (Hac, 22/45, 48; Enbiya, 21/26) Demek ki, yüce Allah halkı
zalim olan nice beldeleri, ülkeleri ve kavimleri mahvetmiştir. Zulüm ve haksızlık
mahvolma sebebidir. Zulümle âbâd olan sonunda berbad olur. Allah’a şirk koşmak,
ondan başkasına tapmak, kul hakkı yemek ve ahlaksızlık zulümdür.

Ama bir belde hakkı, bir toplum zulmetmeye başlar başlamaz hemen cezalandırılmaz;
Allah Teala, düşünüp taşınmaları ve akıllarını başlarına almaları için
önce peygamber göndererek onları uyarır, hatta bir kere değil, birkaç
sefer uyarır. Uyarıyı dikkate almayıp kendilerine çeki düzen vermemeleri
halinde onları bekleyen trajik sonucun bir resmini önlerinde koyar, doğru
karar vermeleri için de mehil verir. Bütün bunlara rağmen azgınlaşan ve kötülük
yapmaktan vazgeçmeyen toplumları hak ettikleri cezaya çarptırır.

"Nice ülke halkları vardır ki, zulmedip durdukları halde onlara mühlet
verdim, sonra onları yakalayıverdim. Dönüş banadır." (Hud, 11/102;
Hac, 22/48)

Refah, servet, zenginlik, mal, mülk kısaca ekonomik güç çoğu zaman
insanları azgınlaştırır, hak hukuk tanımaz hale getirir. Bunlar kimseyi de
dinlemezler. Kapitalist ve emperyalist bir düzen kuran milletlerde de bu durum
görülür.

"Bir ülkeye uyarıcı gönderdiğimizde, oranın refah içinde yaşayanları
"biz sana gönderileni reddediyoruz" derler. (Sebe, 34/34; Zuhruf,
43/23) Hz. İsa’nın dinine de, İslam’a da ilk karşı çıkanlar bunlardı.

"Lut’a hüküm verdik, o’nu pis işler/habâis yapılmakta olan beldeden
kurtardık. Zira o, gerçekten kötü işler yapan bir kavimdi." (Enbiya,
21/74) Hz. Lut’un kavminin yerin dibine geçirilmesinin sebebi, ahlaksızları
ve cinsel sapkınlıkları idi.

Yerleşik hayat yaşayanların zamanla siyasi ve ekonomik güçlerini artırmaları
çoğu zaman bu gücü nefsin arzularını ölçüsüz ve gayri meşru bir şekilde
tatmin etmelerine, bu da ahlaksızlığa sebep olur. Bunun doğal sonucu da
Allah Teala’nın onları helak ederek cezalandırmasıdır. Bu süreç tarih
boyunca hep böyle işlediğinden Hak Teala: "Mahvettiğimiz hiçbir bölge
halkı yoktur ki, hakkında belli bir yazgı/kitap olmasın" (Hicr, 15/4)
buyuruyor. Toplum düzenine ve tarihin akışına egemen olan Allah’ın kanunu
budur. Kur’an’da defalarca bu tarihsel ve toplumsal yasaya işaret edilmiştir.

"Kafirlere de ki: Eğer tutumlarını değiştirirlerse geçmişteki günahları
affolunur. Eğer geri dönerlerse öncekilere uygulanan kânun/sünnet ortadadır."
(Enfal, 8/28; Hicr, 15/13; Fatır, 35/43; Kehf, 18/55)

"Daha öncekilere uygulanan Allah’ın kanunu budur. Ve bu kanunda bir değişiklik
bulamazsın." (Ahzab, 33/62)

"Onlar yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı.
Oysa kişi kazdığı kuyuya kendi düşer. Onlar, daha evvelkilere uygulanan
kanundan başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda asla değişiklik
bulamazsın. Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da göremezsin." (Fatır,
36/43)

"Daha evvelkiler hakkında da Allah’ın kanunu böyle idi. Allah’ın emri/işi
mutlaka gerçekleşen bir kaderdir." (Ahzab, 33/38)

Kur’an insanları yeryüzünde dolaşmaya, mahv ve helak olan kavimlerin bıraktıkları
harabe halindeki kaleleri, şehir kalıntılarını ve bıraktıkları dikili taş,
piramit, heykel, su kemeri, kayalara oyulmuş kral mezarlarını, tapınaklarını,
oyun ve eğlence için inşa ettikleri yerleri ve saray enkazlarını görüp
ibret almaya ve bunlardan ders çıkarmaya davet eder. Bahis konusu şeyler hep
medeniyetlerin ve teknolojilerin ürünleridir.

