II. National Congress of Risale-i Nur – “Science and Religion” [Final Declarations]

1. Tarihi Perspektif

Bilim-din ilişkisini çözümlemeye dönük her teşebbüsün anlaşılabilmesi ve geleceğe
dönük tutarlı bir perspektif edinmek için, din-bilim ilişkisinin tarihsel arka planını,
"modern bilim"in başlangıcı sayılan 17. yüzyıldan başlayarak kısaca şöyle özetleyebiliriz.

Ortaçağ'ın Aristoteles sistemi ile Yahudilik, Hıristiyanlık gibi kitaplı dinleri
mezcederek geliştirdiği yer merkezli ve sonlu-kapalı kozmos anlayışı 17. yüzyılda
yerini güneş merkezli ve sonsuz-açık bir evren anlayışına bırakmıştır. Organik,
bütüncül ve dolayısıyla canlı, ruhlu, dinamik evren tasavvuru, mekanik, saat gibi
işleyen, her bütünün temel parçacıklarından oluştuğu cansız, durağan, mekanistik
bir evren haline gelmiştir.

18. yüzyılda kitlelere yayılan ve sağduyunun parçası haline gelmeye başlayan
modern anlayış, 19. yüzyılda pozitivist bir rüyaya dönüşmüştür. Kadîm evren anlayışından
kalan son metafizik kırıntıların da mekanikselleştirilmeye çalışıldığı ve "yeni
bilimin ışığı ile" aydınlanan insan aklının gelecekte bütün alanları kuşatacağı
hayali, giderek Yaratıcı'nın yerine kendisini koymaya teşebbüs eden modern insanın
haddini aşmışlığına tanık olmuştur.

19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, bilimsel çabanın heyecanla giriştiği her
teşebbüs, önce yerini şaşkınlığa, sonra hayal kırıklığına bırakmıştır. Makro alanda
evren, insanın hayal gücünü aşan biçimde milyonlarca ışık yılıyla hesap edilebilen
devasa bir büyüklüğe sahip hale gelmişti. Daha da ötesinde bu devasa yapı genişliyordu.
Öte yandan mikroskobik alanda maddenin nihai temel yapı taşlarının çözüleceği beklenirken,
tam tersine atom altı dünyanın sayısız alt parçacıklardan oluşması, karmaşık, kompleks
yapısı ve sonsuz derinliği her türlü deney-gözlem ve ölçüm aracını çaresiz bırakmıştı.
17. yüzyıl bilimsel devriminin 18. yüzyılda toplumsallaşması gibi, 20. yüzyıl bilimsel
devrimi de halen içinde yaşadığımız ve şekillenmeye devam eden 21. yüzyılda toplumsallaşacaktır.

Bu noktada, gerek İslam düşüncesinin tarihi birikiminin, gerekse bu birikimin
güncellenmiş ve yenilenmiş (tecdit edilmiş) son halkası olan Risale-i Nur'un yaklaşımlarının,
söz konusu tartışmaları aşmada önemli bir potansiyel teşkil ettiği hatırlanmalıdır.
Risale-i Nur'un sergilediği yaklaşım, gerek bilim-din ilişkisini sağlıklı bir zemine
oturtmak, gerekse İslam düşünce geleneğinin yenilenerek zamanımıza uygun bir hale
getirilmesi ve işlevsel hale gelmesi için büyük önem arzetmektedir. "Modern bilimin"
din-dışı kâinat ve insan kavrayışının ciddi tehlikelerini erkenden fark eden Risale-i
Nur müellifi, bir yandan keskin ve kararlı biçimde bu saldırıları göğüslemeye çalışırken,
eşzamanlı olarak, İslam düşünce geleneğinde "saykal vurulması gereken" problem noktalarını
çekinmeden eleştirmiştir.

