Giriş

Kitle iletişim araçlarının etkisiyle gittikçe küçülen bir dünyada yaşıyoruz.
Ülkeler arasında sınırların çoğu zaman sembolik kaldığı günümüzde,
dünyamız meşhur tabirle "global bir köy" haline gelmiş. Serbest
piyasa ekonomisine dayalı kapitalizm, sekülerizm ve dünyevileşme teslisine
dayanan modernizm, global ölçekte etkisini devam ettiriyor. 16. ve 17. yüzyılda
Avrupa’da filizlenen kapitalist üretim tarzı, günümüzde bütün dünyayı
sarmış. Herkesi etkileyen bu süreçten İslam dünyası da nasibini alıyor.
Bir bilgisayar ekranı kadar küçülen dünyada, sınırların ortadan kalkması,
ilay-ı kelimetullah davasını güden Müslümanların hizmet alanlarını dünya
kadar büyütmüştür. Bu anlamda tarihi bir fırsat olan globalleşme, aynı
zamanda Müslümanlar için global kapitalizmin dayanılmaz cazibesiyle sınanmayı
da beraberinde getirmiştir. Diğer dinlere kıyasla İslam, global kapitalizm rüzgarına
karşı en fazla direnci göstermesine rağmen (Mabry, 1998), mücadelenin nasıl
neticeleneceği konusunda kesin bir şey söylemek kolay değil.

Global kapitalizmin empoze ettiği yaşam şekline karşı mücadele veren İslam
düşünürlerinden biri olan Bediüzzaman, "global köy" kavramının
henüz icad edilmediği yirminci yüzyılın başında yazdığı Mesnevi-i
Nuriye’de, "küre-i arzı bir köy şekline koyan şu medeniyet-i
sefihe" (Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 105) cümlesiyle globalleşen dünyadaki
medeniyet-i sefahatin farkında olduğunu gösteriyordu. Zamanının sığ tartışmaları
yerine geleceğe yüzünü döndürüp, "yeni nesil"e hitap etmeyi yeğleyen
bir İslam mütefekkiri olmasına rağmen, onun medeniyet analizinin iyice anlaşılmadığı
kanaatindeyiz. Bu eksikliğin temel nedeni Risale-i Nur’da bu konuyla ilgili
kullanılan kavramların günümüz okuyucusuna yabani olmasıdır. Örneğin,
Bediüzzaman’ın Birinci ve İkinci Avrupa kavramları halk nezdinde bilinmediği
gibi, entelektüel çevrelerce dahi yeterince anlaşılmamıştır. Bu çalışma
11 Eylül’den sonra yeniden güncellik kazanan İslam ve Batı medeniyeti tartışmalarına
Bediüzzaman’ın da dahil edilmesini amaçlıyor. Bu iki medeniyet arasında
Huntington’ın kaçınılmaz gördüğü çatışma tezine karşın, Bediüzzaman’ın
kaçınılmaz gördüğü barış ve uzlaşma tezinin anlaşılması daha da önem
kazanmıştır.

Bu makale iki temel bölümden oluşuyor. İlk bölümde, global kapitalizm ile
ilgili literatürdeki tartışmalar özetlenecek. İkinci bölümde, Bediüzzaman’ın
Batı medeniyeti ve İslam medeniyeti ile ilgili fikirleri "medeniyet-i
sefahat" ve "medeniyet-i fazilet" kavramları çerçevesinde
irdelenecek.


Global Kapitalizm İle İlgili Tartışmalar

Kapitalizmin sosyolojik ve tarihi kökenini ortaya koyan en önemli ilk kitap
Weber (1953) tarafından yazıldı. "Protestan Etik ve Kapitalizmin
Ruhu" başlığıyla yayınlanan kitabında Weber, kapitalizmin Batı’da
zuhur etmesini Protestan ahlakına bağlıyordu. Weber’e göre Protestanlık,
takipçilerine kapitalizmi doğuracak ruhu aşılayarak, tarihin seyrini değiştirmişti.1
Weber’in misyonunu günümüzde devam ettiren Francis Fukuyama, daha da ileri
giderek, kapitalizmin ve liberal demokrasinin tarihin sonu olduğu kehanetinde
bulunuyordu.

Fukuyama, 1992 yılında yazdığı, Tarihin Sonu ve Son Adam adlı kitabında,
açıkça liberal demokrasi ve kapitalizmin galibiyetini ilan ediyordu
(Fukuyama, 1992). Ona göre, insanlık aradığı en mükemmel sistemi bulduğundan
dolayı tarihi arayışın sonu gelmişti. Kapitalizmin en büyük rakibi olan
komünizmin ölümü böyle bir iddianın doğruluğu noktasında hayli güçlü
bir delil gibiydi. Fukuyama’ya göre bütün dünya bu sistemi kabul edecek ve
homojen global bir dünya kaçınılmaz olacaktır.

Sosyal bilimciler Fukuyama’nın bu kitabını tartışadururken, birkaç sene
sonra aynı yazarın imzasıyla başka bir eser daha yayınlanır. "Büyük
Yıkım: İnsan Fıtratı ve Sosyal Düzenin Yeniden İnşası" başlığını
taşıyan bu eser, Tarih’in Sonu teziyle çelişen tespitler içeriyordu
(Fukuyama, 1999). Liberal demokrasi ve kapitalizmin hüküm sürdüğü ülkelerde,
1960 ile 1990’lu yıllar arasında, "Büyük Yıkım" yaşandığını
iddia ediyordu Fukuyama. Bu ülkelerde suç işleme oranları yükselmiş,
sosyal bağları kuvvetlendiren akrabalık ilişkileri zayıflamış, evlilik müessesesi
büyük tahribata uğramış ve toplumdaki güven giderek azalmıştı. Sosyal
verilerin analiziyle varlığı anlaşılan bu sosyal problemler, önlem alınamazsa,
"Büyük Yıkım’ın" vahim noktalara ulaşacağını gösteriyordu.
Fukayama, bu çalışmasıyla bir önceki tezinin yanlış çıkmaması için,
liberal demokratik dünyaya bir uyarıda bulunuyordu. Kitapta sözedilen sosyal
sorunlara çözüm bulunmadığı takdirde, tarihin değil, liberal demokrasi ve
kapitalizmin sonu olabilirdi.2