"Yeryüzünde gezin de cürüm işleyenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna
bakın." (Neml, 27/69)

"Bakın zalimlerin akıbeti nasıl oldu." (Yunus, 10/39, 73),

"Bakın! Fesatçıların akıbeti nasıl oldu!" (A’raf, 7/86, 103, 84,
128)

İnsan tarihin üstünü örten sis perdesini aralayarak antik medeniyetlerden
kalan arkaik eserlere ibret ve hikmet gözüyle baktığı zaman yüce Allah’ın
Kur’an’da ne demek istediğini daha iyi anlar. Arkeoloji bu bakımdan önemlidir.

Kur’an’da ve hadislerde bedevî ve göçebe toplumlar hakkında bazı değerlendirmeler
vardır. "Bedeviler kafirlik ve münafıklık bakımından hem daha katı,
hem de Allah’ın Resûlüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar.
Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/97, 90)

Bedevîleri /a’rabı kötüleyen iki ayetten sonra şu mealdeki ayet gelir:
"Öyle bedevîler de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır. (Hayır
olmak üzere) yaptığı harcamaları Allah katında yakınlık ve Peygamber’in
şefaatına erme vesilesi edinir. Bilesiniz ki bu onlar için bir yakınlık
vesilesidir. Onlar Allah’ın rahmetinde/Cennetinde olacaklardır." (Tevbe,
9/99)

Demek ki, bedevîlerin kötüsü de iyisi de vardır. Bedevîlik mutlak olarak
iyidir veya kötüdür denemez.

Diğer taraftan yüce Allah müminlere şöyle hitap ediyor: "Çevrenizdeki
bedevîlerden ve Medine hakkında münafıklıkta katılaşan bir takım münafıklar
vardır. Onları sen bilemezsin, biz biliriz, onlara iki kez azab edeceğiz,
sonra da korkunç bir azaba atılacaklardır." (Tevbe, 9/101) Bu ayette de
bedevîlerin yanısıra Medine halkının içinde münafıklığı katı, iki yüzlülerin
bulunduğu haber verilmektedir. Medine’de çok sayıda münafığın bulunduğu
Kur’an’da ve hadislerde haber verilmiştir.

Bununla beraber peygamberlerin şehir ve kasaba ahalisine gönderildikleri,
onları dinlemedikleri için de çeşitli şekillerde cezalandırıldıkları
dikkate alınırsa günah ve cürmün daha çok şehirlerde işlendiği, ahlaksızlığın
ve haksızlığın daha fazla buralarda yaygın olduğu söylenebilir. Buna
dayanarak İbn Haldun şehirlilere/hadarilere nazaran bedevîlerin/kırsal
kesimde yaşayanların dine daha yakın olduklarını ve ahlakça da daha iyi
durumda bulunduklarını savunmuş, bununla da yetinmeyerek şehirlerin bir
bozulma ve yozlaşma ve fıtrattan uzaklaşma yerleri olduğunu göstermeye çalışmıştır.

Şehirlerde oturan hadarilerin/medenilerin konar-göçerleri, göçebeleri ve köylüleri
çok eski tarihlerden beri horladıkları, onları kaba saba insanlar olarak gördükleri
bilinmektedir. "Ehl-i kurâ, ehl-i kubûr", köydekiler kabirdekiler
gibidir, sözü meşhurdur. Bu durumun hadislere ve fıkıh/hukuk kitaplarına
bile yansıdığı görülür. Ebu Davud’un es-Sünen’inde bir kanunun başlığı
şöyledir: "Bedevînin/köylünün şehirli hakkındaki şahitliği geçerli
değildir." (es-Sünen, Kitabu’l-ekyize, Bab, 17)

Şehir hayatını bırakıp çöldeki hayata dönen Seleme’ye Haccac:
"Bedevî hayat tarzına dönmekle istirdâd etmek mi istedin?" diye
sorunca: Seleme; "Hayır, ama Allah Resûlü çölde bedevî olarak yaşamama
izin verdi." (Buhari, Fiten, 14; Müslim, İmaret, 82) cevabını vermişti.
Bu durum, Medine’den ayrılıp çölde yaşamayı Sahabenin hoş karşılamadığını
göstermesi bakımından önemlidir. Buhari sadece fitne zamanında şehirden
ayrılıp çölde ve kırlarda yaşamanın caiz olduğunu göstermek için bu
hadisi rivayet etmiştir.

