"Our object is the goodnesses and benefits of civilisation to the human
being."

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden
aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve
hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap
etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını
mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci
Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki:

O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka
olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan
Avrupa’nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:

Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol
elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, "Beşerin saadeti bu
ikisiyledir." Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını
yesin ve yiyecek!

Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda, hem
vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve
azâba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve
servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?
Âyâ, görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden meyus olması ve vehmî bir
emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması
sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazip ediyor,
dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin şeâmetinle kalbinin en
derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet
cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir
biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba, zâil, yalancı bir cennette
cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir
mi? İşte, sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde
cehennemî bir azap çektiriyorsun.

Ey beşerin nefs-i emmâresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevk ettiğini bil.
Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım
başında biçare, âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasp
ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazen da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki,
acınacak haline semâ ağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu minval üzere gidiyor. O
yolda işitilen sesler zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları
olduğundan, umumî bir matem o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın
elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan
bu derece teellüme tahammül edemediğinden, o yolda giden iki şeyden birisine
mecbur olur: Ya insaniyetten tecerrüt edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek
öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu
müteessir etmesin; veyahut kalb ve aklın muktezasını iptal etsin.

Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal
gibi birtek gözü taşıyan kör dehân ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye
ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı
illiyyînden esfel-i sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu
illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedar
oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin
başını yesin ve yiyecek! İşte, beşere açtığın yol ve verdiğin saadet bu misale
benzer.

İkinci yol ki, Kur’ân-ı Hakîm hidayetiyle beşere hediye etmiştir, şöyledir:

Görüyoruz ki, o yolun her menzilinde, her mekânında, her şehrinde bir sultan-ı
âdilin müstakim askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Ara sıra o
sultanın emriyle o askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silâhlarını,
atlarını ve mîrî levazımatlarını alıyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar.
O terhis olunan neferler, çendan ünsiyet ettikleri at ve silâhların teslim
alınmasından zâhiren mahzun oluyorlar; fakat hakikat noktasında, terhisle
müferrah olup, sultanın ziyaretine ve padişahın pâyitahtına dönmesi ve padişahı
ziyaret etmesi cihetinde gayet memnun oluyorlar.

Bazen terhis memurları acemî bir nefere rast geliyorlar. Nefer onları tanımıyor.
"Silâhını teslim et" diyorlar. Nefer diyor: "Ben padişahın askeriyim, onun
hizmetindeyim. Sonra onun yanına gideceğim. Siz neci oluyorsunuz? Eğer onun izin
ve rızasıyla gelmişseniz, göz ve baş üstüne geldiniz. Emrinizi gösteriniz. Yoksa
çekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek başımla kalsam, sizler binler dahi
olsanız, yine sizinle dövüşeceğim. Kendi nefsim için değil, çünkü nefsim benim
değil, benim sultanımındır. Belki bendeki nefsim ve silâhım, mâlikimin
emanetidir. Emaneti muhafaza ve sultanımın haysiyetini himaye ve izzetini vikaye
için size baş eğmeyeceğim!"

İşte, o ikinci yoldaki medar-ı sürur ve saadet olan binler ahvalden bu hal bir
numunedir. Sair ahvâli sen kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat
namında, sevinç ve şenlikle bir tahşidat ve sevkiyat-ı askeriye vardır ve
vefiyat namında sürur ve mızıka ile terhisat-ı askeriye görünüyorlar. İşte,
Kur’ân-ı Hakîm beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse,
böyle iki cihanın saadetine giden bu ikinci yoldan gider. Ne geçmiş şeyden
mahzun ve ne de gelecek şeyden havf eder.

Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır
ki: "En büyük melekten en küçük semeğe kadar her bir zîhayat kendi nefsine
mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir
hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin
etmektir" diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta
kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve
hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne,
kerîmâne cilvelerini cidal zannedip, "Hayat bir cidaldir" diye, ahmakane
hükmetmişsin.

Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle
beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir
çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür.

Hem çürük bir esasın, "Her şey kendi nefsine mâliktir" diyorsun. Hiçbir şey
kendi nefsine mâlik olmadığına katî bir delil şudur ki:

Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır.
Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-i
ihtiyariyesinden yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i
iktidarına giren, yalnız meşkûk tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüz
cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasıl kendine mâliktir denilir?

Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten
eli bağlanmış bulunsa, "Sair hayvânat ve cemâdat kendi kendine mâliktir" diyen,
hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz olduğunu
ispat eder.

Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlü dehândır. Yani, harika, menhus
zekândır. O kör dehân ile, her şeyin hâlıkı olan Rabbini unuttun, mevhum bir
tabiata isnad ettin, âsârını esbaba verdin, o Hâlıkın malını bâtıl mâbud olan
tâğutlara taksim ettin. Şu noktada ve o dehân nazarında, her zîhayat, her bir
insan, tek başıyla hadsiz a’dâya karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın
tahsiline çabalamak lâzım geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir
ihtiyar, zâil lem’a gibi bir şuur, çabuk söner şule gibi bir hayat, çabuk geçer
dakika gibi bir ömürle, o hadsiz a’dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor.
Halbuki, o biçare zîhayatın sermayesi, binler matluplarından birisine kâfi
gelmiyor. Musibete giriftar olduğu zaman, sağır, kör esbabdan başka derdine
derman beklemiyor.  sırrına mazhar oluyor.

Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalb etmiş. Yalnız o
sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı, muvakkat
lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sürurla beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar.
Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehâne gülmesine, o ışıklar
müstehziyâne gülüp eğleniyor.

Her bir zîhayat, senin şakirtlerin nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz, miskin
birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. Dünyadaki sadâlar
ölümlerden, elemlerden gelen vâveylâlardır. Senden tam ders alan şakirdin, bir
firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü her şeyi
kendine rab telâkki eden bir firavun-u zelildir.

Hem senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul
eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper
derecede alçaklık gösterir.

Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zâtında gayet
âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.

O şakirdin gaye-i himmeti hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlık
perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye
çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmiyor, her
şeyi nefsine feda ediyor.

Amma Kur’ân’ın hâlis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata
karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati
gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir.

Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına, izni ve emri olmadan
tezellüle tenezzül etmez bir halîm-i âlihimmettir.

Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona ileride iddihar ettiği mükâfatla bir
fakir-i müstağnîdir.

Hem zayıftır. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden
bir zaif-i kavîdir ki, Kur’ân hakikî bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi dahi
gaye-i maksat yaptırmadığı halde, bu zâil, fâni dünyayı ona gaye-i maksat hiç
yapar mı?

İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla.

Hem felsefe-i sakîmenin şakirtleriyle Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerinin
hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla muvazene edebilirsiniz. Şöyle ki:

Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ
açar. Kur’ân’ın şakirdi ise, semâvat ve arzdaki umum salih ibâdı kendine kardeş
telâkki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder. Ve saadetleriyle mesut
oluyor. Ve ruhunda şedit bir alâkayı onlara karşı hisseder ki, duasında

der. Hem
en büyük şey olan Arş ve şemsi musahhar birer memur ve kendi gibi bir abd, bir
mahlûk telâkki eder.

Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’ân,
kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz
taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan
dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine
verir, "Evradlarınızı bununla okuyunuz" der. İşte, Kur’ân’ın tilmizlerinden
Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit
dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat adetlerini, mahlûkatın aded-i
enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenâb-ı Hakk’ı zikir ve tesbih
ediyorlar.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın mucizâne terbiyesine bak ki, nasıl ednâ bir
kederle ve küçük bir gamla başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlûp
olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’ân ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece
letâifi inbisat eder ki, koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa
görüyor. Ve Cenneti zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi
nefsini Cenâb-ı Hakkın ednâ bir mahlûkunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet
içinde nihayet tevazuu cem ediyor. Felsefe şakirtlerinin buna nispeten ne derece
pest ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin.

