Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün ehl-i salîbin hayasız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün,
Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün!

Mehmet Âkif

Tarihimizin kaydettiği müstesna isimlerden biri olan Mehmet Akif’in ismi
herhangi bir sebeple anıldığında, ülkemizdeki kimi fikir adamlarının
rahatsızlık duyduğunu ve bunu çeşitli şekillerde örtülü olarak
dillendirdiklerini görürüz. Bir "İstiklal Marşı Şairi"ni açıkça
hedef almak, Akif’i gönlünde yaşatan bu milletin nefretine maruz kalmak demek
olduğundan, bu kimseler M. Akif’in şiirlerinde kullandığı bazı kavramları
ya gerçekten yanlış anlayarak ya da kasıtlı olarak çarpıtarak merhum M.
Akif Ersoy’u olduğundan farklı biri gibi göstermeye ve onu bu şekilde
karalamaya çalışırlar. Bu kavramlardan biri de "medeniyet"tir.

İstiklâl Marşı’nın dördüncü kıtasında geçen "Medeniyet dediğin
tek dişi kalmış canavar" mısraından yola çıkarak Akif’in medeniyet düşmanı
olduğunu ileri sürenler vardır. Acaba, bu milletin çektiği acıları evvela
kendi yüreğinde hisseden bir gönül ve dava adamının, bu millete en zor günlerinde
hediye ettiği İstiklal Marşı ile yürekleri coşturan ve milletimizin millî
mücadelede şahlanışında önemli bir paya sahip olan büyük bir şairin,
Batı ve Doğu edebiyatlarına hakim, Fransızca’yla birlikte Arapça ve Farsça’yı
iyi bir şekilde bilen ve Batı’yı sürekli takip eden, Kur’ân’ın tercümesini
yapacak kadar dini bilgisi olan, Hugo ve Tolstoy’la birlikte Sadi’yi anlamaya çalışan
aydın bir fikir adamının "medeniyet karşıtı" olduğunu söylemek
mümkün müdür? Bu sorunun cevabını M. Akif’in hayatıyla birlikte yazdığı
eserlerinde bulabiliriz. Bu yazı, Mehmet Akif Ersoy’un medeniyet anlayışını
ortaya koymayı ve bu konudaki yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmayı
amaçlayan bir çalışmadır.


Medeniyetin Tarifi

Sözlük anlamı yanında terim anlamı da olan "medeniyet" kelimesi,
özellikle Tanzîmat’tan sonra birçok fikir adamımız tarafından tartışılmıştır.
Bugün de tartışılan bu kavrama Tanzimat’tan itibaren yapılmış belli başlı
sözlüklerimizde şu anlamlar verilmiştir. Lügat-ı Nâcî: "Medenîlik,
şehirlilik, bedevîliğin zıddı. Terakkiyât-ı hâzıraya muvafık surette
maîşet ve ictima" (Muallim Nâcî, 1995); Kâmûs-î Türkî: "İlim,
teknik, sanayi ve ticâretin nimetlerinden gerçek anlamda yararlanarak, bolluk,
rahatlık ve güvenlik içinde yaşayış, hazariyet, terakkî. (Şemseddin Sâmî,
1989); Mükemmel Osmanlıca Lügat: "Bedeviyetin zıddı. Medenîlik, şehirlilik,
terakkîyât-ı hazıraya muvafık surette maîşet ve ictima" (Ali Nâzimâ,
1318); Osmanlıca-Türkçe Sözlük: "Şehirlilik, hayattan tam
faydalanmak, iyi ve rahat yaşama. (Özön, 1997); Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lügat: "Medenîlik, şehirlilik, uygarlık" (Devellioğlu,
1993); Türkçe Sözlük: "Uygarlık" (Türk Dil Kurumu, 1988); Osmanlıca-Türkçe
Lügat: "Medenilik, şehirlilik uygarlık, bir topluluğun hayat tarzı,
bilgi seviyesi, sanat gücü, maddi ve manevi varlığı ile ilgili vasıfların
tamamı. İlim teknik sanayi ve ticaretin nimetlerinden gerçek anlamda
yararlanarak bolluk güvenlik ve rahatlık içinde yaşayış." (Risale-i
Nur Enstitüsü, 2001)

Bu kavram üzerinde duranlardan biri de Ziya Gökalp’tir. Gökalp, "Türkçülüğün
Esasları" ve "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak"
isimli eserlerinde medeniyet ile ilgili görüşlerine yer verir. Gökalp, Türkçülüğün
Esasları’nda kültür ve medeniyet arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken
medeniyetin tanımını da yapar. Buna göre medeniyet, "Aynı gelişmişlik
düzeyinde bulunan birçok milletlerin toplumsal yaşayışlarının ortak bir
toplamıdır." (Gökalp, 1994, s. 25) Örneğin, Avrupa ve Amerika gelişmişlik
düzeyinde, bütün Avrupalı milletler arasında ortak bir Batı medeniyeti
vardır.

