How Should The European Unity be Seen?

Bu yazı Avrupa Birliği’nin (AB) getirilerini ve götürülerini ard arda
sıralamak ve duruma göre AB lehinde veya aleyhinde kesin bir kanaate ulaşmak
gayesini gütmüyor. AB ve benzeri kuruluşlara bakarken izlenmesi faydalı olacak
metotları belirleme konusunda bir fikir jimnastiği ve deneme yapmayı hedefliyor.
Kesin cevaplar vermek yerine, sorular sormayı tercih ediyor.

AB Tamamlanmış Bir Yapı mı?
İnşası Devam Eden Bir Süreç mi?

Şüphesiz bir şey hakkında karar vermeden önce, onu iyice incelemek ve tanımak
sağlıklı bir sonuç için ilk dikkat edilecek şeydir, zaruridir.

Ancak AB’yi iyice incelemek, özellikle de tanımak, oldukça zaman alıcı ve zor
bir iştir. Her şeyden önce AB olmuş bitmiş, tamamlanmış bir vakıa olmayıp,
tarihin derinliklerinden gelip son asırda ortaya çıkan ve son 50 yıldır da
şekli, istikameti ve boyutları tartışılmaya devam eden bir süreçtir. Halen ne
olduğu ve gelecekte ne olacağını net bir şekilde belirlemek güçtür.1 Bilindiği
gibi, Avrupa Çelik ve Kömür Birliği olarak ilk somut yapı ortaya çıkmış,2 daha
sonra Avrupa Ekonomik Topluluğuna (AET) dönüşmüş, siyasi birliği hedefledikten
sonra ise Avrupa Birliği (AB) adını almıştır. Kurucu altı ülkenin yanına yeni
devletler eklenmiş, daha on beş yıl öncenin amansız düşmanı, Doğu Bloğunun
komünist ülkeleri adaylık ve üyelik hakkını kazanmışlardır.3

AB’nin kriter ve şartları da değişmekte ve gelişmektedir. Hele AB mevzuatı halen
ciltlere sığmayan ve her gün yenisi eklenen kompleks bir düzendir. Elbette ki,
mevzuatın nasıl anlaşılacağı, nasıl uygulanacağı ve hep aynı kalıp kalmayacağı
da başka bir sorundur. Ayrıca, mevzuat denizine dalmanın, tek tek ağaçlara
bakmaktan ormanı görememek riskini de beraberinde getirdiği unutulmamalıdır.

AB tamamlanmış bir olgu olmayıp, bir vetire (süreç) olduğuna göre, sürecin esas
belirleyicisi olan ve katılımcı her devletin nüfusuna nispetle teşekkül eden
Avrupa Parlamentosuna ve diğer karar ve icra organlarına bir an önce girmenin,
sürece etki edip lehine gelişmeler sağlamak isteyen katılımcılar için aciliyet
arzettiği söylenebilir. Esasen bu gibi kurumların oluşum süreci tamamlansa da,
statik bir hal almazlar, değişim ve gelişime açıktırlar.

AB Homojen ve Yekpare Bir Yapı mı?

Türkiye’den bakınca genel olarak Batının (Avrupa, Amerika), özellikle
Avrupa’nın, bilhassa AB’nin, türdeş ve tek parça bir mahiyette olduğu
zannedilir. Bir Doğulu veya Müslüman Türk olarak Batı veya Avrupa (AB) derken
onların tamamının bir "öteki" olarak, aynı şeyleri düşündüğü, konuştuğu, yaptığı
ve yaşadığı hissiyle doluyuzdur. Elbette, bir coğrafi yakınlık, bir kültürel
benzeşme ve aynı dine mensubiyet gibi ortak yönleri önem arzeder. Fakat Doğudan
değil de Batı’dan bakıldığında, onların da Doğu’yu mütecanis ve yekpare
gördüklerini fark ederiz.

Dikkatli ve dahilden bakıldığında ise tek bir Doğu olmadığı gibi, tek bir Batı;
tek bir İslam olmadığı gibi tek bir Hıristiyanlık olmadığını görürüz.
Hıristiyanlık Batı’nın yaygın bir dinidir, fakat pek çok Batılı kendini
Hıristiyan kabul etmez. Pek çok ateist, pozitivist, agnostik, bir Tanrı’ya
inandığı halde Hıristiyanlığı kabul edemeyen insan olduğunu, kiliseye bağlılıkla
Hıristiyanlığın aynı şey kabul edildiği Avrupa’da kilisenin devamlı cemaat
kaybettiğini görürüz. Keza politik açıdan Yeşillerin, Sosyalistlerin, Hıristiyan
Demokratların, Liberallerin Hıristiyanlık, İslamlık, Doğu ve Batı tasavvurları
ve niyetlerinin oldukça farklı olduğunu görürüz. ABD ve Avrupa’da hem hükümet,
hem de halkların farklı anlayışlarda olduğu ve Avrupa’da ABD hegemonyasına karşı
ciddi bir tepki geliştiği, hatta AB’nin bir anlamda anti-ABD özellikler taşıdığı
görülmektedir. Yeşiller ve Sosyalistler Türklere, İslam’a, Türkiye’nin AB
üyeliğine sıcak bakarken, Hıristiyan Demokratlar Türklere mesafeli
yaklaşmaktadır.

Yunanistan’ın eskiden karşı çıkarken şimdi Türkiye’nin üyeliğini desteklediğini,
Yeşiller ve Sosyalistlerin tarihsel dogmatizmi çağrıştıran Hıristiyan Avrupa
Birliğine karşı Müslüman Türkiye’nin çoğulculuğa katkı sağlayacağı gerekçesiyle
Müslüman Türklerin AB’ye girişine sıcak baktıklarını görüyoruz. (Ali Bulaç, AB
ve Türkiye, s. 170, 174) Avrupa tarih boyunca 30 yıl ve 100 yıl savaşları gibi
mezhep, ulus ve iki dünya savaşına sahne olmuş, bu savaşları birbirine karşı
yapmış, birbirini tüketmiş bir coğrafyadır. Ve AB idealinin temel saiklerinden
biri de bitmek bilmeyen boğuşmalara son verip, küresel güçlere karşı kuvvetli
olmaktır. Barış adası olmaktır.

AB Taraftarı ve Karşıtlarının Temel Argümanları

AB taraftarı olanların en temel argümanlarını; 1- Daha fazla özgürlük;
demokrasinin gelişmesi ve hukukun üstünlüğünün sağlanması, 2- Ekonomik ve sosyal
kalkınma, gelişme ve müreffeh toplum talepleri oluşturur.

AB karşıtları ise; 1- Ulusal egemenlik ve bağımsızlığın zarar görmesi, 2-
Devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm’in zayıflaması, 3- Hıristiyan
topluluğunda Müslüman bir ülkenin çaresizliğini öne sürerler.

AB muhaliflerinden; Kemalizm’in zayıflamasından kaygı duyanlar ile Müslümanların
çaresizliğini öne sürenler, paradoksal bir biçimde aynı zemine geliyorlar.
Halbuki, Kemalizm’in zayıflamasından dindarlar, dindarlığın zayıflamasından
Kemalistler yeni imkânlar elde edebileceklerdir. Dolayısıyla, bu iki ayrı
gerekçe birbirini nakzeder. Aslında, milliyetçi muhafazakâr ve izdosyonist bir
yaklaşımla ulusal egemenlik ve bağımsızlığın zarar görmesi argümanında
buluştukları da söylenebilir. Burada da şu sorular akla geliyor: Biz halihazırda
milli egemenliğini ve tam bağımsızlığını sağlamış bir durumda mıyız, seksen
yıllık statüko başarılı mı?

Son Beş Yılda Ne Değişti?

