Risale-i Nur and Science-Religion Relationship

Giriş

Günümüzde bilim-din ilişkisini çözümlemeye dönük her teşebbüs, zorunlu olarak
bizi bu iki temel okuma biçiminin yüzyıllardır süregelen tarihi derinliği ile
yüzleşmeye sevk eder. Bu tarihi derinliği hesaba katmaksızın yapılacak her
değerlendirme ve varılacak her sonuç, en azından yüzeysel kalacak, meseleyi
kavrayışımız güncel yorumların geçici ömrüyle sınırlanmış olacaktır. Bu
sınırlanmayı asgariye indirmek ve geleceğe dönük tutarlı bir perspektif edinmek
üzere din-bilim ilişkisinin söz konusu tarihsel arka planını modern bilimin
başlangıcı sayılan 17. yüzyıldan başlayarak kısaca şöyle özetleyebiliriz.

17. yüzyıl: Bilimsel Devrim

Ortaçağ’ın Aristoteles sistemi ile Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam gibi kitaplı
dinleri mezcederek geliştirdiği yer merkezli ve sonlu-kapalı kozmos anlayışı 17.
yüzyılda yerini güneş merkezli ve sonsuz-açık bir evren anlayışına bıraktı.
Organik, bütüncül ve dolayısıyla canlı, ruhlu dinamik evren tasavvuru, mekanik,
saat gibi işleyen, her bütünün temel parçacıklarından oluştuğu cansız, durağan,
mekanistik bir evren haline geldi. Evrenin işleyişi ve hareket yasaları
sebep-sonuç zinciri ile açıklanmaya başlanınca klasik evrenin her an her şeye
kadir Tanrı’sı, artık sadece ilk hareket ettirici ve ara sıra evrene müdahale
eden atıl bir Tanrı’ya dönüştü. Sistemi kuran ve geliştiren Descartes ve Newton
gibi gerçekte dindar öncülerin takipçileri, bu mekanistik-deterministik evrende
Tanrı tasavvuruna artık ihtiyaç kalmadığını fark ederek 18. yüzyıla geçerken
din-dışı modern Batı biliminin de temellerini atmış oldular.

18. yüzyıl: Aydınlanma Çağı

18. yüzyıl, bilimsel devrimin, genel siyasi ve ekonomik etkenlerin yanısıra
özellikle yeni teknolojik buluşların ve keşiflerin de ivmesini arkasına alarak
geniş kitleler nezdinde meşruiyet kazandığı dönemdir. Astronomi, matematik,
fizik ve biyoloji alanları başta olmak üzere bu yeni kavrayışın, bütün sosyal
bilimlere, sosyal-kültürel alanlara ve gündelik yaşam biçimine kadar yayıldığı
bu dönem, felsefî sonuçları da hesaba katılarak ‘aydınlanma yüzyılı’ olarak
kabul edilmiştir. Bu yüzyılın aydınlanma ismini alması, aklın ışığında
ilerlemeye başlayan insanın, ironik bir biçimde büyülü, canlı, ruhlu, anlam dolu
ve kutsal evren anlayışının, cansız, maddî, profan, keşfedilmeye, daha da ötede
her türlü keyfi kullanıma ve sömürüye açık, insanla muhatap olan değil, insanın
mücadele etmesi ve mağlup etmesi gereken bir meta’ya dönüşmesi sürecini imgeler.

