II. National Congress of Risale-i Nur – “Science and Religion” [Final Declarations]
Din ve Devlet
Bir Kur'ân müfessiri olarak Bediüzzaman Said Nursi, diğer bilimler gibi siyaset
bilimine de Kur'ân merkezli bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Din-devlet ilişkilerinde,
İslâm toplumunda yüzyıllardır süregelen ve "din ü devlet" terkibiyle ifade edilen
"dinle devleti aynîleştirme" anlayışını benimsememiştir. Devletle kaim bir din anlayışında
olmamıştır. Bunun yerine, kâinata kök salmış bir hakikat olan dini, özgür ve sivil
bir zeminde yorumlamıştır.
Devlet Dine Müdahale Edemez
Devletin dine müdahalesini de, dinin dünyevî maksatlarla kullanılmasını da reddeden
bu yorum, dinin getirdiği değerlerin öncelikle bireyden başlayarak bütün topluma
mal edilmesini öngörür.
Dine Hizmet ve Siyaset
Bediüzzaman, din hizmetinin devletten ve siyasetten tamamen bağımsız bir zemine
oturtulmasını ve kuşatıcı bir anlayışla verilmesi gerektiğini savunur. Bu doğrultuda
Said Nursi, din hizmetlerine, kesinlikle siyaset ve inhisarcılık gölgesinin düşürülmemesi
uyarısında bulunmuştur.
Hakem Devlet
Said Nursi'ye göre devlet, farklı inanç, görüş ve kesimler arasında taraf tutmadan
hakem olmak ve özgürlükleri tam anlamıyla tesis etmekle yükümlüdür. Devlet, yasama,
yürütme ve yargı başta olmak üzere bütün kurumlarıyla hak ve özgürlüklerin önündeki
bütün engelleri kaldırmalıdır. Kılık ve kıyafetle, fikirlerle, inançlarla uğraşmak
devletin görevi değildir.
Yargı Siyasallaşmamalı
Bediüzzaman'ın 'Mahkeme, hiçbir cereyana alet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine
giremez' sözü çerçevesinde, yargı sisteminden beklenen, hiçbir harici ideolojik
ve siyasi etki altında kalmadan, adaleti tecelli ettirip hak ve özgürlükleri güvence
altına almaktır.
Özgürlükçü Yaklaşım
"Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam" diyen Bediüzzaman, siyasî, ilmî, kültürel,
ekonomik olmak üzere istibdadın her türlüsüne karşı çıkmıştır. "Şeriat aleme gelmiş,
ta istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin" diyerek, şeriatı istibdada müsait
zanneden anlayışı reddetmiştir. Nursi, devlet kaynaklı siyasî baskılara teslim olmadığı
gibi, ifade ve fikir özgürlüğünü baskı altına alan, ilmî istibdada ve avam tabakasını
ezen burjuva tahakkümüne de karşı olduğunu ifade etmiştir.
İman ve Özgürlük
Said Nursi, özgürlük anlayışını iman temeline dayandırmış, imanın Allah'tan başka
kimseye boyun eğmeme izzetini ve Allah'ın yarattığı hiçbir şeye tahakküm etmeme
şefkatini kazandırdığına dikkat çekmiştir. Hürriyeti, imanın bir hassası/niteliği
olarak gören Bediüzzaman, "İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar"
demiş ve Asr-ı Saadeti örnek göstermiştir.
Asr-ı Saadet ve Cumhuriyet
"Ben dindar bir cumhuriyetçiyim" diyen Bediüzzaman, ideal bir uygulama örneği
olarak Asr-ı Saadeti göstermiştir. Dört Halifenin aynı zamanda reis-i cumhur hükmünde
olduklarını ifade ederken, "Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti
ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler" demiştir.
Düşünce ve İfade Özgürlüğü
Demokrasinin temeli, düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Farklı düşünceler, eşit ve
âdil şartlarda özgürce yarışabilmelidir. Tek görüşü, devletin resmî ideolojisi haline
getirip, farklı görüşlere hayat hakkı tanımayan ve onları baskı yöntemleriyle susturup
sindirmeye çalışan bir anlayış, demokrasinin önündeki en büyük engeldir. Oysa düşünce
özgürlüğü, "aykırı" sayılan, "sarsıcı ve şoke edici" olarak görülen fikirler için
de geçerli olmalıdır. Zira, "barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar."