Risale-i Nur'un kullandığı en önemli metodik araçlardan birisi, Allah-insan,
kâinat-Kur'an, akıl-vahiy ilişkileri gibi insan aklının telif etmekte zorlandığı
kavram çiftlerinden oluşan meselelerin çözümlenmesinde "nisbet"leri ve "temsiller"i
kullanmasıdır. Bu yaklaşım, bilim-din ilişkisine uygulandığında, bizi, örneğini
göremediğimiz yeni ve dengeli bir sonuca ulaştırmıştır. Mesela, varlık bilinci de
denen insan benliği (ene) ile "zat-ı İlahi"nin ilişkisini veya tabiat-ilahi irade
ilişkisini incelerken ilgili yerlerde sıkça kullanılan analojiyi bilim-din ilişkisine
taşımak mümkündür. Buna göre, evrendeki, kâinattaki her şey gibi, bilim ve onun
yasaları da mana-i harfi ile (yani Allah hesabına bakmak) yahut mana-i ismi ile
(olaylara oluş biçimi ile bakmak) okunmasına göre mahiyeti ve sonuçları açısından
değişiklik arzeder ve bizi farklı istikametlere yöneltir.

Günümüzde, özellikle Batı dünyasında gerek bilim, gerekse teoloji çevrelerinde
bilim-din ilişkisini çözümlemede esas alınan yaygın uygulama, "bilimden kalkarak"
dini inceleme ve böylece bir yere koyma eğilimidir. Çeşitli bilimsel buluşların
doğrudan doğruya bazı ayetleri ispatladığı veya bazı iman esaslarına taalluk ettiği
yönündeki kabuller bu cümledendir. İlk bakışta cezbedici gelen ve dini açıklamaları
destekliyor gibi görünen bu genel eğilim, başka bir açıdan bakıldığında dini ve
mistik önermeleri "bilimin bıraktığı boşluk"lara dayanarak açıklama kolaycılığına
düşmektedir. Mesela, makro alanda "kara delikler" mikroskobik alanda "kuarklar"
veya "belirsizlik ilkesi" gibi henüz cari bilim tarafından çözümlenemeyen, belki
teorik olarak çözülemeyecek olan "metafizik boşluklar" zaman zaman İlahi iradenin
fizik dünyadaki fiili göstergeleri olarak yorumlanmaktadır. Ancak İlahi iradeyi
bu türden metafizik boşluklara indirgeyerek açıklamak, varlığın her an ve her seviyede
müsebbibi ve gayesi olan yaratıcı iradeyi sınırlamak bir yana, mutlak ve sonsuz
bir iradeyi, kategorik olarak geçici ve sonlu bir teoriye dayandırma riskini barındırmaktadır.

Tarihi seyir içinde de vurgulandığı gibi din ve bilim çatışması, ya da din ve
bilim uzlaşması gibi kavramlar, semavi ve aslı bozulmamış ilahi öğretiler için geçerli
olamaz. Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, bilim ve din iki tercih noktası değildir.
Bilim, bizi ilahi olana götüren bir araçtır. Bir anlamda ilahi gerçekliği anlamamıza
yarayan delillerden ve yorumlardan ibarettir. Bir çatışma ya da uzlaşmanın kabulü
için, her iki tarafın söylediklerinin de değişmez, sabit ve kesin olması gereklidir.
Oysa temel bilimlerin ortaya koyduğu gerçekler sabit ve değişmez değildir. Kâinatta
işleyen kanunları bir tarafa bırakacak olursak, "bilimsel gerçek" denen şeylerin
izafi, göreceli olduğunu görürüz. İslam dini hariç, diğer iki semavi din olan Hıristiyanlığın
ve Yahudiliğin aslı bozulmuş; zaman içinde hurafelere maruz kalmıştır. Diğer dinler
için geçerli olabilecek bir varsayımı, bu açıdan kabullenmek ve evrensel bir norma
dönüştürmek sağlıklı değildir. Bizim ülkemizde de popülist bilim kaygıları ile,
eğitim üzerinde baskı kuran yanlış din yorumlarına dayalı materyalist yayılmacılığa
karşı Risale-i Nur orijinal yaklaşımlar sunmuştur.

Benzer biçimde Risale-i Nur'un ortaya koyduğu kâinat tasavvurunda, modern bilimin
doğa-tabiat tasavvuruyla benzeşen, hatta birebir örtüşen kısımların olması mümkündür.
Fakat unutulmamalıdır ki, Risale-i Nur daha baştan metodolojik olarak mesajındaki
farkı ortaya koyar, bilimden hareketle dini konumlandırmak yerine; dinden kalkarak
bilimi ve diğer akli çıkarımları konumlandırır. Bunu yaparken ne bilimi din adına
yok sayar, ne de dini bilimin insafına terk eder. Aksine bilimi, dini gerçekliği
anlamamıza marifetullah boyutunda vesile kılar.

