Dialogue and Sincerity in the Thought of Said Nursi

1. Metodolojik Bir Sorun

Bu makale Said Nursi’nin hoşgörü anlayışı, "öteki" ile ilişkisi ve diyaloğun
geleceğine dairdir. Hiç şüphe yoktur ki; günümüz dünyasıyla oldukça fazlasıyla
alakadar olan bu meseleler üzerine Said Nursi’nin söylediği pek çok şey vardır,
ama ben ilk önce metodolojik bir problemden bahsederek başlamalıyım. Terimler
tarihte belli dönemlerde rağbette olurlar ve fikir alışverişi devam ettikçe ve
geliştikçe, yavaş yavaş kendi evrimlerini geçiren kabul görmüş anlamlar
yüklenirler ve daha açık ve kesin anlam kazanırlar.

Bir "terim" belirli bir tarihi dönemde popüler olmasına ve akademik alanda
kullanılmasına rağmen, bu, "kavram"ın yeni olduğu anlamına gelmez. Fikir daha
önceki çağlarda tartışılmış olabilir, ama onu anlatmak için başka terimler
kullanılmıştır. Yukarıda bahsi geçen "hoşgörü", "öteki ile ilişki" ve "diyaloğun
geleceği" terimleri buna güzel örneklerdir. Said Nursi’nin Risale-i Nur’u
yazdığı yıllarda, "öteki" ve "diyaloğun geleceği" gibi terimler günlük
konuşmanın bir parçası değildi. Said Nursi harika Kur’an yorumuna akademik bir
çalışma olarak değil, İslam inançlarını hızla modernleşen toplumlar çerçevesinde
yaşama çabası içinde olan sıradan inanan Müslümanlara pratik bir rehber olması
amacıyla yazdığı için, "diyalog" ve "öteki" gibi alışılmamış terimlerin Risale-i
Nur’da nadiren bulunması şaşırtıcı değildir. Bu nedenle, Said Nursi görüşlerini
o günün kabul görmüş terimleriyle ifade etmiş olmasına rağmen, vazifemiz Said
Nursi’nin bizim bugün "hoşgörü" ve "diyalog" dediğimiz şeyler üzerine görüş ve
tavsiyelerini keşfetmektir.

2. Risale-i Nur’a Göre Allah’ın İnsanoğlu İle Diyaloğu

Açıkça diyalogdan bahsettiği nadir bir kaç yerde Said Nursi, her şeyden önce
Allah’ın mesajını insanoğluna bildiriş yolunu düşünmektedir. Diyalog, Allah’ın
vahyinin bir hali ya da tarzı olarak görülmekte ve en güzel ifadesini Kur’an’da
bulmaktadır. Allah kelamını peygamberler vasıtasıyla bildirdiğinde, Allah,
insanları bir keşif süreciyle iştigal ettirerek bu sayede onların aksi takdirde
bilemeyeceklerini bildirip, Kelamı’nı insanlara ulaştırarak, Kur’an’la iştigal
eden kişiye de cevap vermiş olur. Kur’an’ın bu diyalogsal tabiatı, Said Nursi’ye
göre, Kur’an’ın mucizevi tabiatına bir işarettir.

"[Bir] kelâm, ‘Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?’ denilmesiyle kıymeti ve
ulviyeti ve belâgatı tezâhür etmesi noktasından, Kur’ân’ın misli olamaz ve ona
yetişilemez. Çünkü, Kur’ân bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın Halıkının
hitâbı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannûu ihsâs edecek hiçbir
emâre bulunmayan bir mükâlemesi ve [diyaloğudur]."1

Bu nedenle, diyalog kavramı, özellikle Müslümanların Kutsal Kitap’a
yaklaşımlarına şekil ve şemal vermek anlamındadır. Kur’an, sadece saklanılması
ve saygı gösterilmesi gereken kuru, eski zamanlardan kalma bir metin değil, körü
körüne takip edilmesi gereken bir kurallar manzumesi değil, belki kendi
yarattıkları hakkında insanlara onların "bilmediklerini" öğreten bir Hakim-i
Mutlak ile yapılan canlı bir sohbettir. Said Nursi’nin dediği gibi:

"Kur’ân bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın Halıkı’nın … hiçbir cihette
taklidi ve tasannûu ihsâs edecek hiçbir emâre bulunmayan bir mükâlemesi ve …
saadet-i dâreyne dâir ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbânî
maksatlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-ı İslamiyeyi taşıyan en
yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden ve koca kâinatı, bir harita,
bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip onları yapan sanatkârı
tavrıyla ifade ede[r]."2

