II. National Congress of Risale-i Nur – “Science and Religion” [Final Declarations]
Bu bildiride, ilk olarak İslami gelenekte Kur'an'ı anlama ve yorumlama farklılıklarına
dikkat çekilecek ve Bediüzzaman'ın bu gelenek içindeki yeri belirlenecek, daha sonra
Bediüzzaman'ın genel yaklaşımlarından hareketle demokratik bir siyasal yapının teolojik,
ahlaki, hukuki temelleri belirlenmeye çalışılacaktır.
Konuyu analize başlamadan önce, demokrasi kavramı üzerinde kısaca durmakta yarar
vardır. Burada demokrasi kavramından "evrensel politik ilkeleri", yani bireylerin
istedikleri kişileri temsilci olarak seçebilme ve istemedikleri takdirde görevden
alabilme hakkına sahip bulunmalarını güvence altına alan bir politik mekanizmayı
kastediyoruz. Buna göre, demokrasi bireylerin seçme ve seçilme hakkını kabul eden,
tüm dini ve kültürel ortamlara uygulanabilir akıcı, esnek, dinamik bir yönetim tarzıdır.
İslam ve demokrasi kavramları, bazılarınca birbirini dışlayan kavramlardır ve
hatta birbirini yok eden mekanizmalardır; dolayısıyla onlara göre ya İslam vardır
ya da demokrasi. Yani İslami bir demokrasi pratikte mümkün değildir! Bu iddiaların
temelinde, demokrasiyle sekülerliği özdeş sayma hatası yatmaktadır. Oysa sekülerlik
ya da sekülerleşme ile sekülarizm arasında önemli fark vardır. Sekülerleşme; genel
olarak rasyonelleşme, endüstrileşme, kentleşme, bilimselleşme ve demokratikleşme
süreçlerini içerirken, sekülarizm ise din karşıtı bir ideolojidir. Diğer bir deyişle,
sekülarizm, yukarıda sayılan süreçlerin bir kısmını taşımakla birlikte kendi felsefi
ve ahlaki ilkelerini dini ilkeler yerine ikame etmek isteyen din-karşıtı "izm"lerden
birisidir. Sekülarizm, her zaman rasyonelleşme ve demokratikleşme ilkelerini taşımayabilir.
Saddam rejimi seküler bir rejimdi, ama demokratik bir rejim değildi. İngiliz rejimi
demokratik bir rejim ama aynı zamanda dini bir rejim de.
Bu ayrımı dikkate alarak yaklaştığımızda, Bediüzzaman'ın; rasyonellik, kentleşme,
endüstrileşme, bilimselleşme ve demokratikleşmeyi onayladığını, İslam'la bunların
çelişmeyeceğini düşündüğünü söyleyebiliriz.
İslami Gelenekte Kur'an'ı Anlama Yöntemleri
Bediüzzaman'ın özellikle demokrasi konusundaki bakış açısını incelemeye başlamadan
önce, onun genel olarak Kur'an'ı yorumlama biçimine kısaca göz atmak faydalı olacaktır.
Bilindiği gibi, Kur'an Allah'tan Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygambere belli aralıklarla
indirilmiş bir vahiy metnidir. İçinde anlamı tevil ve tefsire gerek duyulmayacak
kadar apaçık (muhkem) ayetler olduğu gibi, tevil ve yeniden yorumlamaya gerek olan
anlamı gizli (müteşabih) ayetler de vardır. Müteşabih ayetlerin nasıl anlaşılması
konusunda İslami gelenekte geniş bir zenginlik ve çoğulculuk vardır; farklı eğilimleri
bulmak mümkündür. Burada gerçekten metnin zahirinden ziyade derinliklerinde keyfice
anlam arayan İsmaili Batıniliğinden, Farabi felsefesine, çeşit çeşit İbn-i Rüsdçülüğe,
İbn-i Arabi tasavvufuna kadar adeta sınır tanımayan filozof ve mutasavvıflardan;
metnin zahirinden hiçbir şekilde sapmak istemeyen ve herhangi bir tevil ve tefsire
başvurmayı dinin tahribi olarak gören aşırı liberalist akımlara; bu iki aşırı uç
arasında belli akli ilkeler çerçevesinde Kur'anı anlamaya çalışan Maturidi-Eşari
ve belli ölçüde Caferi çizgide ılımlı alimlere kadar çok geniş bir yelpaze vardır.