Bediüzzaman Said Nursi'nin bilime, fenne ve teknolojiye yaklaşımı bu açıdan önemlidir.
Said Nursi, bilimin giderek etkinliğinin artacağına, istikbalin bilgi çağı olacağına
inanmakta, bütün vurgusunu bu istikamette yapmaktadır: "Elbette nev-i beşer ahir
vakitte ulum (bilimlere) ve fününa (temel bilimlere) dökülecektir. Bütün kuvvetini
ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ilmin eline geçecektir."

Bir diğer konu ise, İslam'ın temel referansı olan Kur'an'daki ve hadislerdeki
yoruma açık (müteşabih) bazı ifadelerin, bir takım Müslümanlar tarafından metindeki
gibi algılanması ve bu yorumların kâinatta geçerli olan olaylarla ve bilgilerle
çatışması yüzünden, İslam dininin de bilimle çatıştığını veya çatışabileceği değerlendirmesini
yapmak sağlıklı değildir.

2. Bilim Marifete Araç Olmalıdır

Kur'ân-ı Hakîm, Zâriyat Sûresinin 56. âyetinde insanın yaratılış maksadını şu
ifadelerle açıklar: "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım".
Farklı yerlerde vurgu yapılan ayetin bu hakikatine, Risale-i Nur'un birçok yerinde
temas edilir. Mealen "ibadet etsinler" diye açıklanan bölüm Risale-i Nur'da, "Hâlık-ı
kâinatı tanımak ve Ona iman edip, ibadet etmek" şeklinde açıklanır. Sonrasında gelen
cümlede, "marifetullah," "iz'an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmek"
şeklinde anlatılır.

Her bir insan, "talim-i esma" (Allah tarafından Hz. Adem'e isimlerin öğretilmesi)
ile meleklere hilafet davasında üstün gelen Hz. Adem'in (a.s.) mesleğini devam ettirir.
Hayat sahibi, şuur sahibi ve daha da ötesinde sorumluluğu üzerine alan insanın,
bütün varlıklar üstündeki o yüksek makama liyakatini ispat etmek için, ilim ve fende
"esma-i hüsna"yı esas yapması ve Cenab-ı Hakk'ın birer ismine dayanarak çalışması
gerekmektedir. Aksi takdirde, ilimler ve fenler, "hikmet-i İlahiye"den ayrılıp,
"tabiat dalaleti"nin bataklıklarında "nakıs bir gölge" olarak kalmaya mahkum olacaktır.

Risale-i Nur, bizlere Allah'ın ilmini ve kudretini anlatmakta, İnsana Rabbini
tanıtan muarriflerden (tarif edicilerden) söz etmektedir. Bu açıdan muarriflerin
(tarif edicilerin), Risale-i Nur'da dört ana başlıkta toplandığı görülmektedir:

En başta, Allah'ın bir san'atı, eseri ve kâinatın tefsiri olarak Kur'an'ı nazara
verir. Kur'an'ın bir tasviri ve tefsiri ise Hz. Muhammed'dir. Kâinat kitabı ise
varlık âleminin kendisidir. Bu büyük kitabı insan en iyi şekilde, Kur'an-ı Hakim'in
ve Hz. Peygamberin kılavuzluğunda anlayabilir. Kur'an varlık âleminin gerçeğini
anlatırken, Peygamber (asm) ise en güzel bir öğretmen olarak karşımıza çıkar.

Risale-i Nur, kâinatı büyük bir kitap veya büyük bir insan olarak tarif eder.
Bu kitabın her kelimesi, hatta her harfi öyle mucizeli bir şekilde yaratılmaktadır
ki, en küçük bir zerresini dahi tam yerinde icad edebilmek için, bütün kâinatı icad
edecek sonsuz bir kudret lâzımdır.

Kur'ân-ı Hakîm, kâinatı, tevhidin en büyük, en küllî bir delili olarak sunarken,
daha çok her insanın kolayca anlayabileceği delilleri dikkatimize sunar. Yaratıcı
biz kâinatı anlayabilelim, böylece kendisini tanıyabilelim diye sebep-sonuç çizgisi
içinde yaratmayı irade etmiştir. Yaratanın sonuçları yaratmak için sebeplere ihtiyacı
yoktur; ama biz onun nasıl yarattığını anlamak için sebeplere muhtacız. Bu aslında
imtihan dünyasının da bir gerçeğidir. Risale-i Nur, bu usulü ve bu yolu kendine
rehber yapar. "Vâhidiyet içindeki Ehadiyeti göstermek" diye tarif ettiği ilahi bakışla,
zerrelerden yıldızlara kadar bütün mevcudatın her birinin, mutlak kudret sahibi
Yaratıcı'nın varlığının parlak bir delili olduğunu anlatır.

