The Cultural Integration of The European Union

Yirminci yüzyılın sonu sosyal bilimciler için bir hayli problemi de
beraberinde getirmiştir. Özellikle küreselleşme denilen olguyla birlikte,
modernitenin sanki ebedi olarak varlıklarını sürdüreceği zannedilen pek çok
kurumu sarsıntılara maruz kalmış ve nihayetinde de dünya görüşlerimizin temelli
değişmesine sebep olmuştur. Mesela, on yedinci asrın ikinci yarısından
-Westphalia anlaşmasından- itibaren siyasetin artık ulus-devlet kavramı
çerçevesinde gerçekleşmesinin dışında başka bir ihtimalin akla bile gelmeyeceği
sanılırken; artık network (ağ) kelimesi birdenbire dilimize yerleşmiş ve
kurumlardan söz edilmez olmaya başlanmıştır. Bununla birlikte, ister makro,
ister mikro seviyelerde olsun milliyetçilikler de canlanmaya başlamıştır; hatta
dünyanın eski düzeni ve onunla birlikte merkez-taşra ayırımları da yok olmaya
yüz tutsa da yeni bir düzen kurulmaya başlanarak, eskisinden biraz farklı tarzda
imparatorluklar bile kurulmaya çalışılmaktadır.

1946 yılında Zürich’te yaptığı bir konuşmada Winston Churchill, "Avrupa Birleşik
Devletleri tarzında yeni bir yapılanma inşa etmeliyiz" diyerek savaşın Avrupa
için ne denli yıkıcı ve kaçınılması gereken bir olgu olduğuna vurgu yapıyordu.
Fakat bir "barış projesi" olarak temelleri atılan Birlik daha çok Fransa ve o
zamanlar ki Batı Almanya tarafından ancak 1951 yılında Paris’te imzalanan bir
anlaşma ile Avrupa Kömür ve Çelik Birliği şeklinde ortaya çıkmıştı. Üye
ülkelerin sanayide kullanılan kömür ve özellikle de silah yapımında kullanılan
demir ve çelik üzerinde söz sahibi olmalarıyla savaşın da önlenebileceği
düşünülmüştü. Eğer, II. Dünya Savaşı’ndan beri Batı Avrupa ülkeleri arasında her
hangi bir savaşın çıkmadığı da göz önüne alınacak olursa, yeni oluşumun yarım
asırdır başarılı bir "barış projesi" olduğu çok rahat iddia edilebilir.

Eğer genişleme sürecini de göz önünde bulunduracak olursak, Birleşik Avrupa
özellikle ulus-devlet ve yeni imparatorluklar açısından incelenmeye değer bir
konu olacaktır. Aslında, ulus-devletin klasik yapılarına ters düşse de yeni
milliyetçiliklerin ortaya çıkmasına da engel olamamaktadır. Avrupa Birliği
eskilerini tamamen yok etmeden yeni kurumsal bir yapı inşa etmeye çalışmakta,
böylelikle de ekonomileri ve kültürleri farklı ülkeleri tek bir Avrupa çatısı
altına almaya uğraşmaktadır. Fakat bu yeni oluşumun keyfiyeti için Avrupa
Birliği’nin elitleri henüz bir karara varamamışlardır. Üzerinde tartışılan bu
hususta Avrupa’nın geleceği ya bir federasyon veya ulus-devletlerden oluşan bir
birlik olması görüşleri daha çok öne çıkmaktadır.

Avrupa, daha doğrusu Batı Avrupa, bu coğrafyanın dışarısında kalanlar için
şimdiye kadar hep ekonomik zenginlik ve refah içerisinde medeni olmayı sembolize
ettiği için herkesin ulaşmayı hedeflediği son noktayı temsil etmektedir. Bu
yüzden, Avrupa kültürü denilen şey her zaman onun dışında kalanların ister
istemez ilgisini çekmiş ve böylece bir nevi standart oluşturmuştur. Üstelik,
Avrupa bu konumu itibariyle de sadece arzu edilen bir gelecek değil, aynı
zamanda ulaşılması gereken bir değerler manzumesi olarak görülmüştür.
Küreselleşme denilen olgu Amerika Birleşik Devletleri’ni diğer ülkelere alınması
gereken bir model olarak sunması gibi, coğrafi yakınlık itibariyle de Avrupa’nın
dışında kalanlar için Avrupa Birliği de yeni bir merkez olmaya başlamıştır.
Özellikle de bu konumda olan ülkelerdeki sivil toplum kuruluşlarını -belki de
Avrupa Birliği’nden mali destek almaları sebebiyle- kendi devletlerinin fakir ve
verecek parası olmaması düşüncesine iterek Avrupa Birliği yanlısı olmalarına yol
açmıştır.