Fukuyama’nın zaferi erken ilan ettiğine inanan Huntington, yaşanacak yeni bir
çatışmadan haber veriyordu. Huntington (1996), "Medeniyetler Çatışması"
kitabıyla, Soğuk Savaş’ın son bulduğunu ve yeni bloklaşmanın medeniyetler
bazında yaşanacağını iddia ediyordu. Greko-Romen medeniyetinin Hıristiyanlıkla
baptiz olmasından tevellüd eden Batı medeniyeti, günümüzde karşısında
rakip olarak İslam ve Çin medeniyetlerini bulmuştu. Yeni çatışmalar, ulus
devlet eksenli olmaktan ziyade, bu medeniyetler arasında yaşanacaktı. Davos Kültürü
etrafında oluşan homojen global değerlere karşı olan İslam medeniyeti ile
Batı medeniyeti arasında çatışmanın yaşanması kaçınılmazdı,
Hungtinton’ın tezine göre.3 Bu çatışma, Batı ülkelerine göç ettiği
halde, Batı’nın değerlerine karşı direnenlere karşı da yaşanacaktı.
Bundandır ki, Huntington, tedbiren, asimile olamayacakları sınırdan içeri
koymamak gerektiğini öneriyordu. Nitekim, 11 Eylül sonrası Bush yönetiminin
takip ettiği politika bu öneriye kulak verildiğini gösteriyor.

Huntington gibi, Benjamin Barber de bir çatışmadan sözediyordu. Barber,
global kapitalizmi McWorld kavramı ile ve buna karşı olan reaksiyoner
hareketleri Jihad kavramıyla ifade ederek "McWorld versus Jihad"
ismini verdiği kitabında bu mücadeleyi anlatıyor. Kitaptaki argümanlara göre,
McWorld hareketli müzik, video, TV, tiyatro, kitap ve eğlence parklarıyla
ortak markalar, klişeler, film yıldızları ve şarkılar etrafında birleşen
global ve homojen bir kültürün oluşum mücadelesini veriyor. Globalleşen dünyada
Coca-Cola, Marlboro, Nike, Hershey, Levi’s, Pepsi ve McDonald’s gibi Amerika kökenli
global holdinglerin ürün ve hizmetlerini satması Amerika kültürünün yayılmasına
bağlıdır. Doğal olarak, Amerika’lı gibi bir hayat tarzı olan insanlar bu
holdinglerin ürünlerini talep edecek (Barber, 1996, s. 60). Örneğin, çay ve
kahve gibi içeceklerin tercih edildiği toplumlara Cola gibi soft içeceklerin
satılması ancak kültürel bir değişimle mümkün olabilir. Aksi halde,
Amerikan kültürünü sınırlı dahi olsa benimsemeyen bir toplumun asırlarca
devam eden bir milli içeceğini terk etmesi beklenemez. Bu ilişkiler ağından
haberdar olan global holdingler, ürettiği mal ve hizmetleri talep edecek
kapitalist kültürü her yerde hakim kılmak için medyayı etkin bir araç
olarak kullanıyor. Barber’e göre, Hollywood sefih bir yaşam tarzı, sekülerizm,
tüketim alışkanlığı, pasifizm gibi temaları işleyerek McWorld’u muzaffer
kılmaya çalışıyor (Barber, 1996).4


Medeniyet-i Sefahat ve Medeniyet-i Fazilet Ayırımı

İslam dünyasında Avrupa medeniyetine karşı toptancı yaklaşımla reddiye
yazanların aksine, Bediüzzaman Avrupa medeniyetini ikiye ayırır (Nursi,
Lem’alar, s. 646). Birincisi, hakiki Hıristiyanlıktan esinlenerek toplumsal
hayata faydalı eserler, adaletli yönetim ve teknolojik yenilikler armağan
eden "Birinci Avrupa". Bu medeniyetin ayırt edici vasfı insanlığa
faydalı olmasıdır. İnsanlığın hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmelere
ve insanların kabiliyetlerinin yeşermesine zemin hazırlayan istibdat karşıtı
sosyal gelişmelere kaynaklık eden Birinci Avrupa "medeniyet-i
fazilet"in bir parçası olarak görülüyor. Bediüzzaman, Hıristiyanlığın
getirdiği etik üzerine kurulan Birinci Avrupa medeniyeti ile dinsizlik ve
sefahate karşı, işbirliğini önerirken; "İkinci Avrupa" diye
tarif ettiği medeniyeti ise, dinden ziyade felsefi membadan beslenen ve
sefahati insanlığa yegane saadet yolu diye takdim eden "medeniyet-i
sefahat" diyerek reddeder.