Ayrıca medeniyet, yöntem aracılığıyla ve bireysel isteklerle oluşan
toplumsal olayların toplamıdır. Örneğin dinle ilgili bilgiler ve bilimler yöntem
ve istençle oluşturduğu gibi, ahlakla, hukukla, güzel sanatlarla, iktisatla,
usla, dille ve fenlerle ilgili bilimler ve kuramlar da hep bireylerce yöntem ve
istençle oluşturulmuşlardır. Bu yüzden aynı gelişmiş düzeyinde bulunan
bütün bu kavramların, bilgilerin ve bilimlerin toplamı medeniyet dediğimiz
şeyi ortaya koyar. (1994, s. 25) Gökalp, "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muâsırlaşmak"
adlı eserinde sosyal olayları nefsî (kişisel, sübjektif) ve şey’i
(objektif, nesnel) olmak üzere ikiye ayırır. Sübjektif bir nitelik taşıyan
inançlar, ahlâka ait görevler güzellikle ilgili şekiller ve bütün mefkûreler
bir kültür (hars) topluluğunun inançlarıdır. Objektif nitelik taşıyan
ilmî gerçekler sağlığa, ekonomiye ve bayındırlığa ait kurallar, tarım
ve ticaret aletleri ile bütün matematik ve mantık kavramları bir medeniyet
toplumunun görüşleridir. Gökalp’e göre bir medeniyetin bilimsel kavramları,
teknik âletleri, ekonomik ürünleri taklit ve değiştirme yolu ile bir
halktan diğer halka geçer ve böylece, bir medeniyet toplumu önce bölgesel
bir biçimde görünüp zamanla yavaş yavaş ülkeleri, kıtaları ve sonunda
da bütün insanlığı kucaklar. (Gökalp, 1992, s.28, 29)

Medeniyet kelimesi, M. Akif’in şiirlerinde sıkça geçen bir kelimedir. Onun
şiirlerinde medeniyet kavramı bazen sözlük anlamı ile (terakkî, ilerleme,
yükselme, medenilik vb.), bazen de terim anlamı ile kullanılmıştır. Ayrıca
Safahat’ta M. Akif’in bu kavrama yeni nüanslar kazandırdığı da görülmektedir.
Safahat’ta medeniyet kavramı ile, medenî insanların gözünde matbûatın önemi,
medeniyet ile fennin yakınlığı ve birlikteliği, medeniyet ile ilerleme,
(terakkî) yükselme arasındaki ilişki ve medeniyetin faziletle ilgisi, İslam
toplumlarının sanıldığı gibi medeniyetten uzak olmadıkları, İslâm’ın
da ilerlemeye engel olmadığı gözler önüne serilir. Aslında Mehmet Akif’in
medeniyet hususunda yanlış anlaşılmasını sağlayan, Avrupa medeniyeti ile
ilgili söyledikleridir. Safahat’ta Avrupa medeniyetini de ayrıca zikreden M.
Akif, Batı medeniyetinin vahşetle ilgisini, Batı medeniyetin dayanak noktalarını
ve temel esaslarını ortaya koyar.

Safahat’ta medeniyet kelimesi ile bir çok defa kastedilen Batı medeniyetidir
ve dolayısıyla Avrupa’dır. Bu sebeple Mehmet Akif’in Avrupa’ya nasıl baktığını,
Avrupa’yı hangi esaslar üzerine bina ettiğini bilmekte de fayda vardır. Bu
sebeple Safahat’ta Avrupa nasıl ele alınmıştır? Öncelikle bu sorunun cevabı
verilirse Akif’in medeniyet anlayışı daha kolay açıklığa kavuşacaktır.


Mehmet Akif, Avrupa ve Batı Medeniyeti

Bir çok aydının gözünde medeniyeti temsil eden Batı dünyasının ilim ve
teknik alanındaki üstünlüğünü kabul ve takdir eden M. Akif, buna karşılık
Batı’nın kendisi dışında kalan milletlere (Müslüman Doğu’ya) karşı
giriştiği saldırılara, onlara uyguladığı zulümlere, insanlık dışı
taarruzlara hayret etmekte ve bunları tenkit etmektedir. Medeniyeti temsil etme
iddiasındaki Batı dünyası, İslam dünyasına karşı acımasızdır ve Müslüman
milletlere her türlü saldırıyı yapmaktan çekinmez.

M. Akif, Kastamonu’da, Nasrullah Camii’nde irad ettiği vaazının bir yerinde
şöyle der: "Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki,
sanayideki terakkîleri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini,
insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkîleri
ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı.
Fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalıdır." (Ersoy, Sebilürreşad,
1339, s. 250) Batı’ya son derece temkinli ve ölçülü yaklaşan M. Akif, başka
bir makalesinde "Memleketimizde iki sınıf halk görüyoruz: Ne varsa Şark’ta
vardır, Garb’a doğru açılan pencereleri kapamalıyız" diyenler.
"Ne varsa Garp’ta vardır. Harîm-i âilemizi bile Garplılara açık
bulundurmalıyız" iddiasına kadar varanlar. Bana öyle geliyor ki, ne
varsa Şark’ta vardır diyenler, yalnız Garb’ı değil, Şark’ı da
bilmiyorlar, nitekim ne varsa Garp’ta vardır davasını ileri sürenler, yalnız
Şark’ı değil Garb’ı da tanımıyorlar." (Ersoy, 1327, s. 357) diyerek
ülkemizdeki Şark-Garp hakkındaki ifrat-tefrit arasında gidip gelen fikirleri
gözler önüne serer ve Batı’yı da tümüyle yok saymaz. Avrupa’dan
yararlanabileceğimiz hususların da olduğunu kabul eden Akif, Avrupa’ya karşı
son derece şuurlu bir yaklaşım içindedir. Safahat’ta M. Akif’in Avrupa’ya
nasıl baktığını daha net görmek mümkündür.