19. yüzyıl: Pozitivist Rüya

18. yüzyılda kitlelere yayılan ve sağduyu’nun parçası haline gelmeye başlayan
modern anlayış, 19. yüzyılda pozitivist bir rüyaya dönüştü. Kadîm evren
anlayışından kalan son metafizik kırıntıların da mekanikselleştirilmeye
çalışıldığı ve ‘yeni bilimin ışığı ile’ aydınlanan insan aklının gelecekte bütün
alanları kuşatacağı hayali, giderek Tanrı’nın yerine kendisini koymaya teşebbüs
eden modern insanın haddini aşmışlığına tanık oldu. Yeni coğrafi keşifler, doğal
kaynakların, teknolojik amaçlar doğrultusunda ölçüsüzce kullanılması, fizik,
kimya, tıp, biyoloji, antropoloji, paleontoloji, psikoloji vs. alanlarındaki
hızlı gelişmeler, yeni teoriler, evrenin başlangıcından, insan zihninin kompleks
yapısına, evrenin uzak köşelerinden, atomun mahiyetine kadar şimdiye dek insani
bilme çabasının ulaşamadığı son zirvelerin de keşfiyle A. Comt’la özdeşleşen
pozitivist rüyanın gerçekleşeceği umudunu yerleştirmişti. Böylece insan kendi
imkanlarıyla ve hiç bir aşkın güce başvurmaksızın, kendi kaderini yine kendisi
tayin edebilecek, kuracağı dünya cennetini sonsuza kadar yaşatabilecekti.

20. yüzyıl: Yeni Bilim

19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, keşfedilmeyi bekleyen son zirvelere doğru
bilimsel çabanın heyecanla giriştiği her teşebbüs önce yerini şaşkınlığa sonra
hayal kırıklığına bıraktı. Makroskobik alanda evren, insanın hayal gücünü çok
aşan biçimde milyonlarca ışık yılıyla hesap edilebilen devasa bir büyüklüğe
sahipti, daha da ötesi bu devasa yapı genişliyordu. Öte yandan mikroskobik
alanda maddenin nihai temel yapı taşlarının çözüleceği beklenirken, tam tersine
atom altı dünyanın sayısız alt parçacıklardan oluşması, karmaşık, kompleks
yapısı ve sonsuz derinliği her türlü deney-gözlem ve ölçüm aracını çaresiz
bırakıyordu.

Bu yeni dünyanın fizik kanunları, hareket yasaları bütünüyle farklıydı.
Pozitivist doğa tasavvurunun tersine atomaltı dünya, belirsizlik ilkesiyle
malul, indeterminist karakterli, olasılık yasalarıyla işleyen ve beklenin aksine
nihai parçacıklardan oluşmayan tümüyle farklı bir dünya idi. Bu farklı dünyanın
şaşırtıcı sonuçları, etkisi fizik bilimleriyle sınırlı kalmayacak yeni bir bakış
açısının kapılarını aralıyor, insan-evren ve Tanrı ilişkilerine kadar uzanan
yeni bir devrim öneriyordu.

21. yüzyıl: Metafiziğin Dönüşü?

17. yüzyıl bilimsel devriminin 18. yüzyılda toplumsallaşması gibi, 20. yüzyıl
bilimsel devrimi de, halen içinde yaşadığımız ve şekillenmeye devam eden 21.
yüzyılda toplumsallaşacaktır. Belli bilimsel ortamlar ve sınırlı kimi çevreler
hariç, 20 yüzyılın ilk çeyreğinde şekillenen 20. yüzyılın yeni bilimi, metafizik
yorumlara açık potansiyeline, özellikle mistisizm ve dini anlayışlarla iç içe
geçen derin ilişkilerine rağmen henüz bu etkileşimin sonuçları olgunlaşmamış,
elde edilen bazı sonuçlar da sosyal alana yeterince ve sağlıklı olarak
taşınmamıştır.

Madde, bilinç, ruh, yaşam gibi her çağda düşünme çabasına konu olan temel
hususların yanısıra bilim-din ilişkilerinin de derinden sorgulandığı 21. yüzyıl,
taşıdığı belirsizlikler kadar yepyeni çözümlemelere ve gelişmelere de gebedir.
Ancak, 21. yüzyılın gelişmelere açık zemininin pozitif yönde değerlendirilmesi,
ciddi, sağlıklı, özgün çözüm önerilerine ve istikrarlı çalışmalara bağlıdır. Bu
noktada, gerek İslam düşüncesinin tarihi birikimini, gerekse bu birikimin
güncellenmiş son halkalarından birisi olan Risale-i Nur’un yaklaşımlarının
önemli bir potansiyel teşkil ettiği hatırlanmalıdır.