İkinci Avrupa’nın özelliği sefahati teşvik etmek olduğundan, Bediüzzaman’ın
gerçekte reddettiği kapitalist bir kültürle sefahati teşvik eden sefih
medeniyettir. Günümüzde Amerika, global kapitalizmin lokomotifi olması
hasebiyle, İkinci Avrupa’ya öncülük ediyor. Bu anlamda, coğrafi bir alanla
sınırlı olmaksızın, sefahati teşvik eden medeniyet (ikinci Avrupa) Bediüzzaman’ın
nazarında ‘medeniyet-i sefahat’tir. Günümüzde "sefahat-i mutlaka
medeniyet" denildiğini ifade ederek "medeniyet-i sefahat"i
tenkit eder (Nursi, Şualar, s. 995). Emirdağ Lahikası’nda yer alan bir
mektupta ise, medeniyet-i sefahati "mim’siz" medeniyet olarak tabir
eder (Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 1850). Lemaat adlı eserinde bu medeniyetin
insanlığı hayvanlık derecesine indirdiği beyan eder: "Cazibedar
hizmeti hevâ, hevesi teşci, teshil; hevesâtı, arzuları tatmin. Bundan çıkar
sefahat. / O hevâ, hem heves, şe’ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti
değiştirir. Mânevî meshediyor; değişir insaniyet. / Şu medenîlerden çoğunun
eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla
ayı, hınzır; sîreti olur suret. / Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri.
İşte şununla görünür meydandaki âsârı." (Nursi, Sözler, s. 326)
Belki de, Bediüzzaman eğlence parklarında veya TV programlarında hayvan
maskesini giyen insanları görmüş olsaydı, yukarıdaki tespitlerinin haklılığına
bir delil olarak zikredecekti. Bu maskeli medenilerin dışlarının görünüşü
içlerinin aynasıdır diyecekti.

Bediüzzaman, medeniyet-i sefahatin gayesinin "fazilet bedeline hasis bir
menfaat" olduğunu ifade ederek Kur’an medeniyetinin fazileti esas aldığını
iddia eder (Nursi, Sözler, s. 326). Medeniyet-i fazilet insanın sahip olduğu
bütün latifeleri dikkate alarak, onu ruhen terakki ettirip, melekleri geçebilecek
makamlara yükseltmeyi maksat edinir. Bediüzzaman’ın ifadeleriyle medeniyet-i
faziletin "hedefi menfaat yerine fazilettir…. / Suret-i hizmeti, hevâ
heves yerine hüdây-ı hidayettir. O hüdânın şe’nidir insana lâyık tarzda
terakki ve refahet, / Ruha lâzım surette tenevvür ve tekâmül." (Nursi,
Sözler, s. 326)


Medeniyet-i Sefahat İnsanı Nefisten İbaret Sayar

Bediüzzaman’a göre medeniyet-i sefahat ağırlıkla insanın nefsine hitap
ediyor. Medeniyet-i sefahatin şakirdi olan birinin "gaye-i himmeti hevesât-ı
nefsâniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-i
nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır.
Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmiyor, her şeyi nefsine feda
ediyor" (Nursi, Lem’alar, s. 626) Hayatı bir nevi eğlence olarak gören
medeniyet-i sefahat, her türlü eğlence araçlarıyla insanın nefsini hoşnut
etmeye çalışır. Bundandır ki, sefih medeniyetin şakirtleri her vesileyle
bir eğlence toplantısı düzenleyip, hayatın her türlü nefsani lezzetlerini
tatmak ister. Günümüzde Amerikan sefih kültürünün özetle ifade eden ve
bir kısım Amerikalı’nın giydiği tişörtleri süsleyen "hayat eğlencedir"
fikrinin yanlışlığına değinen Nursi, hayatın daha ali gayelerinin olduğundan
sözeder, meşru eğlenceye sınırlı zaman ayırmaya cevaz verir. Medeniyet-i
sefahat nefsi eğlendirirken; medeniyet-i fazilet, başta kalp olmak üzere
ruhani latifeleri tatmin ederek saadet verir. Bediüzzaman, iki medeniyet arasındaki
bu farkı şöyle ifade eder: "İkisi birer şevki de verir. O yabanî
edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt.
Ruha ferah veremez. / Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâli
verir. İşte bu sırra binaen, şeriat-i Ahmediye (a.s.m.) lehviyâtı istemez.
/ Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verir."
(Nursi, Sözler, s. 339)

Medeniyet-i fazilet nazarında insan konuşan bir hayvan değil, sınırsız
kemalata ulaşabilecek bir misafir-i Rahman’dır. İnsanın asıl gayesi hevesatını
tatmin ve sefahatine düşkün olmak değil, fıtratındaki kabiliyetleri inkişaf
ettirerek melekleri dahi geçebilecek makamlara yükselmektir. Sefih medeniyetin
yuvası olan gece kulübüne gitmeyi, içki içmeyi, gece hayatı yaşamayı
ilericilik olarak görenleri Bediüzzaman şiddetle tenkit eder. Onların
"terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek
ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini
ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki
değil, sukuttur" Hakiki ilericilik, bütün duygularını nefsin hatırına
köreltmek değil, belki "kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair
kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık
hususî bir vazife-i ubudiyetle meşgul" etmektir (Nursi, Sözler, s.
137-8).


Medeniyet-i Sefahatin En Etkin Araçları: Global Medya Holdingleri

Global kapitalizmin bir ürünü olan uluslarüstü holdingler birçok alanda
olduğu gibi, sefahat alanında da bir nevi monopol konumunda uluslararası
piyasaya hakimdir. (Herman-McChesney, 1997). Bu holdingler, iktisadi kurallar
gereği, karlarını maksimum kılmak için birbiriyle ilişkili ürün ve
hizmetleri üreten firmaları bünyesinde bulunduruyor. Örneğin, medeniyet-i
sefahatin global odağı olan Amerika, daha dar manada Hollywood, bütün dünya
pazarına filmleri ve müzikleri pompalayan bir merkez hükmündedir. Amerika’nın
AOL Time Warner, Viacom, Walt Disney, Vivendi Universal, News Corporation
holdingleri ile birlikte Almanya’nın Bartelsmann AG holdingi, müzik, eğlence
ve haber alanında dünyayı bir nevi koloni gibi hakimiyeti altına alan dev ölçekte
firmalardır.