Sözlüklerde genelde yön olarak ele alınan "Garp" kelimesi, M.
Akif’in şiirlerinde bir zihniyeti, dini, Avrupa kıtasını ve medeniyetini
temsil eder. Safahat’ta bir ilim diyarı olarak gösterilen Batı ile ilişkilerimizin
nasıl olması gerektiği üzerinde durulurken, Batı’nın çalışkanlığı,
Batı medeniyetinin güzellikleri yanında çirkinlikleri, Batı’nın çifte
standart uygulamaları ve maddi açıdan zenginliği ile ilim ve sanayideki üstünlüğü
gözler önüne serilmektedir.

Batı ile ilişkilerimizde Japonları örnek almamız gerektiğini ifade eden M.
Akif, Batı’nın kıymetli, işimize yarayacak eşyalarını almamızda bir sakınca
görmez. Ancak "moda" gibi millî bünyemize uymayan çirkinliklerin
ülkemize girmesine de izin verilmemelidir. M. Akif bu düşüncelerini şu mısralarla
ifade eder:

Garb’ın eşyası, eğer kıymeti hâizse yürür / Moda şeklinde gelen seyyie
gümrükte çürür. (Ersoy, 1990, s. 145)

Bir başka yerde:

Alınız ilmini Garb’ın alınız san’atini, / Veriniz hem de mesâinize son süratini.
(1990, s. 160) diyen M. Âkif, Batının ilim ve sanat yönünü ön plana çıkarmakta
ve Batı’nın ilim ve sanat cihetine yönelmemiz gerektiğini ifade etmektedir.

Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle / O da sâhiplerinin lâhik olan
izniyle. (1990, s. 145)

M. Akif, bu mısralarda medeniyet ile fennin, bilimin yakınlığını ortaya
koyar. Safahat’ın ikinci kitabı olan "Süleymâniye Kürsüsünden"
adlı manzumede geçen bu mısralarda, Batı medeniyetinin sadece ilmini ve
fennini almamız gerektiği düşüncesi verilir. Yukarıda da zikredildiği
gibi bu konuda Japonlar örnek alınmalıdır. Onlar Batı’nın yalnız fennini,
ilmini almışlar, Batı’nın kültürel değerlerinden uzak durmuşlardır.
Bizde ise tam tersi yapılmaktadır.

M. Akif: Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin / "Bize efkâr-ı
umumiyyesi lâzım Garb’ın / O da Allah’ı bırakmakla olur" herzesini /
Halka iman gibi telkîn ile dînin sesini / Susturan aptalın idrâkine bol bol
tükürün! (1990, s. 170) mısralarında Batı’nın "efkâr-ı
umumiyesi"nden söz ederek Batı’nın sadece ilim ve sanattan ibaret olmadığını,
bizim toplumumuza uymayan pozitivist fikirlerinin de bulunduğunu ifade
etmektedir.

O günlerde, "Tek bir medeniyet vardır, o da Batı medeniyetidir" şeklinde
bir düşünceye sahip olan Abdullah Cevdet gibi bazı aydınlar, Osmanlının
geri kalışını dine dayandırmakta, ilerleyebilmemiz için Batı’nın bütün
fikirlerini kabul etmemiz gerektiğini, bunun için gerekirse "Allah"
inancının dahi terk edilebileceğini ileri sürmektedirler. Dönemin önemli
isimlerinden Said Halim Paşa, aydınların bu halini şöyle anlatır: "Bu
aydın sınıf, Batı medeniyetinin tesiri altında şahsiyetini kaybetmiş ve aşırı
derecede Batı hayranlığına mübtelâ olmuştur. Daha da fenası bu aydınlar
millî kurtuluşumuzun çaresini, kendilerinin tutulduğu bu hastalığın bütün
memlekete yayılmasında görmektedirler.) (S. Halim, 1993, s. 61)

M. Akif de bu tür davranış ve fikirlerin aptalca olduğunu ifade ederek,

Hayır mehâsin-i Garb"ın birinde yok hevesi; / Rezâil oldu mu lâkin, şiârıdır
hepsi! (1990, s. 234) mısralarıyla, bu düşünceye sahip olanların, Batı’nın
işimize yarayacak güzelliklerini değil de, Batı’nın rezilliklerini arzuladıklarını
ve bunları ülkemize getirmek istediklerini, böyle kimselerin idraklerine tükürülmesi
gerektiğini söylemekte ve şu tavsiyeyi yapmaktadır.

"Sade Garb’ın yalnız ilmine dönsün yüzünüz." (1990, s. 370)

Safahat’ın bir çok yerinde Batı’nın çalışkanlığı ile beraber ilimde
üstünlüğü ön plana çıkarılır.

Bakın mücâhid olan Garb’a şimdi bir kerre; / Havâya hükmediyor, kâni’
olmuyor da yere. (1990, s. 212) mısralarında Batı, ilim ve teknikte üstündür.
Mehmet Akif yeni yetişen nesillere Batı’yı örnek olarak sunmakta, Batı’nın
ilim ve sanayi kapısının yeni nesillerce açılması için onları teşvik
etmekte ve zorlamaktadır.

—Hepsinin mesleği sağlam mı?

—Evet müsbet ulûm.

—İnkılâbın yolu mâdemki bu yoldur yalınız,

—Nerdesin hey gidi Berlin ? diyerek yollanınız.