Fakat Avrupa Birliği’nin içerisinde durum hiç de bu kadar açık ve sarih
değildir. Zira Avrupalı olma ya da Avrupalı kimliği edinme Benedict Anderson’un
hayali cemaat tabir ettiği yapay bir oluşumdan ileri gidememektedir. Yani, "bazı
Avrupalıların diğerlerinden daha fazla Avrupalı" olma durumu söz konusudur.
Bütün Avrupalıları tek bir kültürel kodun altında birleştirmeye çalışmak pek çok
zorluğu da beraberinde getirmektedir; öncelikle küçük bir Avrupa köyünde yaşayan
bir kişi kendi müşahhas devletinin vatandaşı, ama aynı zamanda mücerret bir
ekonomik merkeze bağlı olma zorunluluğunu hissetmektedir. Yani, mücerret bir
ekonomik merkez müşahhas bir siyasi ve karar alma merkezini destekleme
durumundadır.

Üstelik böylesine paradoksal bir durumda Avrupa için bir de anayasa yazılması
söz konusudur. Hâlâ Avrupa’nın tarifi ve sınırları belirtilmemesine rağmen
siyasi bir topluluğun tarihi, kültürü, değerleri ve siyasi tercihlerini ifade
etmesi anlamına gelen anayasa belki de sadece bu öğeleri çok muğlak bir şekilde
yansıtabilecektir. Daha önceleri Avrupa’yı diğer ülkeler nezdinde örnek model
olarak gösteren kuvvetler, artık özellikle son yıllarda önemini kaybetmeye
başlamıştır. Hele Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra artık demokrasi ve
özgürlük kavramları da değerlerini yitirmişlerdir. Ekonomik entegrasyon o kadar
sağlam bir yapıya oturmaya başlamıştır ki, artık kıtayı daha önce iki defa büyük
felaketlere sürükleyen siyasi ihtilafların bir daha düşünülmesi bile söz konusu
değildir. Ama savaş sonrasında refah arayışları da tamamen tatmin edilebilmiş
değildir. Özellikle, Avrupa Birliği’nin 15’ten 25 üyeye genişlemesi ekonomik
eşitsizliği de beraberinde getirmiştir. Zaten, Doğu Avrupa ile Batı Avrupa
ülkeleri arasında asırlardır var olan bu durum soğuk savaş döneminde kendisini
daha da hissettirmiştir. Almanya’nın eski Doğu Almanya ile birleşmesinde ortaya
çıkan zorluklar Avrupa Birliği’nin diğer doğu ülkeleri de içine almasıyla daha
da katlanacaktır. Eğer, Avrupa’yı yaklaşık yarım asırdır bir arada tutan bağlar
bugünlerde zayıflamaya başlamışsa başka alternatif bağlar bulmanın mümkün olup
olmadığı sorusu gündeme gelmiş ve Birliğin kurucularından sayılan Jean
Monnet’nin ölmeden önce söylediği şu sözleri bugünkü siyasi elitlere ilham
vermiştir: "Avrupa entegrasyonuna bugün yeniden başlasaydım kültür ile
başlardım."