Bu yelpaze içinde Bediüzzaman'ın yerini, modern çağın ihtiyaç ve bilgi seviyesini
dikkate alan ve bu nedenle hem felasife geleneğinin meşşai ve işraki eğilimlerinden,
hem de teorik ve pratik tasavvufun tüm zenginliklerinden ve esnekliklerinden geniş
ölçüde yararlanan Maveraünnehr-Osmanlı-Maturidiciliğinin yeniden yorumlanması şeklinde
düşünmek mümkündür.
Bediüzzaman'ın Kur'an'ı Anlama ve Yorumlama Yöntemi
Bediüzzaman, dinsel ve kültürel çoğulculuğun baskın olduğu bir toplumun üyesiydi.
Özellikle onun da bağlı olduğu Maveraünnehr-Osmanlı-Maturidi geleneği dinsel, kültürel
ve etnik çoğulculuğun temel yapı olduğu bir gelenekti.
Bu geleneğin modern çağa uygun yeniden üretilmesi misyonunu üstlenen Bediüzzaman'ın
tüm yaklaşımları ve içtihatları da doğal olarak kültürel ve dinsel çoğulculuk eksenli
olacaktı. Bu yönüyle onun tezleri ulusçu bir toplumda gerçekten zor anlaşılır ve
kabul edilebilir tezlerdi.
Yaşadığı realiteden hareketle Bediüzzaman; Kur'an'ı kültürel, dinsel ve etnik
çoğulculuk eksenli okumuş ve yorumlamıştır. Mesela: 'Ey iman edenler! Yahudi ve
Hıristiyanları dost edinmeyin' (Maide/51) ayetini tefsir ederken hareket noktaları
son derece ilginçtir. Ona göre:
1- Öncelikle, ayetin anlamı apaçık olmalıdır, oysa bu ayet tevil ve yoruma açıktır.
2- İlgili ayet "umumi" değildir, "mutlak"tır; mutlak, sınırlanıp kayıtlanabilir,
zaman büyük bir müfessirdir, kaydını ve sınırını ortaya koyduğunda ona kimse itiraz
edemez.
3- Buradaki "illet", yani dost olmama nedeni, sadece Yahudilik ve Hıristiyanlık
sıfatlarıdır. Yani, kişinin sadece, dostluğunu Yahudi ve Hıristiyan olmasına bina
etmektir; oysa insanda başka çok sayıda vasıf vardır, o güzel vasıflarından dolayı
dost olmakta bir sakınca yoktur.
4- İslamiyet Müslümanların ehl-i kitapla evlenmesine izin vermiştir, evlilik
sevgi üzerine kurulan bir ilişkidir, eşi Hıristiyan veya Yahudi olan bir Müslüman'ın
elbette onu sevmesi tabiidir.
5- Her Müslüman'ın tüm sıfatları Müslümanca olmayabileceği gibi, her Müslüman
olmayanın tüm sıfatları da kafirce değildir; Müslüman olanların bazı sıfatları kafirce
olduğu gibi, Müslüman olmayanların bazı sıfatları da Müslümanca olabilir. Bir gayr-i
Müslimin Müslümanca olan bir sıfatını sevmek, taklit etmek, sanatını almak neden
caiz olmasın?
6- Her cağın ilişkileri, kavramları çağının ruhundan etkilenir, çağın genel karakterinden
anlam kazanır. Hz. Peygamber döneminde büyük bir dini inkılap gerçekleşti. Tüm zihinler
dine kilitlendiğinden sevgiler, düşmanlıklar, dostluklar din eksenli idi. Böyle
bir ortamda Müslüman olmayanlara sevgi ve ilgiden, doğal olarak bir nifak kokusu
gelirdi. Ancak cağımızda egemen olan ilişkiler din merkezli değil, ekonomik, politik
ve bilimsel merkezlidir. Çağımızda tüm zihinler dünyasal gelişmelerle ilgilidir.
Zaten Hıristiyan ve Yahudiler de geniş ölçüde dinlerinden uzaklaşmış, daha ziyade
ekonomik ve bilimsel gelişmelere öncelik vermektedir. Dolayısıyla, onlarla dost
olmak dinsel-merkezli değil ekonomik, politik ve bilimsel dostluktur. Ekonomi, politika
ve bilim alanlarında dostluklar kurmak ise dünyanın imarı ve gelişmesine çalışmak
ve küresel sulhu sağlamaktır, bu ise neden yasak olsun?