İnsanoğlu ile devam eden diyalogdaki Allah fikri, bildirilen Kelam olarak
Kur’an’ın tabiatı ile sınırlı değildir. Said Nursi’ye göre, -ömrünün sonuna
doğru yazdığı güzel bir bölümde ifade ettiği gibi- diyalog Allah’ın yaratma
faaliyetinin değişmez halidir. İlerleyen yaşı ve yaklaşan ölümün hatırlattığı
düşüncelerle,3 rehber olması için Kur’an’daki Nur Suresi’ne (24:35) dönmüş,
sonra yaratılan harikulade şeyleri tasnif etmiş, bunları da Allah’ın muhabbet ve
şefkatinin işaretleri veya tezahürleri olarak görmüştür. O, Allah’ı kendi
takdirine şayan vasıflarını ve estetik anlayışını yansıtmak için saray gibi bir
yapıyı tasarlayan usta bir mimar olarak görmektedir.

"[Bu] kâinat denilen dünyadan, meşher-i acaip ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini
gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki, bu saray
bir aynadır; başkasının cemâlini ve kemâlini göstermek için böyle süslenmiş.
Evet, madem bu saray-ı âlemin başka emsâli yok ki, güzellikleri ondan iktibas
edip taklit edilsin. Elbette ve herhalde bunun ustası kendi zâtında ve esmâsında
kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre
yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış."4

Bu kâinat sarayını güzelleştirmek için İlahi Mimar’ın kullandığı ustalık,
yalnızca Yaratan’ın, onun bilinçli olarak farkında olabilmeye kabil
yarattıklarına bahşettikleri tarafından anlaşılabilir. Allah, kadın ve erkek
insanoğluna Allah’ı tanıma kabiliyetini bahşetmiş ve insanları Allah’ın
hediyelerine özgürce mukabele etmeleri için davet etmiştir. O, insanları Allah’a
O’nun dostları olarak bağlanmaları ve Yaratan ile bir diyalog kurmaları için
davet etmiştir. Bu nedenle, insanın dini yaşayışını belirlemesi gereken şey de
Allah’la olan dostluk ve diyaloğudur. Allah konuşur ve öğretir, ama ayrıca
dinler ve dualara cevap da verir.

"Hem zîşuur mahlûkları minnettar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe
havâlesi imkân haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini
onlara ihsan ediyor. Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden
mânevî ve kerîmâne bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostâne bir
mükâleme [diyalog] ve dualarına rahîmâne bir mukabele görünüyor."5

3. "Kurtuluş Diyaloğu" Üzerine Papa VI. Paul

Bir Hıristiyan olarak, bir dakikalığına durup, eski Papa VI. Paul’un bildirdiği
gibi, Hıristiyan inancım ışığında, Said Nursi’nin "yaratılış"ı Allah’ın
insanoğlu ile diyalogu şeklinde anlayışı üzerine düşünmek istiyorum. Papa VI.
Paul, 1964’te, Said Nursi’nin ölümünden yalnızca dört yıl sonra ve de
Bediüzzaman’ın yukarıdaki cümleleri yazmasının üzerinden henüz on yıl geçmeden,
Ecclesiam Suam adlı Katolik piskoposlara gönderdiği mektupta, insan tarihinin
Allah tarafından erkek ve kadınlarla yapılan bir "kurtuluş diyaloğu" olduğu
fikrini ayrıntılı olarak işlemiştir. Papa tarafından kullanılan bir çok tabir,
bu iki insanın düşüncelerinin benzerliğini göstermektedir.

"Bu diyaloğun yüce kaynağı Allah’ın kendi aklındadır. Din doğası gereği Allah ve
insan arasındaki belirli bir ilişkidir. İfadesini duada bulur ve dua bir
diyalogdur. Allah’ın insan ile oluşturduğu doğaüstü bağlantı olan vahiy de aynı
şekilde bir diyalog olarak görülebilir … Allah bize O’nun nasıl bilinmesini
istediğini söyler: Aşk gibi saf ve sade. Ve nasıl saygı gösterilmesi ve hizmet
edilmesi gerektiğini söylemiştir: O’nun en yüce emri aşktır. Çocuk ve sufi bu
hatasız, güvenilir diyalogda yer alması için çağrılır ve sufi orada manevi
güçleri için tam bir saha bulur."6

