Tarihten günümüze kadar insanın bulunduğu her yerde
az veya çok medenileşme hareketinin görüldüğü bilinen bir gerçektir.
Zira toplu yaşayışın doğurduğu medeni ilerlemeler, insanın yeryüzünde
var olduğu günden beri devam edegelmektedir. Bu bakımdan, gününüze
gelinceye kadar birbirinden farklı kaç medeniyetin geldiği kesin olarak
bilinememektedir. Toynbee, bunlardan 16 medeniyetin öldüğünü, beşinin de
Batı Medeniyeti tarafından yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu
belirtmektedir.1 Bununla beraber gününüzde iki medeniyet bölgesi görülmektedir.
Bunlardan biri, Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer sistemlerin tesirinde
bulunan Batı Medeniyeti, diğeri de İslam Dini’nin yayıldığı bölgelerde
tesirini sürdüren İslam Medeniyeti’dir.

Doğuşu ve gelişmesi esnasında İslam Medeniyeti, dört medeniyet veya kültürle
karşılaştı. Bunlar:

1. Bizans (Yunan)

2. İran

3. Hind ve

4. Çin Medeniyetleri idi.

Kısa sürede gelişip büyüyen İslam Medeniyeti sayesinde Müslümanlar,
Cebel-i Tarık Boğazından Çin seddine kadar olan bir sahayı ellerine geçirdiler.
Buradaki halka şefkat ve merhamet gösterdiler. Bir müddet sonra Müslümanlar
fen, ilim, sanat, iktisat, tıp, edebiyat, felsefe gibi ilimlerde en büyük
medeniyeti kurdular. İslam Medeniyeti, Asya, Afrika ve Avrupa’nın önemli bir
kısmını içine almakla kalmamış, aynı zamanda başka ve özellikle günümüz
Avrupa’sının medeniyeti olarak bilinen Batı Medeniyeti’nin gelişmesinde de
önemli rol oynamıştır. Bugün aktif fonksiyonunu kaybetmiş gibi görünmekle
birlikte halen yaşamakta olan bu medeniyetin, Batı Medeniyeti üzerinde büyük
bir etkisi bulunmaktadır. Bu durum normal karşılanmalıdır. Zira tefekkür
ve ilimle uğraşmayı nafile ibadetlerden daha üstün tutan, böylece ilmi teşvik
eden, alimin uykusunu dahi değerlendiren ve alimin mürekkebini şehidin kanından
üstün tutan bir dinin mensubu, elbetteki ilimle meşgul olacaktır. Bu uğraş
ise medeniyet ve vasıtalarının gelişmesine yardımcı olacaktır. Bu sayede
İslam dünyası, Batı’ya göre daha yüksek bir medeni seviyeye ulaştı. Batı,
ilim, akıl, fen ve teknik imkanların mecmuu İslam Medeniyeti ile karşı karşıya
geldiği zaman kendini çok zayıf ve güçsüz gördü. Bu sebeple eksikliğini
gidermek ve en azından insanca bir hayat sürmek için Müslümanlardan
istifade yollarını aradı. İşte bu istifade sebebiyledir ki, kendi
medeniyetinin temelinin atarken, İslam Medeniyetinin unsurlarını kullandı.
O, bu unsurları kullanırken farkına varmadan etkisinde de kaldı.


Medeniyette Ortak Özellikler

Çeşitli medeniyet zümrelerinden herhangi birisinin yayılma sahasına
dikkatli bir gözle bakıldığı zaman, içine aldığı kavimlerin çokluğuna,
kan, cins, renk ve dil değişikliklerine rağmen bazı ortak ve genel tarafların
bulunduğu görülür. İşte, bu ortak taraflar o medeniyetin esasını, ruhunu
ve özünü teşkil eder. Onu başkalarından ayırır. Mesela sıradan bir adam
İstanbul’dan kalkıp, Merakeş’e, Mezapotomya’ya, Kahire’ye, Mekke’ye, Şam’a,
Bakü’ye, Tahran’a, Şiraz’a, Kabil’e, Lahor’a, Kalküta’ya, Semerkand’a gitse
bu beldelerin hiç birisinde kendini tamamıyla yabancı hissetmez. Hiç olmazsa
yanı başındaki Sofya, Atina v.s.’deki kadar kendini başka bir çevrede, başka
bir hava içinde duymaz. Kendini az çok alışmış olduğu levhalar, şekiller,
hareketler ve tavırlar arasında görür.

Buralardaki insanların giyiniş tarzları, geçim şekilleri, adet ve halleri
az çok onun kendi alışkanlıklarına benzer. Aynı sarık, aynı aba, kadınlarında
aynı örtünme, aynı camiler, aynı ibadetler, aynı ezan, aynı ayinler, aynı
dualar ve benzerleri.

Bu benzeyiş, yalnız görünüşle de kalmaz, içe, hayatın iç tarafına
insanların ruhi hallerine, görüş tarzlarına ve zihniyetlerine kadar varır.2

Diğer medeniyet gruplarında da aynı halleri görmek mümkündür. İşte, bir
medeniyet zümresine mensup olan milletler arasındaki, ister maddi ister manevi
olsun genel ve ortak taraflar, o medeniyetin özelliğini gösterir.

Görülüyor ki, çeşitli toplumları kültür bakımından ayırt eden şey,
onların kullandıkları alet ve vasıtalardan ziyade, bu alet ve vasıtaların
gerisindeki zihniyet veya manevi kıymetler bütünüdür.

İslam Medeniyeti, İslam Dini’ni kabul eden milletlerin el birliği ile meydana
getirdikleri ortak bir medeniyetin adıdır. Bununla beraber bu medeniyetin
kuruluş ve gelişmesinde Araplar, İranlılar ve Türklerin büyük payları
olduğu bir gerçektir. Nitekim W. Barthold’un da işaret ettiği gibi İslam
Medeniyeti veya Arap Medeniyeti adı, Ortazaman Şark Medeniyetine
verilmektedir. Bu medeniyeti meydana getiren Müslümanlar, sadece Araplar olmadığı
gibi, yakın Asya ve kısmen Afrika halklarının tamamı, devlet dini olan İslam
Dini’ni, ilim ve edebiyat dili olan Arap dili vasıtasıyla birleşmişlerdi.3
Bu birlik, öyle bir medeniyet meydana getirmişti ki, günümüz Batı
Medeniyeti, gelişmesini buna borçludur. Nitekim R.V.C. Bodley’in (1546-1613)
"Rönesansı İslamiyet’e borçluyuz" sözü, bu gerçeği dile
getirmektedir. Bundan başka hala günümüzde bile Osmanlı müesseseleri üzerinde
yapılan çalışmalar örnek alınarak bazı gelişmelerin ortaya çıktığına
da şahit olmaktayız.