Bediüzzaman'ın ilgili ayeti bu şekilde tefsir etmesi günümüzde farklı din mensupları
arasında diyalog faaliyetlerinin dini kaynaklarından biri olmuştur. Bu tefsir sayesinde
Müslümanlar Batı'da ciddi açılım imkanları bulmuşlardır. Bu açılım giderek hem yaygınlaşmakta
hem de derinleşmektedir, belki de bu tefsir tarzı küremizde 'medeniyetler çatışması'
değil, 'medeniyetler uzlaşması'nı doğuracaktır.
Bediüzzaman, teolojik insan hürriyeti yorumunda da yine Maveraünnehr-Osmanlı-
Maturidi geleneğine bağlıydı. Cenab-ı Hakk'ın kudret ve iradesine bir sınırlama
getirmeden insan hürriyetini teolojik açıdan güvence altına alan Gelenbevi-Muhammed
İzmiri-Taftazani- Sadruşşeria çizgisiyle uyum içerisindeydi. Ancak genel eğilimden
farklı olarak Bediüzzaman, çağının gelişmelerini de dikkate alarak insan hürriyetini
ahlak, politika ve dini iç tecrübe bağlamında önemli ölçüde derinleştirmiştir. Hatta
insanın tüm dini inkişafını sahip bulunduğu hürriyet derecesiyle özdeş sayacak kadar
hürriyeti önemsemiştir. Ona göre hürriyet imanın bir hassasıdır, zira, "rabıta-i
iman ile sultan-ı kainata hizmetkar olan adam başkasına tezellül ile tenezzül etmeye
ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye izzet ve şehamet-i imaniyyesi
bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi şefkat-i imaniyesi
bırakmaz."
Bediüzzaman'a Göre Demokrasinin İslam Toplumunda Uygulanabilirliği
Bediüzzaman'ın düşüncesinde demokratik sistemin Müslüman toplumuna uygulanabilirliğini
belirleyebilmek için demokrasinin teolojik, ahlaki ve hukuki temellerini belirlememiz
gerekir. Burada ilk olarak Bediüzzaman'ın teolojik felsefesinde 'mülk'-'melekut'
ve 'tekvini yasalar'-'şer'i yasalar' ayrımını incelemememiz gerekir.
Mülk-Melekut Ayrımı
Bediüzzaman'a göre "alem-i mülk" hukuk, ahlak ve eylem alanıdır, "alem-i melekut"
ise itikat ve tevekkül alanıdır. Mümin, Allah'ın sonsuz gücü, ilmi, iradesi ve hikmeti
olduğuna inanmak durumundadır. Allah, her şeyin yaratıcısı, rızık vericisi, düzenleyicisi
ve rabbidir. Cenab-ı Hakk her an faal ve kayyumdur, o asla unutmaz, uyuklamaz, gaflete
düşmez.
Ancak Cenab-ı Hakk hikmeti gereği bir de bu mülk alemini yaratmıştır. İçinde
yaşadığımız dünya alem-i mülktür. Özellikle insana mülk aleminde diğer varlıklardan
farklı olarak önemli bir özerk alan vermiştir. O özerk alanda insan tamamen serbesttir.
Aynı şekilde alem-i mülkte her şey rasyonel bir şekilde işler. Çünkü bu dünyada
Cenab-ı Hakk'ın hikmeti geçerlidir, her şey belli bir sebebin neticesidir; doğa
kanunları, beşeri hukuk sistemleri, ahlak sistemi, ekonomik ve politik kanunlar
bağımsızca işler. İnsanlar irade ve akıl sahibidirler, dolayısıyla yaptıklarından
hem ahlaki olarak, hem de hukuki olarak sorumludurlar. Allah'ın kudret ve ilminin
her şeyi kuşatmış olması, insanların eylem alanlarını sınırlamaz ve seçim imkanını
ortadan kaldırmaz. İnsan kendi özgür iradesiyle serbestçe alternatifler arasında
seçim yapar ve yürürlüğe koyar. 'Yaptığım şeyi Allah biliyordu ve irade ediyordu'
demenin hukuki, ekonomik, politik ve ahlaki bir değeri yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk
sadece insana bir taraftan akıl ve irade vermiş, öbür taraftan da onları destekler,
aydınlatır tarzda vahiy göndermiştir ve ekonomik, politik ve kültürel alanda kendi
düzenini kendisinin kurmasına imkan tanımıştır. Aklın ve vahyin kılavuzluğunda siyasal
ve ekonomik bir düzen kurarsa onun olumlu sonuçlarından hem bu dünyada, hem de öbür
dünyada yararlanacaktır; akıl ve vahyin ilkelerini dikkate almadan kaba hayvansal
içgüdülerinin egemenliğinde düzenler kurarsa onun politik, ekonomik ve sosyal sonuçlarını
da olumsuz olarak yine kendisi yüklenecektir.