"Allah kurtuluş diyaloğunda kendisi inisiyatifi almıştır. Allah ilk önce bizi
sevmiştir. Biz, bu nedenle, insanlarla diyalog için başkaları tarafından
çağrılmayı beklemeden ilk talepte bulunan olmalıyız."7 "Diyaloğumuz
yapabildiğimiz kadar evrensel olmalıdır, … açıktan buna karşı çıkanlar ya da
kabul etmek için istekli gibi davrananlar hariç, herkesle alakadar olmalıdır."8
"Diyaloğumuz insanı ve tarihi gelişmenin yavaşlığının farkında olmalı ve
Allah’ın onu etkili kılacağı anı beklemelidir. Uygun vakit için hevesli olmalı
ve zamanın kıymetini hissetmeliyiz."9

4. Said Nursi’nin Hayatında ve Düşüncesinde Diyalog

Papa VI. Paul’un, dindar inananların diğerleri ile diyaloğu aramakta, Allah
insanları kurtuluş diyaloğuna girmeleri için davet ettiğinden "diğerleri
tarafından buna çağrılmayı beklemeden" önce ilk onların davranmaları görüşü; hem
Said Nursi’nin hayatına hem de Risale-i Nur’un düşüncesine iyi bir tanımlama
sağlayacaktır. Tabiatı gereği yalnızlık ve sessiz tefekküre meftun olmasına
rağmen, Said Nursi hayatında değişik görüşlerden Müslüman alimlerle, laik
yetkililer ve fikir adamlarıyla, ona sayısız konuda sorular yönelten sıradan
insanlarla ve hatta gardiyanlarla, hakimlerle ve ona zulmeden diğerleriyle
sürekli diyalog içerisindedir. Özellikle ömrünün sonuna doğru, ehl-i kitap ile
diyalog arayışı için teşebbüste bulunmuştur.

Said Nursi’nin biyografisi sürekli diyalog ile vasıflanan bir hayatın delilidir.
Onun ilk eğitimi entelektüel tartışmalara hayranlığı ile gelişmiştir. "Her ne
zaman bir fırsat olsa, özellikle uzun kış akşamlarında, Said medrese talebeleri
ve hocaları tarafından yapılan münazaralara gider ve dinlerdi. Bu münazaralar,
genellikle meşhur alimler, veliler ve eski manevi önderler hakkında olur,
genellikle muaraza ve tartışma tarzında geçerdi."10 Münazaraları dini konularla
sınırlı değildi, felsefe ve tabii ilimler üzerine de münazara ederdi. Bir
seferinde bir muallim ile muaraza neticesinde bir coğrafya kitabını hıfzetmiş,
bir başka seferde ise beş gün zarfında inorganik kimyanın temellerini elde
etmiştir.

Ancak, önce Van’da Vali Tahir Paşa’nın yanında, sonra Fatih medresesinde, sonra
Üsküp’e trenle giderken öğretmenlerle ve çok daha sonra Afyon’da mahkeme heyeti
ile olduğu gibi, onda en çok farklı fikirlerden insanlarla diyalog kurma arzusu
uyandıran şey, dini suallerdi. Şerif Mardin’in belirttiği gibi, Said Nursi’nin
ezbere dayanan ve entelektüel düşünme cesaretini kıran medrese sisteminden
memnun olmaması, onun düşüncelerini çok çeşitli dini ve siyasi görüşlerle
devamlı etkileşim ve münazara halinde geliştirmesine yol açmıştır.11

Onun hayatı, entelektüel alışveriş uzlaşımına dayanan bilgiye yaklaşımına delil
olduğu gibi, bugün asıl dikkat çeken şey onun Risale-i Nur’da telaffuz edilen
diyalog üzerine düşünceleridir. Said Nursi için, diyalog İslami toplumu
vasıflandıran bir nişan olmalıdır. Yaratıcı’dan alınan açık çağrıya ikna olmuş
Müslümanlar için, sosyal etkileşimin tüm elemanları hakikati aramak için
istihdam edilmelidir. Bu İslam tarihinin ilk devirlerinde zaten böyleydi. Said
Nursi şöyle der:

"Selef-i Sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub metâ, Halık-ı Semâvât
ve Arzın marziyâtlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbât etmek ve nur-u
nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki
saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi. … İşte, o zamanda
zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin
marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimâiyât-ı beşeriyenin sohbetleri,
muhâvereleri, vukuâtları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden,
her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak
her şeyden bir ders-i mârifet alır. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuât ve
muhâverâttan taallüm ediyordu. Güyâ her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip,
onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad ihzârını telkin ediyordu."12

Ancak Said Nursi, bu tür diyaloğun, daha az önemli olmamasına rağmen, çağımızda
daha fazla müşkül hale dönüşmesine üzülmektedir. Çağımız insanları manevi
hayattan çoğunlukla kopmuş ve dikkatleri bir çok yöne dağılmıştır. Dinler arası
diyalog, ilgili herkesin Yaratıcı’nın istek ve emirlerini anlamak arzularında
ciddi olduklarını varsayar, ancak yine de çağımız insanları çoğunlukla gerçek
bilginin kaynağından yabancılaşmaktadır.

"Ammâ şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin
tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb
dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir; zihinler mâneviyâta karşı
yabânîleşmiştir."13

İyi irtibat şeklindeki diyalog münasebetleri, Said Nursi’nin teolojik söyleme
yaklaşımını belirler. Münazarada gayeleri sadece zekavetleri ve alimlikleriyle
diğerlerini etkilemek ya da kendilerine üstünlük makamı iddia etmek olan
kişilere karşı tahammülsüz ve eleştirel olmuştur.14 Samimi diyalog, dinleyenin
bilgisini, temelini ve tahminlerini dikkate alan ilahi vahyin yolunu takip
etmelidir. Allah "zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hâtırâtını
bilir idare eder … tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet
mertebesini ve avâmın fehmini nazara alan o basit ve cüz’î muhavere, o tarz ile
ulvî ve câzibedar ve umumî ve irşadkâr bir mükâlemeye döner."15 Bu nedenle,
Risale-i Nur’un fikirlerini ayrıntılı incelerken, Said Nursi, okuyucuyu
etkilemeyi hedefleyen alimane bir tarzdan ziyade, "basit ve avam lisanıyla ve
vazıh bir tarz"16 benimsemiştir.

Diyalogda kişinin söylediğini muhatabının ihtiyacına göre uyarlaması meselesini,
Said Nursi, Kur’an’ı Kerim’de de belirtildiği üzere, Hz. Muhammed’in hitabındaki
model olarak görmektedir.

"Amma, Medeniye sûre ve âyetlerde, birinci safta muhatap ve muarızları ise,
Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasârâ gibi ehl-i kitap olduğundan, mukteza-yı
belâğat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vâzıh ve
tafsilli ve üslûpla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usulünü ve imanın
rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatta ve ahkâmda ve teferruatın
ve küllî kanunların menşeleri ve sebepleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım
geldiğinden, o Medeniye sûre ve âyetlerde, ekseriyetle tafsil ve izah ve sade
üslûpla beyanat içinde, Kur’ân’a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o
cüz’î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir
hüccet ve o cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisâlini iman-ı billâh
ile temin eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve imaniyeyi ve uhreviyeyi zikreder, o
makamı nurlandırır, ulvîleştirir."17

Said Nursi, diyaloğun sınırlarına ait önemli bir şey söylemiştir. Diyalogda,
kişi inanmayan birine karşı imani meseleleri ispat edemez. Kişi açıkça imanın
öğrettiklerini açıklamaya ve bu imanın Allah’ın nasıl bir nimeti olduğunu
göstermeye çalışır, ancak dini öğretilerin durumlarını hiç dini inancı olmayan
birine göstermek mümkün değildir. Mirac-ı Nebeviye’ye (asm) dair meselede, Said
Nursi şöyle demektedir:

"Mi’rac meselesi, erkân-ı imâniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir
ve erkân-ı imâniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imâniyeyi kabul
etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü, Allah’ı
bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın
vücudunu inkâr eden adamlara Mi’racdan bahsedilmez. Evvelâ o erkânı ispat etmek
lâzım geliyor. Öyle ise biz, Mi’racda istibat ile vesveseye düşen bir mümini
muhatap ittihaz ederek, ona karşı beyân edeceğiz. Ara sıra makam-ı istimâda olan
mülhidi nazara alıp, serd-i kelâm edeceğiz."18

Said Nursi diyalogda ikinci önemli bir sınırdan bahseder. Kişi imani meseleler
hakkında münakaşa etmemelidir. Dini inanç Allah’tan geldiği için, her inanan
tarafından sahip olunan iman esasları da mukaddestir. Bunlar, doğrudan inananın
Allah’la olan ilişkisiyle alakadar meselelerdir ve bu nedenle, siyasi ve
iktisadi ilişkilerde yaygın olan aynı çeşit tartışmalara maruz bırakılmamalıdır.
İmani meseleleri münasip saygı ve hürmetle tartışmaya müsaade vardır, ancak
insanlar, onlar hakkında dünyevi meseleler hakkında yaptıkları gibi bir
tartışmaya girmemelidir.