Türkiye’de son 10 yılda, özellikle de son 5 yılda AB taraftarlarının sayısı
artmış, bugün % 70-80 gibi oranlara varmıştır. Bunda 28 Şubat sürecinin özgürlük
ve demokrasiye tasallutu, keza özgürlük ve demokrasinin boğulduğu bir ortamda,
ekonomik durgunluk, hatta gerileme, hortumlama ve soygun düzeninin çok büyük
payı vardır. Bilindiği gibi genellikle sosyo-ekonomik olarak gelişmiş ülkeler
özgür, özgür ülkeler de gelişmiş durumdadır. Yine, Doğu Bloğu ve Sovyet
sisteminin çökmesiyle ortadan kalkan komünizm tehdidi, Türk halkında ileri
derecelere varan antikomünist, milliyetçi-muhafazakâr tutum ve refleksleri epey
azalttığı gibi, 28 Şubat sürecinin de aynen böyle bir etkisi olmuştur. Daha
somut ifade edersek, dindar kesimler AB’yi bir Hıristiyan birliği (Batı Kulübü)
olarak görüp uzak dururken, 28 Şubat sürecinde dine ve dindarlara yapılan
baskılar, her türlü dini tezahürü irtica olarak yaftalamalar bu sonucu
doğurmuştur. 1997’de (28 Şubat’tan hemen önce) AB üyeliğine taraftar olanların
oranı sadece % 18 idi. Haziran 1999’da bu oran % 28’e, Nisan 2000’de % 33’e,
Haziran 2000’de % 44’e çıktı.4 Buradan hareketle denilebilir ki; Türk milleti
özgürlük ve kalkınma içinde oldukça AB’ye mesafeli bakacak, özgürlük ve kalkınma
dumura uğradıkça da AB’ye meyledecektir. Nitekim, ihlallerin ve az gelişmişliğin
yoğunlaştığı doğuda AB taraftarlığı % 96’lara varırken, ihlallerin ve az
gelişmişliğin azaldığı Ege bölgesinde % 50’ler civarındadır.

Nitekim, çoğu AB ülkelerinde de halk AB taraftarı ve karşıtı olanlar şeklinde
neredeyse ortadan ikiye bölünmektedir. Birçok ülkede yapılan referandumlarda AB
üyeliği veya çeşitli ortak politika ve uygulamalar bazen kıl payı farkla kabul
görebilmiştir.5

Dünyanın en müreffeh ve huzurlu ülkelerinden İsviçre’nin 6.12.1992 tarihli
referandumla Avrupa Ekonomik alanına katılımı reddetmesiyle adaylığının askıya
alınmış olması, keza Norveç’in 1972 yılındaki halkoylaması sonucu AB dışında
kalması da6 tezimizi desteklemektedir.

Türkiye’de son yıllardaki AB taraftarlığının artması yönündeki değişime karşın,
Avrupa’nın da Türkiye, hatta İslam konusunda çok daha ılımlı bir çizgiye geldiği
görülmektedir.7 Gerek Türkiye, gerekse AB’deki büyük ölçülerdeki temayül
değişiklikleri de AB’nin henüz tamamlanmamış bir süreç olduğunu göstermektedir.

Nimet-Külfet Dengesi

AB lehine ve aleyhine pek çok şey söylenebilir ve söylenmektedir. Biz yukarıda
az bir kısmına değindik. Şu halde, AB’nin faydaları yanında zararları veya
zararları yanında faydaları olduğunu kabul ediyoruz demektedir. Hatta
denilebilir ki; Türk toplumunun daha önce hiç karşılaşmadığı bir takım
sosyo-ekonomik kültürel bazı problemleri AB’ye girmekle ilk defa yaşayacak
olması da muhtemeldir.8 Zira "Külfet nimete, nimet külfete göredir". (Mecelle,
88. md) "Mazarrat menfaat mukabelesindendir. Yani, bir şeyin menfaatine nail
olan onun mazarratına mütehammil olur." (Mecelle, 87. md.) Bu kanun İslam
hukukundan başka, Roma, Anglosakson, Hıristiyan ve Musevi hukuklarında da
böyledir. Dahası, bu yasa sadece insanlar arasındaki hukuk yasası olmayıp, bütün
kâinatta ve tabiatta geçerli olan bir yaradılış yasası, tabiat kanunudur.
Mesela, fil serçeden çok daha büyük ve kuvvetlidir, ama hareket kabiliyeti de
çok daha azdır. Ağaçların tek bir adım atacak kadar bile hareketleri yoktur
fakat rızıkları su, güneş ve karbondioksit olarak gökten gönderilir, ayaklarına
gelir. Buna karşılık zeki ve çevik maymun ve tilki gibi hayvanlar rızıklarının
peşinde koşmaktan bitap ve zayıf kalırlar. Çünkü, bu, tabiata konulan ilahi bir
denge olup, aynı zamanda akıl ve mantık kuralıdır.

Şu halde, AB bir avantaj ve nimet ise külfetleri de olacaktır, hatta külfetleri
olduğuna göre nimetleri de kaçınılmazdır. Bu durumda, "AB’nin sadece faydası
vardır, zararı yoktur", ya da "sadece zararı vardır, faydası yoktur" gibi aşırı
yaklaşımlar abesle iştigaldir. Zira, hiçbir yanlış ve batıl bir yol (ekol)
yoktur ki, içinde hayatiyetini devam ettirecek bir hak ve hakikat bulunmasın.9

Avrupa Nasıl Bir Medeniyet?

Burada Batı medeniyetinin anatomisine bakmakta, nasıl bir medeniyet olduğunu
tespitte büyük yarar var. Medeniyet tarihçilerine göre; Batı Medeniyetinin
temelinin Yunan ve Roma kültürü ile Hıristiyanlık tarafından atılması, son iki
yüz elli sene boyunca ise Batı’da görülen yegane şey kilisenin ve dolayısıyla
dinin dışlanması ve hayatın sekülerleşmesi ve laikleşmesidir. Dinden uzaklaşmada
baskın etken Hıristiyanlığın en sert ve katı görünümü olan skolastik evham ve
zulümlerin Rönesans ve reform hareketleriyle karşılanması olmuştur. Bugün
ortalama bir Batılı insan büyük bir manevi boşluk ve buhran içerisinde olup,
"hiçbir insan ve toplumun dinsiz yaşayamayacağı" prensibince doğru ve hak bir
dini fıtraten aradığını ve ona susadığını söyleyebiliriz.

Beri taraftan ön yargılar ve yanlış bilgilendirme olmadan tarihe baktığımızda;
Avrupa ile İslam arasında sanıldığından daha derin ve güçlü bağlar mevcut
olduğunu görürüz, Avrupa kültürüne Endülüs’çe yapılan katkılar yanında, Avrupa
kültürüne beşiklik yapmış olan İtalyan kültüründeki Sicilya ve Napoli’ye İslam
Medeniyetlerinin katkıları da az değildir.10 Keza bozulmamış saf bir
Hıristiyanlık ve İncil’in, hatta Musevilik ve Tevrat’ın İslam’ın temel
kabulleriyle çelişmeyeceğini bizzat Kur’an’dan öğrenmekteyiz. Müslümanlık,
Hıristiyanlık ve Museviliğin kabul ettiği bütün Peygamberlere ve kitaplara iman
edilmeden olabilen bir inançta değildir. Kaldı ki, Kur’anî terminolojiye göre
"İslam" sadece Hz. Muhammedin (asm) tebliğ ettiği din değil, Hz. Adem’den
başlayarak bütün hak peygamberlerin de dinidir ve bu peygamberler ve tâbi
olanlarına da "Müslüman" denir.11 Yani bu anlamda Hz. İsa’da bir İslam
peygamberidir.12 Elhasıl, günümüzde en az iki Avrupa’dan söz edilebilir ve
ikinci Avrupa’nın "Hıristiyanlık din-i hakikisinden neşet ettiği"ni
söyleyebiliriz.13 Bunu kabul etmezsek Avrupa Medeniyetinde görülen birçok müspet
ve iyi yönlerin de küfür ve dalalet eseri olduğunu söylemek gibi bir garabete
düşeriz.14

Denilebilir ki; "Nasraniyet ya intifa veya irtifa edip İslamiyet’e karşı terk-i
silah edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı tevhide yaklaştı, tekrar
yırtılmaya hazırlanıyor". Bir hadiste "Hz. İsa nazil olup gelecek ümmetimden
olacak, şeriatımla amel edecektir." buyurulur.15 Biz de Hıristiyanlığın genel
olarak tevhide doğru aktığını (tasaffi ve ihtida ettiğini) müşahede etmekteyiz.