Ebu Davud’da sadece fitne zamanı şehirden ayrılıp çöllerde ve kırlarda yaşamanın
caiz olduğunu göstermek için bir hadis rivayet etmiştir. (es-Sünen,
Kitabu’l-fiten Ve’l-melahim, Bab, 4)

Medeniyetin göstergesi olan şeddadî binalar, müstahkem kaleler ve gökdelenler
kıyamet alametlerinden kabul edilir. (Buhari, Fiten, 25; Müslim, İman, 1)

Konuyla ilgili metinlerde bir yandan kentten köye, kırsal yörelere göç hoş
karşılanmazken, diğer yandan kıyamet yaklaştığında şehirlerden göç ve
kaçış tavsiye edilmiştir. Bunun sebebi, kıyamet yaklaştıkça işlenen günahların
ve cürümlerin köyden ve kırsal yörelerden çok şehirlerde vukua
gelmesidir. Başka bir deyişle şehirlerin bozulma ve yozlaşmanın merkezleri
olmasıdır.

İlahî dinlerin, bu arada İslam’ın maddiyattan çok maneviyata, cismaniyetten
fazla ruhaniyete ve dünyadan ziyade ahirete önem ve değer verdikleri dikkate
alınırsa, bu hususun neden böyle sunulduğunu anlamak kolaylaşır.

İslam düşünce tarihinde hükema denilen Müslüman filozoflar ve
bunlardan esinlenen diğer bazı bilginler "insan medenî bi’t-tab’dır."
deyimini kullanır. Bu deyimi sosyal ve tarihsel bazı problemleri
temellendirmede, bazen de çözümlemede anahtar bir kavram olarak kullanırlar.
Bununla neyin kastedildiğini İbn Miskeveyh şöyle açıklıyor:

"Daha önce açıklamıştık ki: İnsan tüm öbür canlılar arasında özünü
erginleştirme hususunda kendi kendine yeterli değildir, iyi bir ömür sürmesi
ve işlerinin doğru dürüst yürümesi için çok sayıda kimsenin mutlaka ona
yardımcı olması lazımdır. Bundan dolayı hükema/filozoflar insan ‘medenî
bi’t-tab’, yani tabiatı gereği medenidir, demişlerdir. İnsanî mutluluğu
gerçekleştirmek için bir çok kişinin bulunduğu Medine’ye/şehire muhtaçtır.
Hem tabiî hem zaruri olarak herkes başkalarına muhtaçtır. Bu yüzden o
insanlarla iyi ilişkiler kurmak ve onları samimi surette sevmek zorundadır.
Çünkü onlar onun özünü erginleştiriyor ve insanlığını tamamlıyorlar.
O da ötekilerine karşı aynı şekilde davranıyor. Doğal ve zorunlu olarak
durum bu olunca akıllı ve ârif bir insan nasıl yalnızlığı ve tek başına
yaşamayı tercih eder ve başkalarındaki fazileti görüp, nasıl onlarla ilişkiler
içinde bulunmaz." (bk. Tehzibu’l-ahlak, Kahire 1320, s. 23; Maverdi,
Edebu’d-dünya Ve’d-din, Kahire 1973, s. 132.)

Müslüman alimler: "İnsan doğal olarak toplumda yaşar" anlamına
gelen "insan tabii olarak medenidir" sözüyle yalnız ve tek başına
yaşamayacağı hususunu vurgulamışlardır. Bu anlamda ilkel ve bedevî, göçebe
kavimler de medenidirler, şehirlerde oturmasalar ve yerleşik hayat sürmeseler
bile. Çünkü onlar da toplum halinde yaşamakta, yardımlaşarak birbirinin
ihtiyaçlarını gidermektedirler.

İbn Haldun, "insan için toplum hayatı yaşamak zorunludur. İnsan tabii
olarak medenidir." sözüyle bu hususu dile getirmiştir. Yani, insanların
bir arada yaşamaları/ictimâ zorunludur. Onlar bu hususu medine/site (şehir)
terimiyle ifade ederler. Umran’ın manası da bu demektedir. (Mukaddime, Tunus
1984, s. 77) Bundan dolayı İbn Haldun, biri hadari umran diğeri bedevî umran
olmak üzere, umranı ikiye ayırır. Tıpkı yerleşik toplumlar gibi, konar-göçer
toplumların da kendilerine özgü bir medeni/ictimâi yaşayışları ve kültürleri
bulunduğu tespitini yapar.