Fakat gündelik hayatın sekülerleşmesi ve rasyonelleşmesinin yanı sıra devletin
de hemen hemen her kamusal alanda kendisini hissettirmesiyle birlikte kültür ve
din de özel hayatın bir parçası haline gelmiş ve toplum oluşturmada, kimlik ve
dayanışma duygularını harekete geçirmekte aciz duruma düşmüşlerdir. Eğer,
Avrupa’nın gerçek kültürü onun müzik, edebiyat, sanat ve mimari geleneğine
dayanıyorsa, bu kültürel kimliğin korunması ve geliştirilmesi de Avrupa’nın
temel vazifelerinden birisi olmalıdır. Fakat bu gelenek devletler tarafından
oluşturulmadığı ve ancak onun geliştirilmesi, korunması ve yenilenmesinden başka
bir katkıda bulunamayacağı için halklar bu hususta ön plana çıkmaktadır.
Dolayısıyla Avrupa’nın kültürel entegrasyonu da aşağıdan yukarıya doğru
gerçekleşebilir. Bu süreçte de elbette kültürün bizzat kendisi önemli bir role
sahiptir. Gerek antropologlar ve gerekse diğer sosyal bilimcilerin kültür
tarifleri henüz tam olarak kabul görmemesinden ötürü çok genel ve kuşatıcı, ama
aynı zamanda işlevsel olduğu için Samuel Huntington’un "bir halkın genel hayat
tarzı" şeklindeki tarifinden hareket edersek, kültürün hem fikirleri (değerler,
normlar ve düşünce biçimleri) hem de davranışları (adet ve gelenekler) ihtiva
ettiği görülecektir. Kültür, insanların dünya görüşlerini şekillendirdiği gibi,
aynı zamanda toplumun ürettiği eşyalar (tabak-çanak, sanat eserleri, heykel ve
bayraklar, günlük konuşmalar ve lisan), adetler (törenler, kutlamalar ve diğer
gündelik davranışlar), kurumlar (bürokrasiler, dinler, hatta futbol kulüpleri)
ile değerler (hukuk ve hürriyet, aile ve refah) gibi unsurlardan da etkilenir.
Kültürün aynı zamanda dini fikirler ve pratikleri de içerdiği de göz önüne
alındığında, kültürün ne ölçüde dinden etkilendiği, hatta kültürün ne kadarının
din olduğu şeklindeki sorular gündeme gelecektir. Aslında, Avrupa’nın dinden
uzaklaştığını iddia etmek onun geleneksel dinden hiç etkilenmediği anlamına da
gelmez. Din, inanmayı bırakmış olsalar bile hâlâ insanların algısını ve gündelik
hayat akışlarını etkilemeye devam etmektedir. Hatta, dinin siyaseti bile
doğrudan etkilediğini söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Belki de Max Weber’in
Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda bahsettiği sadece çalışmak için
çalışmak, lükse kavuşmak veya hayatiyetini devam ettirmek için değil de ondan
zevk alındığı da çalışmak prensibine uyan yeni bir insan tiplemesi ancak,
materyalizmin bile açıklayamayacağı bir şekilde vazife ahlakı veya dinsel bir
çağrı olgusuyla açıklanabilir. Bir başka deyişle, fertlerde meydana gelen
radikal değişimlere sebep olan etmenler büyük bir oranda dinde bulunabilir.

Yeni katılımların da söz konusu olduğu bu dönemde bir de Avrupa’nın anayasasının
olup olmayacağı tartışmaları da giderek şiddetini arttırmaktadır. Bu
tartışmaların bir kısmı da bu anayasada dine yer verilip verilmemesi
hususundadır. Dinin anayasada yer alıp almaması aslında bizzat dinin kendisinden
ziyade Avrupa Birliği’nin kültürel entegrasyonu ile yakından ilgilidir. Zira,
"Avrupa’nın dini mirası" denilen şey doğrudan kültürel, siyasi, ahlaki ve
sembolik değerleri etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda Avrupa’nın sosyal
birleşmesi sürecinde de etkin bir rol oynamaktadır. Öncelikle, din olgusu hiçbir
şüpheye yer vermeyecek şekilde Avrupa’nın sınırlarını belirlemektedir. İkinci
olarak, Avrupa ülkelerinin vatandaşları arasında paylaşılan bir belleği temsil
ederek ortak bir zihniyeti meydana getirmektedir. Son olarak da din Avrupa’nın
karşılaştığı yeni durumları tarif ederek onları değerlendirebilmesinde önemli
ölçüde rol oynamaktadır. Fakat 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliği’ne yeni üye olan
Orta Avrupa ülkelerinin tamamı yaklaşık 40 yıl süren bir komünist idare altında
din hürriyetinden büyük ölçüde yoksun yaşadıkları için bu ülkelerin siyasi ve
ekonomik yapıları değişirken kiliselerinin de değişime ayak uydurabilmeleri ve
genel Avrupa dini söylemine uyum sağlayabilmeleri, ortak bir dine sahip
olmalarından ötürü çok da zor görünmemektedir.