Gerçekten, VII. asırdan başlayıp XIII. asra kadar devam eden dünya
medeniyeti tarihi, İslam Medeniyetinden ibarettir. Bu bakılmadan tarihin kabul
ettiği reddedilmez gerçeklerden birisi de miladın VII. yüzyılından XIII. yüzyılın
ortalarına kadar hem Avrupa’nın, hem de ön Asya’nın en medeni ve ileri
memleketlerinin İslam ülkeleri olduğudur. Bu devirde Bağdad ve Kurtuba dünya
zenginliklerinin aktığı, ticaretin en hareketli olduğu ve çeşitli sanatların
geliştiği en zengin şehirlerdir. Bu şehirler, aynı zamanda yoğun kültürel
bir hayatın merkezi ve medeniyetin ışıklı kaynaklarına da sahiptirler. Eşine
rastlanmayacak biçimde gelişen ilim ve edebiyat, dünyanın her yanında yetişen
alimleri ve sanatkarları buralara çekmekte idi.

Eğer bir medeniyetin yaratıcı eserleri ve manevi değerleri, düşünce alanında
sağladığı zenginlikler ve gerçekleştirdiği maddi ilerlemeler ile
belirtiliyorsa elbette ki, İslam’ın ortaya çıkışından itibaren beş yüz
yıllık bir devreyi, cihan tarihinin en büyük devirlerinden birisi olarak
kabul etmek gerekecektir.

İslam dünyasının, özellikle manevi alandaki bu olağanüstü gelişmesi, İslam
inkılabının gücü ile, ruhundaki aksiyon kabiliyeti ve bunların yanı sıra
bu medeniyetin öncülüğünü yapmış olan Arap ve Arap olmayan milletlerin
parlak düşünce ve sanat yetenekleri ile birlikte, İslam’ın ilme verdiği değer
ile açıklanabilir.4 Biz bu konudaki ayet ve hadislere müracaat etme ihtiyacını
duymuyoruz. Bununla beraber İslam, maddi olduğu kadar manevi alanda, başka
bir ifade ile hayatın bütün safhalarında tatbik edilen bir sistem olduğundan,
onun gayretini sadece ruhani ve manevi saha ile sınırlandırmak mümkün değildir.
Bu gayret sayesindedir ki İslam aleminde ilimlerin hemen her şubesi ile uğraşılmıştır.
Zira İslami anlayışa göre ilim ve ibadet birbirinden ayrılmayan iki
unsurdur. Bu sebeple Müslümanlar, İslam’ın ilk asırlarından itibaren çeşitli
ilimleri araştırmaya başladılar. Başlangıçta kısmen tercüme şeklinde
olan bu çalışmalar, daha sonra gelişerek bizzat Müslümanların kendi
eserleri olarak ortaya kondu. Bu çalışmalarda, Kur’an, Sünnet, Fıkıh,
Kelam gibi tercümeye ihtiyaç duymayan dini ilimlerin yanında Tarih, Coğrafya,
Astronomi, Tıp, Felsefe, Matematik, Mimari, İktisat, Sosyoloji vs. gibi
ilimlerde onların çalışma sahalarına giriyordu. Böylece kısmen unutulmuş,
kısmen de terk edilmiş bulunan birçok ilim dalının gelişmesi, Müslümanlar
sayesinde olmuştur. Binaenaleyh, hiç çekinmeden günümüz medeniyetinin İslam
araştırmalarının temelleri üzerine bina edildiğini söyleyebiliriz. Bu
konuda birkaç isim, söylediklerimizin şahidi olarak hatırlanacaktır: Ali b.
Rabban et-Taberi, Razi, İbn Cülcül, İbn Cezzar, İbn Sina, el-Mes’udi,
el-Biruni, İbn Hazm, İbn Rüşd, el-Gazzali, Ebu’l-Fida, İbnu’n- Nefis, Abdülaziz
es-Sivasi, Geredeli Murad, Hacı Paşa, Mukbilzade Mü’min, Sabuncuoğlu Şerafeddin
Ali, Ak Şemseddin, Ali Kuşcu, Mirim Çelebi, İbn Kemal, Ebu Suud Efendi vs.
gibi bir çok alim, çalışmaları ile bütün dünyaya ışık tutmuşlardır.5

Müslüman alimlerin bu çalışmaları, yavaş yavaş günümüz Batı alemi
tarafından da anlaşılmaktadır. Nitekim Montgomery Watt, hem bu durumu hem de
Batı aleminin İslam dünyasına karşı beslediği kin ve garezine temas ettiği
ifadesinde şunları söylemektedir:

"Müslümanlarla Hıristiyanların, Araplarla Avrupalıların bir dünya içinde
gittikçe kaynaştığı şu zamanda, İslam’ın Avrupa’ya yaptığı tesiri
incelemek, son derece isabetli bir çalışmadır. Ortaçağ Hıristiyan
yazarlarının, zihinlerinde tablosunu çizdikleri İslam’ın tamamen iftira
mahsulü olduğu çoktandır bilinmektedir. Yalnız şimdi, geçen asır
boyunca, araştırmacıların yaptıkları tetkikler sayesinde Batılıların gözleri
önünde daha objektif bir şekil belirmektedir. Fakat biz Avrupalıların kör
gözü, İslam kültürüne olan borcumuzu görmeye manidir. Geçmişten gelen
mirasımıza İslam’ın yaptığı tesirin kıymet ve kadrini bazen küçümsüyor,
bazen de tamamen görmezlikten geliyoruz. Müslüman ve Araplarla daha iyi münasebetler
kurabilmek için, borçlarımızın tamamını itirafa mecburuz. Onu saklamak ve
inkar etmek. Sahte bir gurur alametidir."6

Benzer bir tespit de Sigrid Hunke tarafından bize şöyle nakledilir:

"Dini taassup yüzünden, objektif ve adalete uygun bir şekilde, yargılamaktan
kaçındığımız ve üstün başarılarını sistemli bir şekilde küçültmeye
çalıştığımız ve üstün başarılarını sistemli bir şeklide küçültmeye
çalıştığımız. Kültürümüzün temeli olan eserlerini örttüğümüz ve
adını bile anmaktan çekindiğimiz bir milletin hakkını vermenin zamanı artık
gelmiş midir? İslamiyet’in çıkışından günümüze kadar, Batı ile Arap dünyası
arasındaki ilişkiler, duygu ve tutkuların, tarihi nasıl yalana boğduğunun
en açık örneğidir. Bu başka din mensuplarından gelecek her etkinin
tehlikeli görüldüğü ve bu sebeple de elden geldiği kadar önlemeye çalışıldığı
zamanlar için tabii idi. Ama bu Ortaçağ görüşü, hala ortadan kalkmış değildir.
Günümüzde de geleneklerin sınırladığı ufuk, çoğu zaman bilinçsiz, ama
kökleri çok derinde olan bir kaygı, eski propagandaların bize, katiller ve
puta tapanlar olarak tanıtmış olduğu bu insanlara karşı görüşümüzü
alabildiğine darlaştırmaktadır."7

Görüldüğü gibi Batı dünyası, dini taassubu sebebiyle İslam dünyasındaki
gelişmeleri görmezlikten geldiği gibi bazen de bu gelişmeleri önemsemez bir
tavır takınmaktadır. Bu konuda da yine Watt’ın bir tespitine yer vermek
istiyoruz:

"Müslümanların ilim ve felsefedeki muvaffakiyetlerinden bahsederken
sorulacak ilk mühim soru şudur: Yunanlıların keşfettiği ilimlerde Müslümanların
payı nedir, bu ilimlerin ne kadarını nakletmişler ve ne kadarını
nakletmemişler ve ne kadarını da kendileri ilave etmişlerdir? Meseleye birçok
Avrupalı ilim adamı Müslümanlara karşı olan bazı peşin hükümlerle
yaklaşmaktadır. Hatta Müslümanları övenlerden bir kısmı bile istemeyerek
onları övmektedir. Mesela The legacy of Islam (Oxford University Press, London
1931) isimli eserde "Astronomi ve Matematik" bahsinin yazarı Carra de
Vaux, yazısına Müslümanları hafife alarak başlamak lüzumunu duymuştur:

"Yunanlılarda gördüğümüz kuvvetli zeka ve ilmi tahayyül kabiliyeti
ile şevkin ve orijinal düşüncenin bir benzerini Müslümanlarda göreceğimizi
zannetmek boşunadır. Yunanlıların talebeleri, herkesten önce Müslüman
Araplardır. Arapların ilmi, Yunanlılarınkinin bir devamıdır. Araplar, onu
muhafaza edip büyütmüş ve birçok bakımdan geliştirip mükemmelleştirmişlerdir."

Bununla beraber Carra de Vaux, biraz sonra bu ifadesini izah edip şu hususu
teslim etmek mecburiyetinde kalacaktır:

"Müslüman Araplar ilimde, hakikaten büyük muvaffakiyetlere nail olmuş,
kendileri icad etmemiş olmakla beraber bize sıfırları öğretmişlerdir. Böylece
Müslümanlar, günlük hayattaki aritmetiğin kurucusu oldular. Aritmetik
geometrinin temellerini attılar. Hiç hilafsız, Düzlem ve Uzay
Trigonometrisi’nin kurucusu oldular. Doğruyu söylemek gerekirse, bu ilimler,
daha evvel Yunanlılar tarafından bilinmiyordu. Müslümanlar Astronomi’de de
birçok değerli gözlemler yaptılar."8

İslam aleminde tercümeler devri diyebileceğimiz (el-Me’mun dönemi, IX. asır)
dönemden sonra bilimlere karşı büyük bir iştiha uyanmıştı. Bu iştihanın
bir sonucu olarak müspet ilimler alanında önemli gelişmeler ortaya çıkmıştı.
Bu sebeple dönemi izleyen yıllarda bilim ve bilgi üretmede Müslümanlar öncü
olmuşlardı. Müslümanların bilimlere yaptıkları katkılar ile gerek Ortadoğu’da,
gerek İspanya ve Kuzey Afrika’da kurdukları bilim akademileri, şemsiyeler
(rasathaneler) ve medreseler Avrupa’da Rönesans denilen dönemi hazırlamışlardır.
Söz konusu müesseseler daha sonraki yüzyıllarda Avrupa için taklit edilip
geliştirilen prototipleri oluşturmuşlardır.

Bilim tarihçisi George Sarton’a göre, milattan sonra 750-1100 yılları arasında
her 50 yıl, o döneme bilimsel katkıları ile hakim olmuş veya damgasını
basmış olan veya birkaç büyük Müslüman bilim adamının ismiyle anılmaya
layıktır. Nitekim ona göre: 750-800 arasında "Cabir çağı",
800-850 arasına "Harizmi çağı" 850-900 arasına "Razi çağı",
900-950 arasına "Mes’udi çağı", 950-1000 arasına "Ebu’l-Vefa
çağı", 1000-1050 arasına el-Biruni ve İbn Sina çağı" ve
1050-1100 arasına da "İbnü’l-Heysem ve Ömer Hayyam çağı" demek
gerekir. Yine Sarton’a göre 1300’e kadar ki dönem ise, ellişer yıllık bilim
çağlarına artık Avrupa kökenli bilim adamlarının da isimleri izafe
edilmektedir. Ama bu arada da onlarla birlikte İbn Rüşd, Nasirüddin Tusi ve
İbnü’n-Nefis de zikredilmektedir.

Briffault da Making of Hummanity isimli eserinde: "…ilim diye
isimlendirdiğimiz olay, Avrupa’ya Araplarca getirilen deney, gözlem ve ölçüm
metotlarının sonucu olarak doğmuştur. İlim, İslam Medeniyetinin dünyaya
en önemli armağanıdır."demektedir.9 Bununla beraber şunu da belirtmek
zorundayız. Farklı ırk ve milletlere mensup olmalarına rağmen Müslüman
alimler, eserlerini Arapça yazıyorlardı. Bu sebeple de çoğu zaman İslam
Medeniyeti yerine, Arap Medeniyeti tabiri kullanılarak bu medeniyete "Arap
Medeniyeti" deniliyordu.

Gerek günümüzde, gerekse daha önceleri dünyanın her tarafında ciddi çalışmaları
ile İslam Medeniyeti ürünlerini gün ışığına çıkaran pek çok araştırma
yapılmış veya yapılmaya devam edilmektedir. Bu eserlerinden bir kısmı
sadece bir alanı ele aldığı gibi, bir kısmı da genel olarak "İslam
Medeniyeti’ni ele almaktadır.10 Konum ve konumuz itibariyle bütün bu çalışma
ve ürünlerini detaylı bir şekilde ele alıp inceleyemiyoruz. Ancak yine de
bir fikir vermek için çalışmalardan birisinin belli bir saha ile ilgili
verdiği bilgiyi kısaca buraya alacağız.