Taşköprîzade, özetle bu konuda şunları söyler: "Malum ola ki, insan
nev’inden bütün milletler, insanoğlunun her sınıfı ‘medenî bi’t-tab’dır.
Sayıları çok az olan Allah’ın koruması altındaki insanların hepsi, celb-i
menfaat ve def-i mezarrat tabiatı üzere bulunur. Bunun neticesinde fertlerden
her biri, öbürünün elinde olanı almak, elinde olanı da başkasına
vermemek için mücadele ederler. Bu da ya savaşa veya düşmanlığa yol açar.
Bunun için herkese eşit olarak uygulanmak üzere hükümler ve kanunlar
konulmuştur. Siyaset ilmi öyle bir ilimdir ki, devlet başkanlıklarının
nevileri, siyaset tarzları ve temeddün cihetinden olan içtimaât/cemiyetler…
o sayede bilinir ve onun ahkamıdır. Faydası ise, medenî içtimaların iyi
yolunu bilmektir…"

Siyaset ilmi devlet başkanları ve adamları için faydalı olduğu gibi, sair
fertler ve şahıslar için de faydalıdır. Buna "sair nas dahi temeddün
ve istinâs için muhtaçtır. Zira insan medenî bi’t-tab’dır. Ve her şahsa
vaciptir ki medine-i fazılayı mesken edine ve orada ikameti tercih ede. Ve
dahi kendisi ehl-i Medine’ye vech ile nâfi ve onlardan ne gûne muntefi’dir,
bilmek gerektir. (Mevzuatu’l-ulum, I, 432-433; Nasiruddin Tusi, Ahlak-ı Nasırî,
Tahran, ts. s. 74)

Farabi’den sonra filozofların ve diğer yazarların sıkça tekrarladıkları
siyaset-i medine denilen şey budur. İslam filozofları siyaset-i medineyi, kısaca
siyaseti tehzib-i ahlak ve tedbir-i menzil gibi amelî/pratik bir hikmet dalı
olarak incelemişlerdir. Tarihçiler ve ahlakçılar zaman zaman bu konu üzerinde
durmuşlardır. Bu hususları aşarak medeniyet ve kültür konularını bağımsız
bir ilmin konusu olarak ele alan ve inceleyen, buna da ilm-i umran veya ilm-i
ictimâ adını veren ilk yazar ve düşünür İbn Haldun’dur. Umran, tarih
felsefesi, medeniyet tarihi ve kültür tarihi gibi ilim dallarında incelenen
hususları kapsamaktadır.

İbn Haldun’un da zaman zaman işaret ettiği üzere yeryüzünde bir çok
medeniyetler kurulmuştur. Bu medeniyetler belli bir süre yaşadıktan sonra
yerlerini başka medeniyetlere terk etmişler, kısmen yok olurken, kısmen yeni
kurulan medeniyet içinde çeşitli şekillerde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Eski Mısır, Mezopotamya, eski İran, Hindistan, eski Yunan, Roma, Çin ve Orta
Asya başlıca medeniyet havzaları ve bölgeleridir. Amerika kıtasında da İnkalara,
Mayalara, Azteklere ait medeniyetlerin bulunduğu bilinmektedir.

İslam medeniyetinin oluştuğu ve olgunlaştığı geniş coğrafya, eski
medeniyet havzalarının tamamına yakın kısmını içermektedir. İslam
medeniyeti insanlık tarihinde görülen en önemli medeniyetlerden biridir. Bu
medeniyet çeşitli aşamalardan geçerek günümüze kadar gelmiştir. Bu
medeniyet, bölgelere ve hanedanlıklara göre de az çok farklı şekiller almıştır.

İslam medeniyetinin de etkisi ve katkısıyla 14. asrın ikinci yarısından
itibaren ortaya çıkıp, eski Yunan ve Roma medeniyetleri temelinde yükselen,
daha sonra 15. ve 16. asırları kapsamına alan Rönesans ve bunun devamı
niteliğindeki hareketler, Batı medeniyeti olarak bilinmektedir. Bu dönemde,
Avrupa’da daha sonra kuzey Amerika’da gerek medeniyet, gerek kültürle ilgili
çeşitli tarifler yapılmış, 19. asırdan itibaren Batı’daki medeniyet
(civilization, uygarlık) ve kültür (hars, ekin) İslam aleminde, bu arada
Osmanlılarda değişik şekillerde tanımlanmıştır. Bu dönemde medeniyet
eski anlamından farklı olarak civilization karşılığında kullanılmıştır.
Kültüre karşılık da Osmanlılarda hars veya maarif, Araplarda
"sekafe", İran’da "ferheng" veya "meârif"
terimleri kullanılmıştır. Bugün kullanılmakta olan medeniyet/uygarlık ve
kültür terimlerinin içeriği ve kapsamı çeşitli dönemlerde farklılık göstermiştir.