Avrupa Birliği içerisinde, dinden genel olarak, ancak kıtanın, modernitenin
kaçınılmaz sonucu olarak sekülerleşmesi bağlamında söz edilebilir. Burada
Amerika’nın modernleştiği halde bir istisna olarak hâlâ dindar olma konumunu
koruyabilmesi, kuruluşu esnasındaki tarihi sebeplerle açıklanabilir.

Avrupa Birliği ile din ilişkisini yorumlarken Birliğin kuruluşundan bu yana
imzalanan pek çok anlaşmanın içerisinde sadece "üye ülkelerin din konusunda tam
imtiyaz sahibi" olduklarını belirten 1996 Amsterdam deklarasyonun istisna
olduğunu da belirtmek gereklidir. Bu cümlenin de zaten yeni oluşturulmaya
çalışılan anayasanın 51. maddesi olarak aynen korunması görüşü hakimdir.

Çok genel olarak Avrupa Birliği (European Union) şeklinde ortaya çıkan bu yeni
oluşumun adı kısa tarihi boyunca pek çok kez değişmiştir. Son şeklinden bir
önceki dönemde Avrupa Topluluğu (European Community), daha doğrusu toplumu
olarak anılan Birliğin sadece üye ülkelerin ekonomik çıkarlarını koruyan bir
süper devlet olmadığına vurgu yapılmak istenmiş, aynı zamanda, bu ülkelerin
vatandaşlarının da bir cemaat oldukları inancını aşılamaya çalışılmıştır. Fakat
böylesine büyük bir proje için sadece ismin yeterli olmadığını düşünen Avrupa
Birliği elitleri, pratik olarak da pek çok kültürel entegrasyon programları
geliştirmeye çalışmışlardır. İnsanların Avrupalılaştırılmaları elbette Avrupa
Birliği’ne taraf ya da karşı olmaktan oldukça farklıdır. Bugün itibariyle Avrupa
Birliği’nde insanlar kendilerini yaklaşık kırk farklı millet olarak tanımlamakta
ve yetmiş kadar ayrı lisanı konuşmaktadırlar. Bu kadar farklı bir grubu kendi
yerel milliyetlerini -mümkün olduğunca- terk ederek bir üst milliyetçiliğe ikna
etmek hiç de kolay bir iş olmayacaktır. Üstelik de Avrupa teriminin henüz bir
tarifinin bile yapılmamış/yapılamamış olması bu zorluğu arttırıcı niteliktedir.

Ulus-devletlerin varlıklarını hâlâ sürdürüyor olmaları belki de Avrupa
vatandaşlığı fikrinin önündeki en önemli sebeplerden birisidir. Zira yirminci
yüzyılın başlarında ortaya çıkan vize ve ülke sınırları, insanların kendi
milliyetçiliklerine daha da fazla bağlanmalarını sağlamış ve bu bilinç bugüne
kadar süregelmiştir. Nitekim, Avrupa Birliği’nin ilk yaptığı işlerden birisi de
üye ülkeler arasındaki sınırları ve vizeleri kaldırmak olmuştur (Europe sans
frontières). Zaten Avrupa Birliği tarif edilirken hep sermaye, mal ve işgücünün
serbest dolaşımı üzerinde vurgu yapılmıştır. Her ne kadar bu üç unsur sadece
kapitalizmin emellerine hizmet eder gibi görünse de aynı zamanda sınırların
kaldırılmasıyla birlikte ulus-devletlerin milliyetçiliklerini de erozyona
uğratmayı amaçlamıştır.

Kültürel entegrasyonu artırmanın bir diğer yolu olarak da üye ülkelerin
vatandaşlarının Avrupa Parlamentosu seçimlerine doğrudan katılmalarının
sağlanmasıdır. Böylece Avrupa Birliği’nin meşruiyetinin sağlanmasının yanı sıra
Avrupalılık bilinci de vatandaşlara kazandırılmış olacaktır. Seçimlerin dışında
üye ülkeler arasındaki bürokrasinin azaltılması da bir başka yöntemdir. Mesela,
öğrenci değişimi projeleri ve diplomaların denkliği, sivil toplum kuruluşlarının
ortak eylem ve girişimlerinin kolaylaştırılarak desteklenmesi, üye ülkeler
arasındaki ziyaretlerde vizenin kaldırılması yanında pasaport işlemlerinin de
olmaması ile yerleşme ve iş bulma konularında sağlanan kolaylıklar bu bağlamda
ele alınabilir.