Çiçek açma çağı olan 10. asırda İslam Medeniyeti, Himalayalar’dan
Pireneler’e, Karadeniz’den Aden Körfezi’ne kadar uzanan bütün İslam dünyasına
nüfuz etmişti. Bağdad, Suriye ve Irak toprakları üzerinde, eski Şark dünya
devletinin an’anelerini tecessüm ettiriyordu. Ön Asya’nın bütün ticaret
yollarının düğüm noktası olan bu şehir, milletler arasındaki
hareketlerin bir toplanma merkezi haline gelmiştir.

Saray debdebeleriyle gözleri kamaştıran, halk topluluklarını büyüleyip, dünyanın
her iki kısmında hazineleri kendine çeken, Harun Reşid’in şehri Bağdad,
devletin en büyük ve muhteşem şehri olarak büyüdü. Parlak devrinde Bağdad’ta
iki milyon insan meskundu. Şehir, muhteşem, dahilen lüks şekilde tanzim
edilmiş, saraylarla süslenmişti. Çevresinde villalar, güzel tesisler ve
hayvanat bahçeleri mevcuttu. Tabii servetlerin elde edilip değerlendirilmesine
ait ilhamlar buradan fışkırıyor, bu ilhamlar, sanat zekasına daimi şekilde
yeni vazifeler yüklüyordu.

Fikir sahasında, şayanı hayret faydalı çalışmanın, başlangıçtaki en
kuvvetli amili, yabancı kültürlerin fikir mahsullerini sahiplenmesini bilen
halifelerin idare ve ihtirasları idi. Bütün ilim dallarını ihtiva eden
sistematik ve tedrici tercüme faaliyeti, bu sayede büyük ölçüde gelişti.
Yabancı eserleri toplama faaliyeti, bu sayede büyük ölçüde gelişti.
Yabancı eserleri toplama faaliyeti, Abbasiler tarafından zengin vasıtalarla
ileri götürüldü. Sayısız paralar sarf etmek suretiyle veya ekseriya
diplomatik yollarla, orijinal el yazmaları elde ettiler. En fazla göz önünde
tuttukları, Yunan eserleri idi. Fars ve Hind literatürüne de ehemmiyet
verdiler. Tıb, Matematik, Astronomi ve Coğrafyaya ait eserler, tekemmülleri için
çalışanları buldular.

Daha sonra da felsefe ve tabii ilimler gelişti. İslam kültürü, eski Grek kültür
hazinesinin, inkırazdan (yok olmaktan) kurtarılmasına hizmet etti. Müslümanlar,
asırlarca eski Helen bilgisini toplayıp, muhafaza ettiler. Arapların yaptıkları
tercümelerin bu gün bile, hala kısmen tenkidi metinleri, kısmen de antik
edebiyattaki bazı mühim noksanlıkları tamamlamak bakımından, büyük bir
önemi bulunmaktadır. Böylece kısa bir zaman içerisinde, daha geniş ve
farklı bir terakki husule geldi. Müslüman müellifler, yabancı bilgiyi
sadece tercüme etmekle yetinmediler. Aksine onlar, kendilerine has yeni bir
bilgi meydana getirdiler. Bu devirde, hemen hemen, hudutsuz şekilde üç kıtaya
yayılan İslam Medeniyetinin, biricik kudretini teşkil eden, büyük İslam
devletinde mevcut insani idrak kabiliyetinin, mukayese kabul etmez delillerini
verdiler. Bağdad’a ilaveten, Cundişapur, Kahire, Kayravan ve Fez, İslam kültürünün
o dönemdeki mümtaz merkezleri idiler. Bu devirde, Bağdad’ta kültür bakımından
ulaşılan yüceliğe 711 senesinde Araplar tarafından zapt edilen çeşitli
milletlerle karışık İspanya’da da varılmıştı. Şarka nazaran bir asırdan
sonra, Kadalkuvir sahillerinde, Öfrat ve Tigreste, paralel şeklide bazı yönlerden
anavatanın müktesebatına takaddüm etmek için, İslam kültürü, gelişme
hamlesi yapıyordu.

Atalarını örnek alan azimli Emevi hükümdarları (755-1031), takdire şayan
en yüksek bir gayretle, uzun müddet tesirlerini devam eder şekilde,
memleketin maddi refahını ilerlettikleri gibi, fikri gayret ve çalışmalarıyla,
bilhassa üçüncü Abdurrahman (912-961)’in idaresinde, hakiki bir altın devir
açtılar. Kurtuba, Batı’nın Bağdat’ı bir halifeler şehri, en yüksek öğrenim
ve güzel sanatlara en fazla ihtimam gösteren bir mahal, zengin kitap
hazinelerinin toplandığı ilmi gayret merkezi, öğrenmeğe hevesli binlerce
insan için yüksek bir mektep oldu. Kurtuba’yı takiben yanı başında, Sevil,
Gırnata, Tuleytula, Valansiya ve Murcia, İslam kültürü ve medeniyetinin mümtaz
merkezleri haline geldi. İspanya, istisnasız gelip giden bütün halifelerin hükümdarlık
asası altında, bir daha artık vasıl olamadığı bir terakki ve gelişme
devri yaşadı.

Bu devrin çalışma neticeleri muazzamdır. Kültürün hiçbir sahası, bu
hususta, nasipsiz kalmamıştır. Tamamen gözle ihata olunamayan bir edebiyat,
bütün ilim ve sanatı şümulüne almıştır. Kurtuba, Sevilla ve Toledo’daki
meşhur Arap medrese ve akademileri bir çok batılı milletin talebelerini
cezbetti. Arap ilminin merkezi ve aynı zamanda içinde Avrupa’nın en büyük kütüphanesi
bulunan Toledo’da, 1130 yılında bir tercüme okulu tesis edilmişti. Orada beş
Piskopos, Raymond’un himayesinde en meşhur Müslüman müelliflerin eserleri
ile, bunların evvelce Yunanca’dan Arapça’ya yaptıkları tercümelerin, Arapça’dan
Latince’ye tercüme edilmelerine başlandı. Çalışmalar 12, 13 ve 14. asırlarda
da devam etti. Bu devirdeki Batının bütün mütefekkirleri, bu meyanda daha
sonra Papa 2. Sylvestr ismini alan Aurillac’lı Gerbert, Batılı Adelard, Batıda
matematiğin kurucusu Pisa’lı Leonard, Büyük Albert, Roger Bacon, Michel
Scot, Daniel Morley, 10. Alphonse, Saint Thomas, Hermann der Deutche, Duns Scot,
Occam’lı Vilhelm ve Villeneuv’lu Arnold, bu kültür ve ilim merkezlerinde
talim ve terbiye gördüler.