Hurafelere boğulmuş Hıristiyanlığın laikleşmesi, Ruhbanın haksız ve tehlikeli
iktidarını önledi. Sekülerleşmesi ise, hurafelerden arınması sonucunu doğurduğu
gibi, pozitivizmi de doğurdu. Yani yukarıda zikredilen Mecelle 87. ve 88.
maddelerdeki (hayat ve tabiattaki) nimet külfet dengesi burada da görülüyor.

Dindarların ve Kemalistlerin Yön Değiştirmeleri

İslami kesimin son 5-10 yıldır AB karşıtlığından AB taraftarlığına dönüşüne
paralel olarak, "eski seçkinci Batıcılar" da hayranı oldukları ve 70 yıldır
toplumu sürüklemeye çalıştıkları Batılılaşma hedefinden birdenbire vazgeçip
Avrupa düşmanı kesildiler. Müslümanların ve Batıcıların bu radikal dönüşümü çok
önemli ve anlamlıdır elbette. Kemalistler demokrasi, özgürlük ve hukuk
egemenliği geliştikçe, özgürleşen halkın önünün açılmasından, Kemalizm’in
biteceğinden endişe duyuyorlar.16

Batılılaşma modeli AB sürecinde çöktü ve toplumun devleti denetlediği,
demokratikleştirici bir işlev ve içerik kazandı. Sivilleşmenin ve
demokratikleşmenin AB üyeliği sürecinde mümkün olabileceğini düşünen kesimler
"yeni Batıcılar" olarak tanımlanıyor. Geleneksel, devletçi ve seçkinci Batıcılar
ise "eski seçkinci Batıcılar" olarak tanımlanıyor. Bunlar demokratikleşmeden,
küreselleşmeden, insan haklarından, hukuk devletinden aşırı derecede
korkuyorlar. (Batılılaşma Korkusu, İhsan D. Dağı, Liberte) Bu korku o boyuta
geldi ki; yıllarca öcü olarak gösterdikleri Rusya’yı ve bilhassa laiklik karşıtı
unsurların beslendiği kaynaklardan olan Mollalar İran’ını Türkiye’nin yeni
müttefiki olarak gösterebiliyorlar.17

Genelkurmay İstihbarat eski başkanı Korgeneral Suat İlhan ise, "Avrupa Birliğine
Neden Hayır" kitabından hazırladığı, "Avrupa Birliği Üyeliği Atatürkçülüğün
Sonudur" broşüründe; "AB üyeliği ile Atatürkçülük sadece çelişmezler, aynı
zamanda çatışırlar … Türk Devriminin laiklik ilkesi, Avrupa Reform
hareketlerinin sekülarizm anlayışı ile aynı şey değildir. AB üyesi olacak
Türkiye’ de en büyük darbeyi yiyecek olan devrim ilkelerinden birisi de laiklik
olacaktır. Avrupa İslam tarikatlarının yaşadığı serbestlik, Türkiye’de de
yaşanacaktır … AB üyesi olunarak bağımsızlık ve egemenliğin AB birimleri ile
paylaşılması Atatürkçülüğün ve onun kurduğu ulus devletinin sonu olur"
demektedir.18

Ulus Devletçiler Gerçekten Ulusçu mu?

Burada "Ulus Devlet" ve "Ulusalcılık", konumuzun nirengi noktasını teşkil
etmektedir. Zira; resmi ideoloji, Kemalistler ve AB karşıtlarının en fazla
üzerinde durdukları kavram "Ulus devlet" ve laikliktir. Acaba, Türk
"Ulusalcıları" ve "Ulus devletçileri" gerçekten de ulusal değerleri mi
savunuyorlar? Gerçekten de ulusalcılar mı?

Bilindiği gibi ulusalcılık; Fransız ihtilaliyle beraber Avrupa’da doğmuş
gelişmiş, sonra da bir hastalık gibi Osmanlıya sirayet ederek, Osmanlının ulusçu
akımlarca parçalanıp yıkılmasında etkin bir rol oynamış, kökü dışarıda yabancı
bir ideolojidir. Osmanlıda 19. yüzyıla kadar yaygın olan; İslam’ın evrensel
kardeşliği (ümmet) ve gayri Müslimleri de koruyan cihanşümul (küresel)
değerleridir, ulusçuluk değil.19

Ulusalcılar, etno-seküler (ırki, dünyevi) anlayışlarını (Türkiye’ye mahsus olmak
üzere) bütün ulusal değerleri atıp, Batılı (yabancı) değerleri ikame etmek
suretinde uyguladılar.

Asırlardır kullandıkları Kur’an alfabesi yerine Latin alfabesini, Hz.
Peygamberin hicretini esas alan Hicri takvim yerine, Hz. İsa’nın doğumunu esas
alan Miladi (Gregoryen) takvimi, asırlardır giydikleri geleneksel kıyafet ve
başlıklar yerine Avrupa şapkasını ve kıyafetini, İslam Hukuku yerine baskın
unsuru Hıristiyanlık olan Batı hukuklarını, Türk Halk ve Türk Sanat Müziği
yerine Klasik ve Çağdaş Batı müziği alındı. Dil devrimi ile Osmanlıca kelimeler
atılıp, Frenk dillerine kucak açıldı.20 İş o dereceye geldi ki, bayrağımızdaki
hilal veya ay yıldızın Osmanlı ve İslamiyet mesajı taşıdığı için atılması bile
düşünüldü, konuşuldu.21 Türklerin dininin Hıristiyanlık olduğunun 1924
Anayasasına girmesi dahi teklif edildi.22

Yani geleneksel, milli, dini, örfi bütün anlayışlar yerine Batılı anlayışlar
kanunla uygulamaya kondu. Batılı değerler milliyetçiliği, Müslüman Türk
değerlerine karşı uygulandı. Faşizm İtalya’sından aynen tercüme edilen İtalyan
Ceza Kanununun adını "Türk Ceza Kanunu" koymakla kanun nasıl Türkleşebilir?
"Latin" alfabesi nasıl "Türk" alfabesi oluyor?

"Türk" devriminin Avrupa’da olanı aynen almak şeklindeki tezahürünün elbette
hiçbir ilginç ve orijinal yönü yoktur. Tek orijinallik böylesine toptan ve genel
bir öykünmenin aceleyle yapılması ve bu kadarını başka kimsenin yapmamasıdır.

Serdar Turgut’un ifadesiyle; (Ateist olduğunu kendi beyan etmiştir) "Bugün kendi
diniyle bu kadar kavgalı olduğu görünümünü veren Türkiye dışında başka bir
toplum yok". (13.02.2001, Hürriyet)

Şu halde bu tercihler nasıl ulusçu tercihler olabilir, böyle bir uygulamayı
ulusa rağmen yapan bir devlet, nasıl ulus devleti olabilir?

Diyelim ki, bunlar olmadı veya olduğu halde biz görmezden geliyoruz, "Ulus
Devlet" insanlığın vardığı en iyi, en güzel bir ideal ve bir zorunluluk mudur?
Yoksa, 19. yüzyılda tarih sahnesine çıkmış ve çıktığı Avrupa’da artık değişime
uğrayan geçici bir durum mudur? Bundan 150 yıl önce ulus devlet yoktu, bundan 50
yıl sonra aynen kalacağını kim garanti edebilir? Ulus devletler çağı insanlığa,
1. ve 2. Dünya savaşlarını, Musollini Faşizmini, Hitler Nazizmini, Franko
Salazar, Lenin ve Stalin diktatörlüklerini mi hediye etmiştir, yoksa insanlara
huzur sükun, barış ve kardeşlik mi getirmiştir?

Ulusçu uygulamalar paradoksal olarak çoğunlukla, ulusa zarar veren
uygulamalardır. Çünkü, ulusçuluk hem yurt içinde hem de yurt dışında, karşıt
ulusçuluğu tahrik ve teşvik eder. Uluslarüstü bir yapılanma olan AB’nin özgürlük
ve refah hedefine varması ise ulusun yücelmesini sağlar. Aksi bir durum ise
bölünmeye yol açar, ulusçu hedefleri bozar. Tabii ulusçuluğu sadece mevcut
statükoyu her halükarda korumak şeklinde anlamazsak!