Bilim-din ilişkisi açısından İslam düşünce geleneğinin mirası incelendiğinde,
yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan Batılı tarihsel serüvenden yöntemi, yapısı
ve amaçları itibarıyla büyük oranda farklı bir tablo ortaya çıktığı görülür.
İslam düşüncesi, geleneksel tasnif esas alınırsa ‘Beyan’, ‘Bürhan’ ve ‘İrfan’
olarak üç farklı temel katmandan oluşur. Bilim-din ilişkisinin tarihi gelişim
seyri bütün diğer meseleler gibi, bu üçlü biliş tarzının ahenkli diyalektiği
içinde olgunlaşmıştır. İslam düşünce geleneğinde, Batılı anlamda bir bilim-din
çatışmasının bulunmayışı, bir yandan varlığın ve hayatın her alanını kuşatan
‘beyani önermelerin’, yani nassın hikmetli ve icazlı yapısı, bir yandan da bu
beyanî zemin üzerine inşa edilen yöntem/lerin zerafeti ve tutarlılığı ile
alakalıdır. Gazzali, İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Arabi gibi İslam düşünce
geleneğinin öncü simalarının aynı anda her üç biliş tarzını bilim ve din yönünde
iki taraflı olarak tutarlı ve verimli biçimde kendi şahsiyetlerinde nasıl
tecessüm ettirdikleri ise, Batılı anlamda bilim adamı ile İslam ilim geleneğinin
kurucu ve asli unsuru olan ‘ulema’ arasındaki farka işaret eder.

İslam Düşünce geleneğinin bilim-din ilişkisinde izlediği sağlıklı istikamet, bir
yandan 17. yüzyıldan itibaren Batıda gelişen din-dışı modern bilimin her türlü
dini-metafizik yaklaşımı dışarıda bırakan profan tutumu, öte yandan İslam
düşünce geleneğinin kendi iç sorunları nedeniyle belli bir noktadan itibaren
işlevini yeterince göremez hale gelmiştir.

Bu noktada Risale-i Nur’un sergilediği yaklaşım, gerek bilim-din ilişkisini
sağlıklı bir zemine oturtmak, gerekse İslam düşünce geleneğinin günümüz
açısından işlevselliğine katkıda bulunmak açısından büyük önem arz etmektedir.
Modern bilimin din-dışı kainat ve insan kavrayışının ciddi tehlikelerini
erkenden fark eden Risale-i Nur müellifi, bir yandan keskin ve kararlı biçimde
bu saldırıları göğüslemeye çalışırken, eşzamanlı olarak, İslam düşünce
geleneğinde ‘saykal vurulması gereken’ problem noktalarını çekinmeden eleştirir.
Bu hayati nokta şimdilik bir yana bırakılırsa, bilim-din ilişkisi açısından
Risale-i Nur’un gözettiği asıl amaca ve bu amaca ulaşmak için kullandığı özgün
yönteme değinmekte fayda vardır.

Risale-i Nur’un kullandığı en önemli metodik araçlardan birisi, Allah-insan,
kainat-Kur’an, akıl-vahiy ilişkileri gibi insan aklının telif etmekte zorlandığı
kavram çiftlerinden oluşan meselelerin çözümlenmesinde ‘nisbet’leri
kullanmasıdır. Bu yaklaşım bilim-din ilişkisine uygulandığında, Batılı
felsefe-bilim geleneğinde örneğini göremediğimiz yeni ve iki taraf açısından da
dengeli bir sonuca ulaşılabilir.

Mesela, insan benliği (ene) ile zat-ı İlahi’nin ilişkisini veya tabiat-İlahi
irade ilişkisini incelerken ilgili yerlerde sıkça kullanılan analojiyi bilim-din
ilişkisine taşımak mümkündür. Buna göre, evrendeki her şey gibi, bilim ve onun
yasaları da mana-i harfi ile yahut mana-i ismi ile okunmasına göre mahiyeti ve
sonuçları açısından değişiklik arz eder ve bizi farklı istikametlere yöneltir.