Cramonalı Gerhard, yalnız başına, Toledo’da 71 ilmi eseri tercüme etti. Değerli
medeniyet tarihçisi Sigrid Hunke (Allahs Sonne über dem Abendland) "Batının
Üzerinde Allah’ın Güneşi’ adlı eserinde11 Cremonalı Gerhard’ın Toledoda
kaldığı yirmi sene zarfında 80’den fazla mühim eseri tercüme ettiğini söylemektedir.
Böylece Avrupa milletleri, İslam kültürü ile temas neticesinde asırlarca
tesiri altında kaldıkları bir yenileşme elde ettiler.

Arap tababeti, Batı’da büyük bir itibara mazhar olmuş, büyük İslam
doktorları ile alimlerinin tıbbi eserleri, Avrupa’nın bir çok üniversitelerinde,
tıb tedrisatının temelini teşkil etmiştir. 11. asra kadar Batı tababetinde
boş yere herhangi bir başarı aranır. İlk tıb bilgisi İspanya Araplarından
öğrenildikten sonra 12. asırda ancak bir ilim olabilmiştir.

Yeni üniversitelerin ilk alim ve öğretmenleri, Arap alimlerinin sabık
talebeleri idiler. Heinrich 3. Fransa’da Tıbbın inkişafını kolaylaştırmak
için 1587 yılında Paris’te College Rooyal’de, Arap dili kürsüsü tesis
etti. Ortaçağ boyunca İtalya’da tıp tahsilinin merkezi olan Salermo, büyük
Arap mektepleri örneğine göre kurulmuş ve organize edilmişti. Hakiki ismi
er-Razi olan Rhazes, en büyük İslam klinikçisi idi. O, iki yüz yirmiden
fazla eser yazdı. Bunların arasında birkaç tıp ansiklopedisi Arapça’dan
latinceye tercüme edildi ve 17. asrın ortalarına kadar Batı’da yayınlandı.
Çicek ve kızamığa ait ilk çalışma ona aittir. Tıb tarihçisi Max
Neuburger, “bu orijinal monografi her yerde haklı olarak tıp edebiyatının
bir şaheseri olarak kabul edilmiştir” der. Karl Sudhof, Razi’nin tıb
tarihinde bütün devirlerin en büyük doktorlarından biri olduğunu kabul
eder. Sigrid Hunke de aynı kanaattedir.

Ortaçağın en meşhur doktoru (Avicenna)’nın gerçek adı İbni Sina idi.
Kendisine "doktorların şahı" ismi verilmişti. O harikulade
ansiklopedik bilgisiyle, bir dahi idi. En büyük eseri olan
"el-Kanun", "Tıbbın Kanunları" altı asır boyunca,
Avrupa’nın bütün tıp fakültelerinde okutuldu. İrisin tam izahını,
insertionu, göz evindeki adalelerin durumunu ona borçluyuz. O jeolojide de
isim yaptı. Dağların teşekkülüne dair şayanı dikkat izahat sebebiyle
Garrison, ona "jeolojinin babası" ismini verir.

Cerrahi sahasında da durum aynıdır. Hakiki ismi Ebu’l-Kasım olan Kurtuba yanındaki
Azzahra’lı Abülkasis, en büyük Müslüman cerrahıdır. Eseri, cerrahinin
Avrupa’da gelişmesine temel teşkil etmiştir. Bu devirdeki İslam cerrahlarının
Avrupa’daki meslektaşlarından çok üstün olduklarında hiçbir şüphe
mevcut değildir. Arterial damarların bağlanmasını izah eden Katgut (Catgut)
dikişini bulup geliştiren odur.

Ortaçağ Avrupası, diş tedavisinde de, tamamen İslam
tababetine borçludur. Müslümanlar, Arap protezini, Ortaçağda en iyi şekilde
geliştirmişlerdi.

Veteriner tababetin, sekizinci asırlardan 13’üncü asra kadar tarihinin en
parlak devirlerini yaşaması Müslümanlar sayesindedir.

Eczacılığın vücuda gelmesini ve onun hususi bir meslek halinde teessüsünü
Batı, İslam doktorlarına müteşekkirdir.

Terapo kimyayı ve her şeyden ziyade antimon, civa ve demir müstahzarlarının
o zamana kadar beklenmeyen manalarını, Batı Müslümanlardan öğrenmişti.
İslam doktorları, eczacılığı, sayısız yeni ilaçlarla zenginleştirdiler.
Şekeri ilk defa şurupta ve ilaç içirmede onlar kullandılar. İslam kodeksi
ve ilaç kolleksiyonu, bugün hala büyük bir kısmı kullanılmakta olan iki yüzden
fazla yeni ilacı ihtiva eder. Tıp Cassia, sinameki, kudret helvası, ravendi,
mutterkorn, demirhindi, kurtkökü, anber, Hint kenviri, kafuru, sandal ağacı
ve alkol gibi bir çok ilacı Müslümanlara borçludur.

Müslüman kimyagerleri de, dikkate şayan keşifler yaptılar. Sülfat asidi,
nitrat asidi, gümüş nitrat, aguaregia, süblime, kırmızı civa oksidi,
alkali, amonyak tuzu ve şeker onlar tarafından ihraz edilmiştir. İmbikten geçirme,
kirece tahvil, kristalleşme, ayrışım ve fiksasyonun keşiflerini nasıl Müslümanlara
borçlu isek, kimyanın eczacılık ve sanayie tatbikini bilhassa metallerin
elde edilmesi ile, ışın istihsalini ve boyacılığı da onlara medyunuz. İl-İksir,
alkol, alkolaid, salmiak, kampfer, soda, alaun ve daha kimyadaki bir çok
semboller, bize Müslümanların kimya sahasındaki büyük başarılarını hatırlatır.