Homojen bir toplumsal yapı hedefleyen ulusçuluk, büyük devlet vizyonuyla da
bağdaşmaz. Osmanlıdaki gibi çoğulcu bir yapıyı kabul edemez, İslam dünyasına
önderlik ve örneklik misyonunu ifa edemez. Hitler, Musollini metotlarıyla büyük
devlet ülküsü gütmenin de sonu kısa zamanda gerçekleşen yıkım ve hüsrandır.

Günümüz küresel atmosferinde "Ulus devlet" uluslararası ve büyük sorunları
çözmek için küçük; yerel ve küçük sorunları çözmek için ise büyük ve hantal
kalmaktadır.

Vatanseverlik duygusuyla hareket eden ulusalcılara, İspanya Kralı Juan Carlos’un
silahlı kuvvetlere verdiği şu tarihi nutku hatırlatmakta fayda var. Kral
vatanseverliğin "Vatanın münhasıran kimsenin mülkü olmadığını kabul etmekten
ibaret" olduğunu ifade ederek şöyle demişti; "Vatanseverlik, aynı zamanda
vatandaşların hür ve meşru bir şekilde ifade ettikleri iradelerini kabul
etmesini bilmek ve geri kalanlara vatanın iyiliği hakkındaki kendi fikirlerini
zorla kabul ettirmekten vazgeçmektir." (Nakleden Güngör Mengi, Vatan,
21.01.2004) Unutulmamalı ki, bunlar muhalif bir özgürlük savaşçısının değil,
ülkenin sahibi olan kralın ifadeleri. Benzer yaklaşıma üç örnek de Türkiye’den
verelim:

"75 yılda şunları yaptık, bunları yaptık denildi, ama ortada bir şey yok. Bizi
hakikaten çok uyuttular". (Şarık Tara, Hürriyet, 06.07.2001) "Ülkenin onuru
parasıyla ölçülür, ikinci bayrağımız Türk lirasıdır. Siz paramı sünepe ettiniz,
istediğiniz kadar, ben aslanım kaplanım de, hangi haysiyetten bahsediyoruz?"
(Sakıp Sabancı, Sabah, 06.07.2001) "Türk! Çalışacak pek işin yok. Güvenecek pek
kimsen yok. Sen yine de övün!"(Umur Talu, Star, 04.07.2001)

İnsani gelişmişlikte Libya, Fiji, Arnavutluk ve Gürcistan’dan sonra ancak 96.
sırada yer almakla, yıllarca % 70, % 100 enflasyon ve 4700 faili meçhul
cinayetle yaşamakla büyük ulus ve bağımsız devlet olunmuyor.

Unutulmamalıdır ki, hukukun üstünlüğü, insan hak ve hürriyetleri,
demokratikleşme İslam’ın, Hıristiyanlığın ve bütün hak dinlerin değerleri olup,
hem zamanlarüstü hem de evrenseldir (enternasyonaldir), ulusal (national)
değildir.

Ulusalcılar (Kemalistler) Avrupa Parlamentosu ve diğer AB organlarınca alınan
kararlara Türkiye’nin uyacak olmasını, ulusal egemenliğe yabancı müdahale olarak
görüp, bu sebeple AB’ye karşı çıkıyorlar. TBMM üzerinde Avrupa Parlamentosu
gölgesini onur kırıcı buluyorlar. Ve fakat TBMM’nin askeri darbeler sonucu
kapatılmasını, meclis iradesinin derin mahfillerce sınırlandırılmasını, hatta
bertaraf edilmesini hiç yadırgamadıkları gibi, çoğu zaman alkışlıyorlar. Kaldı
ki, Avrupa Parlamentosu özellikle ve münhasıran TBMM’yi sınırlandırıyor da
değil, diğer AB üyesi ülkeler parlamentoları da aynı durumdalar. Karşılıklı
anlaşmalardan doğan mütekabiliyetten, bölgesel entegrasyon ve karşılıklı
bağımlılıktan bahsediyoruz.

Olaya pekala şöyle de bakabiliriz, milli hakimiyet Anadoluyla
sınırlandırılmıyor, Türklerin de bulunacağı Avrupa Parlamentosu eliyle bütün
Avrupa’ya yayılıyor.23

Unutulmamalıdır ki, Avrupalıların nüfusu azalırken Türklerin ve Müslümanların
nüfusu artmaktadır. 10-15 yıl sonra Avrupa’nın en kalabalık ülkesi Türkiye
olacaktır. Avrupa’da halen yaşamakta olan milyonlarca Türk de işin cabasıdır.
Keza Avrupa’nın her tarafında yaşamakta olan Türk olmayan ve sayısı on iki
milyonu bulan Müslümanlar da AB’deki tek Müslüman ülkenin tercihlerine yakın
duracaklardır.24 Bir zamanlar Osmanlı ülkesi olan Bosna-Hersek, Arnavutluk,
Makedonya, Bulgaristan, Hırvatistan, Romanya hatta Yunanistan Müslümanlarının da
AB üyeliği ile ciddi bir sayıya ulaşacakları gözardı edilmemelidir.

Nasıl Bir Küreselleşme?

Küreselleşme bütün dünyayı sardı, ulus devlet ise büyük bir değişim ve dönüşüm
yaşıyor. İletişim ve ulaşım devrimi ulusal sınırları, içe kapanmayı, otoriter ve
totaliter anlayışları anlamsız kılmaya başladı. Uçak, tren, hızlı tren, otoban,
radyo, televizyon, uydu yayınları, telefon, telgraf, teleks, faks, bilgisayar,
internet ve cep telefonunun olmadığı 150 yıl öncesinin dünyası ile günümüz
dünyası aynı olamazdı ve olmuyor. Sınırlar kalkıyor, bilgi, emek ve sermaye
yayılıyor, insanlar özgürlük ve refah istiyor.

Tam bu noktada; bir maddi vakıa, sosyo-ekonomik, kültürel bir olgu olan
küreselleşmeyi, ABD kendi patronluk ve çıkarlarının yeryüzüne hakim olması
şeklinde anlayıp, bütün dünyaya meydan okuyor, direktifler verip baskı yapıyor,
"tarihin sonu" ve "medeniyetler çatışması" tezgahı ile İslam Coğrafyasının bütün
maddi ve manevi değerlerine el koyuyor. Afganistan ve Irak’tan sonra beş İslam
ülkesinin daha sırada olduğunu kendi kaynakları açıklıyor. Suriye, İran ve
Sudan’la ilgili niyetlerini pek gizlemiyor. Bugün Almanya, Fransa ve Belçika
başta olmak üzere bütün Avrupa Katolik dünyası, Papalık, Rusya ve Çin bundan
ciddi şekilde rahatsız oluyor. Amerika’nın işgal müttefiki ve destekleyicisi
İngiltere ve İspanya hükümetlerinin desteğine rağmen, İngiliz ve İspanyol
halkları tarihin en büyük protesto gösterisi ve yürüyüşleri ile hükümetlerini
sarsıyor. İspanya’da işgali destekleyen hükümet seçimi kaybetti, İngiltere’de T.
Blair hükümeti sırasını bekliyor.

Büyük mütefekkir ve entelektüel Edward Said şöyle diyor:

"Washington’da oturduğun zaman Amerika’yı yöneten seçkin kesimle bir alaka
içinde olduğunu ve önüne serilmiş harici dünya haritasında dilediğin bölgesine
dilediğin zaman müdahale etmeye yetkili olduğunu hissedersin. Avrupa’da ise,
daha çok itidal, daha insancıl ve daha az ayrımcılık var. Başta İngiltere’de
olmak üzere Avrupa’da Müslümanların ABD’ye kıyasla daha önemli ve hayati işlerde
görev aldıklarını görürsün. Terörle mücadelede Ortadoğu’daki savaş konusunda
Müslümanların görüşleri, ülkede tartışmanın bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu
nedenle Irak’a düşünülen operasyon ve terörle savaş konusunda Avrupa, Arap ve
Müslümanların diğer taraf sayıldığı Amerika’dan farklı bir konum arz ediyor."25

Görüldüğü gibi ABD en büyük askeri ve siyasi kuvvet olmanın getirdiği güç
sarhoşluğu ve şımarıklıkla bütün dünyaya meydan okuyor ve tehdit ediyor.
Öncelikli hedefi ise 10 yıldır fundamentalist ve terörist ilan ettiği
Müslümanlar ve İslam dünyasıdır. Şimdiden Afganistan ve Irak’ı işgal ettiği gibi
Suriye, İran ve Sudan’da sıradadır. ABD bütün İslam dünyasının ekonomik
kaynaklarına el koyma, coğrafyasını zaptetme ve büyük İsrail hayalini hayata
geçirme sürecinde. Kendi yaptığı işgal ve haksızlıklar yetmiyormuş gibi, bütün
dünyayı karşısına alarak İsrail’in katliam ve zulümlerini de açıkça destekliyor.
Hatta, Siyonist lobilerinin (Jinsa) icra organı olmaktan öte gidemiyor.