—Şark’ın âgûşu açıktır o zaman işte size. (1990, s. 371)

Görüldüğü gibi M. Akif Ersoy, Batı ile münasebetlerimizi bazı prensipler
üzerine oturtmakta, Batı’nın ilmini almamız gerektiğini savunurken kendi değerlerimizi
korumamız gerektiğini ifade etmektedir. Bu mısralarda da görüldüğü gibi
Akif, Batı’ya tümüyle karşı değildir. Avrupa, Safahat’ın bir çok
yerinde, ilme, sanayie sahip olması nedeniyle yüceltilmiştir. Akif’in Batı düşmanı,
dolayısıyla medeniyet düşmanı olduğuna insanları hükmettiren, Onun, Batı’nın
vahşetle ilgisini ortaya koyduğu sözleridir.


"Mim"siz Medeniyet

M. Akif Ersoy, yukarıda zikrettiğimiz mev’izesinin bir yerinde de "Avrupa
medeniyeti, bir medeniyet-i fâzıle, bir medeniyet-i hakikiye-i insaniye değildir"
(Ersoy, 1339, s. 392) diyerek, Batı medeniyetinin faziletten, insanlık vasfından
uzak olduğunu belirtmekte, bu fikrini de, özellikle Balkan Savaşları, Çanakkale
Savaşı ve Millî Mücadele sırasında yaşanan olaylardan yola çıkarak
Safahat’ta tekrarlamaktadır.

Safahat’ta fen diyarı olarak yüceltilen Avrupa medeniyetinin ikinci yüzü
olarak parçalayıcılığı, bencilliği, kuvveti üstün tutma ve zayıf olanı
ezme özelliği, hissizliği, vahşeti ve kundakçılığı da ön plana çıkarılır.
Avrupa medeniyetinin daha çok vahşetle ilgisini ortaya koyan bu mısraları
Safahat’taki geçiş sırasına göre şöyle gösterebiliriz.

O zaman Rusya’da hâkimdi yaman bir tazyik… / Zulmü sevdirmek için var mı
ya bir başka tarik? / Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu! / Medenî
Avrupa, bilmem niye görmezdi bunu? (Ersoy, 1990, s. 139)

Safahat’ın İkinci Kitabı olan "Süleymaniye Kürsüsü"nde yer alan
bu mısralarda M. Akif, Avrupa ile medeniyeti beraber zikretmektedir. Buna göre
Avrupa medenî olduğunu iddia etmektedir. Ancak bu medeniyetin esasında
bencillik vardır. Bu beyitlerde Avrupa’nın bencil bir Avrupa olduğu gözler
önüne serilir. Avrupa kendi milletdaşlarının ezilmesi karşısında sesini
yükseltirken Rusya’nın yönetimi altındaki Müslümanların ezilmesi karşısında
sessiz kalmakta, yapılan zulümleri görmezden gelmektedir. Bugün de Çeçenistan
vb. meselelerde sessiz kalan aynı Avrupa değil midir?

İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti! / İşte İran’ı da taksîm
ediyorlar şimdi. / … / Müslüman, fırka belâsıyle zebun bir kavmi; /
Medenî Avrupa üç lokma edip yutmaz mı? (1990, s. 152)

M. Akif, burada da Avrupa’yı medenî sıfatı ile tavsif etmektedir. (Bu vasıflandırma
medenî olma iddiasındaki Avrupa’ya karşı ta’rizlidir) Ancak Avrupa parçalayıcı
ve bölücü bir medeniyete sahiptir. Bir cihan devleti olan Osmanlı’nın parçalanmasında,
fitne tohumlarının bu topraklar üzerine serpilmesinde Batı’lı devletlerin
rolü unutulmamalıdır.

Akif, Ertuğrul Düzdağ’ın naklettiği bir makalesinde, Avrupalıların Şark
siyasetini şöyle anlatır: "Avrupalılar, zapt etmeyi kararlaştırdıkları
memleketin ahalisi arasına evvelâ tefrika sokarlar, senelerce milleti
birbirleriyle boğuştururlar. Sersem ahali yorgun düştükten sonra gelip çullanırlar.
Bugün de işte bize karşı aynı siyaset kullanıldı. Zaten her yerdeki
siyasetleri budur. Hindistan’da, daha evvel Endülüs’te, sonraları Cezayir’de,
İran’da hep böyle yaptılar. Takip ettikleri siyaset hep aynı siyasettir, hiç
değişmez." (Düzdağ, 1998, s. 199)

Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım! / Elemim bir yüreğin kârı değil,
paylaşalım! / Ne yapıp ye’simi kahreyliyeyim, bilmem ki? / Öyle dehşetli
muhîtimde dönen mâtem ki!.. / … / Azıcık kurcala toprakları, seyret ne
çıkar / Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar! / Bereden reng-i hüviyetleri
uçmuş yüzler! / Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler! /
"Medeniyyet" denilen vahşete la’netler eder, / Nice yekpâre kesilmiş
de sırıtmış dişler! / Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden! /
Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden! / Beşiğinden alınıp parçalanan
mahlûkât; / Sonra, nâmusuna kurbân edilen buncâ hayât! / Bembeyaz saçları
katranlara batmış dedeler! / Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!
/ Teki binlerce kesik gövdeye âid kümeler / Saç, kulak, el, çene, parmak…
Bütün enkâz-ı beşer! / Bakalım yavrusu uğrar mı, deyip, karnından, /
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can! / İşte bunlar o felâketzedelerdir
ki düşün, / Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün! / Müslümanlıkları
biçârelerin öyle büyük / Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük!
(Ersoy, 1990, s. 169) Balkan Harbi sırasında meydana gelen felaketler karşısında
şairin feryatlarından meydana gelen, Safahat’ın da 3. kitabı olan "Hakkın
Sesleri" adlı dokuz manzum tefsirin ikincisinde geçen bu mısralarda, Batı
medeniyetinin vahşetle ilgisi anlatılmaktadır. Bu beyitte kastedilen
medeniyet Batı medeniyeti ve dolayısıyla Avrupa’dır. Balkan savaşları sırasında,
Avrupa’nın Batı medeniyetinin vahşeti, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.
Tek suçu Müslüman olmak olan zavallı Rumeliler, tefrikalara, gafletlere
kurban olmuşlar, Balkan Harbi’nde katledilmişlerdi.