Müslüman Okülistler, göz hastalıkları ilminin (Optalmologie) de
terakkisine hizmet ettiler. Daha sonra Roger Bacon ve Kepler gibi Batılı fizikçilerin
araştırmalarını, tahrik ve teşvik etmiş olan Kahire’li İbnu’l-Heysem
"Işık-optik" adlı meşhur eserinde, gözü, binoküler görmeği
izah ve dahiyane bir şekilde ışınların kırılma olayını ve bu kırılmaların
görünüşünü tecrübe ile ilk defa o söylemiştir. Fotoğraf makinesinin
esasını teşkil eden "karanlık oda"yı da o keşfetti.

Müslümanların en güzel başarılarından biri de hastahanelerin
organizasyonudur. Tıp tarihçisi Neuburger, İslam memleketlerinde akıl
hastalarının itina ve sevgi ile tedavi gördüklerini, Batı’da ise onların
uzun zaman birer cani gibi telakki edildiklerini söyler. Avrupa’da ilk akıl
hastahanesinin 1410 senesinde İspanya’da dini cemaat tarafından tesisinden tam
700 sene evvel, 765 yılında Bağdad’ta devlet tarafından vücuda getirildiğini
burada belirtmek yerinde olur.12

Burada söz hastahanelerden açılmış iken hem okuyucuya fikir vermek, hem de
mukayese yapabilmek için konuya biraz daha geniş ele alacağız. Bu tedkikte
de daha fazla Batı’lı yazarlardan istifade edeceğiz.

İslam dünyasında ilim ve ibadet birbirlerinden ayrılmayan iki unsur olarak
kabul edildiği için tıb ilmi ve hastahanelerle ilgilenmek bir emir olarak
telakki ediliyordu. Emevi Halifesi Velid b. Abdülmelik (86-96/705-715) tarafından
hicri 88 (m. 707) tarihinde Şam’da kurulan tam teşkilatlı ilk hastahaneden önce
tıb ilmi, cami dahil, değişik ilim müesseselerinde tedris ediliyordu. Yine
Emeviler döneminde Fustat’ta Zukaku’l-Kanadil adı verilen ve cüzzamlılara
bakan bir hastahane açılmıştı. Bütün bu gelişmelere rağmen İslam
hastahanelerinin en parlak devri, daha sonraki Abbasiler döneminde gerçekleşmiştir.
Bu gelişmeler, İslam dünyasında tıbbi bazı keşiflere de yol açmıştı.
Nitekim kan dolaşımının bulunması, mikrop ve diğer bazı hastalıklara ait
ilaçların keşfi, ilk akla gelenler arasında zikredilebilir. Buna karşılık
dönemin Batı dünyasında herhangi bir ilaçla tedavi olmak, manevi ilaçlardan
başkasını kullanmak, hele hekim olarak eliyle bir şeyler yapılmak ve
cerrahi aletler kullanmak büyük bir şerefsizlikti. Hastalanan veya yaralanan
bir Hıristiyan, önce bütün günahlarını itiraf edecek, daha sonra İsa’nın
eti diye kutsal ekmeği yiyecek ve sonra da Allah’a güvenecektir. Batı’da,
hastaların alındığı yurtlar, XII. asırdan sonra kuruldu. Bu suretiyle gerçekleşti.
Bununla beraber hekim bulunmazdı. Kilisenin anlayışına göre, hasta bakımı,
iyi etmek için değil, sadece ızdırapları hafifletmek içindir. Bu
hastahanelerin ilklerinden biri ve zamanındakilerin dediklerine göre en iyisi
Paris’teki Hotel-Dieu (Allah’ın hanı) idi. Bu hastahanede tuğla döşeli
zeminin üzerine saman yığılmıştı. Hastalar bu samanların üzerinde
birbirine sokulup yatıyorlardı. Birinin başı, ötekinin ayaklarına gelecek
şeklide sıralanmışlardı. İhtiyarların yanında çocuklar, hatta kadın ve
erkek karmakarışık yatmaktaydı. Bulaşıcı hastalıkları olanlar ile
sadece hafif bir rahatsızlığı bulunanlar yan yana yatmaktaydılar. Tifo
hastalığına yakalanmış olan ateşler içinde sayıklarken, veremli biri öksürüyor,
deri hastalığı olan da derilerini yırta yırta kaşıyıp kanatıyordu.13

Batı dünyasındaki hastaneler bu durumda iken, İslam dünyasındaki
hastahaneler insanı masallar diyarındaki saraylarda yaşatıyormuş gibi rahat
ve huzur veriyordu. Sigrid Hunke, İslam dünyasının hastahanelerinden birinde
yatan bir hastanın mektubundan bahseder. Gerçekten, bu mektup okunduğu zaman,
yukarıdaki sözlerimizin günümüz insanı için bile, bir hikayeye benzediğini
söylemek pek yanlış olmayacaktır. Ama bütün bunlar İslam hastahaneleri için
tabii olan bir şeydi. Bu mektuptan bazı pasajları almak suretiyle, İslam dünyasının,
hastahenelere ne denli ehemmiyet verdiğini anlayabiliriz:

"Babacığım, benden para getirmenin lazım olup olmadığını
soruyorsun. Taburcu edilirsem hastahaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya
başlamak zorunda kalmayayım diye beş altın verecekler. Onun için süründen
davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel. Ben,
operasyon salonunun yanındaki ortopedi servisinde yatıyorum. Eğer büyük kapıdan
girersen, güneydeki revak boyunca yürü. Düştükten sonra beni getirdikleri
poliklinik oradadır. Orada her hastayı önce asistan hekimler ve öğrenciler
muayene eder. Birinin yatması gerekmiyorsa reçetesini verirler, o da hemen
yandaki hastahane eczanesinde ilacını yaptırır. Muayeneden sonra da bir
hademe beni erkekler kısmına taşıdı. Hamama da girdikten sonra tam bir
hastahane elbisesi giydirdiler.

Sonra kütüphaneyi sağ tarafta bırakır ve başhekimin öğrencilere ders
verdiği büyük konferans salonunu geçersin. Avlunun solundaki koridor, kadınlar
tarafına gider, onun için sağ tarafı tutmalısın, iç hastalıkları bölümü
ile cerrahi kısmının önünden geçmelisin. Eğer bir yerden musiki ya da şarkı
sesi duyarsan içeriye bak. Belki de ben, iyileşmiş olanların toplantı
salonundayımdır. Biz orada musiki ve kitaplarla oyalanırız.