Öte yandan politik alanda egemen olan insandır. Hakimiyet insana aittir. Bu,
hukuki alanda insanın mülk sahibi olması gibidir. Tüm kainatın Allah'ın mülkü olması,
nasıl ki, hukuk önünde insanın mülk sahibi olmasına engel değildir, sahip olduğu
mülk üzerinde tasarruf yetkisi vardır, politik alanda da insanın hakimiyet sahibi
olması, Allah'ın hakimiyetiyle çelişmez. Kişi sahip bulunduğu insanlık özelliğine
dayanarak istediği kimseyi serbest iradesiyle temsilci olarak ya da devlet başkanı
olarak seçebilir, hoşuna gitmediği zaman da görevden uzaklaştırabilir.
Bu yaklaşımdan hareketle şunu söylememiz mümkündür. İnsan aklın ve vahyin öngördüğü
evrensel adalet, hakkaniyet, refah, insan haysiyetinin olumlu yönde iyileştirilmesi
gibi ilkeleri gerçekleştirecek ortak bir politik düzen kurmak zorundadır. Kur'an
ve sünnette bu düzenin kesin tanımı yapılmamış, doğrudan insan aklına havale edilmiştir.
İnsan oğlunun bugüne kadar geliştirdiği rejimler içerisinde demokratik rejim, adalet,
hürriyet, ekonomik ve sosyal gelişme için en uygun sistemlerden biridir.
Tekvini Yasa-Şer'i Yasa Ayrımı
Bediüzzaman'ın diğer başka ilginç bir ayrımı da "tekvini-şer'i yasa" ayrımıdır.
Bu ayrım, demokratik rejimin teolojik ve ahlaki temelleri için son derece önemlidir.
İlgili yaklaşıma göre Cenab-ı Hakk'ın kainatta iki çeşit yasası vardır, biri tekvini,
diğeri şer'i. Şer'i yasa bildiğimiz vahiyle gelen yasalardır. Namaz, oruç, zekat
gibi… Tekvini yasa, şer'i yasaya göre kapsam ve mertebe bakımından daha geniş
ve derindir. Tekvini yasa, inanan inanmayan ayrımı yapmaz, herkes için geçerlidir.
Mesela, şefkat böyle bir ilkedir. Bu ilke tüm canlılar için geçerlidir. Bediüzzaman'ın
verdiği örneğe göre, şefkat ilkesine uymayan bir çocuk bir kuşu oldürür, bu ilkeyi
çiğner, sonra bir yerden düşer başı kırılır ve cezasını çekmiş olur. Aynı şekilde
bir kaplan, kendi doğal ve helal rızkı olan ölmüş hayvanlarla yetinmez, canlı bir
ceylanı avlayıp yedirirse, bir avcının kurşununa hedef olur cezasını çeker.
Disiplinli çalışma ilkesi de tekvini bir ilkedir. Mesela, bir inanan bu ilkeye
riayet etmez, tembellik yaparsa, bunun cezası olarak sefalete düşer; buna karşılık
bir inançsız adam bu ilkeye riayet eder disiplinli şekilde çalışırsa, ekonomik refahını
arttırır, mülk sahibi olur ve mümini emrinde çalıştırır. Çünkü çalışmanın sonucu
refah ve zenginlik, tembelliğin karşılığı ise sefalettir.
Politik alanda adalet, istişare gibi ilkeler toplumdan topluma değişmeyen evrensel
ilkelerdir. Kur'an'da 'Allah adaleti emreder..' denilerek mevcut olan bir yasanın
harekete geçirilmesi emredilmektedir. Yoksa, adalet vahiyle birlikte ortaya çıkan
bir ilke değildir. Aynı şekilde 'tüm işleri onlarla istişare et..' emri de vahiyden
bağımsız evrensel tekvini yasaya dahil olan bir politik sorumluluktur.