Bu holdingler, birçok TV kanalı, radyo istasyonu, dergi, gazete, haber ajansı,
kitap, basımevi gibi birbiriyle ilişkili sektörleri kontrolünde tutuyorlar.
Örneğin, Viacom, başta MTV olmak üzere, WH1, Zenci Eğlence Kanalı, CBS,
Showtime gibi birçok sefahat kanalına sahip. Walt Disney bunlara ek olarak
theme park denilen global eğlence parklarının da sahibi. Vivendi Universal
tek başına dünya müzik piyasasının % 22’sini kontrolünde tutuyor. Görünürde,
Amerika gibi ülkelerde, sayıları 500’ü bulan farklı TV kanalları,
insanlara geniş bir tercih imkanı sağlıyor gibi görünmekle beraber,
hakikatte birkaç büyük holdingin iktisadi, siyasi ve felsefi çıkarlarına
hizmet eden çeşitlendirilmiş sefahat kanalları olmaktan öteye gidemiyor
(McChesney, Monthly Review, 2001).

Medeniyet-i sefahat kanallarının yaptıkları birçok açıdan kapitalist
iktisadi felsefeye mutabık düşüyor. Kapitalist bir güdüyle bu firmaları
kuranlar, varlıklarının biricik nedeni olan kârlarını maksimum kılmak için
her türlü araçtan istifade ediyorlar. Makyavel’in politik bir amaca ulaşmak
için her türlü aracı meşhur gören felsefesini iktisadi anlamda benimseyen
bir kapitalist, kârını maksimum kılmak için hiçbir etik kural tanımaz. Kârın
maksimum olması minimum maliyetle maksimum oranda satış yapılmasıyla doğru
orantılıdır. Bu anlamda müzik yayınları maliyetin en düşük olmasını
sağlayan önemli bir araçtır. Medeniyet-i sefahat kanallarının en tipik örneği
günde 350 milyon eve yaptığı müzik yayını ile ulaşan MTV’dir. MTV sadece
reklam gelirleri ile ayakta duruyor. MTV gibi yayın kuruluşları insanların
tercihlerinden ziyade, onların zaaflarından istifade ederek kârlarını
maksimum kılmaya çalışıyor. Bediüzzaman’ın tespitine göre, bu tarz
medeniyet-i sefahat araçları, insanlarda bulunan nefis, kuvve-i şeheviye gibi
duygular kullanarak insanları kapitalist bir hayat tarzına esir eder.
McChesne, bu sefih medya kanallarının, hareketli müziklerle gençleri hoplatıp,
silkeleyerek ceplerindeki paraları boşalttığını iddia eder (McChesney, PBS
2001).


Medeniyet-i Sefahat Gençleri Hedef Alır

Toplumu oluşturan bireyleri çocuklar, gençler, ihtiyarlar, hastalar gibi
kategorilere ayıran Bediüzzaman, medeniyet-i fazilet’in bütün kategoriler için
saadet vaadettiğini belirtir. Oysa medeniyet-i sefahat sıhhatli gençleri
hedef kitle olarak kabul eder. Nitekim MTV’nin üst düzey bir yöneticisi,
hedef kitlelerinin 14-34 yaş arası insanlar olduğunu belirtmiştir
(Cunningham, PBS, 2001).

İletişimci McChesney global medya holdinglerinin faaliyetlerini "yeni
kolonicilik" diye tarif eder. Her bir TV kanalı hedef aldığı sosyal
kesimi kolonileştirip, iktisadi olarak sömürmeyi ve felsefi ve politik olarak
etkilemeyi amaçlayan günümüzdeki global medya holdinglerinin modern silahı
haline gelmiştir. Ülkeler yerine, başta gençlik kesimi olmak üzere, değişik
sosyal tabakalar, global kapitalizm felsefesini aşılamak yoluyla, kolonileştiriliyor.
Ateşli silahlarla insanları öldürüp, kaynaklarını sömürmek yerine, ateşli
yayınlarla onların kapitalist tüketim anlayışını frenleyen bütün
duygularını öldürüp, sırtlarından para kazanmak stratejisi uygulanıyor.
McChesney bu konudaki görüşünü şöyle özetliyor: "Global Medya
holdinglerine on dokuzuncu yüzyıldaki İngiliz ve Fransız İmparatorluğu
gibi algılamalısınız. Afrika’nın yerini gençler almış. Bu holdingler
filmler, müzik, kitaplar, CD’ler, internet, giyim, eğlence parkları ve spor
takımlarıyla gençleri fethedecek….. (bu anlamda) bu holdinglere müzik
firmaları demek yerine, müzik silahını kullanarak para üreten firmalar
demek daha doğru olur" (McChesney, PBS, 2001)

Medeniyet-i sefahatin gençleri hedef aldığının farkında olan Bediüzzaman,
onları şöyle uyarıyor: "Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız.
Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla
onların sefahat ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok,
yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların
safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz."
(Nursi, Lem’alar, s. 646). Bediüzzaman "sefahat ve batıl" fikirleri
taklitten sözederek, Birinci Avrupa’yı değil, medeniyet-i sefahati kastettiğini
ortaya koyuyor. İnsanlığa yararlı ilim ve teknolojiyi almak için Batı’dan
istifade edileceğini beyan ederek, Japonları örnek olarak gösteriyor.5

Sefih medeniyetin gençleri hedef almasına mukabil Bediüzzaman, Gençlik
Rehberi adlı eseriyle, gençleri bu medeniyetin tuzaklarına karşı ikaz eder.
Hayatın lezzetini arayan gençlere, hakiki, daimi ve elemsiz lezzetin yalnızca
imanla mümkün olduğunu iddia eder. Meşru daire, bu anlamda, her türlü
keyfe kafidir. Meşru olmayan daireye girmeye gerek yoktur. Kaldı ki, mefhum-u
muhalifiyle, gayrımeşru dairedeki lezzetler, sahte, elemli ve kısa ömürlü
olduğunu hatırlatır. Medeniyet-i sefahatin tuzaklarından korkup, inançlarını
nasıl muhafaza edeceğini soran bir kısım gençlere Bediüzzaman şöyle
cevap verir: "Ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptelâ ve endişe-i
istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın
lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe
iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir." (Nursi, Sözler, s. 55-56)