Laiklik ve Demokrasi
Bu bağlamda laiklik de demokratik bir yaklaşımla yorumlanmalı, hukukî tanımı
yapılamayan "irtica, kamusal alan" gibi belirsiz kavramlara dayalı suçlamalarla
din ve vicdan özgürlüğüne karşı bir baskı aracı olarak kullanılmamalı; aksine bu
özgürlüğün teminatı ve şemsiyesi olarak, Said Nursi'nin dediği gibi "dindara da,
dinsize de ilişmeyen" bir anlayışla uygulanmalıdır.
Hilafet
Hz. Hasan'ın altı aylık hilafetinden sonra, Emeviler'e geçince saltanata dönüşen
ve ondan sonraki yüzyıllarda hep siyasi bir makam olarak algılanan hilafeti, Said
Nursi yeniden Asr-ı Saadetteki anlamına uygun, Al-i Beyt’in asli misyonu olan iman
hizmeti ekseninde yorumlamıştır. Hilafetin siyasi boyutunun ise, "tek şahsın hakimiyeti
devri geçti, zaman cemaat zamanıdır" yaklaşımına uygun bir şekilde meclise tevdi
edilmesini önermiştir.
Kutsal Devlet Anlayışı
Devlet, kendisine mal edilmek istenen ideolojisiyle birlikte kutsanacak bir kurum
değil, misyonu teknik anlamda halka hizmetten ibaret bir yapılanmadır. Bu hizmetin
çerçevesi de adalet, güvenlik, savunma gibi, bireylerin yapması mümkün olmayan hizmetlerle
sınırlı olmalıdır.
Cemaatlere Bakış
Devlet-toplum ilişkilerinde büyük önem taşıyan konulardan biri de, sivil toplumun
bir parçası olan cemaatlere ve diğer sosyal gruplara bakış tarzının, sosyal gerçeklere
ve demokrasiye uygun bir nitelik kazanmasıdır. Cemaatlere "yasadışı örgüt" nazarıyla
bakan hukuk dışı ve antidemokratik anlayış terk edilmeli, bu anlayıştan kaynaklanan
bütün baskı ve kısıtlamalar kaldırılmalıdır.
Hak ve Hürriyet Bilinci
Demokrasinin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için, büyük önem taşıyan bir
nokta, hak ve hürriyet bilincine sahip bir sivil toplumun varlığıdır. Demokrasiyi
"millet hakimiyeti" olarak tanımlayan Said Nursi, "Mevcudiyet-i milleti göstermek
lâzımdır" ifadesiyle buna işaret ederken, "Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse,
ehl-i hamiyeti de müstebit eder" sözüyle de, bu bilincin yokluğu veya zayıflığı
durumunda baskıcı, müstebit anlayış ve uygulamaların öne çıkacağına işaret etmektedir.
Hakkın Azı Çoğu Olmaz
Said Nursi'nin hak anlayışı, bu kavramı bölünüp parçalanması mümkün olmayan bir
bütün olarak gören bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Ona göre, hakkın küçüğü-büyüğü,
azı-çoğu olmaz. Hukuk önünde Müslüman veya gayrimüslim fark etmez, herkes eşittir.
Bu bakış açısı, günümüzde AB süreciyle birlikte gündeme gelen "azınlık hakları"
tartışmasını temelden çözecek bir niteliktedir.
Demokrasi
Bediüzzaman'ın "adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet" nitelemesi, demokrasinin
"olmazsa olmaz"larına işaret etmektedir. Adaletin olmadığı, işlerin özgür ve katılımcı
bir tartışma ortamında müzakere edilerek yürümediği ve hukukun üstünlüğü ilkesi
yerine kişisel, keyfî tavır ve uygulamaların öne çıktığı bir yerde demokrasiden
söz edilemez.