Baş hekim bu sabah asistan ve bakıcılarla viziteye çıktığında beni
muayene etti, servis hekimine anlamadığım bir şeyler not ettirdi. O da
sonradan bana, bir gün sonra ayağa kalkabileceğimi ve çok geçmeden taburcu
olabileceğimi söyledi. Ama canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak,
çarşaflar bembeyaz, battaniyeler yumuşak ve kadife gibi. Her odada akar su
var. Soğuk gecelerde her oda ısıtılıyor. Hemen her gün midesi kaldıranlara
kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de sonuncu tavuğum kızartılmadan
önce gel.14

Bilindiği gibi çeşitli çalışmalar sonunda Müslümanlar, eski ilaçlara
yenilerini kattılar. Bunlardan bir kısmı kafur, civa, mersafi, karanfil, hıyarşenber
ve sinameki gibi ilaçlardı. Şurup ve gülab şeklinde sunulan ilaçlar da Müslümanlar
tarafından tıp dünyasına getirildi. O dönemde İtalya’nın Orta Doğu ile
en büyük ticari alışverişi ilaç üzerine idi. Tarihte ilk dispanserleri
ile ilk eczaneleri açanlar Müslümanlardır. Eczacılık okulunun ilk
kurucuları ve eczacılık hakkındaki eserlerin ilk yazarları da yine Müslümanlardır.
Çiçek ve kızamık hastalıklarına karşı Müslüman hekimler geliştirdikleri
tedavi şekline, bugün bile eklenecek fazla bir şey yoktur. Müslüman
hekimler, ameliyatlarda solunum yolu ile anestezi yapıyor ve bu maksatla derin
bir uyku veren haşhaş ve ona benzer başka bitkilerden faydalanıyorlardı.15

İslam Medeniyetinin, Batı ülkelerindeki bazı etkilerine kısaca temas
edildi. Bu medeniyet unsurlarının Avrupa’ya nasıl ve hangi yollarla geçtiğini
görmeden önce, bu medeniyetin kendine has mümeyyiz vasıflarının bulunduğuna
işaret edelim. Bunun için de İslam Medeniyetinin gelişmesini sağlayan en önemli
amili (etkeni) görmemiz gerekir.

Bilindiği gibi dinler, toplumların düşünce, anlayış, hareket ve davranışlarının
şekillenmesinde büyük rol oynarlar. İşte İslam Medeniyetinin doğuşunu,
gelişmesini ve şekillenmesini sağlayan en büyük etken, İslam dininin ilme
verdiği değerlerden başkası değildir. Sözü edilen medeniyetin gelişmesine
tesir eden daha başka amiller olmakla beraber en büyük etkenin ilim olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira ilim olmadan ilerleme ve gelişmeden söz
etmek mümkün değildir.

Kur’an, ilk ayeti ile eğitim ve öğretimi emreden bir dinin kitabıdır. Bu
Kitab’ın gönderildiği Peygamber de ümmetine bu yolla talimat veriyordu.
Kur’an ile Peygamberinin okuma ve öğrenme ile ilgili emirlerini göz önünde
bulunduran Müslümanlar, daha İslam’ın ilk yıllarından itibaren öğrenmek
için bütün imkanlarını seferber ediyorlardı. Başlangıçta bu imkanlar,
daha ziyade dini alanda kullanılıyordu. Zira bu bilgilerin bir kısmı günlük,
bir kısmı haftalık, bir kısmı aylık, bir kısmı da senelik ibadetleri için
gerekliydi. Bu bilgilere vakıf olmadan ibadet yapılamazdı. Bununla beraber,
ibadetler için gerekli olan bilgilerin sadece dini bilgiler olmadığını da
belirtmek gerekir. Zira namaz kılmak veya oruç tutmak isteyen bir Müslüman,
başını yerden kaldırıp gökleri araştırmak ve ay ile güneşin
hareketlerini takip etmek zorundadır. Böylece basit bir şekilde de olsa bir
astronomi bilgisine; hacca gitmek veya namaz için kıble yönünü tayin etmek
isteyen bir diğeri de en azından coğrafya bilgisine sahip olma zaruretini
duyar.

Bütün bunlar, zamanla Müslümanların değişik branşlardaki ilimlerle uğraşmalarına
sebep oldu. Nihayet bazı hadislerin genel anlamda ilmi teşvik etmeleri, Müslümanların
asırlar boyu her türlü ilmi faaliyette bulunmalarına vesile oldular.

İslam aleminde, Astronomi ve Matematik gibi ilimlerin gelişmesi için en büyük
teşvik, ibadetlerin yerine getirilme zamanlarının tayini ile ilgilidir. Bu
bakımdan Matematik, Astronomi ve özellikle küresel geometriye ihtiyaç vardı.
Nitekim, Ramazan ayı ve bayramının başlangıcında Hilal’i görme çalışmaları,
Müslüman matematikçi ve astronomların en önemli işlemlerinden biri olmuştu.
Ayrıca bu tür özel problemleri çözmek için çok daha kompleks bir küresel
geometrinin tatbiki gerekiyordu. Bunlardan biri, Dünyanın her hangi bir
yerinden Mekke’nin bulunduğu (kıble tayini için) yönün belirlenmesi, diğeri
de günde beş defa kılınan namazın, vakitlerinin güneşin hareketine göre
tespit edilmesiydi.16 Bu konularda kesin hesaplamalar yapabilmek için gök küre
üzerindeki üçgenlerin bilinen açı ve kenarlarından hareketle,
bilinmeyenlerini bulmak gerekiyordu. Batlamyus’un metodunun kullanışlı
olmaması yüzünden, Müslüman matematikçi ve astronomlar, daha basit
trigonometrik metotlara ihtiyaç duyuyorlardı. Bunun bir sonucu olarak IX. asırda
bugün de kullanılan altı trigonometrik fonksiyon tarif edilmişti. Bunlar,
sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekant fonksiyonları idi.
Batlamyus zamanında bunların hiç biri bilinmiyordu. Bu altı fonksiyondan beşi
kesinlikle İslam kökenli olup, sadece sinüs fonksiyonunun Hintliler’den alındığı
söylenebilir.

İslam Medeniyetinin sınırları, Batı dünyasının kapılarını
Emeviler’den sonra devamlı zorlamış, Türklerin İslam’ı kabullerinden sonra
ise, bu durum daha da yaygınlaşmıştır. Hele Anadolu’nun fethine muvaffak
olunmasından sonra gerek Haçlı Seferleri ile olsun, gerekse Müslüman Türk
akıncılarının akınları ile olsun İslam Medeniyeti ile Batı Medeniyeti yüz
yüze gelmiştir.