Bir keresinde, bazı talebeler Said Nursi’ye münakaşa tarzında sorular sormuş ve
onu münakaşaya çekmek istemiş. Said Nursi münakaşaya girmeyi reddetmiş, ama
birkaç gün sonra, sinirler yatışınca, kendine sorulan suallere mukni bir cevap
hazırlamış ve dinleyenlere görüşlerini bir gazete makalesi okur gibi değil, bir
inananın diğeriyle paylaşımı olarak göz önüne almalarını tavsiye etmiştir.

"O gece benden sual ettiniz; ben cevabını vermedim. Çünkü, mesâil-i imaniyenin
münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz.
Şimdilik, münakaşanızın esası olan üç sualinize gayet muhtasar bir cevap
yazıyorum. Tafsilini, Eczacı Efendinin isimlerini yazmış olduğu Sözlerde
bulursunuz. Yalnız, kader ve cüz-ü ihtiyarîye ait Yirmi Altıncı Söz hatırıma
gelmemişti, size söylememiştim. Ona da bakınız; fakat gazete gibi okumayınız."19

5. Müslümanlar ve Hıristiyanlar Arasında Diyalog

İstanbul’da 1988 Eylül’ünde, Dördüncü Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nda,
bu konuyla alakalı "Bediüzzaman Said Nursi’nin düşüncesinde Müslüman-Hıristiyan
Diyaloğu ve İşbirliği"20 isimli bir metin sunmuştum. O sunumda söylediklerimi
tekrarlamayacağım, ancak şu zamandaki dünya şartlarında dinler arası diyaloğa
olan ihtiyaçla ilgili olduğuna inandığım bir kaç noktayı belirtmek istiyorum.

Meslek hayatının başında Said Nursi, bir yandan samimi inanan Hıristiyanlar ile,
diğer taraftan, ismen "Hıristiyan" olup gerçekte ladini ve materyalist olarak
gördüğü Batı medeniyetinin ayırt edilmesi gereğini vurgulamıştır. Risale-i
Nur’da defalarca, Said Nursi Müslümanların düşmanının tüm Hıristiyanlar
olmadığını, aksine hakiki Müslüman ve hakiki Hıristiyanların, Allah’a inanmayı
ve Allah’a imanla mukabele etmeyi reddetmek olan, insan toplumuna karşı gerçek
tehlikenin karşısında durmak için birbirlerini müttefik olarak görmeleri
gerektiğini tasdik etmiştir. Eğer Müslümanlar ve Hıristiyanlar modern dünyada
iman esaslarını savunmak için çalışmak amacıyla bir araya gelirlerse,
birbirlerine karşı eskiden kalma münakaşa sebebi tartışmaları ve zarar verici
tavırları aşarak, bu iki dinin mensuplarını bölen meselelerin tartışmasını, en
azından şimdilik, bir kenara bırakmalılardır. Said Nursi, bunun sadece onun
kendi görüşü olmayıp, Hz. Peygamber’den rivayet edilen sahih hadislere dayanan
İslami mirasın bir parçası olduğunu vurgulamıştır. Said Nursi şöyle der:

"Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân
ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi;
şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı,
meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî
dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa
ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka
muhtaçtırlar."21

Bu bölümün Said Nursi tarafından ihlas ile harekete dair Dokuz Emir’e haşiye
olarak eklenmesi ilginçtir. Said Nursi’nin diyalog görüşünü anlamak için bu
emirler alakadar olduğundan, onları buraya ekliyorum:

"1. Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket
etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine
müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.