Muhalefet ve Muhalif Sivil Tavır
Said Nursi "Muhalefet, meşru ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur" sözüyle,
demokrasinin en önemli ve vazgeçilmez kurumlarından birinin muhalefet olduğunu vurgulamıştır.
Bediüzzaman, Türkiye'nin baskıcı tek parti rejimiyle yönetildiği bir dönemde,
bu rejime muhalefetini açıkça dile getirmiş, ancak bu tavrını fiilî bir isyan noktasına
götürmekten hassasiyetle kaçınmıştır. "Dahilde kılıç çekilmez" demiş, ancak rejime
karşı kararlı, tavizsiz, mücadeleci, teslim olmayan ve boyun eğmeyen muhalif tavrın
dikkat çekici bir örneğini ortaya koymuştur.
Bediüzzaman'ın ısrarla vurguladığı 'müsbet hareket' ve 'asayişi muhafaza' hassasiyeti,
statükocu anlayışla uzlaşmayı değil, masumların korunmasını esas alan adalet-i mahza
ilkesinin bir tezahürüdür. Bu konuda Nursi, devleti değil, bireyi ve toplumu merkeze
alan bir anlayışı esas almıştır.
Kamuoyu
İstibdat döneminde kuvvetin hakim olduğunu vurgulayan Said Nursi, demokrasi ve
özgürlük çağında ise hak, akıl, bilgi, kanun, hukuk ve kamuoyunun öne çıkacağını
ifade eder. Bir ince teli rüzgârın her tarafa çevirebileceği, ama tellerin birleşmesiyle
hâsıl olan sağlam bir halatın kolay kolay yerinden oynatılamayacağı misalini verir.
"İcma-ı ümmet şeriatta bir delil-i yakinîdir. Re'y-i cumhur, şeriatta bir esastır.
Meyelân-ı amme şeriatta muteber ve muhteremdir" diyerek, kamuoyunda ağırlık kazanan
görüşün önemine dikkat çeker, kamuoyunun denetim işlevini ise "Efkâr-ı amme dîdebandır
(gözcüdür)" sözüyle dile getirir.
Batılı Kavramlar
Bediüzzaman, Batı siyaset düşüncesinin kavramlarını alırken içlerini İslâmî değerlerle
doldurmayı esas almıştır. Meşrutiyet kelimesini "meşrua", hürriyet kelimesini "şer'iye"
sıfatlarını ekleyerek kullanması bunun dikkat çekici örnekleridir. Çünkü hak yerine
kuvveti, fazilet ve muhabbet yerine menfaati, yardımlaşma ve dayanışma yerine mücadeleyi,
din ve kardeşlik bağı yerine ırkçılığı, ruhun ulvî hislerini tatmin yerine heva
ve hevesi teşvik esaslarına dayanan maddeci Batı medeniyetinin söz konusu kavramlara
yüklediği anlamlar, İslâm'ın temel değerleriyle bağdaşmaz. Said Nursi, Batının tarihî
tecrübesinin ve dolayısıyla Batı siyaset biliminin kavramlarını, ancak İslâm'ın
esaslarıyla uygun oldukları takdirde ve ölçüde benimser; bu esaslarla uyuşmayan
ve bizim toplumumuzun özellikleriyle uzlaşmayan fikir ve uygulamalara ise karşı
çıkar.