Farabi, İbni Sina, Gazali gibi İslam filozoflarının eserleri ile Aristo’nun
Arapça’ya tercüme edilmiş eserlerinin Latince’ye çevrilme faaliyetleri yanında,
Batı dünyası diğer ilimlerle de meşgul olma mecburiyeti duymuştur. Hatta
üniversitelerinde XII. yüzyılın sonlarından itibaren tıp dersleri konularını,
İbni Sina’nın "Kanun" adlı eseri ile İbni Rüşd’ün tıbbi
risaleleri üzerine teksif etmiş bulunuyorlardı.

Romalılar ve onların mirasçısı olan Bizanslılar, Doğu ve Batı dünyasını
Akdeniz etrafında toplayarak meydana getirdikleri "Akdeniz
Medeniyeti" ile Doğu kültürünün Batıya geçmesinde aracı oluyordu.
İslam’ın ortaya çıkışı ile Batı dünyası Doğu kültürünü İslam
Medeniyeti aracılığı ile almak ve aktarmak durumunda kaldı. Eski Doğu
Medeniyetinin ve Antik devir ilimlerinin Batıya aktarılmasında Müslümanlar,
aracı olarak önemli roller oynadılar. Uzakdoğu menşeli ilimleri yerinde öğrenen
Müslümanlar, bu ilimlere önemli ölçülerde katkılarda bulunarak Batıya
aktardılar.17

Şu bir gerçektir ki, Ortaçağın sonlarında ve Rönesans’ta Grek felsefesi
Batı’da doğrudan intikal ve tercümelerden ziyade Arapların elinde olduğu şekil
temel alınarak incelenmişti. Aristo’nun mantık, fizik ve metafiziği ya Arapça’dan
ikinci elden tercümelere yahut da İbn-i Sina’nın eserlerine dayanarak
inceleniyordu.18

Dipnotlar

1. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara
1977, s. 9.

2. Ahmet Ağaoğlu, Üç Medeniyet, İstanbul, 1972, s. 4-5.

3. M. Fuad Köprülü-W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara 1973, s. 3.

4. Haydar Bammat, İslam’ın Çehresi, trc. Osman Fehmi Giritli, İstanbul 1975,
s. 93-94.

5. Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, İslam Kültür ve
Medeniyeti, İstanbul 1996, s. 185-186.

6. Montgomery Watt, İslam’ın Avrupa’ya Tesiri, trc. Hulusi Yavuz, İstanbul
1986, s. 11.

7. Sigrid Hunke, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde, trc. Hayrullah Örs,
İstanbul (tarihsiz), Altın Kitaplar Yayınevi, s. 8.

8. Watt, İslam’ın Avrupa’ya Tesiri, s. 39.

9. Daha geniş bilgi için bk. Ahmet Yüksel Özemre, 21. Yüzyılda Türkiye’de
Bilimin Geleceği, Çerçeve (1996), 17., s. 35-37.

10. Günümüz okuyucusunun rahatlıkla ulaşabileceği bu eserlerden birkaçını
buraya almayı faydalı buluyoruz.

M. Fuad Köprülü-W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara, 1973.

Haydar Bammat, İslam’ın Çehresi (Visage de l’İslam, Fransa 1958), Türkçe
Tercümesi: Osman Fehmi Giritli, İstanbul 1975.

Mehmet Bayraktar, İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara 1985.

Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, İstanbul 1965.

Montgomery Walt, İslam’ın Avrupa’ya Tesiri, trc. Hulusi Yavuz; İstanbul 1986.

Hasan ali Hasan, el-Hadaratu’l-İslamiyye fi’l-Mağrib ve’l-Endülüs, Mısır
1980.

Enver er-Rufai, el-İslam fi Hadaratihi ve Nüzümihi, Dımaşk, 1986.

Celal Mazhar, Hadaratü’l İslam ve Eseruha fi’t-Tarakki’l-Alemi, Kahire 1974.

Sigrid Hunke, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde, trc. Hayrullah Örs İstanbul
Altın Kitaplar (tarihsiz).

Adam Metz, el-Hadaratu’l İslamiyye (Arapça trc. Muhammed Abdu’l-Hadi Ebu Ride)
Beyrut 1968.

Ziya Kazıcı-Mehmet Şeker, İslam-Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1982.

Will Durant, İslam Medeniyeti, trc. Orhan Bahaddin, Tercüman 1001 Temel Eser,
İstanbul (tarihsiz).

11. Bu eserin Türkçeye yapılan iki çevirisi vardır. Bunlardan biri bizim
daha önce bahsettiğimiz ve Hayrullah Örs tarafından yapılmış olanı, diğeri
de servet Sezgin tarafından "Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi"
adıyla yapılmıştır. Bu tercüme İstanbul’da Bedir Yayınevi tarafından
basılmıştır.

12. Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, s. 226-229.

13. Sigrid Hunke, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde,

s. 123-124.

14. Hunke, age. s. 121-125.

15. Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Will Durant, İslam Medeniyeti, s.
105-111.

16. Osmanlılar’da namaz vakitlerinin tayin ve tesbiti ile ilgili görevliye
"Muvakkit" adı verilmektedir ki, Fatih ve Süleymaniye vakfiyelerine
göre camilerde bulunan bu görevli, hizmetine karşılık her gün (yevmiye) 10
akça ücret almaktaydı. Fatih Mehmed II Vakfiyeleri, Ankara 1938, s. 245; Süleymaniye
Vakfiyesin’de "Muvakkit"ten şöyle bahsedilir: "Ve bir kimesne
dahi amel-i saat ve mevakit-i salat ve mekadir-i şeb u ruz ve nüzulü uruc-i
seyyarat-ı seb" ve menazil-i buruc ve dekayik-ı duruc-i mesir-i afitab cüz’iyat-ı
maarife vakıp ve arif ve tavilu’l-ba ve kesiru’-ittila bir kimesne Muvakkit
olub evkat-ı ezanı müezzinlere tayin edüb tenbih eyleye ve eyyam-ı cumuat o
a’yadda huffaz ve müezzinler ile bile mahfilde hazır ola ve vazife-i yevmiyesi
on akçe ola. Süleymaniye Vakfiyesi, nşr. Kemal Edip Kürkçüoğlu, Ankara
1962, s. 34.

17. Otto spies, Doğu Kültürünün Avrupa Üzerindeki Tesirleri, Trc, Neşet
Ersoy, Ate Dergisi, İlave Yayınları No: 8, Ankara, 1974, s. 6

18. Daha geniş bilgi için bak. Gabrieli, age. IV, s. 425-451.