Eski Yunanca’da medeniyet/civilazation barbarlık, ilkellik ve yabancı mukabili
bir kavramdı. Yunanlılar, Romalılar da dahil olmak üzere yabancılara barbar
diyorlardı. Civilazation düzgün eğitilmiş, kibar insan tipiyle ilgili bir
kavramdı. Kültür ise, bitki ve hayvan yetiştirme anlamında kullanılırken
daha sonra insan yeteneklerinin geliştirilmesi ve inceltilmesi anlamında
kullanılmıştı. Kültürlü insan, görgülü ve zarif bir insandır. Bunun
karşıtı da kaba saba insan tipidir. Bu anlamda medeniyetle kültür eşanlamlı
iki kelimedir, edinilebilir. 18. asırdaki Aydınlanma Felsefesi, medeniyet
kavramına ilerleme anlamını kazandırmıştı. Bu anlamda medeni toplum,
ilerlemiş/terakki etmiş bir toplumdur. Böyle olmayan toplumlar ise, ibtidaî/ilkel
toplumlardı. Medeniyetten bahsedenlerin ve medenî olduklarını iddia
edenlerin aynı zamanda terakkiden yana ve ilerici olduklarını söylemeleri
bununla ilgilidir. Daha sonra, terakkiperver olmayanların mürteci olduklarının
iddia edilmesi de bunun neticesidir. Bu dönemde kültür din ve inançları içerdiği
halde, medeniyet din dışı ilerlemeyi ifade ediyor; laik bir kavram haline
geliyordu. Başlangıçta din, ahlak, sanat ve felsefe gibi manevi disiplinlerle
birlikte kültürün bir parçası kabul edilen ilim, 19. asırda karşı tarafa
itildiğinden medeniyetin önemli bir parçası haline gelmiştir. Diğer yandan
din de kültür kavramı içindeki ağırlıklı ve ayrıcalıklı yerini sanata
bırakmıştı.

Farklı iki kavram haline gelen medeniyet ve kültürle ilgili pek çok tarif
ortaya atılmıştır. Bazan bunların karşıt iki kavram olduğundan da
bahsedilir. Buna göre kültür insanın deruni, manevi ve içsel olgunlaşmasını,
medeniyet ise maddi, cismani ve dışsal gelişmesini dile getirir. Manevi-maddi
deyimi çoğu zaman bu anlamda kullanılır.

Bazıları medeniyete karşı kültürü savunur. Fransa’da J. J. Rousseau,
Almanya’da ise Romantikler, medeniyetin toplumun doğal durumundan uzaklaşarak
yüzeyselleşmesine ve yapaylaşmasına yol açtığı kanaatindedirler. Ayrıca
medeniyetin sanayi devrimine, hızlı nüfus artışına, kentleşmeye doğanın
bozulmasına, çevre kirliliğine, aydın despotizmine keyfi tutumlara yol açtığını
söyleyerek olumsuz bir tavır takınırlar. J. J. Rousseau ilimler ve sanatlar
hakkında nutuk (Ankara, 1943) isimli eserinde bu tezi savunmuş ve bununla ödül
almıştı. Uygarlığın kişilerin özgürlüklerini tehdit ettiği ve insanı
mekanik bir alet haline getirdiği de öne sürülmüştür.

Medeniyet sekülerizm, mekanik ilerleme ve despotizm gibi kavramları çağrıştırırken
kültürün bunları daha kabul edilebilir ve daha yumuşak şekilde algılaması
ve tanımlaması medeniyete nispetle daha sıcak bakılan bir kavram olmasını
sağlamıştır. Üstelik medeniyete yöneltilen ciddi ve ağır eleştiriler kültüre
yöneltilmemiştir.