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! / Tükürün onlara alkış dağıtan
kahbelere! / Tükürün ehl-i salîbin hayasız yüzüne! / Tükürün onların
asla güvenilmez sözüne! / Medeniyet denilen maskara mahlûku görün, / Tükürün
maskeli vicdanına asrın tükürün! (1990, s. 170)

M. Akif, yukarıda zikrettiğimiz vahşî medeniyeti maskara bir mahluka
benzeterek tanımlar. Kuvvete dayanan Batı medeniyeti, kendi milletdaşları dışında
kalan milletlere yapılan her türlü zulmü görmezlikten gelmektedir. Batı’nın
bu çifte standart uygulamaları onu tarih sahnesinde maskara haline getirmeye
yetmektedir. Bu medeniyetin mensupları, güvenilmezdir, alçaktır.

Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan! / Sana az geldi ezanlar, diye ötsün
mü bu çan? / Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü! / Dinle
Peygamber-i Zîşân’ın ilâhi sözünü. / Veriniz başbaşa; zînâ sonu hüsrân-ı
mübîn; / Ne hükûmet kalıyor ortada bilâhi, ne din! /
"Medeniyet!" size çoktan beridir diş biliyor; / Evvelâ parçalamak,
sonra da yutmak diliyor. (Ersoy, 1990, s. 174)

Bu mısralarda da M. Akif, medeniyet kelimesi ile Avrupa medeniyetini ve
devletlerini kastetmektedir M. Akif burada Avrupa medeniyetinin bazı özelliklerini
ortaya koyar. Buna göre medeniyeti temsil eden Avrupa’nın Osmanlı’ya karşı
yüzyıllardan beri süren bir düşmanlığı vardır. Osmanlıya diş bileyen
Avrupalı ilk fırsatta onu yok etmek istemiştir.

Avrupa medeniyetinin parçalayıcı, bölücü yönü üzerinde duran Akif’in bu
tespitlerini yaşanan olaylar doğrulamaktadır Örneğin, bizim yaşadığımız
Hatay meselesinden Musul-Kerkük meselesine, Kıbrıs meselesinden Ege Adalarına,
Batı Trakya meselesinden Ermeni meselesine kadar, ülkemizi bölmeye ve parçalamaya
yönelik bütün olayların arkasında İngilizler, dolayısıyla Batı
medeniyeti vardır.

Safahat’ın 4. kitabı olan "Fatih Kürsüsünde" adlı manzumede geçen:
"Zebûn-küş Avrupa bir hak tanır ki; kuvvettir." (1990, s. 215) mısraında
M. Akif, Avrupa medeniyetinin dayanak noktalarından birini gözler önüne
serer ve Avrupa medeniyetinin bazı özelliklerini ön plana çıkarır. Zebûn-küş
Avrupa, kendisinden daha zayıf olanı ezen, ona yaşama hakkı tanımayan
Avrupa’dır. Burada Avrupa, kuvvet üstünlüğüne dayanan bir unsur olarak görülmektedir.
Avrupa için önemli olan kuvvettir. Avrupa için hukuk ikinci plandadır.
Avrupa’nın bu özelliği, özellikle Millî Mücadele sırasında ortaya çıkmıştır.
Batılı devletler, milletlerarası hukuk kurallarını çiğneyerek, hukuka
saygılı olmadıklarını Milli Mücadele yıllarında açıkça göstermişlerdir.
Hak ile Avrupa arasındaki ilişki ortaya konulduğunda, Avrupa’nın
milletlerarası münasebetlerde aldığı ölçünün "kuvvet" olduğu
ortaya çıkmaktadır. Bediüzzaman da "Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hûda
üstüne tesis edilmediğinden belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine
bina edildiğinden…" (Nursî, 1993, s. 42)" diyerek Avrupa
medeniyetinin heva, heves, rekabet, tahakküm gibi mefhumlar üzerine bina
edildiğini ifade etmektedir.

Bediüzzaman’ın "medeniyet-i hâzıra" dediği Avrupa medeniyeti ile
Kur’an medeniyetini karşılaştırırken ortaya koyduğu tahliller, Mehmet
Akif’i destekleyici niteliktedir. Buna göre; "Medeniyet-i hâzıra"nın
(şimdiki Avrupa medeniyeti), kuvvet, menfaat, cidal, unsuriyet, (ırkçılık)
heva ve heves gibi beş menfi esas üzerine tesis edildiğini ifade eden Nursi,
Şeriat-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) tazammun ettiği medeniyetin ise, hakka,
adalete, fazilete, muhabbete, ırkçılık yerine din ve vatan bağının oluşturduğu
samimi kardeşliğe, yardımlaşma düsturuna, heva yerine Hûda’ya dayandığını
ifade etmektedir. (1993, s. 128)

Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı; / Kapıştı bunları
"yirminci asrın evlâdı!" / Ya Alman’ın nesi var zevki okşayan?
Birası, / Unuttu ayranı, ma’tûha döndü kahrolası, / Heriflerin, hani, dünya
kadar bedâyi’i var; / Ulûmu var, edebiyatı var, sanâyi’i var. / Giden birer
avuç olsun getirse memlekete; / Döner muhîtimiz elbet muhît-i ma’rifete. /
Kucak kucak taşıyor olmadık mesâvîyi, / Beğenmezsek,
"medeniyyet!" diyor, inandık, iyi! / "Ne var biraz da ma’ârif
getirmiş olsa… desek; / Emîn olun size "hammallık etmedim?"
diyecek. (1990, s. 235)

M. Akif burada Batı medeniyetinin iyi ve kötü yanlarını birlikte zikreder.
Batı medeniyetinin çirkin yanları, onun ahlâkî zaaflarıdır. İçki, fuhuş,
dinsizlik, gibi Batı’nın yaşam tarzı ve inanç sistemi, bizim toplumumuza
uymayan taraflardır. Bu medeniyetin iyi tarafı ise, onların, bizim sahip
olamadığımız ilme, fenne, sanayie sahip olmalarıdır.

M. Akif’e göre bizim ihtiyacımız Batı medeniyetinin ilmi, fenni, sanayisi,
edebiyatı gibi özellikleridir. Tanzimat’la birlikte birçok genç, Batılılaşma
fikriyle Avrupa’ya gönderilmiştir. Ancak Batı’ya giden bu gençler, geri döndüklerinde,
ülkemize, Avrupa’nın ilmi yerine yaşam şeklini, kültürünü getirmişlerdir.
Akif bu durumdan son derece muzdariptir.

Onun netice-i ikâzıdır ki: "Avrupalı" / Denince rûhu sağır,
kalbi his için kapalı, / Müebbeden bize düşman bir ümmet anlardık. (1990,
s. 275)

M. Akif bu mısralarda da bazı sıfatları kullanarak Avrupa’yı tanımlamaktadır.
Avrupa’nın ruhu sağır, kalbi hissizdir. Özellikle Şark milletlerine yapılan
zulümler karşısında, Avrupa’nın bu özellikleri net bir şekilde görülmektedir.

Bu, yanmadık yeri kalmışsa, kağşamış yurda, / Meğerse Avrupa kundak
sokar dururmuş da! (1990, s. 281) mısralarında ise M. Akif, Avrupa’nın
"kundakçı" olduğunu söylemektedir. Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı
Türkçe sözlüğü göre kundakçı, yangın çıkarmak için kundak koyan
kimse ve ara bozcu anlamlarında kullanılmaktadır. (T.D.K, 1988)) Buna göre
Avrupa, siyasi anlamda, diğer milletleri birbirine düşürerek onların arasını
bozan, onların siyâsî istikbalînî ortadan kaldırmaya çalışan bir özelliğe
sahiptir. Bunun somut örnekleri çoktur. Avrupa, özellikle İngilizler, Mısır,
Hindistan gibi Asya’daki sömürgelerinin siyasi varlıklarını ortadan kaldırmışlar,
bugün bile bu toprakları yangın yerine çeviren kundağı bu topraklara
koymaktan çekinmemişlerdir. Bugün sıkıntılarını çektiğimiz Kıbrıs
meselesi, Ermeni sorunu, Adalar meselesi, Ortadoğu vb. problemlerde Batılı
devletlerin kundakçılığının rolü elbette ki inkar edilemez.

Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı! / Nerde-gösterdiği vahşete
"bu bir Avrupalı" / Dedirir-yırtıcı-his yoksulu, sırtlan kümesi,
/ Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! (1990, s. 354)

M. Akif, bu mısralarda "Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…"
diye nitelediği Avrupa devletlerinin Çanakkale savaşlarında ortaya çıkan
özelliklerini bazı sıfatları kullanarak ortaya koyar. Avrupa yırtıcı, his
yoksulu bir varlık olarak nitelenirken, Çanakkale Savaşı sırasında Avrupa
devletlerinin ortaya koyduğu vahşet, Akif’in böylesine vahşi bir medeniyete
karşı oluşunu da haklı kılmaktadır.

Ah o yirminci asır yok mu o mahlûk-i asîl, / Ne kadar gözdesi mevcûd ise,
hakkıyle sefîl, / Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına, / Döktü
karnındaki esrârı hayâsızcasına. / Maska yırtılmasa hâlâ bize âfetti
o yüz… / Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz. (1990, s. 355)

Akif’in ‘Çanakkale Şehitleri’ne ithaf ettiği şiirinde geçen bu mısralarda,
M. Akif bazı sıfatları kullanarak Batı medeniyetini tanımlamakta, ona yeni
anlamlar yüklemektedir.

Buna göre Batı medeniyeti iki yüzlüdür. Yüzüne sevimli bir maske takan
Avrupalı, yıllarca diğer milletlere karşı şirin gözükmüştür. Ancak
Batı’nın bu maskesi Çanakkale Savaşlarında yırtılınca, bu medeniyetin
gerçek yüzü ortaya çıkmıştır. Kuvvete dayanan, zayıfı ezen,
kendisinden başkasına yaşama hakkı vermeyen bu medeniyet, gerçekte kahpe ve
yüzsüzdür. Hayasız, sefil olan Batı medeniyeti, Çanakkale Savaşları’nda
her türlü vahşeti sergileyerek bu vahşî tarafını ortaya koymuştur.

Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; / Benim îman dolu göğsüm
gibi serhaddim var. / Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar, /
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar? (1990, s. 441)

İstiklâl Marşı’nda geçen ve Mehmet Akif’in en çok medeniyet düşmanı
olduğuna hükmettiren bu mısralarda ‘medeniyet’ tek dişi kalmış canavara
benzetilmiştir. Buradaki medeniyet kelimesi ile kastedilen, milletimiz üzerinde
alçakça emelleri bulunan Avrupa’dır.