Risale-i Nur'un doğrudan doğruya Kur'ân-ı Hakîm'den aldığı bu meslek, insanı
marifetullaha ulaştıran en kısa yoldur. İnsan bu yolla, ne sebeplere takılarak boğulur,
ne de kâinatı yok sayar. "Her şeyden Cenab-ı Hakk'a karşı pencereler hükmünde çok
vecihler var" demekte; böylece marifetullaha ulaşabileceğimizi söylemektedir.

Risale-i Nur'a göre, her bir şeyin hakikati, yani bilimler Allah'ın isimlerine
dayanır. Eşyadaki sanatların her biri, Allah'ın isimlerinin bir aynasıdır. İnsanın
kâinatı çözümleme çabasının bu isimleri okuyup anlamaya yönelik olması gerektiği
ifade edilir. Bunun dışındaki yaklaşımların anlamı yoktur. Bu açıdan, özellikle
bilim adamlarının kâinattaki olayları ve kanunları araştırmaları, asıl amacına ulaşamamış,
yarım, eksik ve hatta saptırılmış çalışmalar olarak kalmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi "Aklın nuru funun-u medeniyedir; vicdanın ziyası ulumu
diniyedir. İftirak ettikleri vakit birinden tassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd
eder" ifadesiyle bilim ve din arasında olumsuz olarak algılanan anlayışı aşmaya
çalışmıştır. Böylece tevhide dayalı bir bilim anlayışı geliştirmeye çalışmış, kâinata
hep bu gözle bakmıştır. Yani din ilmi, fen ilmi ayrımı yapılmadan, her ikisi bir
bütün olarak algılanıp, varlık aleminin sırrının öyle çözülmesi gerektiğini anlatmıştır.

İnsanlığın bugüne kadar ulaşan, ortak aklı olarak kabul edebileceğimiz bilimin
amacı, kâinatta var olan kanunların keşfi ile, Allah'ın her bir varlıkta yazdığı
kitabı çözmek ve okumak olmalıdır. Kur'an'da Peygamberler'in mu'cizelerinin zikredilmesinin
maksadı, bunların benzerlerinin yapılması ve ortaya konmasına yönelik olarak bilim
adamlarını teşvik etmektir. Bu yüzden din ve bilim arasında bir çatışma olamayacağı
gibi, aksine, "İslamiyet fünunun (bilimlerin) seyyidi ve mürşidi ve ulum-u hakikiyenin
(gerçek ilimlerin) reisi ve pederidir."

Bilim adamlarının kendilerinin konuşması yerine bilimi konuşturmalarına şiddetle
ihtiyaç vardır. Bu dil ortaya konurken, bilim adamlarının, bilimsel disiplinlerin
sayısı hızla artarken birçok alanda söz sahibi olamayacaklarını bilmeleri gerekmektedir.
Bilim adamının sübjektif yorumuyla bilimin kendisi arasında mutlak bir ayrım vardır.
Bu gerçeğin farkında olan Said Nursi, Kastamonu'da yanına gelen bir grup öğrencinin
"Bize Hâlikımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor"lar sözü üzerine
onlara şöyle der: "Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle,
mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları
dinleyiniz." "Kendi lisan-ı mahsusiyle" seslenişine dikkat etmek gerekir. Klasik
bilimin canlı bir hayvan, Newtoncu fiziğin devasa bir makine addettiği kâinatı Bediüzzaman
Said Nursi muhteşem bir kitap olarak tarif eder ve "bir sergi," "bir tarla," "bir
misafirhane" ve "bir saray" gibi, fakat "bir kitap", yani okunacak bir şeye benzetmesi,
Risale-i Nur mesleğini ve metodunu özellikle tanımlayıcıdır. Risale-i Nur'da "Sıfat-ı
Kelam'ın kitabı" olan Kur'an ile "Sıfat-ı İrade'nin Kudret kitabı" olan kâinat arasındaki
ilişkinin önemli olduğuna dikkat çekilir.