Klasik ulemanın Cehennemle korkutmasına mukabil Bediüzzaman, meşru olmayan
lezzetlerdeki zehri göstererek gençleri sefahate düşmekten korumaya çalışır.
Gençler, lezzet almaya kabiliyetli ve iştiyaklı olduklarından, zahiren
lezzetli görünen sefahatteki zehri görmekle kendilerini uzak tutabilir.
Medeniyet-i fazilet insanı, melekleri dahi geçebilecek büyük bir potansiyele
sahip, eşref-i mahlukat olarak görür. Oysa insanın maymundan geldiğini
iddia eden medeniyet-i sefahat, onun hayvani duygularına hitap eder. Bediüzzaman’a
göre, insanı hayvan derekesine indiren sefih medeniyet, insanı lezzet noktasından
hayvandan bin derece aşağıya düşürür. Bir dakika sonra kesilen bir hayvan
kemal-i afiyetle, önüne konulan rızıktan lezzet alırken, idam sehpasına çıkacağını
kesin olarak bilen biri için, dünyanın en leziz nimetleri bile zehir hükmüne
geçer.


Medeniyet-i Sefahat Hürriyet Namıyla İnsanı Nefsine Esir Yapar

Medeniyet-i fazilet ile medeniyet-i sefahat arasındaki en önemli farklardan
biri hürriyetin tanımı ve sınırlarıyla ilgilidir. Hürriyetle ilgili görüş
ayrılıklarının kaynağı iki medeniyetin insan fıtratı ile ilgili varsayımlarından
kaynaklanıyor. Birincisi, insanı nefis ve şeytanın tesiriyle, aklının ve
kalbinin rağmına hareket edebileceğini varsayar. Nefis ve şeytan, insanın
iradesi dışında onu etkileyen, birer içsel güç olarak algılanır. Tam hürriyet,
insanın içsel ve dışsal güçlerin güdümüne girmeden karar vermesiyle mümkün
olur. Oysa, sefih medeniyet içsel güçleri kabul etmediğinden, dışsal güçlerinin
müdahalesinin olmamasını, hürriyet için yeterli görür. Nitekim, sefih
medeniyetin homoseksüellere aile statüsü tanımakta beis görmemesi bu düşüncenin
eseridir.

Başkasına zarar vermemek kaydıyla, her istediğini yapmak şeklinde hürriyeti
tanımlayanlara Bediüzzaman, "Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahat
ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar.
Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak
lâzımdır. Yoksa, sefahat ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki
hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır."
diye cevap verdikten sonra, medeniyet-i fazilete göre hürriyetin sınırlarını
"ne nefsine, ne gayrıya zarar" vermemek diye beyan eder (Nursi,
Divan-ı Harbi Örfi, s. 1941). Hutbe-i Şamiye’de ise, Kur’an dairesinde
olmayan hürriyetin "ya istibdat veya esaret-i nefis veya canavarcasına
hayvanlık veya vahşet" olduğunu iddia eder (Nursi, Hutbe-i Şamiye, s.
1977).

Medeniyet-i sefahat kullandığı araçlarla "sefahate öyle müşevvikane
bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı
kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." (Nursi, Sözler,
s. 338) Birey bir anlamda hürriyetini kaybederek, reklamı yapılan mal veya
hizmeti almak zorunda hisseder kendini. Örneğin, günümüzde Amerikan
radyolarında bir saat içinde 18 dakika reklam dinletiliyor. Böylece global
medya holdingleri doğrudan ve dolaylı reklamlarla aşıladığı kapitalist yaşam
tarzıyla insanları belirli markaları almaya zorluyor. Bireyler bir manada
kendilerini reklamı yapılan şeyleri almak noktasında mecburi bilince hürriyetlerini
kaybetmiş oluyor.

Oysa medeniyet-i fazilet "hevayı karıştırmaz. Hakperestlik hissi, hüsn-ü
mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir."
(Nursi, Sözler, s. 338) Başka bir ifadeyle, medeniyet-i fazilet maddeden
ziyade manaya önem verir, maddi güzellik yerine manevi güzelliği muhabbete
layık görür.


Medeniyet-i Sefahat’in Başarısının Sırrı

Bediüzzaman, medeniyet-i sefahatin hızlı bir şekilde yayılmasını ve inançlı
insanları bile kolayca tesir altına almasını insan fıtratından hareketle
izah ediyor. İnsan akıl yanında nefis ve şeytanın tesiriyle tercihlerini
belirliyor. Neoklasik iktisadın bireyi rasyonel kabul eden varsayımını doğru
bulmuyor, Bediüzzaman. Özelikle nefsin baskın çıkması durumunda birey
irrasyonel tercihte bulunabilir. Kur’an zinayı işlemeyin yerine, zinaya yaklaşmayın
emrinde de böyle bir varsayım saklıdır. Sefahatin ağız suyu akıtacak şekilde
takdim edilmesiyle, bireyler nefislerinin esiri haline gelebilir. Bediüzzaman’a
göre nefis az dahi olsa peşin olan bir lezzeti, ilerideki çok lezzetlere
tercih eder. Bundandır ki, bu dünyadaki birkaç saatlik lezzeti Cennet’in
binler sene lezzetine tercih eder. Lem’alar’da medeniyet-i sefahate insanların
nasıl tabi olduklarını şöyle açıklanıyor: "Nefs-i insaniye, muaccel
ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği
gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir.
Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip,
en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta
tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden
ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki
inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl
susarlar, mağlûp oluyorlar" (Nursi, Lem’alar, s. 621) Bediüzzaman,
nefsine mağlup olup medeniyet-i sefahatin cazibesine kapılanları, ders aldığı
Amme cüz’ünü bir tek şekerlemeye satan, hevesine düşkün bir çocuğa
benzetir. Böyleleri "elmas kıymetinde bulunan hasenâtını, hissini okşamak
için ve hevâsını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için,
ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enâniyetlere vesile edip,
kârlı işlerde hasâret eder" (Nursi, Sünuhat, s. 2049)

Medeniyet-i sefahat insanlığa huzur yerine elem getirmekle beraber başarılı
olmasının başka bir sırrı gafletin ağır basmasıdır. Gaflet, uyku veya
sarhoşluk gibi bir tesirle, insana içinde bulundurduğu durumu hissettirmez.
Nasıl ki, her tarafı yaralı olan sarhoş biri, hiçbir şey yokmuş gibi,
etrafına nara atabiliyorsa, gaflet sarhoşluğu içinde olan medeniyet-i
sefahatin şakirdi de, geçici olarak, ruhundaki acılara bigane kalabilir.
"Bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve beşerin nazarını âfâka
dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki,
ehl-i dalâlet mânevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor; ehl-i hidâyete
dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini tam takdir edemiyor" (Nursi, Şualar,
s. 1150).


Medeniyet-i Sefahat Hakiki ve Daimi Saadet Getiremez

Bediüzzaman, medeniyet-i sefahatin insanlığa saadet ve huzur getirmek yerine,
insanlığı büyük bir ruhi girdaba sürüklediğini iddia eder. Eğlence
zamanlarında geçici olarak bu haleti hissetmeyen insanlar, sefahat sarhoşluğundan
ayıldıklarında Cehennemi azabı hisseder. Başka bir deyişle, eğlence
zamanlarında dünyayı toz pembe gören ve zahiren huzuru yakaladığını
sanan sefih insanlar, eğlence bittikten sonra yine ruhi ızdırabı çekmeye
devam eder. Bu ızdırabı hissetmemek için, medeniyet-i sefahat şakirtlerini
sürekli olarak değişik eğlencelerle meşgul eder. Bundandır ki, bu
medeniyetin şakirtleri "gaflet sarhoşluğuyla" geçici olarak acılarını
hissetmez. Lemaat adlı eserde medeniyet-i sefahata heva namı vererek şöyle
tahlil eder: "Hevâ iptal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül
ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesât-ı sihirbaz, / Tâ
vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i
elîm, vicdanı ihrak eder; fîzâra dayanılmaz, elem-i ye’s çekilmez. / Demek
sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu hâlet tesir
eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var birer iz. / Demek
heves, hevâ, eğlence, sefahatten memzuç olan şâşaa-i medenî, bu dalâletten
gelen şu müthiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbaz."
Oysa, aynı eserde hüda namıyla zikredilen medeniyet-i fazilet, "kuvvet-i
iman nisbetinde ruha bir hâlet verir. Ceset ruhla mütelezzizdir, ruh vicdanla
mütelezziz. / Bir saadet-i âcile, vicdanda münderiçtir. Bir firdevs-i mânevî,
kalbinde mündemiçtir. Düşünmekse deşmektir, şuur ise şiar-ı râz. / Şimdi
ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse, lezzet
ziyade olur. Hem de döner ateşi nur, şitâsı yaz. / Vicdanda firdevslerin
kapıları açılır. Dünya olur bir Cennet. İçinde ruhlarımız eder pervâz
ü perdâz, olur şehbâz ü şehnâz, yelpez namaz ü niyaz" (Nursi, Sözler,
s. 342).

Bediüzzaman medeniyet-i sefahata tabi olan bir insanın içinde bulunduğu
haleti bir misalle açıklıyor: "O adam, şöyle bir vaziyettedir: Arkasında,
her an ona hücuma müheyyâ bir aslan duruyor. Önünde, bir darağacı dikilmiş
onu bekliyor. Sağ tarafında, derin bir yara açılmış. Sol cânibinde, müz’iç
bir çıban, cerahat akıttırıyor. Şu vaziyetle beraber, mühim bir sefere
sevk ediliyor" (Nursi, Nur’un İlk Kapısı, s. 1378) Temsildeki aslan
insanın mukadder olan eceline, darağacı ölüme, iki yara ise insanın fıtratındaki
sonsuz acizlik ve fakirliğe işaret eder. Yolculuk ise ruhlar aleminden başlayıp
ahirete değin uzanan uzun ve gayr-ı iradi bir seyahati temsil eder.
Medeniyet-i sefahat ölümü ortadan kaldırıp, insana zarar verecek
tehlikeleri yok edip, onun bütün cismani ve ruhani arzularına çare bulmadıkça
saadete vesile olamaz. Bediüzzaman, sefahate düşenlere şöyle hitap eder:
"Ey dalâlete dalmış gafiller! Dünyadan mevti, insandan acz ve fakrı
kaldırmak çaresi varsa, dinden ve dinin şeairlerinden istiğna edebilirsiniz.
Yoksa susunuz! Zira, ölüm, acz, zeval, fakr, sefer gibi âyât-ı tekviniye, yüksek
sadalarıyla, dinin lüzumuna ve şeairin iltizamına davet ediyorlar."
(Nursi, Nur’un İlk Kapısı, s. 1378)

Bediüzzaman sefih medeniyetin sebep olduğu acıyı zikretmekle yetinmez;
medeniyet-i faziletin insanın her bir latifesine hitap eden, son derece yüksek
lezzetlerinden sözeder. Hatta, her bir salih amelde insanın bu latifelerine
hitap eden bir rahat ve lezzet var olduğunu iddia eder. Kamil insanlar
cismaniyet ve hayvaniyetten sıyrılıp bu lezzetleri tadarken, sefih insanlar
bunlardan nasipsiz kalır. "Kâmilîn insanların zevk-i maâlâsini hoşnud
eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî
ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez" (Nursi, Sözler,
s. 338) Bediüzzaman, bu dünya hayatında bile sahte olmayan, daimi ve elemsiz
lezzetin medeniyet-i fazilet dairesinde olduğunu iddia ediyor: "Bu hayat-ı
dünyeviyede hakikî lezzet iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mâl-i
salihanın her birisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet ve sefahatte, bu dünyada
dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat’î
delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette ve
sefahatte bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle
ve hadiselerle aynelyakin görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile
yazılmış" (Nursi, Lem’alar, s. 691)