Rıdvan Canım ve Etem Çalık’ın hazırladıkları "Mehmet Âkif ve İstiklâl
Marşı" adlı eserde, bu dörtlük şöyle tahlil edilmektedir : "Bu
dörtlükte Batılı milletler ile Türk milletinin karşılaştırılması yapılmaktadır.
Batı, çelik zırhını kuşanmış ehl-i salîb (haçlı ordusu) ruhuyla
medeniyet adına Türk milletini yutmak için saldırmaktadır.

… Medeniyet bir canavara benzetilmiştir. Evet, Yunanlılar İzmir’i işgalleri
sırasında (15 Mayıs 1919) ‘Türklere medeniyet götürüyoruz’ propagandasını
bütün dünyaya yaymışlar, İzmir’e çıktıklarında halka akla hayale
gelmedik işkenceler yapmışlardı. Bu muydu medeniyet? Dörtlükteki ‘Ulusun’
kelimesine zaman zaman yanlış mana verildiğini görüyoruz. Bu kelimenin kökü
‘Ulu’ değil, ‘Ulumak’tır. Yani fiil soyludur. Tek dişi kalmış canavarın
uluması…Bu dörtlükten hareketle Âkif’in medeniyet düşmanı olarak gösterilmek
istenmesi cehalet değilse gaflettir." (Canım, 1995, s. 33)

F. Kadri Timurtaş, "Mehmet Akif ve Cemiyetimiz" adlı eserinde, bu
hususta şunları söyler: "Akif, daima tırnak içine aldığı
"medeniyyet" kelimesi ile, Batı emperyalizmini kastediyor. Onun
kaleminde "medeniyyet", müstevli, saldırgan, insaniyetsiz, zalim
Avrupa karşılığı hususi bir mana ifade etmektedir. Bir kelimeye gerçek
anlamı dışında hususi bir mana vermek, edebiyatta bir sanattır. Buna mecaz-ı
mürsel denir. Edebî sözün ne olduğunu bilmeyenler ancak, ‘Medeniyyet dediğin
tek dişi kalmış canavar’ mısraından dolayı O’na medeniyet düşmanı
diyebilirler. Akif’e medeniyet düşmanlığı isnad etmek, bilgisizlik ve anlayışsızlık
eseri değilse, muhakkak kötü niyet ve hususi maksattan ileri
geliyordur." (Timurtaş, 1987, s. 65)

Görüldüğü gibi Akif’in karşı çıktığı, eleştirdiği, "bölücü,
vahşî, maskara mahluk, sağır ruhlu, hissiz, kundakçı, kahpe, yüzsüz, tek
dişi kalmış canavar" olarak nitelediği "medeniyet" Batı
medeniyeti, dolayısıyla Batı’dır. Bu medeniyet "mimsiz" bir
medeniyettir ki o da "deniyyet"tir. "Deniyyet" alçaklık, aşağılık
anlamına gelmektedir. Kendi milleti dışında kalan milletlere her türlü alçaklığı,
kahpeliği ve zulmü reva gören bir anlayış hangi medeniyetin ürünüdür?

Bu gün hangi sebeple olursa olsun, Ortadoğu’yu kana bulayacak, binlerce masum
insanın mahvına sebep olacak, nice İslam beldelerini yerle bir edecek Irak
Savaşı’nı başlatmak için ellerini ovuşturarak, ağzının suyunu akıtarak
bekleyen ABD nasıl bir medeniyetin temsilcisidir? Böyle bir medeniyete karşı
çıkmak sadece aklî değil, yüreğinde birazcık da olsa his taşıyanları
harekete geçirecek vicdânî bir mesele değil midir?


Medeniyet ve Din

Özellikle Tanzîmat’tan sonra bir çok fikir adamı, Osmanlıyı Avrupa’dan
geri bırakan faktörün ‘din" olduğunu, dinin terk edilerek
ilerleyebileceğimizi savunmuşlardır. Bu fikre karşı çıkan M. Akif, birçok
mısrada medeniyet ile ilerleme arasında ilişki kurmuş, din ile medeniyet
arasındaki ilişkiyi de gözler önüne sermiştir.

Nasıl olmuş da o fâzıl medeniyyet, o kemâl, / Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş
derhâl? (1990, s. 159)

Bu beyitte, medeniyetin faziletle ilgisi ortaya konulmuştur. İslâm medeniyeti
fazileti, insanî değerleri üstün tutan bir medeniyettir. İslam’dan önceki
cahilliye dönemlerinde, kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşî
ve cahil bir kavimden Hz. Ömer gibi medeniyet üstatları çıkması, İslam
medeniyetinin fâzıl bir medeniyet olduğunu gözler önüne serer.

Bizim de var medeniyyetle âşinâlığımız… (1990, s. 196)

M. Akif, gerçek medeniyeti Batıda arayanlara, Osmanlı’nın medeniyet harikası
olan tarihi yapılarını (Fatih Camii vs.) göstererek medeniyetin sanatla
ilgisini ortaya koyar. Gerçekte, sanatıyla, mimarisiyle biz de gerçek bir
medeniyete sahibiz.