Kur'ân'ın, kâinat kitabının "ayat-ı tekviniye"si hakkındaki ifadeleri, kâinattaki
düzenli değişimlerdeki "şuunat-ı İlâhîye"nin delalet ettiği gerçeklere, O'nun fiillerine,
esmasına, sıfatlarına, haşre ve diğer iman hakikatlerine şuurlu mahlukların dikkatlerini
çeker. Kur'ân, tekrar tekrar insana bu "ayetler" üzerinde durmayı emreder ve onu
tefekküre ve ibret almaya teşvik ederek aklını kullanmayı ister. Yani bir anlamda,
kâinat bir laboratuar, peygamberler bir öğretmen, mukaddes kitaplar ise ders notları
hükmündedir.

Said Nursi'nin gözünde tabiat ya da geniş anlamıyla kâinat, sıradan ve kendiliğinden
bir şey değildir. O'na göre tabiat bir "Kitap"tır. O, bir kitabın okunması gibi
okunmalıdır. Söz konusu kitap okunurken, yazarı dikkate almadan, onu düşünmeden
yapılacak bir okuma ve çalışma anlamlı değildir. Bu öyle bir okuma biçimidir ki,
nasıl insan indirilmiş bir Kitap olarak Kur'an'ı okuyarak Allah'a ulaşırsa, tabiat-doğa
kitabını da okuyarak ulaşabilir. Onun sözleriyle kâinat, "kitab-ı kebir" (büyük
bir kitap), Kur'an ise onun "tefsiri"dir.

"Şeriat-ı tekviniye" de denilen Allah'ın kâinata koymuş olduğu ilahi kanunlara,
insanlar tabiat deyip, işleri gören fiil sahibi olarak tabiattaki kanunları ön plana
çıkarmıştır. Oysa tabiat ve onunla ilgili olaylar, kâinatta işleyen ilahi şeriattan
başka bir şey değildir.

İşte, fenler, bu gibi "kavaid-i külliyeyi", yani her yerde ve her zaman geçerli
küllî kanunları keşfederek, "mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan
maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faydaları gösteriyor" gerçeğine
ulaşmaktadır.

Kanun demek, birbirinden ayrı iki ya da daha çok olayın arasında her zaman sabit
olan, değişmeyen bir bağ kurmak demektir. Yağmur yağar, ateş yakar, su söndürür.
İki molekül hidrojen ve bir molekül oksijen birleşerek daima suyu oluşturur. Havadan
yere bırakılan bir madde hızla yere düşer. Çünkü Cenab-ı Hakk, taşın kütlesi ile
dünyanın kütlesi arasında değişmeyen sabit bir oran kurmuştur. Biz buna yerçekimi
kanunu diyoruz. Bediüzzaman Said Nursi'nin ifadeleriyle, "hikmet-i ilahiye bütün
eşyada en güzel bir suret teşkil etmiştir. Bu nizam, eşyadaki muvazene-i umumiyenin
muhafazasına hizmet eder."

Sonuç

Dini ve bilimsel yaklaşımları birbirinden keskin hatlarla ayıran fiziksel bariyerlerin
kalkmasıyla farklı ve bütüncül kavrayışlar için uygun bir zemin doğmuştur. Yeni
fizikle başlayan ve giderek bütün sosyal bilimlere yayılma eğilimi gösteren yeni
bilimin yöntemi ve anlayışı, genelde tanrı-kâinat-insan ilişkilerini, özelde bilim-din
ilişkisini anlamlandırmada zengin bir potansiyel taşımaktadır. Bu çerçevede, özgün
metodolojisi ile Risale-i Nur'un ve ondan hareketle elde edilecek güncel çözümlemelerin
ve yeni üretimlerin bu potansiyelin değerlendirilmesinde önemli rolü olacaktır.

Doğru İslamiyet'e ve İslamiyet'e layık doğruluğa ihtiyaç olduğu gibi, doğru bir
bilimsel anlayışa ve yoruma (marifetli bir bilgiye) ihtiyaç vardır. Bu anlayışın
zihinlerdeki yerini sağlamlaştırmak için, benzeri entelektüel ve akademik çalışmaların
bundan sonra da devam ettirilmesi önemli arzularımızdan birisidir.