"2. Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı
muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp
ittifak ederek,

"3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde
hakkı ise, ‘Mesleğim haktır,’ yahut ‘daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa, başkasının
mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden ‘Hak yalnız benim
mesleğimdir’ veyahut ‘Güzel benim meşrebimdir’ diyemez olan insaf düsturunu
rehber etmek,

"4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin
bir medarı olduğunu düşünmekle, [yani; Allah ittifak için çalışanlara mağfiret
edecektir]

"5. Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat suretindeki
kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye
karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak
tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i
dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek, [yani; hak sonunda galip
gelecektir]

"6. Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için, [yani; ilimle ya da kalemle
cihad]

"7. Nefsini ve enâniyetini,

"8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,

"9. Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanır,
vazifesini hakkıyla ifa eder."22

Bu Dokuz Emir’de Said Nursi, öncelikle ihlası elde ederek nasıl Ümmet-i
İslamiye’nin birliğinin kurulup korunabileceğini göstermeye çalışmıştır. Değişik
görüş açılarının toplumda bölünmeye, ihtilafa ve düşmanlığa sebep olmasına gerek
yoktur. Eğer her bir Müslüman, kişisel görüşlerine ters düşse bile, diğerlerinin
hakikatten bir parçaya sahip olduğunu kabul etmek için istekli olursa, düşünce
ayrılıklarına rağmen birlik sağlanabilir. Said Nursi’nin diğerlerine ve farklı
görüşlere karşı olumlu hoşgörü anlayışının bu ihlasa dair Dokuz Emir’de
özetlendiği söylenebilir.

Yukarıda bahsi geçen Dokuz Emir’in sonundaki hadise ilaveten, Said Nursi bu
prensiplerin sadece Müslümanların birbirlerine karşı davranış şekillerini ifade
etmekte değil, aynı zamanda Müslümanların samimi ve dindar Hıristiyanlara karşı
-şunu da eklemeliyim ki; Hıristiyanların da samimi ve dindar Müslümanlara karşı-
nasıl davranmaları gerektiğini de ifade etmektedir.

İzah edilmesi gereken bir nokta ise Said Nursi’nin "mütecaviz dinsizlik"i
çağımız insanının en tehlikeli düşmanı olarak görmesidir. Said Nursi zamanı
geriye çevirmeye, geçmişin nostaljisi üzerine kurulu geleneksel bir yaşam
tarzına geri dönmeye çalışmamaktadır. Said Nursi, kaynaklarını toplumun
gelişimini etkileyen nübüvvet geleneğine dayandırdığı modern medeniyetin bir çok
iyi yönünü kabul etmiştir.

Ancak, modern hayatta ayrıca eğer peşinden gidilirse çağımız insanlarını
peygamberlerin öğretilerindeki köklerinden yabancılaştırarak, aslında onları
kendi hakiki tabiatlarından yabancılaştıracak olumsuz bir akım da vardır. Bu
olumsuz eğilim, Allah’ı ya doğrudan inkâr eden, ya da daha çoğunlukla Allah’ın
peygamberleri ile bildirdiği mesajları basitçe görmezden gelen ve dini sosyal
hayatın sınırlarının dışına iten radikal bir dünyevileşme olarak
adlandırılabilir.23 Çağımız insanını zevk düşkünü tüketiciler seviyesine indiren
bu yıkıcı ideolojiye karşı, dindar inançlı Müslümanlar ve Hıristiyanlar birlikte
mücadele etmelidirler.

Son olarak, Said Nursi’nin modern çoğulcu toplumlardaki Müslümanlar,
Hıristiyanlar ve Yahudiler hakkındaki görüşüne dikkat çekmek istiyorum. Diyalog
her yerde -kimin yönetip kimin yönetildiği fark etmez- dini grupların beraber
yaşama şekillerini tanımlamalıdır. Said Nursi dinen tecrit edilmiş toplumlardan
yana değildir, her bireyin ve dini topluluğun kendilerine uygun özgürlükleri
için geri verilemez haklarının olduğu toplumları savunmuştur. Bu hak yöneticiler
tarafından saygı gösterilmesi gereken ve yalnızca insanların sosyal düzene uymak
ve katkıda bulunmak için istekliliği ile sınırlanan bir haktır. Risale-i Nur’a
çalışanların bu nedenle toplumda sorun ve ihtilaf çıkarmaktan beri olduğunu
eklemiştir.