AB ise, bu noktada en azından stratejik bir denge unsuru olma potansiyeli
taşıyor. Bilindiği gibi, "düşmanın düşmanı düşman kaldıkça dosttur".26 AB’nin
miğfer devletleri Almanya, Fransa ve Belçika’nın, hatta Çin ve Rusya’nın ABD
hegemonyasına rıza göstermeleri kendi ontolojisi ve stratejileri ile ciddi bir
çelişki arz ediyor.

AB’ye Yüzde Seksen Halk Desteği Ne Anlama Geliyor?

AB leh ve aleyhine daha pek çok şey söylenebilir, söylenmeye de devam edecektir.
Bu noktada halkın ne söylediği de büyük önem arz etmektedir, İstatistiklere
bakıldığında Türk milletinin AB tercihinin % 80’lere vardığı, muhaliflerin ise
ancak % 10’larda kaldığı görülmektedir. Bu çok büyük bir oran olup, önemli
mesajlar içermektedir.

Hemen yapılabilecek, "halkın bu konuyu bilmediği ve manipüle edildiği" itirazını
ele almakta fayda var. Elbette, bu itiraz bir ölçüde haklıdır; halk bu konuyu
pek bilmez, en azından detayıyla bilmez ve de kitleler çoğunlukla manipülasyona
açıktır. Fakat bu konuyu kim veya kimler bilmektedir? Ve bu bilenlerin
yanılmayacağı nasıl garanti edilebilir? Dünyanın neresinde halk oy verdiği bir
partinin programını ayrıntısıyla ve özenle değerlendirir, liderini ve
kadrolarını yakından tanıyabilir? Bütün bunlara rağmen halkın seçimi önemlidir,
zaruridir, alternatifsizdir ve de seçimler demokrasilerde meşrutiyet kaynağıdır.

Türk milletinin büyük çoğunluğuyla AB’ye yönelmesi 28 Şubat’taki baskılar ve
haksız uygulamalarla yakından ilgilidir. Ama unutulmamalıdır ki, 28 Şubat’ın
ideolog ve toplum mühendisleri asla AB’yi istemezler; ulus devlet ve Kemalizm’in
sonu olarak kabul ederler. Yani 28 Şubat icraatlarını manipülasyon kabul
edersek, bu manipülasyonları AB taraftarları değil, amansız AB hasımları
yapmıştır. Fakat toplum mühendisliği tam aksi bir sonuç vermiş, AB’ye yöneliş
arttığı gibi, hiç istemedikleri bir parti Anayasayı değiştirebilecek çoğunlukla
iktidar olmuştur.

Halkın böyle kahir ekseriyetle benimsediği bir konuda, milli hakimiyet ve
demokratik ilkeler nazara alındığında diğer alternatifler bertaraf olur. Keza bu
noktada geleneksel kültür ve kabullerimiz; rey-i cumhur, icma-ı ümmet, efkar-ı
umuminin bir hukuk kaynağı olması gibi kavramlar da göz ardı edilmemelidir.

Türk milletinin AB’ye yönelişi, Cumhuriyet tarihi boyunca Serbest Fırka,
Demokrat Parti, Adalet Partisi ve ANAP’a yönelişine benzemektedir. Ve bu
dönemler hem hukukun üstünlüğü ve özgürlükler, hem de sosyo-ekonomik gelişme
açısından daha iyi dönemlerdir. Yani, halk sağduyusuyla lehine olanı görmüş, en
azından hissetmiş ve bunun hayırlı bir tercih olduğunu da tarih teyit etmiştir.
Önemli bir farkla ki, daha önce en yüksek oranda yöneliş % 57 ile Demokrat
Partiye olmuş, fakat bu orana bir daha ulaşılamamıştır, oylar % 30-40 civarında
dolaşmıştır. Şimdi ise, tarihte ilk defa, % 80’lik bir çoğunluk böyle bir siyasi
irade ortaya koymaktadır.

Burada çok ilginç olan bir nokta; bizde % 80’lere varan AB desteğinin Avrupa
ülkelerinde % 50’ler civarında kalmasıdır. Bir Avrupa projesi olan AB’ye
Avrupalıların daha az, Türklerin ise daha çok destek vermesi, İsviçre ve
Norveç’in ise AB’yi reddetmesi nasıl açıklanabilir? Şüphesiz bunun pek çok
sebebi sıralanabilir, fakat bunun, Türkiye’deki şiddetli ihtiyacı gösterdiği
muhakkaktır.

AB ile ilgili olarak Avrupa ülkelerindeki bu tereddüt, hatta bazı ülkelerin AB
üyeliğini reddetmeleri, konu Türkiye’nin üyeliği olunca daha da artmakta,
itirazlar yükselmektedir. Çünkü, Türkiye kolay yutulur bir lokma değildir,
İslami ihtidalar artabilir, fakir, işsiz fakat genç ve dinamik Türkler Avrupa
profilini etkileyebilir, ciddi bir güç halini alabilirler. Biz hangi sebeplerle
AB’ye yöneliyorsak onlar da aynı sebeplerle kaygılanıyorlar.

İşin doğrusu; AB’nin TC’ye, TC’nin de AB’ye ihtiyacı var. AB, TC’nin genç ve
dinamik nüfusuna, jeo-stratejisine, din ve kültürüne, hatta askeri gücüne
ihtiyaç duyuyor. TC ise genç ve dinamik nüfusuna iş ve yatırım imkânları
sağlama, jeo-stratejisinden ekonomik ve siyasi güç üretme, din ve kültürünü
serbestçe yaşama ve geliştirme, askerini sivil ve demokratik bir gücün emrinde
gerçek ve dış düşmanlar için istihdam etme ihtiyacı duyuyor.

Bu noktada "boşuna uğraşmayalım, bizi AB’ye almazlar" diyenler, AB yolunda
özgürlük ve demokrasi adımları atmayalım, şimdiki halimizle devam edelim mi
diyorlar? Türkiye neticeten AB’ye giremeyecek olsa bile, bu yolda atılan hangi
adım bize zarar verir? Atmayacağımız hangi adım bize fayda sağlar?

Mantık, Hukuk ve Fıtrata Göre Durum

Son tahlilde hukukun, hatta mantığın temel ilkeleri açısından bir değerlendirme
yapmak faydalı olacaktır.

Bilindiği gibi gelişmiş bütün hukuk sistemleri şöyle der; "Ameller niyete
göredir"27 Türk halkı da tabii ki iyi niyetle, özgürleşmek ve sosyo-ekonomik
kalkınma gayesiyle AB’yi istiyor. Fakat niyet tek başına talebi ve neticeyi
haklı ve hayırlı kılmaz, metot ve yollar da isabetli olmalıdır. Şu halde, "AB’ye
üye olmak zararlı mıdır, faydalı mıdır?" sorusuna, kabaca "hem zararları, hem de
faydaları vardır" denileceğine göre, şu hüküm devreye girer; "def-i mefasid
celb-i menafiden evladır".28 Yani, kötülük ve iyiliğin bir arada olduğu
durumlarda iyilikten feragat edip, kötülüğe hiç bulaşmamak tercih edilmelidir.
Yani, bu durumda AB’yi reddedip, zararlarından uzak durmak için, faydalarından
da vazgeçmek gerekmektedir. Fakat burada da şöyle bir sorun ortaya çıkar. Zarar
ve faydaların boyutları nedir? Eğer, zarar çok az, fayda ise çok fazlaysa, şu
kural devreye girer: "Hayr-ı kesir için şer-i kalil-i irtikap etmemek, şer-i
kesirdir".29 Yani, büyük bir hayrın geleceği durumda, küçük bir şer’i işlememek
için, büyük hayırdan uzak durmak, büyük şerdir. Şu halde, AB’ye girmenin hayr-ı
kesir, mahzurların ise şer-i kalil olup olmaması, meselemizin nirengi noktasıdır
denilebilir.