Zat-ı Hakiki’ye nisbetle insan benliğinin, her an iş başında olan ilahi kudrete
nisbetle tabiat’ın nisbi olarak varolması gibi, bilimsel yasaların işaret ettiği
gerçekliğin de, dini alem-i hakikate nisbetle kendinden menkul hakikiliği
bulunmamaktadır. Fakat bunu dile getirmek, kimi postmodern bilim eleştirilerinde
yapıldığı üzere, bilimsel gerçekliğin tümüyle hayali olduğu varsayımını ileri
süren bir anarşizme yahut bazı Uzakdoğu dinlerinin aşırı spiritüelliğine bizi
sürüklememelidir. Çünkü, denklemin ikinci kısmına bakılırsa, bilimsel yasaların
işaret ettiği gerçekliğin nisbi bir gerçeklik olduğu, yani tümüyle yok
sayılamayacağı ve fakat daha üstün ve asli bir çerçeve içinde işlev gördüğü
ortaya çıkar. Bilimsel gerçeklikle dini gerçekliğin aynı olduğu ve bir bütün
teşkil ettiğini kabul etmek ne kadar sağlıksız ise, (çünkü bilimsel gerçeklik,
teorilerden oluştuğu için zorunlu olarak sürekli değişime açıktır ve asla mutlak
bir sonuca ulaşamaz niteliktedir) bilimsel gerçekliğin dini gerçekliğin
bütünüyle dışında ve ondan bağımsız veya ona karşıt olduğunu söylemek de (çünkü
bu kabul ona gerçekten bir varlık atfetmek anlamına gelir) o derecede yanlıştır.
Öte yandan bu iki ucu birleştiriyor gibi gözüken popüler ‘uzlaşmacı’
yaklaşımlar, bütün pratik cazibelerine rağmen, hem mantıksal olarak tutarsız,
hem de dinin gözettiği asıl maksatları hesaba katmayan palyatif çözümlerdir.

Uzlaşma kavramı her iki tarafın kendi gerçekliklerinden kısmen taviz vermeleri
ya da geçici olarak belli reddiyelerini geri çekmelerini çağrıştırmaktadır. Şu
halde, bu anlamda uzlaşma gerçek bir çözümleme değil, sorunu geçici olarak
dondurmaktır.

Bilimsel hakikatler, ‘mahsusat aleminden’ alınan tek tek örneklerden hareketle
ulaşılan genellemelerden oluşur. Vahye dayalı dini hakikatler ise mahsusat
alemini nokta-i istinad olarak değil, tecelli mercii olarak kullanır. Bu dengeyi
sürekli gözeten Risale-i Nur bilimsel bilgiyi dini hakikat seviyesinde
mutlaklaştırmanın yanlışlığını Muhakemat’ta 8. Meselede şöyle dile getiriyor:
"Mantıkta mukarrerdir, mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedehati
inkar ederseniz, size nasihate bedel taziye edeceğim" diyor ve meselenin ilgili
bölümünde mealen sorunu şöyle ortaya koyuyor: Mahsûsattaki vehmiyatı reddetmek;
sübjektif gerçekliği objektif gerçekliğin yerine koymak. Gerçek durum böyle
olmadığına göre, sorun bu tasarımı yapan zihinde, bu zihnin hususi
çıkarımındadır. Bilinen mantık kaidesine göre, mahsusat -hislerle algılanan-
âlemine dönük çıkarımlarda vehimlerin bulunması muhakkaktır. Çünkü her insanın
hususî bir algılama, anlamlandırma, değerlendirme biçimi vardır, bu da gayet
tabiidir. Buradaki problem mahsusatla ilgili çıkarımları mutlaklaştırmak,
gerçeğin kendi hissiyatı ile aynı olduğunu vehmetmektir.

Kainatta ilk bakışta görülen ve bilimin ‘doğa yasaları’ olarak kabul ettiği
düzenlilik (nizam) de aynı şekilde asıl merciye nisbet edilmesiyle anlam
kazanır. Doğa yasalarının İlahi kudrete nisbetle varolduğu gerçeği görmezden
gelindiğinde bu yasalar, katı determinist bir karaktere dönüşecek, bu yasalar
görmezden gelindiğinde ise İlahi iradenin kusurlu ve keyfî olarak işlediği
hükmüne kapı aralanmış olacaktır? Risale-i Nur, tabiat ve onun yasaları gibi
‘aciz vasıtaların’ konumu ve işlevini şöyle izah ediyor:

"Ey esbabperest ve tabîata tapan bîçare adam! Madem her şeyin tabîatı, her şey
gibi mahluktur; çünkü san’atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbeb gibi, zâhirî
sebebi dahi masnu’dur. Ve madem her şeyin vücudu, pek çok cihazat ve âletlere
muhtaçtır. O halde, o tabîatı îcad eden ve o sebebi halkeden bir Kadîr-i Mutlak
var. Ve o Kadîr-i Mutlak’ın ne ihtiyacı var ki âciz vesaiti, Rubûbiyetine ve
îcadına teşrik etsin. Hâşâ! Belki doğrudan doğruya müsebbebi, sebeb ile beraber
halkederek, cilve-i Esmâsını ve hikmetini göstermek için, bir tertib ve tanzim
ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zâhirî kusurlara,
merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci’ olmak için, esbab ve tabîatı dest-i
kudretine perde etmiş; izzetini o suretle muhafaza etmiş. Acaba bir saatçi,
saatin çarklarını yapsın; sonra saati çarklarla tertib edip tanzim etsin, daha
mı kolaydır? Yoksa harika bir makineyi, o çarklar içinde yapsın; sonra saatin
yapılmasını o makinenin câmid ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı
kolaydır? Acaba imkân haricinde değil midir? Haydi o insafsız aklınla sen söyle,
sen hâkim ol!"1

Yeni bilimle ortaya çıkan maddenin düalist karakteri ise, bu tartışmaya farklı
boyutlar ilave etmektedir. Günlük hayatımızda, sağduyuya konu olan makroskobik
bir nesne, mesela bir masa, asgari bir düzene, tutarlılığa ve kalıcılığa sahip
görünmektedir. Fakat Kuantum fiziğinin gözlüğü ile aynı nesneye bakıldığında,
masanın kendisinden meydana geldiği atomlar ve atomaltı parçacıkların tam
tersine, düzensiz, kararsız ve geçici maddelerden, daha doğrusu maddemsi
şeylerden oluştuğu görülmektedir. Sonuçta, tek ve aynı nesne bir açıdan
bakıldığında keskin bir düzene ve yasalılığa, diğer açıdan bakıldığında
düzensizliğe ve belirsizliğe bürünmektedir. Bu durumu bilim-din ilişkisini
incelemede bir metafor olarak kullanmayı denersek, masa, hem makroskobik ölçekte
sergilediği özelliklerle, (düzenlilik, kararlılık vs.) hem de mikroskobik
ölçekte görünen özellikleriyle (kaos, belirsizlik) bize kendisinden ötede daha
doğrusu üstünde asli bir gerçekliğe ilişkin ‘haberler’ vermektedir. Risale-i
Nur’un kainatı bir kitap olarak yani bize haber getiren ve bize konuşan bir
muhatap olarak kabul ettiği hatırda tutulursa, modern bilime çelişki gibi
gözüken düalist yapı, bizim için daha derin bir gerçekliğin iki farklı düzey
üzerinden ifşası anlamına gelir.

Nasıl Bir Din-Bilim İlişkisi?

20. yüzyılda ortaya çıkan İzafiyet teorisi ve Kuantum teorisi gibi bilimsel
‘sıçramalar’ın doğrudan veya dolaylı olarak ima ettiği dini-mistik yaklaşımlarla
Risale-i Nur’un bilimle ilgili temel tezleri mukayese edildiğinde nasıl bir
tablo ile karşılaşıyoruz?