İnsanın bedeni organları olan göz, ağız, kulak, burun, el gibi cismani
lezzetlerden istifade araçları olduğu gibi, ruhi organları olan duygularının
medeniyet-i faziletle inkişaf etmesiyle de "kulak, kalb gibi on değil, yüz
cihazat-ı insaniyenin her birini, gayet uzun bir el suretinde, her mü’minin
derecesi nisbetinde sofra-i Rahmân’a uzatıp, her tarafından nimetleri
toplayarak saadetini artırır" (Nursi, Lem’alar, s. 718) İnsan geçmiş
ve geleceğiyle akıl, kalp ve hafıza cihetiyle alakadar olduğunu iddia eden
Bediüzzaman’a göre, hakiki saadet ancak insan fıtratının bilinmesi ve
tatmin edilmesiyle mümkün olabilir. Geçmiş hayatındaki acılarını, hafızası
vasıtasıyla hatırlayan bir insan, ancak iman nuruyla teselli bulabilir. Yoksa
sevdiklerinin yok olduğunu hatırladıkça hazır lezzeti dahi eleme dönüşür.
Her bir insan, sahip olduğu "şiddetli bir aşk-ı beka" duygusunu
tatmin ile hakiki saadeti yakalayabilir. Oysa, medeniyet-i sefahat sadece hazır
nefsani lezzetler vadettiğinden, insanın ruhunu tatmin edemez. Geçici olarak
onu meşgul etse bile, daimi bir süruru veremez.


Medeniyet-i Sefahata Karşı En Etkin Zırh

Medeniyet-i sefahatin insanı kendine esir eden cazibesinden kurtulmak için,
Bediüzzaman’a göre, sadece Allah’a ve ahiret gününe inanmak yetmez. Eskiden
olduğu gibi insanları Cehennem’le korkutarak sefahatten uzaklaştırmak da, çoğunlukla
fayda vermez. İman edenler bile, "Cenâb-ı Hak Gafûrü’r-Rahîmdir, hem
Cehennem pek uzaktır" deyip sefahatine devam edebilir. Kalbi, ruhu
hissiyatına mağlûp olur. Bu hakikate Kur’an şu ayetiyle dile getirir:
"Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da
Allah’ın azâbını unutturup sadece affına güvendirerek sizi isyana sürüklemesin."
(Lokman Sûresi, 31:33). Bu nedenle günümüzde inanan bir insanı medeniyet-i
sefahatten korumanın en etkin yolu sefahat içindeki "aynı lezzetinde
elemi gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve [Onlar dünya hayatını seve seve
ahirete tercih ederler.] mealindeki (İbrahim Sûresi, 3) âyetin işaretiyle,
bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî
kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete
o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i
yegânesi, dünyada dahi Cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur"
(Nursi, Şualar, s. 1149)

Bediüzzaman Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerde ve Otuz İkinci Sözün
Üçüncü Mevkıfında temsili hikayelerle medeniyet-i sefahata tabi olup
lezzetini arayanların gerçekte dehşetli bir eleme maruz kaldığını,
Kur’an’ın beyan ettiği yolda gidenlerin ise hakiki ve daimi saadeti yakaladığını
ifade eder. Bu temsillerle medeniyet-i sefahatin cazibedar lezzetleri içindeki
zehiri göstererek, "aklı başında olanları tevbeye sevkeder"
(Nursi, Şualar, s. 1149).

Hakiki, daimi ve elemsiz saadetin yalnızca iman dairesinde olduğunu iddia
edip, insanları bu saadete davet eden Bediüzzaman, bundan istifade için
inananların sefahatten uzak kalmalarını şart koşar: "İman ilâcı
ise, ferâizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet
ve sefahat ve hevesât-ı nefsâniye ve lehviyât-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın
tesirini men eder" (Nursi, Lem’alar, s. 700)


Medeniyet-i Sefahat Kıyametin Kopmasına Vesile Olur

Bediüzzaman, ahirzaman günahlarının kıyametin kopmasına vesile olacağını
iddia eder. Medeniyet-i sefahatin vasıtası olan medya kanallarıyla yayınlanan
bir günahın, milyonlara ulaşmasıyla katlandığını beyan eder. Böylece
binlerce ömür yaşamakla mümkün olabilen şahsi günahlar, medya vasıtasıyla
külliyet kazanıp kıyameti kopartacak kadar büyük miktarlara ulaşır.
(Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 1615)

Bediüzzaman’ın, kıyametin kopması ile sefih medeniyetin günahları arasında
kurduğu illiyet bağı "yaratılış hikmeti" tezine dayanır. Bu
teze göre, Allah bütün şuurlu mahlukata ve hususan insana kendini tanıttırmak
için bu alemleri yoktan var etti. İnsan bu hikmete uygun hareket ettikçe de
bu alemleri devam ettirir. Medeniyet-i sefahat bu asli yaratılış gayesini
umumiyetle ihmal edince, kainatın devamına gerek kalmaz. Geçmişte, bu
hikmete bütün bütün zıt hareket eden kavimleri helak eden, gadab-ı ilahi,
ahirzamanda da, medeniyet-i sefahatin yaygınlık kazanmasıyla, insanların
umumiyetle günah ve isyana girdiği bir sırada, kıyameti kopartacaktır.


Sonuç

Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında, medeniyet-i sefahat ve medeniyet-i
faziletin, kavramsal ve teorik olarak mukayese edildiği bu makaleden şu sonuçlara
ulaşmak mümkündür:

Birincisi; Bediüzzaman medeniyet-i fazilet kavramı içinde Hıristiyanlıktan
beslenen ve insanlığa faydalı eserler veren Birinci Avrupa’yı da dahil
ediyor. İkinci Avrupa ise, fazilet yerine sefahati esas gaye edinen
medeniyettir. Başka bir deyişle, birincisi insanın aklını, kalbini ve sair
duygularını esas alıp, faziletle onları terakki ettirmeyi gaye edinirken;
ikincisi insanı nefsine hizmeti esas maksat yaparak, fazilet yerine sefahati teşvik
eder. Bu iki medeniyet arasındaki mücadele ilk insandan beri devam etmekle
beraber, ahirzamanda daha da şiddetlenir.