Ancak, burada "Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur",30 yani iki şerden daha az
şerlisi tercih edilir kuralı hatırlanmalıdır. Zira, Türk insanı ya ulus devletin
baskıcı, faşizan, üretemeyen, dünyaya kapalı resmi ideolojisinin boyunduruğunda
olmak, ya da daha hür, demokrat ve müreffeh olmak tercihleriyle karşı
karşıyadır. Ve maalesef kendi imkânları veya başka müttefiklerle de benzer bir
sonuca ulaşmak alternatifi şimdilik görünmemektedir. Bu durumda AB bazı
mahzurlarına rağmen, daha az mahzurlu olan bir zorunluluk sayılabilir.

Ehven-i şer’i tercih "sırf hayır"ı değil de iki şerden hafif olanı seçmek
olduğundan, bir mutlak adalet uygulaması değil, izafi adalet uygulamasıdır. Ve
ancak gerçekten de hayır seçeneği olmayıp iki şerle karşı karşıya kalındığı
durumlarda söz konusudur. Yoksa, adalet-i mahzanın, "salt hayırın" tatbik imkanı
olduğu durumda adalet-i izafiye uygulanmaz. Uygulanırsa artık izafi de olsa bir
adalet değil, zulüm sözkonusudur. Dünya tarihi, hatta İslam tarihi bunun
örnekleriyle doludur. Günümüzde de en kuvvetli eğilim budur. Fakat her nasılsa
AB tercihi konusunda, adalet-i mahza veya hayr-ı mahz kıstasları esas alınmaya
başlanmıştır. Halbuki, somut vak’a daha çok adalet-i izafiye veya ehven-i şer
düzleminde ele alınabilecek bir konudur.31

Türkiye Zaten Avrupacı Değil mi?

Baskıcı laiklik ve ulus devlet kaygılarıyla hareket eden "eski seçkinci
Batıcılar" ile "Hıristiyan Batı topluluğunda Müslümanların ne işi var" diyen, AB
karşıtları şu soruya mantıklı ve isabetli cevap verebilecekler midir? Türkiye
zaten, alfabesi, dili, hukuku, kıyafeti, takvimi, müziği, kültürü vesairesi ile
Batılı bir devlet olduğuna göre, onlarla beraber bir adım daha atıp demokratik,
özgür ve müreffeh olmak konusu gelince neden geri duralım? Her şeyiyle Batılı,
hürriyet, demokrasi ve milli geliriyle Doğulu bir toplum mu isteniyor? İslamcı
nokta-i nazardan ise "bir önceki değişimlere de karşıydık şimdikine de"
diyorlarsa, bu değişimi durdurma, hele hele geri çevirme güç ve imkanına sahip
olmak bir yana, bunu talep edebiliyorlar mı? Kanuni Sultan Süleyman devrinden
başlayarak Fransa’dan kanun ve sistem,32 Avrupa’dan çeşitli modeller niye
alındı? Niye böyle bir ihtiyaç doğdu?

İslam ve Türk tarihine bakıldığında AB projesinin gayrimüslimlerle ilk
birliktelik olmadığı görülecektir. Türkiye NATO ve CENTO üyesi olduğu gibi,
NATO’nun Hıristiyan olmayan tek üyesidir. Daha gerilere gidildiğinde; Hz.
Peygamberin döneminde müşrik zulmünden kurtulmak için ilk hicretin iki ayrı
zamanda Hıristiyan Habeşistan’a yapıldığı, Hıristiyan Kral Necaşi’nin ve halkın
Müslümanlara özgürlük ve güvenlik sağladığını görmekteyiz.33 Keza Medine’ye
hicretten sonra da Hz. Peygamberin, Musevi ve müşriklerle imzaladığı Medine
Vesikası’nın, bu topluluklarla birlikte yaşamanın ötesinde, güvenlik gibi bazı
konularda da yardımlaşma ve dayanışma projesi olduğu görülür.34 Bizans’ın İran
ile mücadelesinde müşriklerin ateşetapar Persleri, Müslümanların ise ehl-i kitap
Bizans Hıristiyanlarını tuttuklarını ve zaferlerine sevindiklerini
görmekteyiz.35 Dinsiz ve saldırgan komünizme karşı Hıristiyanlarla, müşrik
saldırganlara karşı ehl-i kitapla ittifak Müslümanların tarihi bir pratiğidir.

Burada, şöyle ilginç bir durum karşımıza çıkıyor; Kemalist ulusalcılar laik ulus
devleti korumak, bazı İslamcılar ise Müslüman toplumu korumak gayesiyle AB’ye
karşı çıkarken paradoksal olarak aynı zeminde birleşiyorlar. Halbuki, Türk tipi
otoriter laikliğin güçlenmesi İslam’a, İslam’ın güçlenmesi, otoriter laikliğe
zarar verir. Ve her iki gerekçe birbirini nakzeder. Çünkü AB, hem laikliğe, hem
Müslümanlığa aynı anda zarar veremez. İslamcılar Müslüman topluma odaklanırken
otoriter laik devleti, Kemalistler laik devlete odaklanırken Müslüman toplumu
hesaba katmıyorlar. Halbuki Türkiye, toplumu Müslüman olan, otoriter bir laik
devlettir.

Kopenhag Kriterleri-Ankara Kriterleri

AB’nin teşkilat ve kurumsal alternatiflerinden sonra, muhteva ve değerler
alternatifine göz atalım.

Bilindiği gibi AB’nin temel hedefleri ve gayesi;

1- Ekonomi ağrılıklı Maastricht Kriterleri

2- Tüketicinin korunması ve çevre boyutlu Amsterdam Kriterleri

3- Kopenhag Kriterleri.

Temel felsefe ve amaçların belirlendiği Kopenhag Kriterleri:

1- Siyasi Kriterler;

   
a) Demokrasi

   
b) Hukukun üstünlüğü

   
c) İnsan hakları ve azınlık haklarını güvenceye alan kurumlar.

2- Ekonomik Kriterler; işleyen bir serbest piyasa ekonomisi.

3- Topluluk mevzuatının benimsenmesi.36

Bu kriterlere ne AB karşıtları ne de başkaları açıkça karşı çıkamıyor,
alternatif kriterler öneremiyor. Sadece Kemalizm elden gidiyor, laiklik elden
gidiyor, din elden gidiyor, milli birlik elden gidiyor gibi evhamlar ifade
ediliyor. Çok ilginçtir ki, Başbakan Erdoğan AB’ye girebilmek için uzun ve yoğun
bir maratondan sonra kendisinin 312. md., kızlarının başörtüsü, oğlunun İmam
Hatip mağduriyetine rağmen "Ankara Kriterleri" alternatifinden bahsetti. Evet,
Türkiye’nin Kopenhag ve Ankara kriterlerinden başka bir seçeneğinin olmadığı
görülüyor. Acaba, Ankara kriterleri nelerdir?

Ankara kriterleri resmi ve normatif olarak; Atatürk ilke ve inkılapları, kutsal
devlet, kutsal ve ulu önder çerçevesinde tezahür eden otoriter ve totaliter bir
ulus devlet yaklaşımıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarından, inkılaplara daha önce
temas edildi, ilkeler ise CHP’nin 6 okundan (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik,
Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, İnkılapçılık) başka bir şey olmayıp, 1937 de
yapılan bir değişiklikle Anayasaya bile dahil edilmiştir.