Bugün medeniyet ve onun temel dinamikleri olan bilim, teknoloji, seri üretim,
müsrifçe tüketim, insan zihnini ve kalbini kirletmek, ahlakı bozmak, manevi
değerleri yıpratmakla kalmamış; çevreyi kirleten, ekolojik dengeyi tehdit
eden bir fonksiyon görmüştür. Modern ilerlemenin manevi kirliliğe sebep
olduğu eskiden beri ileri sürülmüştü. Stoacı filozof Poseidonios maddi
gelişmenin ve hayat standartlarındaki yükselişin ahlaki çöküntüyü
beraberinde getirdiğini savunmuştu. Müslüman yazarlar ve düşünürler, özellikle
zahidler ve arifler manevi değerleri aşındırarak ve yıpratarak gerçekleşen
maddi ilerlemenin ve medeniyetin sadece dindar fertler için değil, bütün
insanlık için nasıl bir tehlike teşkil ettiğini ve toplumların geleceğini
nasıl tehdit ettiğini en etkili ifadelerle dile getirmekten geri kalmamışlardır.

İbn Haldun bir hanedanlığın bir galibiyet, diğeri istibdat, üçüncüsü
rahatlık, dördüncüsü barış, beşincisi savurganlık olmak üzere beş aşamadan
geçtiğini, beşinci aşamanın devletin ihtiyarlaması, hastalanması ve çöküş
aşaması olduğunu söyler, bunu da refaha ve onun getirdiği savurganlığa bağlar.
O’na göre umranın/medeniyetin gayesi ömrünün son noktası, aynı zamanda
çöküşünün habercisi hadariliktir. İç ve dış etkiler umranı harabe
eder. Hz. Adem’in çocuklarından Kabil’in Habil’i öldürmesini bazıları,
hadariliğin bedevîliği, medeniliğin göçebeliği öldürmesi ve yok etmesi
şeklinde değerlendirirler. Gerçekten de doğal hayat genellikle şehirlerde
yok olmakta, yerini yapay bir hayat almaktadır. İnsanlığın bir çok aslî
ve zatî hasleti ve meziyeti şehirlerde dejenere olup, yozlaşmaktadır.

Medeniyetle devlet ayrı ayrı şeylerdir. Hanedanlıklar ve devletler gibi
medeniyetlerin de bir tabii ömürleri vardır. Ömrünü tamamlayan ve eceli
gelen medeniyetler de devlet gibi vadesi dolunca yıkılır ve tarih sahnesinden
silinirler. Ancak devletlerin ömrüne göre medeniyetlerin ömrü daha uzundur.
İslam medeniyetinde yüzlerce devlet ve hanedanlık kurulmuş ve yıkılmıştır.
Şu anda elliyi aşkın devleti içinde barındıran İslam medeniyeti eski gücünde
olmasa bile yaşamaya devam etmektedir. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı
hanedanlıklarının kuruluş, gelişme, yükselme, gerileme ve çöküş dönemleri
İslam medeniyetinin benzer süreçlerinden ayrı ve farklı şeylerdir. Bu süreçler
birbirinin içine geçse ve birbirlerini etkilese de sonuçta biri diğerine
indirgenemez.

Bugün gelinen noktada egemen medeniyet, baskın, güçlü ve yaygın kültür
kendi dışındaki medeniyetleri ve kültürleri erozyona uğratmakta ve onlara
hayat hakkı tanımamaktadır. Küreselleşmeye karşı çıkılmasının
sebebi, manevi temelleri zayıflamış, hatta yok olmuş bir medeniyetin hem çevreyi
kirletmesi ve çevre felaketlerinin yaşanmasına sebep olması hem de nükleer,
kimyasal ve biyolojik kitle imha silahlarını üretmiş olmasıdır. Tehdit altında
olan sadece mavi gezegen üzerinde yaşayan insanlar ve diğer canlılar değil,
aynı zamanda mavi gezegenin kendisidir. Sürdürülebilir bir kalkınmadan
bahsedilmesinin sebebi, bugünkü medeniyeti ve onun ürettiği teknolojinin hem
insanlığın hem de diğer canlıların geleceğini ciddi surette tehdit
etmekte oluşudur.

Bir yüzü; güleç, sevecen, cana yakın, sıcak kanlı, çekici ve şirin olan
medeniyetin, diğer yüzü; asık, soğuk, hiddetli, dehşetli, tehditkar, zalim
ve gaddardır. Şairin "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar"
dediği, medeniyetin bu yüzüdür. En eski medeniyetlerden günümüze
gelinceye kadar, bütün medeniyetlerin böyle bir yönü ve yüzü vardır;
ama, hiçbirininki, bugünkü egemen medeniyet kadar tehditkar ve dehşetli değildir.
Bütün dinlerin, özellikle semavi dinlerin medeniyetlere bakışında bu
hususun etkisi büyüktür.