Bu yasayı hayata geçiren toplumlar insan hak ve hürriyetini, ekonomik ve sosyal
güvenceyi, bireyin seçme ve seçilme hakkını, öğrenme ve öğretme hakkını, kazanma
ve harcama hakkını güvence altına alacak bir politik organizasyon kurabilir ve böylece
bireylerin potansiyel enerjilerini aktif hale getirmeyi başarır, böylelikle toplumlarının
refah ve mutluluğunu arttırabilirler; buna karşılık bu ilkeleri dikkate almayan
toplumlar -adı Müslüman da olsa- otokratik güçlerin elinde tüm enerjilerini heba
edebilirler.
Hukuki Temelleri
Kur'an'ın ruhundan süzülmüş İslam'ın en üst ilkeleri, can ve mal güvenliği, nesil,
din ve akıl güvenliğidir. Bu ilkeler yüzlerce ayet ve hadisin ruhundan sağılmış
ilkelerdir. Bunlara usul dilinde 'makasıduşşeria' denilmektedir. İslam'ın ulaşmak
istediği temel hedeflerdir. Tüm içtihatların ve düzenlemelerin bu ilkelerle uyumlu
olması gerekir. Bu ilkelerden biriyle çelişen herhangi bir içtihat ya da politika
geçersizdir.
Bu ilkeler çerçevesinde bakıldığında bireylerin can ve mallarını, nesil ve nefislerini,
din ve akıllarını optimum ölçüde güvenceye alacak yönetim biçimi hangisiyse Müslümanların
onu kabullenmeleri gerekir.
Günümüz şartları içinde bireylerin ilgili değerlerini en etkili tarzda güvence
altına alabilecekleri yönetim biçimi şüphesiz demokrasidir. Dolayısıyla Müslümanların
politik sistemleri de demokratik olmalıdır.
Yukarıdaki ilkeler evrensel ilkelerdir, bu ilkelere paralel başka alt ilkeler
de mevcuttur. Bediüzzaman'ın dikkat çektiği ilkelerden en önemlileri icma-i ümmet,
efkar-i amme ve maslahat-i mürsele ilkeleridir. Hanefi mezhebine göre bir meselede
Müslümanların çoğunluğunun ittifakı, icma'ın gerçekleşmesi için yeterli sebeptir.
Böyle bir durumda ittifak edilen konuyu toplum olarak yürürlüğe koymamak Kur'an'la
belirlenen bir emri yürürlüğe koymamak gibidir.
Bu ilkeden hareketle, şayet Müslümanların ekseriyeti (bazı müçtehitlere göre
o sınırlar içinde yaşayan gayr-i Müslimler de dahil tüm sakinler) mesela, politik
rejim olarak parlamenter demokrasiyi arzu ediyorlarsa böyle bir durumunda bu talebi
yerine getirmek aynı zamanda dini bir vecibedir.
Diğer hukuki ilkeler, maslahat-ı mürsele, istihsan ve örf ilkeleridir. İlgili
ilkeler, toplumun yararına olan şeylerin hukuken de meşru olduğunu ifade eder. Şayet
bir konuda Kur'an ve Sünnette açık bir hüküm yoksa ve yeni durum toplumun yararına
ise yine o Kur'an ve Sünnette emredilmiş gibi, dini bir meşruiyet kaynağıdır. Çünkü,
Hz. Peygamber, 'Müminlerin güzel gördüğünü Allah da güzel görür' buyurmuştur. Aynı
şekilde başka bir hadisinde 'Ümmetim sapıklık üzerine ittifak etmez' diyerek ümmetin
ittifakını meşru bir kaynak olarak değerlendirmiştir.
Bu hadise göre toplum politik sistem olarak demokratik sistemi benimsemiş ise
o sistem aynı zamanda Allah'ın rızasına uygun sistemdir.
Sonuç olarak; Bediüzzaman tarihin küreselleşme yönündeki akışını çok önceden
görmüş, dünyada ortaya çıkacak çok kültürlülük olgusuna Kur'ani bir meşruiyet kazandırmıştır.
Aynı zamanda farklı din mensupları arasındaki diyalogun kapılarını açmıştır. Onun
bu çabası, her geçen gün daha da anlam kazanmaktadır.