Her ne kadar mevcut Anayasada bu ilkeler lafzen peşpeşe sıralanmıyorsa da,
Anayasanın başlangıç kısmından sonuna kadar hem ruhuna hem de lafzına sinmiştir.
Şu halde Türkiye’de herkes Atatürk’ün 6 ilkesini, yani CHP’nin 6 okunu
benimsemek, yani CHP’li olmak zorundadır. Anayasa’ya, Partiler Kanunu’na ve sair
mevzuata bakıldığında diğer partilerin de CHP veya onun türevleri olmaktan öteye
gidemeyeceği görülür. Bu ilkeler dışında politikalar izleyen iktidarlar 4 askeri
darbe ile durdurulmuş, partiler kapatılıp liderler idam edilmiştir.

Mevcut 1982 Anayasası’nın felsefe ve temel kabullerini ortaya koyan başlangıç
kısmında; devletin kutsallığı ve yüceliği "Kutsal Türk Devleti"37 ve "Yüce Türk
Devleti" şeklinde açıkça yer alır. Keza başlangıçta "Ölümsüz Önder ve Eşsiz
Kahraman Atatürk" ibareleri, "Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu"nun
kurulmasını âmir 134/I md. bu kurumun "Atatürk’ün manevi himayesinde çalışacağı"
ifade olunmaktadır.

Eğer bir devlet "Yüce" ve "Kutsal" ise "Ölümsüz Önder" ve "Eşsiz Kahramana"
sahipse ve o kahramanın tasarrufu öldükten sonra sadece hukuken değil, metafizik
(ruhani) olarak da devam ediyorsa, orada insanın ve haklarının kutsal ve yüce
olması mümkün değildir. Şu halde insan ve hakları "kutsal" ve "yüce" devlete ve
"ölümsüz" olana feda edilebilir. Felsefe budur, pratik de budur. Ve böyle bir
devlet seküler, laik ve fiziki olmaktan çok, ruhani, teokratik ve metafizik bir
çağrışım yapar.38

Nitekim, dünyada Anayasasında kişi ismi yer alan sadece 3 devlet var. Birincisi
Türkiye ve ölümsüz yüce Atatürk. İkincisi İran İslam Cumhuriyeti ve Ayetullah
Humeyni. Üçüncüsü Kuzey Kore’nin komünist diktatörü Kim Jang.

Sonsöz Yerine

AB elbette bir ideal, ütopya ve dünya cenneti değil, fakat bir demokratikleşme
ve kalkınma umudu ve çabasıdır.

AB karşıtları gerçekçi ve evrensel bir ölçekte değil, hissi ve ulusal bir
ölçekte ve tepkisel davranıyorlar. Ciddi bir özgürlük korkusu var. Bir taraf
hürriyet ve hukuk (haklar) umudu beslerken, diğer taraf, hürriyet ve hukuk
endişesi besliyor.

Hiçbir şey özgürlükten ve insan gibi muamele görmekten daha değerli değildir.

Türk modernleşme projesi, ne toplum tarafından içselleştiriliyor ne de şimdi
ilham kaynağı olan anavatanı (Avrupa) tarafından kabul görüyor. Hem kendi içinde
paradoksal, hem de zamanını şaşırmış bir konsepte endekslenmiş olarak kendi
sonunu hazırlıyor.39

Osmanlıdan bu yana reformlar ve değişim talepleri her zaman Batı’dan gelmiştir.
Şimdi de değişim dışardan geliyor, ama tarihte ilk defa toplumsal ve sivil
taleplerle dış konjonktür örtüşme halindedir. Mevcut statüko iç toplumsal
talepler ile dış küresel baskılar arasında sıkışmış vaziyette bulunuyor.40

Elhasıl; "Eski hal muhal, ya yani hal veya izmihlal."41

Dipnotlar

1. Birleşik Avrupa fikri, bir ideal olarak, Ortaçağ’dan bu yana daima
zihinlerde olmuş, 1856 yılında beş Avrupa ülkesi arasında imzalanan Paris
Anlaşmasına göre Avrupa Ahengi (Consert Europeen) adı verilen bir ittifak
düşünülmüş, sonraları buna Osmanlı Devleti bile dahil edilmişti. Buna göre üye
ülkeler arasında meydana gelecek ihtilaflar barışçı yollarla çözülecek, hatta
sürekli bir parlamento oluşturulacaktı. Ancak sonraki yıllarda ortaya çıkan,
siyasi ve iktisadi rekabet içinde, yeni çekişme ve savaşlar bu fikrin
unutulmasına yol açtı. (Bkz. Avrupa Birliği ve Türkiye, Ali Bulaç, Zaman, İst.
2001, s. 13, 14)

2. 18.04.1951’de Altılar (Fransa, Federal Almanya, Belçika, İtalya, Hollanda ve
Lüksemburg) Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunu (AKÇT) kuran anlaşmaya Paris’te
imza attı. (a.g.e., s. 17)

3. 1 Mayıs 2004’de yeni katılımlarla üye sayısını 25’e yükselten AB’nin üye
sayısının 2007’de 28’e, daha sonra da Arnavutluk, Bosna-Hersek, Makedonya ve
Sırbistan gibi dört eski Osmanlı ülkesinin katılımıyla 32’ye çıkması bekleniyor.

4. Avrupa Birliği ve Türkiye, Ali Bulaç,

s. 176.

5. Avrupa Birliğine Aykırı Bakış, Atilla Yayla, Zaman Gazetesi, 31.07.2002.

6. Avrupa Birliği ve Türkiye, Ali Bulaç, s. 16.

7. A.g.e., s. 7, 8.

8. Mesela; Gümrük duvarı ile korunan bazı sanayi kuruluşları, kendini ıslah
edemezse batar, işçileri bir süre açıkta kalır. Tabii ıslah ederse de sanayici
daha geniş pazara ve kâra, işçi de daha fazla ücrete kavuşur. Daha gelişmiş ülke
mallarına aç pazar, ortalık sakinleşinceye kadar, gümrük duvarlarıyla kendini
korumaya aldıran yerli ürünlere rağbet etmez. (AB Yaklaşımları, Abdullah Sandal,
Yeni Asya, 07.01.2003) Avrupa’da daha yaygın olan cinsel liberalizm, seksüel
sapıklıklar ve satanizm gibi akımlarla daha çok yüzyüze gelebiliriz.

9. Said Nursi bu evrensel hakikati (yasayı) şöyle ifade eder; "Meslekler,
mezhepler ne kadar batıl olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir
hakikat bulunur. Eğer asarına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve
menfi cihetleri müspet cihetlerine mağlup ise, o meslek haktır. Eğer içindeki
hak ve hakikat neticelere hükmedemiyor ve menfi ciheti müspet cihetine galebe
ediyorsa, o meslek batıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalalet olur." (Mektubat,
Yeni Asya Neşr., İst. 1997,

s. 354)

10. Bu gerçeği Batılı yazarlar da kabul ediyor, hatta ileri sürüyorlar. Remy
Brague’ın "Avrupa; Roma Yolu", Joseph Fontana’nın Çarpıtılmış Bir Geçmiş;
Avrupa’yı Yeniden Yorumlamak, Franco Cardini, Europe and Islam adlı eserlerinde
bu görüş seslendiriliyor. Cardini; "İslam, Avrupa’yı etkilemiştir." demek bile
hafif kalır. İslam Avrupa’nın doğrudan doğruya kurucu unsurudur. Hatta İslam
olmasaydı, Avrupa’da olmazdı" diyor. (Nakleden, Mustafa Armağan, Zaman,
8.10.2002)

11. Bakara; 136, 139, 140, Al-i İmran; 19, 67, 84.

12. Bkz. Bir İslam Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataürrahim, İnsan Yay., İst.
1985.

13. Bkz. Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşr., Şubat 1994,

s. 119.

14. Halbuki; "Hak (İslam) yücedir. Ondan yüce hiçbir şey yoktur". hadis-i
şerifine göre bu mümkün değildir. O halde Avrupa, Müslümanlığa nasıl galebe edip
üstün gelmiştir? (Bkz. Said Nursi, Sözler, s. 665.)