Somut bu girişimlerin yanı sıra Avrupa Birliği düzenli bir şekilde Avrupa
kimliğinin sembolik değerlerini de yaratma çabasındadır. Bu sembollerin içinde
belki de en fazla göze batanı Avrupa Birliği bayrağıdır. Birliğin sponsor olduğu
bütün projelerde bu mavi zemin üzerinde on iki sarı yıldızlı bayrağın yer alması
kanuni bir zorunluluk haline getirilmiştir. Fiziki sınırların ortadan kalktığı
bir ortamda bir ülkeden diğerine geçerken şimdilerde artık boş birer binadan
ibaret olan eski kara ve deniz sınır kapılarında gözden kaçırılmayacak kadar
büyük bir bayrak asılıdır ve panolarda da resmi bulundurulmaktadır.
Olimpiyatlarda Avrupalı sporcuların da formalarının üzerinde bu bayrağı
taşımaları konusu ise henüz tartışma aşamasındadır. Bayrağın olduğu bir ortamda
Beethoven’den alınan bir milli marşın da olmaması düşünülemezdi. Bu marş da
Avrupa Birliği’nin mevcut olduğu uygun ortamlarda (törenler ve sportif
müsabakalar gibi) çalınması zorunlu bir parçadır.

Avrupalılar arasında her halde Avrupalı olma bilincini en fazla, üzerinde Jean
Monnet’nin resimleri bulunan posta pullarının sağlayacağı düşünülmektedir.
İspanya ve Portekiz’in resmi üyeliklerinin ardından bu olayla ilgili pulların
kullanıma sokulmasıyla sadece Avrupa Birliği’nin gündelik hayata girmesi değil,
aynı zamanda ortak bir Avrupa tarihi meydana getirme çabası da söz konusudur.
Kültürel entegrasyon projesi bağlamında medya da göz ardı edilmemiş ve bir
gazete (European) ve televizyon kanalları da (SKY, Arté, Euronews, Eurosport
vb.) devreye sokulmuştur. Film festivalleri, Eurovision şarkı yarışması ve belki
de televizyonlardan en fazla izlenen programlar olma niteliğindeki futbol
maçları (Avrupa Şampiyonlar Ligi) hep aynı amaca hizmet etmektedir. Son olarak
da, Brüksel’e ziyarete gidenlerin üzerinde Avrupa Birliği logosu bulunan kalem,
şemsiye, çay fincanı ve "I love Europe" yazılı t-shirtler gibi pek çok hatıra
eşyalarını Avrupa Birliği’nin resmi para birimi Euro ile satın alabilecekleri AB
dükkanları da açılmıştır.

Bütün bu ve benzeri sembollerin Avrupa kültürel coğrafyası oluşturma veya
Avrupalı kimliği edinme/edindirme amaçlarına ne denli katkıda bulundukları
meselesi biraz karmaşıktır. Her ne kadar bazı politikacıların bu tür çalışmaları
kozmetikten öte gitmeyen lüzumsuz para harcama yolları olarak görmesine rağmen,
sembollerin siyasi realiteyi tanımlamalarındaki rolü inkar edilemez bir
gerçektir. Fakat tepeden inmeci bir kültürel homojenlik de tarih boyunca hiç
görülmemiştir. Avrupalıların kendilerinin çok daha iyi bildikleri sömürgecilik
dönemlerinde bile yerel kültürler hiçbir zaman tamamen yok edilemediği gibi, tam
tersine milliyetçilikleri tetiklediğine de şahit olunmuştur. Avrupa Birliği’nin
bütün bu çabalara neden katlandığı sorusu ise anlamlı bir mesele olarak
karşımıza çıkmaktadır. Zira, küreselleşme ve liberal ekonomiye geçme adına
ulus-devletlerin ortadan kaldırılarak böylece dünyayı ya da Avrupa’yı tek bir
toplum haline getirme çabalarıyla ticari şirketlerin söz sahibi olmaları ancak
vahşi kapitalizmin daha fazla kar elde etme ve dünyayı -ya da Avrupa’yı- siyasi
olarak yönetme arzusuyla açıklanabilir.