İşte, felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeşm olan dehâsının yanlış gördüğü
hakikatleri, iki cihana bakan, gayb-âşinâ parlak iki gözüyle iki âleme nazar
eden, beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüdâ-yı Kur’ânî der ki:

Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana
emanettir. O emanetin mâliki her şeye kadîr, her şeyi bilir bir Rahîm-i
Kerîmdir. O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor-tâ senin için
muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Sen muvazzaf
ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaç
olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin takatin yetmediği
şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi, neticesi, o Mâlikin
esmâsına ve şuûnâtına bir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit, de:


Yani, "Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla
geldinse, merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun
huzuruna gideceğiz ve Ona müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın
tekâlifinden âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin
elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi
tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin
ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin olmayana, Mâlikimin emanetini
teslim etmem" der.

İşte, binden bir numune olarak, dehâ-yı felsefînin ve hüdâ-yı Kur’ânînin
verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan
beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri
mütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu
hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda
öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet
hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin
cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin
tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne
taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin ve teessüfler!

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size
ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl
efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler,
ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi
ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ
ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız,
milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.


Sözler, s. 652-656.

Evet, evvelâ başta
cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak
basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde
ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan
hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve
hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî,
iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati
gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün
eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.

Hem, tâ
kelimesine kadar, Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı
olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve
karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı
mânevî mübarezesinde büyük bir kahraman "Nur" namında Risale-i Nur’dur ki, dinde
bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara
ihtiyaç bırakmıyor. Evet, hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur
bu ihbar-ı gaybı ve lem’a-ı i’câzı bilfiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm
içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî
mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar. Ve
hakikî şakirtleri, en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona
der:

"Ey bedbaht! Ben seni idam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî
ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum; sen
benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek
kısa; ve âhirette ceza ve belâların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir
terhistir. Haydi def ol! Seninle uğraşmam, ne yaparsan yap!" der. O zâlim
düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, "Keşke kurtulsaydı" diyerek
ıslahına çalışır.

Asa-yı Musa, s. 78-80.

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve
bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi
maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O
hastalıklar da bunlardır: Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup
dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı
içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım "altı kelime" ile beyan
ediyorum. Mualecenin esasları, onları biliyorum.

Birinci Kelime: "El-emel." Yani, rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli ümit beslemek.

Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde
veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların
saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin
fecr-i sadıkının emâreleri inkişafa başlıyor.

Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun rağmına olarak ben
dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve
yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak.
Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir
istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş.

Bu dâvâma çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir
buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz:

İşte, İslâmiyetin hakaiki hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve
mükemmel bir istidadı var.

Birinci cihet olan mânen terakki ise: Biliniz, hakikî vukuatı kaydeden tarih,
hakikate en doğru şahittir. İşte, tarih bize gösteriyor. Hattâ, Rus’u mağlûp
eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

Hakikat-i İslâmiyetin kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket
etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih
gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın hakikat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş
ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve hercümerc içinde belâlara,
mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir. Yani,
salâbet ve taassuplarının zaafiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri
gibi, dinlerine salâbet ve taassuplarının kuvveti derecesinde de tedennî ve
ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle
geçmiş.

Hem Asr-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki, bir
Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete tercih
etmekle, eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avâmın
delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok.
Dinsiz olmak da başka meseledir. Halbuki, bütün dinlerin etbâları ise-hatta en
ziyade dinine taassup gösteren İngilizlerin ve eski Rusların-muhakeme-i akliye
ile İslâmiyete dahil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım, kat’î
bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar
etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki
küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.

Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha
gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş
yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü,
acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî
düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ
ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası,
yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik
etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok…

Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî
kıymetler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.

Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin
ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve
insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için
yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve
bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini
herkes bir derece hissetmeye başlamış.

Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse, "Sana
dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat sonunda hiç
dirilmeyecek bir surette bir idam senin başına gelecek." Elbette hakikî
insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali, sevinç ve beşarete
bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına
ağlayacak.

İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı
aramak meyli çıkmış. Her şeyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir
hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet
eder.

Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedîdini, dinsizliğin
zuhuruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye
başlamışlar. Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale
eder, "Aklına bak" der. "Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş
ki bu hakikati bilesin" diyor.

Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: "Neden
bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz." "Biliniz" ve
"Bil" hakikatine dikkat et. "Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe
düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar,
hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden
tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve
tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret
alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya
çalışınız" mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde,
beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.

Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın cami-i kebirinde olan
kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hadisattan
ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve
kendini münevver telâkki edenler!

Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz,
akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı
efradları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve
ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden ve bütün
hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek. Hem de İslâmiyet güneşinin
tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler
açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene
evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya
başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık
çıkacak.

Evet, hakaik-i İslâmiyetin mazi kıtas¨n¨ tamamen istilâsına sekiz dehşetli
mânialar mümanaat ettiler.

Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebîlerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve
dinlerine taassuplarıdır. Bu üç mâni, mârifet ve medeniyetin mehasini ile
kırıldı, dağılmaya başlıyor.

Dördüncü ve beşinci mâniler: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve
tahakkümleri ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mâni
dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakikat nev-i beşerde başlamasıyla,
zeval bulmaya başlıyor.

Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdat ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i
ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdat kuvveti şimdi
zeval bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdatlarının otuz-kırk sene sonra
zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile
sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mâni de zeval buluyor ve
bulmaya başlamış. İnşaallah tam zeval bulacak.

Sekizinci mâni: Fünun-u cedidenin bazı müspet mesâili, hakaik-i İslâmiyenin
zahirî mânâlarına muhalif ve muarız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mazideki
istilâsına bir derece set çekmiş. Meselâ, küre-i arza emr-i İlâhî ile nezarete
memur "Sevr" ve "Hût" namlarında iki ruhanî melâikeyi dehşetli cismânî bir öküz,
bir balık tevehhüm edip, ehl-i fen ve felsefe hakikati bilmediklerinden,
İslâmiyete muarız çıkmışlar.

Bu misal gibi yüz misal var ki, hakikati bilindikten sonra, en muannit filozof
da teslim olmaya mecbur oluyor. Hattâ Risale-i Nur, Mucizat-ı Kur’âniye
risalesinde, fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur’ân’ın bir
lem’a-i i’câzını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkit zannettikleri Kur’ân-ı
Kerîmin cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar
edip en muannit filozofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen
bakabilir. Ve baksın, bu mâni, kırk beş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl
kırıldığını görsün.

Evet, bazı muhakkikin-i İslâmiyenin bu yolda telifatları var. Bu sekizinci
dehşetli mânianın zîr ü zeber olacağına emareler görünüyor.

Evet, şimdi olmasa da, otuz-kırk sene sonra fen ve hakiki mârifet ve medeniyetin
mehasini, bu üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip, o sekiz mânileri
mağlûp edip dağıtmak için taharrî-i hakikat meyelânını ve insafı ve muhabbet-i
insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları
kaçırmaya başlamış. İnşaallah, yarım asır sonra onları darma dağın edecek.

Evet, meşhurdur ki: "En kat’î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin
tasdikine şehadet etsin." İşte yüzer misallerinden iki misal:

Birincisi: On dokuzuncu asrın ve Amerika kıt’asının en meşhur filozofu Mister
Carlyle, en yüksek sadasıyla, çekinmeyerek, filozoflara ve Hıristiyan âlimlerine
neşriyatıyla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış:

"İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları
gibi yuttu. Hem bu yutmak İslâmiyetin hakkı imiş. Çünkü sair dinler-fakat
Kur’ân’ın tasdikine mazhar olmayan kısmı-hiç hükmündedir."

Hem Mister Carlyle yine diyor:

"En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammed’in (aleyhissalâtü
vesselâm) sözüdür. Çünkü, hakikî söz, onun sözleridir."

Hem yine diyor ki:

"Eğer hakikat-i İslâmiyette şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat’iyede
iştibah edersin. Çünkü, en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir."

İşte bu meşhur filozof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini, eserinde müteferrik
yerde yazmış.

İkinci misal: Avrupa’nın asr-ı âhirde en meşhur bir filozofu Prens Bismark diyor
ki:

"Ben bütün kütüb-ü semaviyeyi tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen, beşerin
saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (aleyhissalâtü
vesselâm) Kur’ân’ını umum kütüplerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet
buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir
eser, beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) sözüdür
diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani, Kur’ân Allah kelâmı
olduğu bedihidir."

İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle
dâhi muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim
ki:

Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet
doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti
doğurdu.

Ey Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki
ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki,
istikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve
uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp etmiş ve
hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur’ân’a tâbi
olur, ittifak eder.

İkinci cihet: Yani, maddeten İslâmiyetin terakkisinin kuvvetli sebepleri
gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci cihet,
mâneviyat cihetinde terakkiyatı ispat ettiği gibi; bu ikinci cihet dahi maddî
terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü âlem-i
İslâmın şahs-ı mânevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz "beş kuvvet"
içtima ve imtizaç edip yerleşmiş.

Birincisi: Bütün kemâlâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri bir tek
nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle
teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan
hakikat-i İslâmiyettir.

İkinci kuvvet: Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin
tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr,
öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.

Üçüncü kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksatları ders
veren ve o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı parça parça eden ve ulvî hisleri
heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla
ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelânıyla teçhiz edilen
üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani, insaniyete lâyık en yüksek
kemalâta olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.

Dördüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül
etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek.
Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve
biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.

Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu
zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf; medeniyet-i
hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman
ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat’î emri
istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu
parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş.
İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve
hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan
iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o
seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler.
Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları
iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i
umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle
bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin
kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden
temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki
heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar
medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir
ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar,
bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata
vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine
yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın
kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz
ki, "Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i
İslâm için tedennî dünyası oldu" diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.

Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc
edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa,
istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına kefaret
olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşaallah.

Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve
müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire
içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan
tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar,
her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir
baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî
dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.

Dersin başında, bir buçuk bürhanı dâvâmıza şahit göstereceğiz demiştik. Şimdi
bir bürhan mücmelen bitti. O dâvânın yarı bürhanı da şudur ki:

Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın
nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî
maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait
fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir
intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor.
Meselâ, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi manzume-i
şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi,
küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni-i Zülcelâlin o nevideki nizamında
mu’cizât-ı kudretini ve hikmetini ve hakikatini

gösteriyor.

Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh,
çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksut değil, tebeîdir ve
dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki
güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek için, çirkinlik bir
vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi, beşerin hadsiz
terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar
gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak
için kâinatta halk edilmiş.

İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme ile ispat
ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır. Elbette
beşer, bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri
halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan dünyayı
bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine girecek.

Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki, mahlûkat içinde
en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî
esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve
sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlâhiyeyi ve muntazam
hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini sanatçığıyla yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi
anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve sanatlar¨yla
anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz’î ihtiyarıyla işlediği maddelerle,
Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef’âl ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref,
en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor.

Hem İslâmiyetin kâinata ve beşere ait hakikatlerinin şehadetiyle mükerrem beşer
içinde en eşref ve en âlâsı, ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet, hem
istikrâ-i tâmme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en
müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu’cizâtı ve çok yüksek ahlâkının ve
İslâmiyet ve Kur’ân hakikatlerinin şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

Madem bu yarı bürhanın üç hakikati böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkün müdür
ki, nev-i beşer, şekavetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerh edip, bu
istikrâ-i tâmmeyi kırıp, meşiet-i İlâhiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i
ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi, o
zâlimane vahşetinde ve mütemerridâne küfründe ve dehşetli tahribatında devam
edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu halin devam etmesi hiç mümkün müdür?

Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki,
âlemi bu nizam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek
kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halkeden
Hakîm-i Zülcelâle ve Sâni-i Zülcemâle o hadsiz lisanlarla kasem ediyoruz ki,
beşer hiçbir cihetle bütün enva-i kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri
olan sair tâifelere zıt olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet
edip nev-i beşerde şerrin hayra galebesine binler senede sebep olan o zakkumları
yiyip hazmetmesi mümkün değil.

Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal ile olabilir ki, beşer bu âleme
emanet-i kübrâ mertebesinde ve halife-i rû-yi zemin makamında sair envâ-ı
kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde en edna, en berbat, en
perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine
girmiş, karıştırmış. Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz. Bu hakikat
için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki, âhirette cennet ve
cehennemin zarurî vücutları gibi hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe
edecektir. Tâ ki, nev-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve fazilet galib-i
mutlak olacak. Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsâvi olabilsin ve
sırr-ı hikmet-i ezeliye nev-i beşerde dahi "takarrur etti" denilebilsin.