15. A.g.e., s. 643.

16. Ali Bulaç, Zaman, 10.12.2002.

17. "Ulusal Sol" kitabının yazarı ve Kemalist ideolog Prof. Dr. Anıl Çeçen, MGK
Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılıç, Orgeneral Necati Özgen, İran’ı, Rusya’yı
hatta Ermenistan’ı yeni müttefik olarak önerebiliyorlar. (Zaman, 08.03.2002)

18. Yeni Asya, 27.11.2002. Benzer görüşleri başka generaller de ifade ettiği
gibi; Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Hıristiyan Demokrat Arie Ooslander;
Kemalizm’den bahsederek, "Türk devletinin temelini oluşturan hayat felsefesinin,
milliyetçilik, orduya verilen önemli bir rol ve dine karşı sert bir tavır
olduğunu ve bunların AB kuruluş değerleriyle uyuşmasının oldukça zor olduğunu"
ifade etmiştir. (Yeni Asya, 08.02.2004) Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk; "AB
sürecinde, Türkiye’deki Atatürk gerçeğinin karartılmak veya öldürülmek
istendiğini" ifade ederek, "İçimize alacaksak Atatürk’ten vazgeçeceksiniz,
diğerleri bunun ayrıntısıdır" diyorlar." Yorumunu yapmaktadır. (11.03.2004, Yeni
Asya)

19. Şamil İslam Ansiklopedisi, İst. 1991, Cilt. 4, Milliyetçilik mad.

20. Dilde de ulusçuluk adına İslam’ın kendine özgü, otantik ve orijinal ibadet
dili yerine, Türkçe ibadet ve Türkçe ezan mecbur kılındı. Tuğrul Şavkay "Dil
Devrimi" adlı doktora çalışmasında bu yaklaşımı, bütün dillerin Türkçe’den
türediğini söyleyen "Güneş Dil Teorisini" detayıyla açıklar.

21. "Atatürk, ayyıldızlı bayrağı, Osmanlı’yı ve Arap dünyasını çağrıştırdığı
gerekçesiyle değiştirmeyi düşünmüş ve bunu dönemin başbakanı Celal Bayar’a
söylemişti. Yerine düşündüğü, Göktürklerin bayrağıydı; Mavi ton üzerine
profilden görünen yeşil bir kurt." (Can Dündar, Aktüel, 8-14 Kasım 2001)

22. (Cafer Tayyar Paşa’nın hatıratından Meclis Müzakereleri): M. Kemal Paşa
reisliğinde bazı bakan ve mebuslar toplanmışlardır. Sıhhiye vekili Tevfik Rüştü
Bey; "Ben kanaatimi millet kürsüsünden dahi haykırırım… Kimseden korkmam! …
Teşkilat-ı Esasiyemizde (Anayasamızda) dinimiz apaçık yazılmalıdır". Ben söz
aldım ve sordum: "Teşkilat-ı Esasiyede dinimizin İslam olduğu yazılıdır. Tevfik
Rüştü Bey! … Hangi kanaati haykıracaksın? …Teşkilat-ı Esasiye’ye apaçık
hangi dini yazdıracaksın? …. Hıristiyanlığı mı? İktisat vekili Mahmut Esad Bey
söz aldı ve sertçe cevap verdi; "Evet Hıristiyanlığı … Çünkü İslamlık
terakkiye manidir!… bu dinle yürünemez, mahvoluruz…. Ve bize, kimse de
ehemmiyet vermez". (Abdurrahman Dilipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm, İst. 1988,
s. 241 vd) Benzer nakilleri Can Dündar (12.11.1995 Yeni Yüzyıl Gazetesi, Atatürk
Yaşasaydı….) da yapıyor; "Acaba bugün düşüncelerini yazmaya bile korktuğumuz
adam, birkaç yıl daha yaşasa Türkiye farklı bir ülke mi olurdu?" diye soruyor.

23. Sinan Ülgen, Zaman, 23.08.2002.

24. Bu durum birçok Avrupalının endişelenmesine yol açıp şöyle diyorlar; "Avrupa
yeniden din mi değiştirecek?! En hızlı büyüyen din İslam. Avrupa nüfusu
artmıyor, dünyada ve Avrupa’da Müslüman nüfusu artıyor…" (Nakleden, Taha
Akyol, Milliyet, 25.2.2004)

25. "Amerika’ya karşı Avrupa", Al-Hayat, Londra, 12.11.2002.

26. Bkz. Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşr., İst. 1995, s. 62; Benzer görüş
için bkz. Ali Bulaç, AB ve Türkiye, s. 102 vd.

27. Bir hadisin meali olan yukarıdaki norm, Mecelle madde 2’de; "Bir işten
maksat ne ise hüküm ona göredir" şeklinde geçer. Bkz. Medeni Kanun md. 2. ve 3.

28. Mecelle’nin 30. maddesi olan bu kuralın, açılımı ve dengelenmesi
mahiyetindeki kural; 29. maddedeki "Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur" kuralıdır.

29. "Bir şerr-i cüz’i için hayr-ı kesiri terk etmek şerr-i kesir olur. Onun
için, o şerr-i cüz’i hayır hükmüne geçer" (Said Nursi, Sözler, s. 428,) "Şerr-i
kalil için hayrı kesir terk edilmez, terk edilirse şer-i kesir olur. Zekat ve
cihatta olduğu gibi." (Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, İst. 2000,

s. 28-29.)

30. Bu 29. maddenin versiyonları Mecelle’de şöyle yer alır; madde 26: "Zarar-ı
âmmı def için zarar-ı has ihtiyar olunur" yani "Genel zararı ortadan kaldırmak
için özel zarar ihtiyar olunur". Mecelle madde 27: "Zarar-ı eşed zarar-ı ehaf
ile izale olunur" yani; "En ağır zarar, en hafif zararla bertaraf edilir".
Mecelle madde 28: "İki fesad tearuz etttikde ehaffi irtikap ile azamının
çaresine bakılır" yani; "İki şer karşı karşıya geldiğinde en hafif olanla en
büyüğün çaresine bakılır". Osmanlıca metin için Mecelle-i Ahkam-ı Adliye, Ali
Himmet Berki, Hikmet Yay. İst. 1982. Sadeleştirilmiş metin için; Sadeleştirilmiş
Mecelle, İbrahim Ural, Salih Özcan, FEY Vakfı, İst. 1995’e bakılabilir.

31. Bu konuda detaylı bir çalışma için bkz. "Plüralist Hukuk Felsefesi ve
Bediüzzaman", Ömer Faruk Uysal, Köprü, Bahar 2000, No: 70.

32. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Sahir Erman, Ceza Hukuku, Cilt I., Filiz Kitabevi
İst.1985, s. 116 vd.

33. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Cilt. 2., Köksal Yay., İst. 2001, s. 14 vd.

34. Ali Bulaç, İslam ve Demokrasi, İz. Yay., İst. 1995, s. 161 vd.

35. Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, Cilt. I, Yeni Asya Neşr. İst. 2003, s.
300-301.

36. Ali Bulaç, AB ve Türkiye, s. 49.

37. Her ne kadar 1985 değişikliğiyle "kutsal" ibaresi kaldırıldıysa da, diğer
ibareler durduğu gibi, kutsallık da lafzen değilse de ruhen devam etmektedir.

38. Bu metafizik ve alternatif din yaklaşımı çok değişik şekillerde tezahür
etmiştir. Kenan Evren’e göre; "Atatürk bizim tabumuzdur". Celal Bayar’a göre;
"Atatürk’ü sevmek milli bir ibadettir". Abdurrahman Dilipak, Bir Başka Açıdan
Kemalizm adlı kitabının 375. sayfasında ve devamında; "Tanrılaşan Türk Atatürk"
kimi çevreler Atatürk’ü daha sonra tanrılaştırmak istediler. Adına mevlidler
yazıldı. Özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra bu yöndeki çabalar arttı.
Anıtkabiri kâbe yapmak isteyenler oldu. Özellikle dinde reformcular Türk’ün yeni
dini olarak Kemalizmi öne sürüyorlardı. Daha sağken bu yönde öneriler olmamış
değildi. Türk’ün yeni Amentüsü ve 54 farzı çıkartılmıştı….Atatürk gaybı
biliyor. Uzakları görüyor. Yoktan varediyor ve insanlara yeni bir şeriat
vazediyordu" diyor ve pek çok örneği bizzat Kemalist kaynaklardan aktarıyor.

39. Ali Bulaç, AB ve Türkiye, s.161.

40. A.g.e., s. 247.

41. Bkz. Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşr., İst. 1996, s. 52.