Günümüzde özellikle Batı dünyasında gerek bilim, gerekse teoloji çevrelerinde
bilim din ilişkisini çözümlemede esas alınan yaygın uygulama, ‘bilimden
kalkarak’ dini inceleme, bir yere koyma eğilimidir. Çeşitli bilimsel buluşların
doğrudan doğruya bazı ayetleri ispatladığı veya bazı iman esaslarına taalluk
ettiği yönündeki kabuller bu cümledendir. İlk bakışta cezbedici gelen ve dini
açıklamaları destekliyor gibi görünen bu genel eğilim, başka bir açıdan
bakıldığında dini ve mistik önermeleri ‘bilimin bıraktığı boşluk’lara dayanarak
açıklama kolaycılığına düşmektedir. Mesela, makroskobik alanda ‘kara delikler’
mikroskobik alanda ‘kuarklar’ veya ‘belirsizlik ilkesi’ gibi henüz cari bilim
tarafından çözümlenemeyen, belki teorik olarak çözülemeyecek olan ‘metafizik
boşluklar’ zaman zaman ilahi iradenin fizik dünyadaki fiili göstergeleri olarak
yorumlanmaktadır. Ancak ilahi iradeyi bu türden metafizik boşluklara
indirgeyerek açıklamak, varlığın her an ve her seviyede müsebbibi ve gayesi olan
yaratıcı iradeyi sınırlamak bir yana, mutlak ve sonsuz bir iradeyi, kategorik
olarak geçici ve sonlu bir teoriye dayandırma riskini barındırmaktadır.

Benzer biçimde Risale-i Nur’un ortaya koyduğu kainat tasavvurunda, modern
bilimin doğa tasavvuruyla benzeşen, hatta birebir örtüşen kısımların olması
mümkündür. Fakat unutulmamalıdır ki, Risale-i Nur daha baştan yöntemsel olarak
istikametindeki farkı ortaya koyar, bilimden kalkarak dini değil, dinden
kalkarak bilimi ve diğer akli çıkarımları konumlandırır. Bunu yaparken ne bilimi
din adına yok sayar, ne de dini bilimin insafına terk eder.

Mesela, Muhakemat’ta, Yasin suresinin 38. ayetini (veşşemsu tecrii li
mustekarrillaha,) yorumlarken modern kozmoloji’nin sonuçlarını esas alır ve
çekinmeden benimser. Çağdaşı olan bazı medrese çevrelerinde hâlâ gök
cisimlerinin dönüşleri ve topluca bir yöne doğru hareket etmeleri tartışma
konusuyken, o yıldız ve gezegenlerin dönüşleri ve ortak hareketlerini cemaatle
ibadete benzeterek, teolojisini daha da genişletir, modern kozmolojinin rasyonel
bulgularını özgüvenle sistemine dahil eder. Fakat mesela, aynı modern bilimin
ortaya koyduğu determinist yaklaşımlara şiddetle karşı çıktığı gibi, sebep sonuç
zincirine dayalı her türlü bilimsel açıklamayı kendi teolojik prensiplerine
dayanarak çürütür.

Şu halde, onun için esas olan bilimsel keşiflerin ortaya koyduğu veya
yürürlükten kaldırdığı teoriler, bulgular veya tezlerin bizatihi kendilerinin
kıymetli oluşları değil, din’in temelini oluşturan temel prensiplerin her çağa
ve her insana hitap edecek şekilde güncellenmesi, bu faaliyet esnasında bilim de
dahil her türlü insani bilme çabası ve ürününün hesaba katılmasıdır.

Bu noktada, Batı dünyasının dini ve bilimsel çevrelerinde süregelen benzer
tartışmalardan da faydalanmak mümkündür. Örneğin, ünlü İngiliz astronomu ve
bilim adamı Sir Arthur Eddington sadece bilimsel bulgulara dayalı dini bir dünya
görüşü temellendirmenin, başka bir ifade ile sürekli değişen bilimsel kavramlar
üzerine kalıcı bir teoloji inşa etmenin tehlikesinin farkındadır. ‘Dindar
okuyucu’ diyor, ‘yeterince memnun olabilir ki ona, Kuantum teorisiyle kendini
açığa vuran ve dolayısıyla bir sonraki bilimsel devrimle süpürülüp atılmaya
elverişli bir Tanrı’yı teklif etmedim’. Eddington, bir çok meslektaşı gibi din
için pozitif kanıtın mistik tecrübeden kaynaklandığını düşünüyor ve "bu deneyim
bizim saygımıza layıktır, çünkü zaten gördüğümüz gibi, fiziksel bilim soyut ve
dolayısıyla fiziksel gerçekliğe yönelik yaklaşımında sınırlıdır, kısıtlıdır,
çünkü farklı yaklaşımlara da bol miktarda yer bırakılmıştır" diyor. Modern
bilim, din için, mistik tecrübenin yerine geçebilecek, onu temsil edebilecek bir
delil teklif etmez, fakat cansız maddi özdek (substance) ve sıkı evrensel
determinizm nosyonunu yürürlükten kaldırmasıyla o (modern bilim), spiritüel bir
dünya görüşünü teşvik eder ve onun (spiritüel dünya görüşü) dayanak noktasını
mistik kavrayışa bağlar. (20th. century Religious Thought, p. 247-248)