Elhasıl: Madem mezkûr kat’i hakikatlarla bu kâinatta en müntehap netice ve
Halıkın nazarında en ehemmiyetli mahlûk beşerdir. Elbette ve elbette ve hayat-ı
bakiyede cennet ve cehennemi, bilbedahe, beşerdeki şimdiye kadar zâlimane
vaziyetler cehennemin vücudunu; ve fıtratındaki küllî istidâdat-ı kemaliyesi ve
kâinatı alâkadar eden hakaik-i imaniyesi, cenneti bedahetle istilzam ettiği
gibi, her halde iki harb-i umumî ile ettiği ve kâinatı ağlattıran cinayetleri ve
yuttuğu zakkum şerleri hazmetmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü
pislendirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbat bir dereceye düşürüp bin senelik
terakkiyatını zir ü zeber etmek cinayetini beşer hazmetmeyecek. Her halde çabuk
başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye beşeri esfel-i safilîn derece-i
sukutundan kurtarmaya ve rû-yi zemini temizlemeye ve sulh-u umumiyi temin etmeye
vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümit ediyoruz ve
bekliyoruz.

Hutbe-i Şamiye, s. 26-49.

Dördüncü Kelime: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim
ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:

Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani,
hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve
sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i
beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, her şeyden ziyade nefrete ve
adâvete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat
Risale-i Nur’un Yirmi İkinci Mektubunda izahıyla beyan edildiğinden burada kısa
bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:

Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve
tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı
tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı-tecavüz olmamak
şartıyla-adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara…

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı
haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve
adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet
gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin
ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir
divâneliktir.

Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler.
Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı
hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet
şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet
hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren
dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî,
kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı
küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî
adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir
hatâdır.

Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i
adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; bir şey arıyor ki
onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey ağlamasına bahane olur.
Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan
etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve
hüsn-ü zan bunu reddeder.

Hutbe-i Şamiye, s. 56-59.

Dünyevîler dediler:

"Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?"

Dedim:

"Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri
hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa
üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal
edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.

"Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müspettir. Menfîye
kapılan harf gibi:
yahut

tarif edilir. Demek bütün harekâtı, bizzat hariç
hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Bahusus,
menfî iki cihet-i zaafla hariç cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl olur.

"Diğer müspet cereyan ise ki, dahilden muvafık şeklini giyer. İsim gibi

‘dir.
Hareketi kendinedir. Tebai haricedir. Lâzım-ı mezhep, mezhep olmadığından, belki
muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müspet ve zaafına
inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir."

Sünuhat, s. 64-66.

Dediler: "Şeriat-ı garrâdaki medeniyet nasıldır?"

Dedim: "Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise
ki, medeniyet-i hazıranın inkişâından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları
yerine, müspet esaslar vaz’ eder.

"İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’-ni adalet ve tevazündür.
Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazüptür.
Cihetü’l-vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî,
sınıfîdir ki, şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı
yalnız tedâfüdür. Hayatta düsturu, cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe’ni
ittihad ve tesanüttür. Hevâ yerine hüdâdır ki, şe’ni insaniyeten terakkî ve
ruhen tekâmüldür. Hevâyı tahdit eder; nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline
bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

"Demek, biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun
cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa, İslâmdan doksan,
belki doksan beştir.

"Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayt veya muarız kalmakla hem
istinatsız, hem bütün emeğini heder, hem onun istilâsıyla istihaleye mâruz
kalmaktan ise, âkılâne davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hâdim
kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın
dostu, dost kaldıkça düşmandır.

"Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan;
birincisi dese "öl", diğeri diyecek "diril." Birinin menfaati zarar, ihtilâf,
tedennî, zaaf, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi
kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarure iktiza eder.

"Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti,
İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı."

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.

Dediler: "Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada
İslâmın sadası olacaktır!"

Sünuhat, s. 60-62.