"Ve Mecusi hâkimiyeti altında Müslümanlar ve hükûmet-i İslâmiye-i Ömeriyede
Yahudiler ve Hıristiyanlar bulunması ve âsâyişe ve idareye ilişmeyenin
hürriyet-i şahsiyesi her hükûmette vardır ve ilişilmez. Ve hükûmet ele bakar,
kalbe bakmaz … Elbette ve elbette, hikmet-i hükûmet ve kanun-u siyaset ve
düstur-u adâlet bana ve benim gibi kardeşlerime ilişemez. Ve ilişen, herhalde ya
evhamından, ya garazından veya inadından ilişir."24

6. Sonuç: Hoşgörünün Gerçek Anlamı

Yukarıda ifade edilenlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, Said Nursi’nin
savunduğu şey, sadece Risale-i Nur talebelerine ve diğer Müslümanlara karşı
değil, Hıristiyanlara ve görünüşü farklı olan diğer inanlara karşı insani
münasebetlerde hoşgörüdür. Hoşgörü iki anlama gelebilen bir terimdir ve bu
nedenle bazıları bu terimi kullanmamayı tercih eder. Hoşgörü, birisinden
kurtulmak istemesine rağmen ona tahammül etmek anlamına da gelebilir. Kişinin
dişlerini gıcırdatıp öfkesini bastırdığı bu tür bir hoşgörü erdemli değildir.

Bu, Said Nursi’nin hoşgörü ile kastettiği şey değildir. O, hoşgörüyü diğerinin
hataları ve farklılıklarına rağmen onu kabul etmek olarak görmektedir. Bu
bağlamda, hoşgörü diğerinin olduğu gibi olmasına müsaade etmek ve onu kendisi
gibi yapmaya çalışmamak anlamına gelmektedir. Bu, yanılma ve hata yapmanın
insanın doğasında olduğunu ve diğerlerinin hatalarını rahmet ve merhamet sahibi
olan Allah’ın yapacağından daha sert bir şekilde yargılamamamız gerektiğini fark
etmek anlamına gelmektedir. Risale-i Nur’da, Said Nursi sık sık ihvanlarından
onun hatalarına, yanlışlarına veya kusurlarına "nazar-ı insaf ve müsâmaha ile
bakmalarını" istemiştir.25 Said Nursi, "ellerinden gelirse, ıslâhlarını ve
mâğfiret ile [ona] duâ eylemelerini" istemiştir.26 Ona sadece tahammül
etmelerini değil, onu kendileri gibi mükemmel olmayan bir kardeş olarak kabul
etmelerini istemiştir. Said Nursi’nin öğrettiği bu çeşit bir hoşgörü bugün
dünyamızda çok fazla ihtiyaç duyulan bir şeydir.

Dipnotlar

1. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, s. 413.

2. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, s. 413.

3. Şualar, Dördüncü Şua, Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, s. 63.

4. Şualar, Dördüncü Şua, s. 73.

5. Şualar, Dördüncü Şua, s. 74.

6. Papa VI. Paul, Ecclesiam Suam, Vatican City, 1964, par. 70.

7. A.g.e., par. 72.

8. A.g.e., par. 76.

9. A.g.e., par. 77.

10. Said Nursi, Bediüzzaman Said Nursi: the Author of the Risale-i Nur,
Türkçe’den çeviren Şükran Vahide,
s. 4.

11. Şerif Mardin, Religion and Social Change in Modern Turkey: the Case of
Bediüzzaman Said Nursi, SUNY, 989, s. 68-69.

12. Sözler, Yirmi Yedinci Söz, s. 443.

13. Sözler, Yirmi Yedinci Söz, s. 443.

14. Sözler, Yirmi Yedinci Söz, Hatime, s. 447.

15. Şualar, On Birinci Şua, Emirdağ Çiçeği,
s. 223.

16. Sözler, Onuncu Söz, s. 52.

17. Şualar, On Birinci Şua, Emirdağ Çiçeği,
s. 222.

18. Sözler, Otuz Birinci Söz, İhtar, s. 514.

19. Mektubat, On İkinci Mektup, s. 46.

20. Thomas Michel, S.J., "Muslim-Christian Dialogue and Cooperation in the
Thought of Bediuzzaman Said Nursi", Three Papers from the Fourth International
Symposium on Bediuzzaman Said Nursi, İstanbul, 1998.

21. Yirminci Lem’a, İkinci Sebep, Dokuz Emir’in Haşiye’si, s. 155.

22. Yirminci Lem’a, İkinci Sebep, Dokuz Emir, s. 155.

23. On Yedinci Lem’a, Beşinci Nota, s. 119.

24. Şualar, On Dördüncü Şua, s. 312-313

25. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, s. 328.

26. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, İhtar, s. 631.