Öyleyse, bu kısa değerlendirmeden şu sonuçlara varabiliriz:

1- Modern bilim, pozitivist eğilimlerin öne çıktığı bilim çağında varlığa ve
oluşa dair her türden dini ve metafizik açıklamayı yadsıyan din dışı bir
yaklaşım geliştirmiş ve bunu yaparken kendi sınırlı anlayışını merkeze koyan,
diğerlerini dışarıda bırakan kalın bir duvar inşa etmiştir.

2- Modern bilim, post modern bilim çağında özenle inşa ettiği bu duvarı yine
kendi elleriyle yıkmıştır.

3- Dini ve bilimsel yaklaşımları birbirinden keskin hatlarla ayıran fiziksel
bariyerlerin kalkmasıyla farklı ve bütüncül kavrayışlar için uygun bir zemin
doğmuştur. Yeni fizikle başlayan ve giderek bütün sosyal bilimlere yayılma
eğilimi gösteren yeni bilimin yöntemi ve anlayışı, genelde Allah-kainat-insan
ilişkilerini özelde bilim-din ilişkisini anlamlandırmada zengin bir potansiyel
taşımaktadır. Bu çerçevede, Risale-i Nur’un ve ondan hareketle elde edilecek
güncel çözümlemelerin ve yeni üretimlerin bu potansiyelin değerlendirilmesinde
önemli rolü olacaktır.

4- Nihayet, Risale-i Nur açısından tabiat ve tabiattan elde edilen bilim ve
bilimden elde edilen yasaların mahiyeti ve işlevi şöylece özetlenebilir:

"Elhasıl: Tabîiyyunların, mevhum ve hakikatsiz tabîat dedikleri şey, olsa olsa
ve hakikat-i hariciye sahibi ise; ancak bir san’at olabilir, Sâni olamaz. Bir
nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’
olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır
bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kâdir olamaz. Mistardır, masdar
olamaz."2

Öz

Bu kısa değerlendirmede, bilim-din ilişkisinin Batı düşünce geleneği açısından
takip ettiği tarihi seyir kısaca özetlenecek, bu birikimin günümüz bilim-din
ilişkisi bağlamında geldiği nokta tartışılacaktır. Ardından, İslam düşünce
geleneği çerçevesinde Risale-i Nur’un bilim ve din ilişkisini kurmada nasıl bir
yöntem izlediği ve modern bilimle benzeşip ayrıldığı noktalar araştırılacak,
sonuç olarak da halen başlarında bulunduğumuz 21. yüzyılda yeni bilim
tasavvurunun yol açtığı sorunlar ve imkanlar ışığında Risale-i Nur’un bilim-din
ilişkisine yönelik yaklaşım ve önerileri, özellikle yöntemi açısından
incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Bilim, bilimsel devrim, pozitivizm, din, nisbîlik,
determinizm, kanun, yöntem, kuantum fiziği, yeni bilim

Abstract

In this short article, I briefly summarise the progress of science-religion
relationship from the point of Western tradition of thought in the course of
time, and discuss the current position of this accumulation in the sense of
science-religion relationship. Then, I focus on the methodology of Risale-i Nur
in establishing the relationship between science and religion in the frame of
Islamic tradition of thought. I also discuss the points on which it has
similarity to or difference from the modern science. As a conclusion, I examine
the approach and propositions of Risale-i Nur towards science-religion
relationship, especially in respect to its method, under the light of
opportunities and problems of New Science in the beginning of the 21st century.

Key Words: Science, scientific revolution, positivism, religion, relativity,
determinism, law, method, quantum physics, new science

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 189.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 189.