Emperyal Siyasete Karşı Tavır
Said Nursi, işgal ve sömürgeciliğe, yani emperyal siyasete çok net bir tavırla
karşı çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşında Şark Cephesinde Ruslara karşı verdiği mücadele
ve 1920-23 yılları arasında İstanbul işgaldeyken kaleme aldığı Hutuvat-ı Sitte adlı
metin, bunun dikkat çekici örnekleridir. "Şeytanın Altı Aldatması" anlamına gelen
bu kitapçıkta Bediüzzaman, sömürgecilerin temel argümanlarını birer birer ele almakta
ve cevaplamaktadır. Eşref Edib'in yardımıyla basılan bu eseri gören işgal kuvvetleri
komutanı, çok hiddetlenir ve Bediüzzaman'ın ortadan kaldırılmasını emreder. Fakat
Bediüzzaman idam edilirse bütün Anadolu'nun İngilizlere ebediyen düşman olacağı
ve bilhassa aşiretlerin bunun intikamını mutlaka alacakları kendisine bildirilince,
işgal komutanı kararından vazgeçer. Hutuvat-ı Sitte'de sömürgecilik siyasetini,
"beşerde şeytan suretinde, şeytanın vekili olan gaddar ruhun" bir eseri olarak niteleyen
Said Nursi, emperyalistlerin "bu musibete müstehak olunduğu," "başka kâfirlerle
dost olunabildiğine göre İngilizlerle de dost olunabileceği," "işgalin önceki kötü
yönetimlerin sonucu olduğu," "Anadolu'daki direniş hareketinin temelde İslâmî bir
direniş olmadığı," "hilâfet siyasetinin İngilizlerden yana olduğu," "direnmenin
de beyhude olduğu" yönündeki argümanlarına özetle şu cevapları vermektedir:
İngilizlerin zulmü, bizim işlediğimiz günahlar sebebiyle değil, İslâm oluşumuzdan
dolayıdır. İslâm'ın eski ve mütecaviz bir düşmanını def etmek için, bir kâfirin
yardım elini tutmak ayrı şeydir, adavet (düşmanlık) elini öpmek ayrı bir şeydir
ve bu ikincisi asla kabul edilemez. Önceki kötü yöneticilere karşı İngilizlerin
egemenliğini kabul etmek "yalnız müteneccis su ile necis olmuş bir libası, hınzırın
bevliyle yıkamak" gibidir. Anadolu'daki direnişin niyeti ne olursa olsun, sonuçta
onlar "bütün felâketimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas
tutmaktadırlar," onun için de çabaları İslâm'ın lehine olmaktadır. Halife baskı
altındadır, bu nedenle "ona itaat edilmez, ona itaat adem-i itaattir." Ve nihayet,
direniş asla beyhude olmaz, zira ölüm iki türlüdür; bir, İngiliz'e teslim olmak
suretiyle "ruhumuzu ve vicdanımızı öldürmek"; iki, onun yüzüne tükürmek suretiyle
"ruh ve kalbimizi sağ" tutmak ve bedeni şehit vermek. O zaman "akide faziletimiz,
tahkir edilmez ve İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez." Bediüzzaman, bu cevaplarını
şu çarpıcı cümle ile noktalar:
"Cebrail şeytan ile barışamaz."
Bediüzzaman, Müslümanların dualarının kabul olmamasının sebeplerini anlatırken,
ehl-i İslâm'ın "dehşetli canileri, alicenabane affetmesi"ni zikreder ve şöyle der:
"Kendi hakkından vazgeçse hakkı var, yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere
afuvkârane bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur." Demek ki, hukuk-u ibadı, yani
kul ve insan haklarını çiğneyen, Müslümanların ülkelerini işgal eden ve onları emperyal
maksatlarla öldürenleri affetmek ya da bunu görmezden gelmek söz konusu olamaz.
Öyle bir durumda diyalogdan da söz edilemez. Nitekim, Said Nursi yine İstanbul
işgal altında iken Anglikan Kilisesinin mağrur bir tavır ile Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye'ye
sorduğu dinî suallere "tükrük"le cevap vermiştir.
'Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!' diye haykırmıştır. Buna karşılık,
işgalde herhangi bir dahli ve sorumluluğu bulunmayan, aksine işgale karşı çıkan,
ehl-i kitaba ise elbette ki diyalog ve işbirliği ile muhatap olunabilir ve olunmalıdır.
Zaten, Said Nursi iki Avrupa tasnifi yaparken, maddeci ve emperyalist Avrupa ile
vahye bağlı insani Avrupayı birbirinden ayırmaktadır.
Konuyu Said Nursi'nin Divan-ı Harbi Örfi adlı eserinde geçen deyişle tamamlayalım.
"Akıllı olanlara bu dediklerim yeterlidir. Ben köyü çağırdım, eğer köyde kimseler
varsa."