İkincisi; Bediüzzaman medeniyet-i sefahat ve medeniyet-i fazilet arasındaki mücadeleyi
kabul etmekle beraber, Huntington’ın iddia ettiği Doğu ve Batı medeniyetleri
arasındaki kaçınılmaz bir çatışmayı şiddetle reddeder. Bediüzzaman,
Batı medeniyetinin Hıristiyanlıktan beslenen ve fazileti esas edinen kısmıyla
işbirliği içinde medeniyet-i sefahat ve dinsizliğe karşı mücadele etmeyi
önerir. Artarak kapanan kiliseler, Hıristiyan dünyasının bu mücadele de
direncini kaybettiğini göstermesine rağmen, İslam dünyası global
kapitalizme karşı direnç göstermeye devam ediyor.

Üçüncüsü; Bediüzzaman’ın dinsizlik tehlikesine yönelik düşünceleriyle
kıyaslandığında, sefahat-i medeniyetle ilgili düşünceleri yeterince tartışılmamıştır.
Komünizm, dıştan gelen ve belirgin bir düşman olması hasebiyle, insanları
teyakkuza geçirirken, daha şirin bir maskeyle, dost kisvesi altında gelen
sefih medeniyet tehlikesi yeterince anlaşılmamıştır. Oysa Bediüzzaman,
medeniyet-i sefahatin sebep olduğu günahları kıyameti koparacak bir boyuta
ulaşacağını iddia eder.

Dördüncüsü; Bediüzzaman bu iki medeniyet arasındaki mücadeleden başarı
ile çıkmak için, klasik ulemanın aksine, yeni bir metot önerir. Ona göre,
medeniyet-i sefahatin, iddia ettiğinin aksine, insana geçici, elemli ve sahte
bir saadet sağladığını; buna mukabil medeniyet-i faziletin, daimi, elemsiz
ve hakiki bir saadet sağladığını ispat etmekle bu mücadele kazanılır.

Dipnotlar:

1. Weber’in tespiti doğruysa, tarih acı bir hakikate sahne oluyor:
Protestan mezhebi de dahil olmak üzere, günümüzde Hıristiyanlık bağrında
büyüttüğü kapitalizmin pençeleri arasında ölüm sancılarını çekiyor.

2. Bediüzzaman’a göre hem bireysel hem de sosyal alanda oluşan yıkımlar
global kapitalizmin beslediği medeniyet-i sefahatten kaynaklanıyordu. İlginçtir,
Bediüzzaman sorunun çözümüne, Fukuyama gibi insan fıtratından hareketle
ulaşmaya çalışmasına rağmen, Müslüman bir düşünür olarak farklı bir
sonuca ulaşıyordu.

3. Son yıllarda İslam coğrafyasında gerçekleşen savaşlar ve Dünya
Ticaret Merkezine düzenlenen terörist saldırı bir derece "Medeniyetler
Çatışması" tezini doğruluyorsa da, Bediüzzaman’a göre asıl çatışma
medeniyet-i sefahat ile medeniyet-i fazilet arasında yaşanıyor. Cepheler
yerine kalplerde cereyan bu çatışmanın ayırt edici özeliği coğrafi bir sınırının
olmamasıydı. İslam toplumunda olduğu gibi Batı toplumunda da benzer çatışma
vuku buluyor. Her birey, her gün kendi küçük dünyasında bu çatışmaya şahit
oluyor.

4. Bu makalede tartıştığımız medeniyet-i sefahat McWorld kavramına ve
medeniyet-i fazilet ise Jihad kavramına tetabuk eder. Bediüzzaman, Barber’le
sorunun tespiti noktasında hemfikir olmakla beraber, Barber’in aksine,
Kur’an’dan önerdiği reçeteyle kalplerde yaşanacak büyük cihad sonucunda
zaferin medeniyet-i fazilete ait olacağını iddia eder.

5. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’yı taklit eden Japonya günümüzde
kapitalist hayat tarzını umumiyetle benimsediğinden, model olmak misyonunu
yitirmiştir. Bediüzzaman’ın Japonya’yı örnek olarak zikrettiği tarihte, günümüzdeki
gibi bir kültür erozyonu yaşanmamıştı.

KAYNAKÇA:

Cunningham, Todd (2001): an interview at
http://www.pbs.org/wgbh/pages/frontlines/shows/cool/interviews (20.12.2001
tarihinde bu sitede yayınlandı.)

Fukuyama, Francis (1992): The End of History and the Last Man, New York: Maxwell
Macmillan International.

Fukuyama, Francis (1999): The Great Disruption: Human Nature and the
Reconstitution of Social Order, New York: The Free Press.

Herman, Edward S. and McChesney, Robert W. (1997): The global media: the new
missionaries of corporate capitalism, Washington, D. C.

Huntington, Samuel P. (1996): The clash of civilizations and the remaking of
world order, New York: Simon & Schuster.

Mabry, Tristan James (1998): Modernization, nationalism, and İslam: an
examination of Ernest Gellner’s writing on Muslim society with reference to
Indonesia and Malasia, Ethics and Racial Studies, v. 21, no. 1.

McChesney, Robert W. (2001): an interview at
www.pbs.org/wgbh/pages/frontlines/shows/cool/ (20.12.2001 tarihinde bu sitede
yayınlandı.)

Global Media, Neoliberism and Imperalism, Monthly Review, v. 52, 10, 1.

Weber, Max (1958): The Protestant ethic and the spirit of capitalism, trans. by
Talcott Parsons. New York: Scribners.