Süveyş’i yardı herif… Akdeniz’le Şab Denizi / Bitti. Öyle ya, bizler de
kendi fikrimizi / Çıkarmış olsak eğer, şimdi, kuvveden fi’le, / Kucaklaşır
medeniyetle din tamamıyle. (1990, s. 223)

M. Akif bu mısralarda, bazı aydınların medeniyetle dinin birleşemeyeceği,
dinin ilerlemeye engel olduğu şeklindeki düşüncelerinin aksine, medeniyetle
dinin kucaklaşabileceği fikrini verir. Akif’e göre medeniyetle din birbirine
zıt kavramlar değildir. İslam milletleri, İslâm’ı en güzel yaşadıkları
devirlerde, bütün dünyaya önderlik yapacak bir medeniyet kurmuşlardır. Endülüs
Emevî Devleti’nin, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının en güçlü dönemleri,
İslam’ın en iyi anlaşıldığı ve yaşandığı dönemler olarak medeniyetle
dinin birlikteliği fikrini doğrulamaktadır. Tarih bunun en doğru ve en güzel
şahididir. Said Nursî de bu konuda şunları söyler. "Hıristiyanlığın
malı olmayan mehâsin-i medeniyeti ona mâl etmek ve İslâmiyet’in düşmanı
olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir"
(Nursî, 2001, s.457) diyen Said Nursî, İslâmiyet’in ilerlemeye engel olmadığını
ifade etmekte ve Müslümanların İslâmî hakikatlere bağlılıkları
nisbetinde ilerlediklerini, temeddün ettiklerini (medenileşme), İslâm
hakikatlerinden uzaklaştıkları nisbette de gerilediklerini, vahşete ve
tedennîye düştüklerini tarihi delil göstererek anlatır. (Nursi, 1995, s.
29)

Medeniyetle dinin kucaklaşabileceği fikri Osmanlı’nın çöküş dönemlerinde
pratikte gösterilememişse de, fikir olarak vardır. Akif’e göre yapılacak iş,
bu fikri bir an önce hayata geçirmek olacaktır.

Osmanlı’nın en buhranlı yıllarında yetişmiş, çekilen sıkıntıları yakından
görmüş ve bizzat yaşamış, yaşanan hadiseleri de tahlil ederek kurtuluş
reçeteleri sunmuş olan M. Akif Ersoy, "medeniyet" hususunda son
derece tutarlı, akılcı ve tarihi gerçeklerle örtüşen şuurlu bir çizgide
durmuştur. Genel bir bakışla, M. Akif’in ilerleme, yükselme olarak gördüğü
medeniyeti yücelttiği, ona sahip çıktığı ve onun elde edilmesi gerektiği
söylenebilir. Bu da ilim, fen, sanayi gibi unsurlarla mümkündür. Batı bu
unsurlara sahiptir. Bunlar Avrupa’da da olsa alınmalıdır. Ancak, Akif’in karşı
çıktığı medeniyet, Batı medeniyetinin ikinci yüzünü oluşturan, parçalayıcı,
zalim, vahşî, hak tanımaz taraflarıdır. M. Akif’in medeniyet düşmanı
olduğu zannını verdiren de Akif’in Batı’nın bu yüzünü ortaya koyduğu şiirleridir.
Sonuçta İstiklâl Marşı şairimiz, her yönüyle ilerleme, yükselme, gelişme
taraftarı olan, insan haklarına, uluslar arası hukuka saygılı, kuvvet
yerine hakkı üstün tutan, insanlığa ve insânî değerlere önem veren fâzıl
medeniyetin taraftarıdır ve o medeniyetin aşığıdır.

Kaynaklar

Ali Nazima, (1318): Mükemmel Osmanlı Lügatı, Dersaadet.

Canım, Rıdvan-Çalık, Etem (1995): Mehmet Akif ve İstiklâl Marşı, Yedi İklim
Yay., İstanbul.

Devellioğlu Ferit, (1993): Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın
Kitabevi Yayınları, Ankara.

Düzdağ, M. Ertuğrul (1998): Mehmet Akif Ersoy, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara.

Ersoy, Mehmet Akif, (1990): Safahat (Edisyon kritik), haz: M Ertuğrul Düzdağ,
Kültür Bak. Yay., Ankara.

Ersoy, Mehmet Akif (1327): Edebiyat Bahisleri, Sırat- ı Müstakim, c. 6, no:
147.

Ersoy, Mehmet Akif, (1336): Nasrullah Kürsüsünden, Sebilü’r- Reşad, c. 18,
no: 464.

Gökalp, Z. (1992): Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Toker Yay., İstanbul.

Gökalp, Z.(1994): Türkçülüğün Esasları, İnkılap Kitabevi, İstanbul.

Muallim Naci, (1995): Lügat-ı Naci, Çağrı Yay., İstanbul.

Risale-i Nur Enstitüsü, (2001): Osmanlıca-Türkçe Lügat, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul.

Özön, Mustafa Nihat, (1997): Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılap Kitabevi,
İstanbul.

Said Halim Paşa, (1993): Buhranlarımız ve Son Eserleri, haz. M. Ertuğrul Düzdağ,
İz Yay., İstanbul.

Nursi, Bediüzzaman Said, (2001): Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

Nursi, Bediüzzaman Said, (1993): Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

Şemseddin, Sami (1989): Kâmûs-i Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul.

Şengüler, İ. H. (1990): Açıklamalı Mehmed Akif Külliyatı, C: 5-6, Hikmet
Neşriyat, İstanbul.

Timurtaş, F. Kadri (1987): Mehmet Akif ve Cemiyetimiz, Kültür Bakanlığı
Yay., Ankara.

Türk Dili Kurumu, (1988): Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara.