The Torah and Bible Perception of Islam

İslam'ın bir konudaki görüşünü belirlemek için, her şeyden önce onun ana kitabı
ve anayasası olan Kur'an-ı Kerim'in o hususta ne dediğine bakmak gerek. Bu açıdan
Kur'an-ı Kerim'in şu anda insanlığın elinde bulunan iki önemli kitap ve din hakkında
ne dediği çok önemlidir.

Allah Teala birçok ayette, Hz. Musa'ya (Hud, 110; İsra, 2; Müminun, 49; Furkan,
35; Kasas, 43 vb.) ve Hz. İsa'ya (Tevbe, 30; Bakara, 87 vb.) "kitab" verdiğini/insanlara
iletilmek üzere ilahi mesajını vahyettiğini haber verir. Kur'an-ı Kerim Hz. Musa'ya
vahyedilen kitabın isminin, "Tevrat", Hz. İsa'ya vahyedilen kitabın isminin, "İncil"
olduğunu bildirir. (Hadid, 27; Maide, 44-46 vb.)

Her iki kitap da öncelikle İsrailoğulları'na (Casiye, 16; Al-i İmran, 49; Mümin,
53 vb.), sonra da ulaşabildiği diğer bütün insanlara iletilmek üzere gönderilmiştir.
Mesela Hz. Musa'nın peygamberlik görevi, Tevrat'ı, o günkü Firavun'a ve onun halkı
olan Mısırlılara iletmeyi de içermektedir.

Gerek sadece Tevrat'a itibar ettiğini söyleyen Yahudiler, gerekse hem Tevrat'a
hem İncil'e itibar ettiğini söyleyen Hıristiyanlar, Kur'an'da "kitap verilenler"
(Bakara, 144-145; Al-i İmran, 64,119-120; Nisa, 131 vb.), "kitaptan nasip verilenler"
(Al-i İmran, 23) ve "kitaba varis kılınanlar" (40/53) "ehl-i kitap" (Maide, 15,19
Ankebut, 46-47 vb.) diye, yani "Allah teala tarafından kendilerine peygamber ve
kitap gönderilen, dolayısıyla semavi kitap bilgisine sahip olan (Ra'd, 43) bunun
hem yaşama, hem koruma, hem de diğer insanlara ve sonraki nesillere dosdoğru bir
şekilde iletme sorumluluğunu yüklenmiş milletler-ümmetler" olarak anılmışlardır.

Bugünkü haliyle diğer dinlerin ve kitaplarının hemen hemen hiçbiri kendi dışında
gerçek kabul etmezken, Kur'an kendisini semavi kitaplar zincirinin bir halkası,
fakat en son halkası olduğunu, peygamberinin de peygamberler zincirinin en son halkası
olduğunu çeşitli ifadelerle ilan etmektedir. Mesela, Cenab-ı Allah, "Peygamber,
Rabbinden ne indirildiyse ona iman etti, müminler de… Hepsi, Allah'a, meleklerine,
kitaplarına ve "Peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız." diye Allah'ın bütün
peygamberlerine inandılar ve: "(Mesajını) İşittik ve boyun eğdik, bağışlamanı dileriz,
ey Rabbimiz! Dönüş sanadır!" dediler." (Bakara, 285) ayetiyle, gerçek müminlerin
hak peygamberler arasında ayırım yapmadan, hepsinin Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna
inandığını söylerken, peygamberine, "Biz, Allah'a, bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e,
İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene; Musa'ya, İsa'ya ve (diğer) peygamberlere
Rablerinden verilene inandık, iman getirdik. Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız
ve biz, ancak O'na boyun eğen Müslümanlarız! Her kim İslam'dan başka bir din ararsa
asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur." (Al-i İmran, 84-85)
demesini emrederken de, Müslümanlar olarak, sadece peygamberler değil onların kitapları
arasında da ayırım yapmadığımızı, hepsinin Hak Teala tarafından farklı zamanlarda
insanlığa gönderilen temeli İslam olan mesajlar olduğunu bildirir. Keza O, dinde
Hz. Nuh'a emrettiği ile Hz. Muhammed'e vahyettiği ve Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz.
İsa'ya gönderdiği bu İslam'ın özünün "Allah'ın dinini doğru tutup, onda ayrılığa
düşmemek." olduğunu (Şura, 13) haber vermektedir. Hatta, "Ey iman edenler, Allah'a,
peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba, daha önce indirdiği kitab(lar)a da
iman edin! Kim Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe
inanmazsa, pek derin bir sapıklığa saplanıp gitmiştir. İman ettikten sonra kafirliğe
gidenleri, sonra yine iman edip tekrar kafirliğe gidenleri, sonra da kafirlikte
ileri gidenleri Allah ne affedecek, ne de doğru bir yola çıkaracaktır." (Nisa, 136-137)
diyerek müminlere bu imanı emredip, endirekt bir yolla, önceki kitaba inanıp, sonra
gelene inanmayanları kâfir ilan etmektedir. Çünkü bu ayetin son kısmı "Tevrat'a
inandıktan sonra İncil'i inkar ederek küfre gidenleri, sonra yine İncil'e iman edip
Kur'an'ı inkar ederek tekrar küfre gidenleri, sonra da küfürde ileri gidenleri Allah
ne affedecek, ne de doğru bir yola çıkaracaktır" anlamını ima etmektedir.

Yahudi ve Hıristiyanlar Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e inanmazlarken birbirlerine
inanıyorlar mı? Hayır, onlar karşılıklı olarak birbirlerini de kabul etmiyorlar,
"Yahudiler: 'Hıristiyanların dayandığı bir şey yoktur.' derken, Hıristiyanlar da:
'Yahudilerin dayandığı bir şey yoktur.' diyorlar. Oysa hepsi de Kitab'ı okuyorlar…"
(Bakara, 113) ve ellerindeki kitap söylediklerinin aksini yazıyor.

Ankebut suresinde, "Biz, hem bize indirilene iman ettik, hem size indirilene
ve bizim ilahımız ile sizin ilahınız birdir. Ancak biz yalnız O'na teslim olmuşuzdur."
(Ankebut, 46) diyerek Yahudi ve Hıristiyanlara bu imanı bildirmemiz emrolunduktan
sonra, "İşte sana (önceki kitapları tasdik eden) böyle bir kitap indirdik. O'nun
için kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ederler. Şunlardan da ona iman edenler
vardır. Bizim ayetlerimizi ancak kafirler inkar eder." (Ankebut, 47) buyurulup,
aslında samimi Yahudi ve Hıristiyanların aynı imana sahip olarak Kur'an-ı Kerim'i
kabul edecekleri bildiriliyor. Keza, "Kitap verilenlerden de Allah'a, size ve kendilerine
indirilene, Allah'a boyun eğerek inananlar ve Allah'ın ayetlerini birkaç paraya
satmayanlar vardır. İşte onların, Rablerinin katında mükâfatları vardır…" (Al-i
İmran, 199) buyrulurken ehl-i kitap içinde, bir kısmı, Kur'an'ın hak olduğunu anlasalar
bile dünya menfaatleri ağır basanlar, diğer kısmı ise kendi kitaplarının direktiflerine
uyarak Kur'an'a ve İslam'a gelebilecek samimi müminler olmak üzere iki kısım insan
olduğu bildirilmektedir.

Kur'an-ı Kerim'in bize haber verdiğine göre, Allah Teala'nın Kur'an'dan önceki
bu mesajlarında son peygamber, son kitap ve son ümmet hakkında önemli bilgiler veya
ipuçları bulunmaktadır. Nitekim Ehl-i Kitap'tan iken Hz. Muhammed'e (a.s.m.) inanıp
bu yeni dine boyun eğecek bazı insanların var olacağı haber verilirken şöyle buyruluyor:
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları peygambere, o okuyup
yazma bilmeyen peygambere uyarlar. O, onlara iyilik emreder ve onları kötülükten
alıkoyar, temiz, hoş şeyleri kendileri için helal, murdar şeyleri üzerlerine haram
kılar, sırtlarından (önceki dinden kalan) ağır (sorumluluk) yüklerini, üzerlerindeki
bağları ve zincirleri indirir atar. İşte o zaman ona iman eden, ona tam saygı gösteren,
ona yardımcı olan ve onun peygamberliği ile birlikte indirilen nuru izleyen bu kimseler
var ya, işte o asıl maksada ulaşan kurtulmuşlar onlardır." (A'raf, 157)

Nitekim Hz. İsa da İsrailoğulları'na hitaben, "Ey İsrailoğulları, ben size Allah'ın
elçisiyim. Benden önce gelmiş olan Tevrat'ın doğrulayıcısı ve benden sonra gelecek
adı Ahmed olan bir peygamberin müjdecisi olarak geldim." demişti." (Saff, 6). Fakat
ona inanmadılar. Bu İsrailoğulları'nın ilk ve son itiraz ve inkarları değildi. Arap
yarımadasında İslam öncesinde, bir azınlık olarak bulundukları Medine'de Arap kabileleri
karşısında mağlup durumuna düşüp iyice bunaldıkları zamanlarda, Süddi'nin rivayetine
göre, Tevrat'ı çıkarıp, ellerini Hz. Peygamber'den söz edilen ifadenin üzerine koyuyor
ve "Ey Allah'ımız ahir zamanda bize göndereceğini vaat ettiğin şu peygamber hakkı
için bugün bizi düşmanlarımıza karşı muzaffer kıl…" diyerek yüzü suyu hürmetine
mağlubiyetten kurtuldukları (Alusi, 1/320) ve çok iyi bildikleri o Peygamber (a.s.m.)
ile ellerindeki Tevrat'ın o bölümlerini doğrulayan o kitap geldiğinde de aynı itiraz
ve inkarla karşılık vermişlerdi. Bu tavır onların ilahi laneti hak etmelerine neden
olmuştu. (Bakara, 89).

Bu yüzden onlar şöyle uyarıldılar: "Ey kitap verilenler, Allah yaptıklarınızı
görüp duruyorken, niçin Allah'ın ayetlerini inkar ediyorsunuz? Ey kitap verilenler,
niçin inananları Allah'ın doğru yolundan engelliyorsunuz? Halbuki siz (onun gerçek
olduğunu) görüyorsunuz. O halde niçin onun çarpıklığını istiyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan
habersiz değildir." (Al-i İmran, 98-99) "Ey kitap verilenler, şimdi size, kitabınızın
gizlemekte olduğunuz birçok yerini sizlere açıklayan, birçoğunu da (bildiği halde
sizi utandırmamak için açıklamayıp) geçiveren Peygamberimiz geldi. İşte size Allah'tan
bir nur, bir parlak kitap geldi. Allah, rızası ardınca gidenleri onunla kurtuluş
yollarına yöneltecek ve izni ile onları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp doğru bir
yola koyacak. Ey kitap verilenler, bakınız size, peygamberlerin gelişinin kesintiye
uğradığı bir zamanda: "Bize ne müjdeyle sevindirecek bir müjdeci ne de ihtar ile
gocunduracak bir uyarıcı gelmedi!" demeyesiniz diye, tatlı ve acı gerçekleri açıklayan
elçimiz geldi! İşte size hem müjdeci hem de uyarıcı bir peygamber geldi! Allah,
her şeye gücü yetendir." (Maide, 15-19)

İşte ehl-i Kitab'ın uymaları söylenen bu yeni dinin adı İslam'dır. Aslında gerçek
dinin adı dün de İslam idi, bugün de. Hz. Musa'nın getirdiği de Hz. İsa'nın getirdiği
de Hz. Muhammed'in getirdiği de özde aynı bu İslam idi. Fakat insanlar ne zaman
dinin özünden koptular, Allah'ın gönderdiğini bozdular, dinin adı değişti ve din,
İslam olmaktan çıktı. Halbuki, "Her kim İslam'dan başka bir din ararsa asla kabul
edilmez ve o, ahirette gerçek zarar uğrayanlardan olur. Kendilerine açık deliller
gelmiş ve peygamberin hak olduğuna şahitlik etmişken, inananların arkasından nankörlük
edip inkara sapan bir milleti, Allah nasıl başarılı kılar! Oysa Allah, zulmedenler
topluluğunu başarılı kılmaz. İşte onların cezaları; Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların lanetinin üzerlerinde olmasıdır. Sonsuza kadar o lanetin içindedirler,
azapları hafifletilmez ve kendilerine mühlet verilmez." (Al-i İmran, 85-88)

Fetih Suresinin son ayetinde, "Muhammed, Allah'ın peygamberidir. Onun beraberindekiler
ise, kafirlere karşı çok çetin, kendi aralarında son derece merhametlidirler. Onları
cemaatle rüku ve secde ederek, Allah'ın lütfunu ve hoşnutluğunu dilerken görürsün.
Yüzlerindeki nişanları/alametleri, secde izinden (olan bir alamet/bir nurdur) Bu
onların Tevrat'ta anlatılan örnek (halleridir). İncil'de ise örnek (halleri), kendileriyle
kâfirleri öfkelendirmesi için, filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş sonra kalınlaşıp
sapı üzerine dimdik doğrulmuş, çiftçilerin hoşuna giden bir ekine benzetilmiştir.
Onlardan iman edip de iyi işler yapanlara Allah hem bir bağışlama vaad buyurdu,
hem de büyük bir mükafat…" (Fetih, 29) buyrulmaktadır. Demek ki, hem Tevrat'ta,
hem İncil'de Ümmet-i Muhammed'den söz edilmektedir. Eğer bugün elimizde bulunan
Tevrat ve İncillerde, Kur'an'ın oralarda var olduğunu haber verdiği bu gibi şeyleri
bulamazsak, bu kitaplara müdahale edilmiş olduğuna inanırız. Çünkü biz müminlere
göre, Kur'an yalan söylemez. İşte bu Kur'an, aynı şekilde bu ümmetin hem peygamberi
hem de kıblesi konusunda ehl-i Kitab alimlerinin önceden bilgisi olduğuna işaret
ederek, şöyle diyor: "Haydi (namaz kılarken) yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir!
Siz de ey insanlar, nerede bulunursanız, yüzünüzü o yana doğru çeviriniz. Kendilerine
kitap verilmiş olanlar da şüphesiz bu kıble emrinin, Rablerinden gelen bir gerçek
olduğunu kesinlikle bilirler. Kendilerine kitap verdiğimiz toplumların alimleri,
peygamberi, oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden bir takımı, gerçeği
bile bile gizlerler." (Bakara, 144-146)

Son peygamber ve son kitap ve son ümmetle ilgili bilgilere sahip oldukları için
Hz. Peygamber'e (a.s.m.) "Kendilerine kitap verdiklerimiz de bilirler ki, o (Kur'an)
tamamıyla gerçek olarak Rabb'in tarafından indirilmiştir. Sakın şüphelenenlerden
olma." (En'am, 114) ve "Şu sana indirdiğimiz şeylerde faraza şüphe edecek olursan,
senden önce kitap okuyanlara sor! Andolsun ki, sana Rabb'inden gerçek geldi, sakın
şüphe edenlerden olma!" (Yunus, 94, benzeri ayet: En'am, 114) buyrularak, önceden
kitap bilgisine sahip insanlara bu konuları sorabileceği ve onlar bu önemli konuda
şahitler konumunda oldukları bildiriliyor. Hatta, "Sen peygamber değilsin." diyen
müşriklere karşı, "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve bir de yanında kitap
ilmi bulunan yeter!" (Ra'd, 43) demesi emrediliyor.

Ehl-i kitaptan, Hz. Peygamber zamanında Medine'de bulunan Yahudiler, bu bilgileri
ile, herkesten önce iman ederek cahil ve kitap bilgisinden çok uzak Arap müşriklere
önder olup imanlarına vesile olacak yerde, bile bile Allah'ın ayetlerini inkar edip,
hakkı batılla karıştırıp, gerçeği gizlemekle kalmamış (Al-i İmran, 70-71), bu konumlarını
çok yanlış olarak kullanma yolunu tercih etmişler ve "Kitap verilenlerden bir kısmı
(çok ahlaksız bir taktik izleyerek) şöyle demişti: "Varın o inananlara indirilene
gündüz inanın, yani inandığınızı söyleyin, gün sonunda da dönüp inkar edin, belki
o Müslümanlar da (size bakarak/size kanarak) imanlarından dönerler. Ve kendi dininize
uyanlardan başkasına aman vermeyin." (Al-i İmran, 73) Dolayısıyla da onların bu
gayr-i samimi davranışlarına karşı Arap yarımadası için Müslümanlara iki alternatif
gösterilmiştir: "Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde Allah'a ve ahiret
gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram ettiğini haram tanımayan ve hak
dinini din edinmeyenlere, hor ve hakir oldukları halde kendi elleriyle cizye verinceye
kadar savaşın!" (Tevbe, 29)

Bu ayet gösteriyor ki, ehl-i Kitap aslında uhrevi olarak, İslam'ı kabul etmek,
Hz. Muhammed'e inanmak ve itaat etmekle sorumludurlar. Fakat dinde zorlama olmadığı
için de, eğer inanmak istemezlerse, dünyevi hukuk bakımından, en azından mal ve
can emniyetlerinin bir vergisi olmak üzere cizye vermek suretiyle istedikleri gibi
inanmaya ve yaşamaya devam edebilirler. Yine bu ayet, bazı hocalarımızın, "Şüphe
yok ki, iman edenlerden, Yahudi, Hıristiyan ve Sabilerden her kim Allah'a ve ahiret
gününe gerçekten iman eder ve iyi bir amel işlerse, elbette bunların Rableri yanında
mükafatları vardır. Bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun da olmayacaklardır."
(Bakara, 62; benzeri Maide, 69) ayetlerine dayanarak ve bu ayetleri öncesine-sonrasına
bakmaksızın yorumlayarak, "Ehl-i Kitap, eğer Allah'a ve ahiret gününe iman eder
ve kitaplarına göre amel ederlerse Cennete girerler." demelerinin hatalı olduğu
gösterilmekte, Hz. Peygamber'in şeriatındaki haram ve helallere uymadan ve onun
dinini din edinmeden Cennetlik olmayacakları ifade edilmektedir. Nitekim Maide Suresinde
bu ayetin hemen öncesinde, "Ey Peygamber de ki: "Ey kitap verilenler, siz Tevrat'ı,
İncil'i ve Rabbinizden size indirilen (bu Kur'an'ı) uygulamadıkça hiçbir şey değilsiniz."
Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen -bu Kur'an-, onlardan birçoğunun azgınlığını
ve küfrünü artıracaktır. O halde kafirlere acıyacağın tutmasın!" (Maide, 68) buyrulması
bunu teyid ediyor.

Fakat ortada bir problem var: Gerek Tevrat, gerek İncil, ilk vahyedildikleri
gibi dosdoğru kaldılar mı ki, onları samimi olarak okuyan ve uygulayanlar gerçeğe
ulaşabilsinler?

Kur'an-ı Kerim'in bu konuda, tek tek ele alındığında sanki bir çelişki varmış
sanılan, fakat birlikte değerlendirildiğinde birbirini tamamladığını söyleyebileceğimiz
iki tür açıklaması var. Kur'an bir taraftan Tevrat ve İncil'e atıflarda bulunup,
onların da Kur'an-ı Kerim gibi bir takım yüce özelliklere ve sıfatlara sahip olduğunu
bildirir; bir taraftan da "tahrif"ten söz eder. Zaten Kur'an ile bugün elimizdeki
Tevrat ve İncil arasında karşılaştırmalar yaptığımızda, Kur'an'a uyan, yakın olan
ve uymayıp tamamen zıtlık ifade eden kısımlar olduğunu görmekteyiz. Bu da gösterir
ki, konu tek yönlü değildir.

Birinci açıdan baktığımızda Kur'an-ı Kerim birçok ayetinde kendisinin ve Hz.
Peygamber'in, önceki kitapları, özellikle Tevrat ve İncil'i "musaddık" olduğunu
söyler. Bununla da kalmaz, İncil'in de Tevrat'ı "musaddık" olduğunu açıklar. İsrailoğulları'na
Peygamber olarak gönderildiğini bildirdiği Hz. İsa'nın (a.s.) "Ben, hem size, Tevrat'tan
önümde bulunanı tasdik edici olarak, hem de size haram edilenin bir kısmını helal
kılmak için ve Rabb'inizden bir mucize ile size geldim; Artık Allah'tan korkun da
bana itaat edin. Şüphe yok ki Allah, benim de Rabb'im, sizin de Rabb'inizdir. Onun
için hep O'na kulluk edin! İşte bu doğru yoldur." (Al-i İmran, 48-50/Maide, 46)
dediğini nakleder. Hatta bir diğer ayette bunlara ilaveten o, "Önümdeki Tevrat'ın
doğrulayıcısı ve benden sonra gelecek, adı Ahmed olan bir peygamberin müjdecisi
olarak geldim." (Saff, 6) dediğini haber verir.

Bu ayetlerde Musa ve İsa'nın, Tevrat ve İncil'in, aynı zincirin, yani nübüvvet
zincirinin birer halkası olduklarına, dolayısıyla hep birbirlerini doğrulayan ve
özde aynı mesajı taşıyan peygamberler ve kitaplar olduklarına; bu kitapların da
"Allah'ın kelamı" (Bakara, 75) olduklarına işaret edilmektedir.

Cenab-ı Hak, "O, sana kitabı, önündeki (o kitapları) doğrulayıcı olarak hak ile
indirmektedir. Önceden de insanları doğru yola iletmek için Tevrat'ı ve İncil'i
indirmişti. Bir de ayırt eden (bu) Furkan'ı indirdi." (Al-İmran, 3) buyururken,
Kur'an'ın da aynı zincirin bir halkası olarak, kendinden öncekiler için özellikle
Tevrat ve İncil için bir "musaddık" (En'am, 92; Ahkaf, 12; Bakara, 89, 91, 97; Fatır,
31; Ahkaf, 29-31) olduğunu ve onları tasdik ettiğini (Yunus, 37) ifade ediyor. Bu
ayette "Furkan" ismiyle Kur'an'a dikkat çekişi, öncekilerin hakemi ve şahidi olarak
bu son vahyin özel konumunu göstermektedir.

Maide suresindeki ilgili ayet, Kur'an'ın sadece bir "musaddık" değil, aynı zamanda
bir "müheymin" olduğunu bildirerek, bu konuda önemli noktalara işaret ediyor. Bu
ayette Hz. Peygamber'e (a.s.m.) hitaben buyruluyor ki: "Sana da önünde bulunan kitapları
doğrulayıcı ve onlara bir şahit/müheymin olmak üzere bu hak kitabı indirdik; onun
için sen de aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, sana gelen gerçekten ayrılıp
da onların arzuları arkasından gitme! Her biriniz için bir kanun ve bir yol tayin
ettik. Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat sizi, her birinize
verdiği şeylerde imtihan edecek…" (Maide, 48). "Müheymin", "gözetip, muhafaza
eden" demektir. (Razi, Tercüme, 9/95-96) Dolayısıyla Kur'an bunların doğrularını
söyleyerek bir bakıma onların haklarını ve saygınlıklarını korumaktadır. Bu kitaplar
arasında ancak ahkam açısından bazı farklılar olabilir, özde, inanç ve haberlerinde
farklı olamazlar. Fakat ayette şu gerçeğe de dikkat çekiliyor ki, yenisi geldikten
sonra artık eskisinin hükmü sona ermekte ve artık hüküm yeni ve son şekle göre verilmektedir.

Bu yüzden, Allah Teala ehl-i kitaptan öncelikle Medine'de bulunan Yahudilere
"Ey İsrailoğulları, size lütfettiğim nimetimi hatırlayın, Bana verdiğiniz sözü yerine
getirin ki, Ben de size olan ahdimi yerine getireyim ve artık Benden korkun Benden.
Ve beraberinizdeki kitabı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin, O'na
inanmayanların ilki siz olmayın, ayetlerimi de bir kaç paraya değiştirmeyin ve Benden
sakının artık Benden! Hakkı batıla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin! Namazı
dosdoğru kılın, zekatı verin ve rüku edenlerle birlikte siz de rüku edin!" (Bakara,
40-42) diye seslenerek Kur'an'a inanmalarını ve uymalarını emretmektedir. Hatta
bir diğer ayette, "Ey kendilerine kitap verilenler, gelin o beraberinizdekini doğrulamak
üzere indirdiğimiz bu kitaba, biz bir takım yüzleri silip de enselerine çevirmeden
veya onları Cumartesi yasağını çiğneyenleri lanetlediğimiz gibi, lanetlemeden önce
iman edin!.." (Nisa, 47) buyurarak onları lanetiyle tehdit etmektedir. Fakat onlardan
bir kısmı, hatta çoğu, Allah tarafından yanlarındaki kitabı doğrulayıcı bir peygamber
gelince, sanki gerçeği bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını, yani ellerindeki şekliyle
bile Tevrat'ı arkalarına attılar. (Bakara, 101)

Bütün bu ayetlerde geçen "musaddık" kelimesi, "mükezzib"in zıddıdır. Mükezzib
birisini yalanlamak, yalan söylediğini iddia etmektir; musaddık da birisini doğrulamak,
doğru söylediğini, haber verdikleri şeylerin doğru olduğunu söylemek, onu desteklemektir.
Dolayısıyla Kur'an, Tevrat ve İncil için musaddık ise, "Tevrat ve İncil doğru söylüyor."
demektedir. Hatta ilgili ayetlerin çoğunda "yanınızdaki, elinizdeki, beraberinizdeki
o kitabı" denilerek, en azından Hz. Peygamber zamanında ehl-i Kitab'ın elinde bulunan
Tevrat ve İncil için bu nitelemeyi yapmaktadır. O günden bugüne de bu kitapların
değişmediğini yahut tercüme edilirken bazı özel kelimelerin "paraklit" gibi biraz
daha kapalı hale geleceği tarzda çevrilmesi dışında çok fazla değişmediğini söyleyebiliriz.
Dolayısıyla bugün elimizdeki şekli ile, Tevrat ve İnciller için, bütün muhtevaları
açısından, bazı konularda tamamen farklı şeyler söyleyen Kur'an'ın doğrulayıcı olması
mümkün mü?

Kaldı ki, Kur'an-ı Kerim, Tevrat ve İncil için "musaddık" olduğunu söylemekle
kalmıyor, onları kendisinin sahip olduğu birçok güzel vasıfla da niteliyor.

Mesela Tevrat hakkında, "Musa'ya, güzelce tatbik edene nimetlerimizi tamamlamak,
her şeyi detaylı açıklamak, doğru yolu göstermek ve rahmet olmak üzere o kitabı
verdik ki, Rablerine kavuşacaklarına inansınlar… Bu ise indirdiğimiz tam, mübarek
bir kitaptır. Bundan böyle buna uyun ve korunun ki, rahmetimize eresiniz." (En'am,
154-155) buyrulmaktadır. Bir başka ayette, bir yoruma göre Tevrat, hak ile batılın
arasını ayıran "furkan" olarak niteleniyor (Bakara,53). Yine Tevrat'ın, birçok ayette
"nur" ve "hidayet rehberi" olarak (Maide, 44; En'am, 91; Müminun, 49), özellikle
de İsrailoğulları için bir hidayet rehberi olarak (Secde, 23; İsra, 2) indirildiği
bildiriliyor ve mesela şöyle buyruluyor: "Biz, Musa'ya, güzelce tatbik edene nimetlerimizi
tamamlamak, her şeyi detaylı açıklamak, doğru yolu göstermek ve rahmet olmak üzere
o kitabı verdik." (En'am, 154) ve "And olsun ki, Biz Musa'ya o hidayeti verdik ve
İsrailoğulları'na o kitabı miras kıldık, akl-ı selim sahiplerine bir yol gösterici
ve bir ihtar olmak üzere…" (Mümin, 53-54).

Kur'an'a göre Tevrat'ın diğer bir niteliği de "besair"dir. Nitekim "Andolsun
ki, Biz Musa'ya o kitabı, ilk nesilleri helak ettikten sonra, besair, yani insanların
vicdanlarını aydınlatacak görüşlerle dolu bir kitap ve bir hidayet ve rahmet olmak
üzere verdik; belki düşünür, ibret alırlar." (Kasas, 43) buyrulmaktadır. Tevrat
bir başka ayette "rahmet"in yanı sıra "imam", yani "yol gösterici-önder" olarak
(Hud, 17; Ahkaf, 12); bir diğer ayette de, "her şeyi açıklayan, açıklama ve detaylandırma
özelliği ileri derecede olan kitap" anlamında (Alusi, 23/1238) "kitab-ı müstebin"
(Saffat, 117) olarak nitelendirilmektedir.

Sadece Tevrat değil, İncil de çeşitli ayetlerde, "nur", "hidayet rehberi" ve
"hikmet" olarak nitelendirilmekte (Maide, 110) ve mesela "Meryem'in oğlu İsa'yı,
önündeki Tevrat'ı bir doğrulayıcı olarak gönderdik. Ona içinde bir hidayet ve nur
bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı ve takva sahipleri için bir hidayet ve öğüt
olmak üzere İncil'i verdik." (Maide, 46) buyrulmaktadır. Yine bir çok ayette bu
iki kitap, aynen Kur'an-ı Kerim gibi "ilim" ve "beyyinat" (Bakara, 87,92; Al-i İmran,
19; Nisa, 153; Maide, 110; Casiye, 16-17) olarak nitelenmiştir. Çünkü, biraz sonra
işaret edeceğimiz şeylere rağmen, bu kitapların hepsi özde aynı hakikatleri ihtiva
etmektedir. Bu yüzden Hz. Peygamber'e onlara hitaben "Ey kendilerine kitap verilenler,
gelin aramızda ortak bir kelimede birleşelim, Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na
hiçbir ortak koşmayalım ve Allah'tan başka kimimiz kimimizi Rab edinmesin!" (Al-i
İmran, 64) demesi emredilirken hepsinin tevhit temeli üzere (Nisa, 131) olduğu bildiriliyor.
Aynı şekilde "Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, Cennet kesinlikle kendilerinin
olması pahasına satın aldı. Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler.
Bu Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'an'da da Allah'ın söz verdiği bir vaaddir…" (Tevbe,
111) denilirken, üç kitabın da aslında aynı çizgide olduğuna işaret ediliyor.

Sadece bu üç kitap değil, bunlarla birlikte önceki semavi kitaplar da insanlara
hem aynı gerçekleri haykırmışlardı ve mesela şöyle demişlerdi: "Hiçbir günahkar
başkasının günahını çekecek değildir. Doğrusu insanın çalıştığından başkası kendinin
değildir. Ve elbette çalışması yarın görülecek, sonra ona en değerli mükafat verilecek.
Ve elbette sonunda Rabb'ine gidilecektir. Doğrusu güldüren de, ağlatan da O'dur.
Doğrusu öldüren de, dirilten de O'dur." (Necm, 36-44 vd.) "Doğrusu felah bulmuştur
temizlenen; Rabb'inin adını anıp namaz kılan. Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." İşte bütün bu gerçekler (önceki peygamberlere
gönderilen) ilk sahifelerde vardı, İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde…" (A'la,
14-19)

Fakat ehl-i Kitap kitaplarındaki ilme ve gerçeklere değil, heva ü heveslerinin
peşine düştüler (Kasas, 50; Bakara, 145), dolayısıyla aşırılıklara düştüler (Maide,
77; Nisa, 171) ve kendi uydurdukları aslı-astarı olmayan bir takım kuruntuları esas
aldılar. (Al-i İmran, 24) Ehl-i Kitab'ın özellikle okuyup yazma bilmeyen, kitaplarında
ne yazdığından haberi olmayan kısmı böyle bir takım kuruntu yığını hayaller kurar
ve sadece zan ardında dolaşırlar (Bakara, 78) idi.

Halbuki Allah Teala ehl-i Kitab'a ellerindeki kitaplarla hükmetmelerini emrediyor
ve buyuruyor ki: "Gerçekten Biz, içinde bir hidayet, bir nur bulunan Tevrat'ı indirdik.
Kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi.
Bir de Allah dostları ve ilim adamları da Allah'ın kitabını muhafaza etmekle görevli
olmaları ve üzerine şahit olmaları dolayısıyla onunla hüküm verirlerdi. Artık insanlardan
korkmayın, Benden korkun ve Benim ayetlerimi birkaç paraya değişmeyin! Ey hakimler,
her kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, onlar hep kafirlerdir. Biz,
o Tevrat'ta onlara şu hükmü yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, dişe diş ve
yaralama(lar)da kısas… Kim de bu hakkını sadakasına sayar (bağışlar)sa, o, günahlarının
bağışlanmasına vesile olur. Her kim, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse,
onlar hep zalimlerdir." (Maide, 44-45)

Sonra Hıristiyanlar için buyruluyor ki: "Ehl-i İncil, yani İncil'e inananlar,
Allah'ın onun içinde indirdiği ile hükmetsin. Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle
hükmetmezse, onlar dinden çıkmış günahkarlardır. Sana da önünde bulunan kitapları
doğrulayıcı ve onlara bir şahit olmak üzere bu hak kitabı indirdik; onun için sen
de aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, sana gelen gerçekten ayrılıp da onların
arzuları arkasından gitme!.." (Maide, 47-48) Bu ifadelerden normal olarak, "Herkes
elinde hangi kitap varsa ona uysun yeter" anlamı çıkarılır. Eğer devamı olmasa idi,
biz de böyle anlardık. Fakat devamında, Hz. Peygambere hitaben, "Aralarında yalnız
Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve Allah'ın indirdiği hükümlerin
birinden onların seni şaşırtmalarından sakın! …" (Maide, 49) buyruluyor.

Aynı anlamda Cuma suresinde, Tevrat bilgisine sahip olduğu halde, sanki sahip
değilmiş gibi davranan/halklarına bu bilgiyi vermeyen din adamlarının durumu, "ciltlerle
kitap taşıyan eşeğin haline" benzetilmiştir. (Cuma, 5) Çünkü ancak eşekler sırtlarında
ne kadar kıymetli kitaplar olursa olsun, davranışlarını değiştirmez, o kitaplara
göre düzeltmezler. Eğer bu kitapları bilenler, bildiklerine uygun davransalardı,
daha önce Cenab-ı Allah'a verdikleri sözü tutup, o son kitap ve son peygambere inanmaları
gerekecekti.

Kur'an-ı Kerim'e göre bunun önemli nedenlerinden biri dünyevi menfaatler/dünya
hayatını ahiret hayatına tercih etmeleri idi; ehl-i Kitab'ın özellikle bilginleri-din
adamları, ahiret mükafatları yanında hep "azıcık" kalmaya mahkum dünya rantını ellerinden
kaçırmamak için gerçekleri gizlediler. Hatta bu yüzden daha önce kendi peygamberlerinin
de bir kısmını yalanladı, bir kısmını öldürdüler. (Bakara, 86-87; 174-175) Bu tutarsızlık,
bazıları için, o peygamberlere ve kitaplarına inandıklarını söyledikten sonra da
devam etti; işlerine gelmediği zaman o kitaplarının da bir kısmına inanıp gereğini
yaptılar, bir kısmını görmezden gelip gereğini yapmadılar. (Bakara, 85)

Elbette sayıları az da olsa içlerinde, elindeki kitabı içtenlikle okuyup, gereğini
yapan, Allah korkusu ve saygısı ile dopdolu olduğu için Allah'ın ayetlerini az bir
dünyalık uğrunda satmayan kimseler de oldu (Al-i İmran, 199) ve olacak. Fakat bu
milletlerin halefleri de bu değersiz dünya hayatını tercih ettiler. (A'raf, 169)

Bu yüzden Allah Teala onlara, "Ey İsrailoğulları, size lütfettiğim nimetimi hatırlayın,
Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size olan ahdimi yerine getireyim
ve artık Benden korkun Benden. Ve beraberinizdekini tasdik edici olarak indirdiğim
Kur'an'a iman edin, O'na inanmayanların ilki siz olmayın, ayetlerimi de bir kaç
paraya değiştirmeyin ve Benden sakının artık Benden! Hakkı batıla karıştırıp da
bile bile hakkı gizlemeyin!" (Bakara, 40-42)

Ama onlar ne yapıyorlar, özellikle bilgilileri birbirleriyle baş başa kaldıklarında
da: "Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi tutup Allah'ın
size açıkladığı hakikati o müminlere söylüyorsunuz? Aklınız yok mu be!" deyip (Bakara,
76), Allah'a açıklama sözü verdikleri bu gerçekleri, kendi dinlerinden olmayanlardan
bile saklamaya çalışıyorlar.

Fakat Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine göre, "Allah'a verdikleri söze ve kendi
yeminlerine bir kaç para uğruna hainlik edenlerin ahirette hiçbir nasibi yoktur.
Allah, onlarla konuşmayacak, kıyamet gününde onlara bakmayacak ve onları temize
çıkarmayacaktır. Onların hakkı elim bir azaptır. Bir de onlardan bir grup vardır
ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba bakarak eğip büğerler. Oysa
o (söyledikleri şeyler), kitaptan değildir. Yine: "O, Allah tarafındandır." derler,
oysa Allah tarafından değildir. Ama, bile bile Allah adına yalan söylerler." (Al-i
İmran, 77-78)

Bu insanlar önce bir şey uydurur, sonra ona kendileri de inanmaya başlarlar;
böylece uydurdukları şeyler din konusunda kendilerinin şaşırıp yanılmasına neden
olur. Mesela, "Hz. Peygamber ile kendileri arasında veya içlerinden İslam'ı kabul
edenlerle etmeyenler arasında, Hz. İbrahim konusunda, yahut recm konusunda, yahut
İslam'ın hak din olduğu konusunda, gerçek ile yalanı ortaya koysun diye hakem olması
için Allah'ın kitabına, yani ellerinde bulunan Tevrat'a" (Alusi, 3/110-111) başvurmaya
davet olunduklarında, içlerinden bir kısmı, uydurdukları bir yalana tutunarak "Sadece
sayılı bir kaç gün dışında asla bize ateş dokunmaz." diyerek, (yanlış davranmakla
fazla bir ceza çekmeyeceklerini umarlar) yüz çevirerek dönüp giderler. (Al-i İmran,
23-24)

Bunlar sadece sözlü olarak değil, yazarak da Allah adına yalanlar uydururlar.
İçlerinden bir kısmı, biraz para almak için kendi elleriyle kitap yazarlar ve sonra:
"Bu Allah tarafındandır." derler. ( Bakara, 79) Bu bir yalanı Allah adına iftira
etmek, Hak Teala'nın buyurmadığı bir şeyi O'na nisbet etmektir. Halbuki Allah'a
bir yalanı isnad edip, Allah'a iftira edenden daha zalim kimse yoktur. (Saff, 7;
Al-i İmran, 93-94)

Ehl-i Kitap, daha önce samimi müminlerken/Tevrat ve İncil'i duyunca kalpleri
titrerken, peygamberlerinden sonra üzerlerinden uzun bir zaman geçince (Alusi, 27/181)
kalpleri katılaştı, çoğu günaha dalmış kimseler oldu. (Hadid, 16)

Cenab-ı Allah önce onlara hitaben, "Bunun arkasından kalpleriniz katılaştı. Şimdi
onlar taşlar gibi, hatta daha duygusuz; çünkü taşların öylesi var ki içinden nehirler
kaynıyor, öylesi var ki çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor ve öylesi de var
ki Allah korkusundan yerlerde yuvarlanıyor." (Bakara, 74) buyuruyor, sonra da müminlere
diyor ki: "Şimdi bunların size iman edeceklerini ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan
bir zümre vardır ki, Allah'ın kelamını dinlerlerdi de akılları aldıktan sonra onu
bile bile tahrif ederlerdi." (Bakara, 75) Dolayısıyla bunlar sırf bu dine ve Hz.
Muhammed'e inanmamak için onunla ilgili bölümleri bile bile değiştirirlerdi. (Alusi,
1/298)

Halbuki Allah Teala onlarla, "Eğer siz namazı kılar, zekatı verir, bütün peygamberlerime
inanır, kendilerine kuvvetle yardım eder ve Allah'a gönülden ödünç verirseniz, kesinlikle
günahlarınızı silerim ve sizi altından ırmaklar akan Cennetlere koyarım…" diye bir
sözleşme yapmıştı. (Maide, 12)

Bu sözleşmelerini bozmaları yüzünden, Allah onları lanetledi ve kalplerini kaskatı
etti. Kalpleri o kadar katılaştı ki, Allah'ın ayetlerindeki kelimeleri yerlerinden
oynatarak değiştirir oldular. (Maide, 12; 41-42) Bir rivayette İbn Abbas'a göre
bu tahrif, yani değiştirme, kendi kötü niyetlerine uygun olarak ayetleri yalan-yanlış
yorumlamak suretiyle oluyordu. Fakat çoğu alime göre, -ki yine bu çoğunluğa diğer
rivayette İbn Abbas da dahildir- tahrif, ayetin zahirinden de ilk anda anlaşıldığı
gibi, Tevrat ayetlerindeki asıl kelimelerin yerine tamamen zıddı kelimeler koymak
suretiyle yapılıyordu. (Alusi, 1/298; 5/46)

Bunlardan hem Tevrat'ın kelimelerini, hem de konuşurken kendi kullandıkları kelimeleri
tahrif ediyor, dillerini eğip bükerek, İslam ile alay ederek, sanki güzel şeyler
söylüyorlarmış gibi yapıp, onlar yerine el-çabukluğu-dil çabukluğu ile, "Dinledik,
isyan ettik.", "Dinle dinlenilmez olsaydın." ve "Bizi güt." gibi ifadeler kullanıyorlardı.
Bu ifadelerin Arapçaları, tamamen zıddı anlamlara gelen kelimelere çok yakın olduğu
için muhatab, dikkat etmezse kendisine iltifat edildiğini sanıyordu. Böyle diyeceklerine
"Dinledik, itaat ettik.", "Dinle ve bizi gözet." deselerdi elbette haklarında daha
hayırlı ve daha dürüst olurdu. Fakat inkarları yüzünden Allah kendilerini lanetlemiştir.
Onun için pek azı dışında imana gelmezler. (Nisa, 46) Bunların çoğu, dünya menfaatini
elden kaçırmama niyeti yanında, azgınlıklarından ve çekememezliklerinden dolayı,
gerçekleri bildikleri halde, son kitaba ve peygambere inanmıyor (Al-i İmran, 19-20;
Şura, 13-14; Casiye, 17) böylece ilahi lanet ve gazabı hak ediyordu.

Kur'an-ı Kerim'in bir taraftan Tevrat ve İncil'i öven, hatta ehl-i Kitab'ın ellerinde
bulunan Tevrat ve İncil'i öven, bir taraftan da müntesibi din adamlarınca tahrif
edildiklerini, bunlardan bazıları tarafından yazılıp, bilgisiz insanlara Allah katındanmış
gibi sunulduklarını gösteren ifadeleri bizi şu sonuca götürebilir: Hz. Peygamber
zamanındaki Tevrat ve İncil, tercüme yoluyla ufak tefek değişikliklere uğratılmış
olsalar da bugün elimizde bulunan Kitab-ı Mukaddes ile hemen hemen aynıdır. Çünkü
tarihi olarak Hz. Peygamber zamanına, hatta daha öncesine ait nüshalar bugün mevcut.
Dolayısıyla Kur'an'ın bu iki uçlu ifadesini bugünkü Tevrat ve İncil için söylenmiş
kabul edip diyoruz ki: Bu Tevrat ve İncil, bir takım tahriflere maruz kalmış. Fakat
bu baştan sona kitapların bütününü kapsayan bir tahrif değildir. Bu kitapların bozulmayan,
ilk şekline uygun olarak, ahlaki-ahkami-itikadi gerçekleri ifade eden kısımları
da çoktur. Bu halleriyle bile doğru okunduğu zaman insanı Tevhid'e, Kur'an'a, İslam'a
ve Hz. Muhammed'e ulaştırabilecek özelliğe sahiptir. Bu yüzden Kur'an ehl-i Kitab'a,
ısrarla ellerindeki kitaba, peşinden de Kur'an'a uyma çağrısı yapıyor.

Kur'an'ın Tevrat ve İncil hakkındaki bu tür övücü ifadeleri o kadar dikkat çekicidir
ki, "Çağımızdaki Tevrat, Zebur ve İncil güvenilir kitaplar mıdır, yoksa değiştirilmiş
midir?" sorusuna, güya, kulaktan dolma sözlere ve söylentilere değil, bilimsel gerçeklere
dayanarak, tatmin edici delilleri ile cevap verme iddiasında olan asker kökenli
bir Hıristiyan yazar ve ilahiyatçı "Yahudi, Hıristiyan ve İslam Kaynaklarına Göre
Kutsal Kitabın Değişmezliği" isimli kitabında "Kur'an-ı Kerim'in Tanıklığı" (s.
79-111; 156-199) başlığı altında, -biraz da saptırarak- delil olarak bu ifadeleri
kullanabiliyor. (Daniel Wickwire, Lütuf Yayıncılık, İstanbul, 1999) Fakat Kur'an,
diğer taraftan, mezkur yazar yorumlarla ve özellikle Prof. Dr. Süleyman Ateş ve
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk gibi ilahiyatçılardan alıntılar yaparak aksini iddia
etse de, bu kitaplara müntesip olduğunu iddia eden kimseler tarafından bir tahrife
uğratıldığına da ısrarlı bir şekilde işaret etmektedir.

Aynı yazar, bu konuda, söylediği birçok şeyle çelişkiye düşme pahasına, Prof.
W. Montgomery Watt'a dayanarak şu iddialara yer verir: "Genellikle kabul edilir
ki, Hz. Muhammed Kutsal Kitap hakkında bilgisini Mekke'deki bilginlerden topladı."
(Watt, Muhammed, Prophet and Statesman, s.41, Londan, 1961) Herhalde Mekke halkı
de o dönemde Kutsal Kitap ve Kur'an-ı Kerim arasında bir fark olmadığını düşünüyordu.
Sanki bu iki kitap arasında tek bir fark vardı, o da, Kur'an-ı Kerim'in Arapça olarak
indirilmesiydi… "Hz. Muhammed'in ölümünden sonra on-on iki yıl içinde Araplar Irak,
Suriye ve Mısır'ı fethettiler, doğu ve batı yönünde yayılmalarını da sürdürdüler.
Fetihler, onları iyi eğitim görmüş çok sayıda Hıristiyan'la ilişkiye soktu ve daha
ileri düzeyde bir "savunma" gereği doğdu. Bu durum, aşırı titizlik gösterme çabasını,
Yahudi ve Hıristiyan kutsal metinlerin bozulduğu tarzında bir akideye dönüştürdü…."
(Watt, Günümüzde İslam ve Hıristiyanlık, s. 18-19, İz Yay., İstanbul, 1983)

Bu iddialar, Hz. Muhammed'i, vahiy alan bir peygamber değil, bilgilerini toplumundan
alan ve bilgileri değiştikçe iddiaları da değişen bir insan ve sanki Kur'an, Tevrat
ve İncil gibi, Hz. Peygamber'den sonra üzerinde oynanmış bir kitap gibi göstermektedir.
Bu Batılılar, bir taraftan Kur'an'ı da kabul eder görünüp, ayetlerini delil olarak
kullanıyorlar, diğer taraftan, onun insan eseri olduğunu ileri sürüyorlar ve kitaplarında
apaçık çelişkileri görmeyip, haşa peygamberin çelişkiler içinde olduğunu ima ediyorlar.

Aynı yazar hiç utanmadan şunları ileri sürebilmektedir: "Zaman geçtikçe Müslüman
bilginler kutsal kitabı incelemeye başladıklarında hayal kırıklığına uğramışlardır.
Kutsal Kitab'ın İslam Peygamber'i ve İslam inançlarına destek vereceğine, onun ana
öğretileri ile çeliştiğini görmüşlerdi. Tevrat, Zebur ve İncil birbirleriyle tam
bir uyum içinde oldukları halde, Kur'an'dan çok farklıydılar. Kur'an'la Tevrat arasında
inanç farklılıkları ve ayrılıkları vardı. Ama sanki iş işten geçmişti, çünkü Kur'an'a
göre Kutsal Kitap doğru ve güvenilirdi. Kur'an'ın, Kutsal Kitab'ı doğru bir kitap
olarak kabul edip, onu hemen hemen aynen tekrarladıktan sonra Tevrat ve İncil'in
tahrif edilmiş olduğunu bildirmesi aklın kabul edeceği bir şey değildir. Onun için
İslamiyet'i korumak amacıyla Kutsal Kitab'ın sonradan değiştirildiği gibi bilime
ve tarihe dayanmayan söylentiler yaymaya başlamışlardı. "Kutsal Kitab'ın değiştirildiğini
iddia eden hiçbir Müslüman bu konuda sağlam bir kanıt getirememiştir. Bu iddiayı
ortaya atanlar, Kutsal Kitab'ın ne zaman değiştirildiğini, kim tarafından değiştirildiğini
ve ne kadarının değiştirildiğini açıklayamamaktadırlar. Onların bu tavrı Kur'an
ve Kutsal Kitab'ın farklılığını haklı çıkarmak için sahip oldukları önyargıdan kaynaklanmaktadır.
Bu tavrın bilimsel ve tarihi bir dayanağı yoktur." (Gilchrist, The Christian Witness
to the Muslims.., s. 270, 1988'den naklen) (Wickwire, 340-343)

Halbuki tarihte ve günümüzde hem de Batıda/kendileri tarafından yapılan bir çok
araştırma gerçeğin Kur'an'da yazıldığı gibi olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla
yeni bilgiler sonucu görüş değiştirme söz konusu olmayıp, bilakis gerçek iki yönlüdür
ve Kur'an her ikisine de işaret etmiştir: Evet Tevrat ve İncil, hem tahrife uğramış
bölümler, hem de Kur'an ile paralel gerçekler ihtiva eden bölümler ihtiva etmektedir.
Kitab-ı Mukaddes'teki tahrif aksi iddia edilemeyecek kadar açıktır. Bu konuda, Delhili
Rahmetullah Efendi'nin, Batı'nın kendi kaynaklarını da sık sık kullanarak yazmış
olduğu İzharu'l-Hak isimli eseri başka söze hacet bırakmayacak derecede yeterli
delil sunmaktadır (Sönmez Yayınları, İstanbul, 1972)

Biz de bugün Batı dünyasının elindeki Kitab-ı Mukaddes'e, yani Tevrat ve İncil'e
baktığımızda Kur'an ile ve Hz. Peygamber'in (a.s.) hadisleri ile paralellik arz
eden birçok cümle görüyoruz. Mesela, Kur'an'da, Tevrat'ta yazılı olduğunu haber
verdiği şeylerin bazısını aynen, bazısını kısmen buluyoruz, fakat bazılarını hiç
bulamıyoruz. Bundan anlaşılıyor ki, tahrife uğramamış olanları aynen, kısmen tahrif
edilmişleri kısmen buluyoruz, diğerlerini bulamıyoruz.

Öyle ise Kur'an-ı Kerim, bugün elimizde bulunan, başlarından birçok macera geçmiş
olan Tevrat ve İncil'e karşı, ne kabul ne ret açısından toptancı bir tavır sergilemeyip,
adil ve gerçekçi bir yaklaşımla, hem artılarına hem eksilerine dikkat çekiyor, hatta
kısmen de olsa onlardan yararlanabileceğimizi, bizim için bazı konularda bilgi kaynağı
olabileceklerini söylüyor.

Öz

Bugünkü haliyle diğer dinlerden ve diğer din kitaplarından hemen hemen hepsi
kendi dışında hiçbir gerçek kabul etmezken, Kur'an kendisini semavi kitaplar zincirinin
bir halkası, fakat en son halkası olduğunu, peygamberinin de peygamberler zincirinin
en son halkası olduğunu çeşitli ifadelerle ilan etmektedir.

Fakat ortada bir problem var: Gerek Tevrat, gerek İncil, ilk vahyedildikleri
gibi dosdoğru kaldılar mı?

Bu konuda Kur'an'ın, tek tek ele alındığında çelişki, birlikte değerlendirildiğinde
biribirini tamamladığını söyleyebileceğimiz iki tür açıklaması var. Kur'an bir taraftan
Tevrat ve İncil'e atıflarda bulunup, onların da Kur'an-ı Kerim gibi yüce özelliklere
ve sıfatlara sahip olduğunu bildirirken, bir taraftan da bu kitaplara müntesip olduğunu
iddia eden kimseler tarafından bir tahrife uğradığını ima etmektedir. Keza aynı
şekilde Kur'an ile bu kitaplar arasında karşılaştırmalar yaptığımızda uyan, yakın
olan ve tamamen uymayıp zıtlık ifade eden kısımlar olduğunu görmekteyiz.

İşte bu üzerinde durulması ve çözülmesi gereken bir konudur.

Anahtar Kelimeler: Kur'an, Tevrat, İncil, musaddık, tahrif, ehl-i kitap

Abstract

Although, almost all of other religions and their books in their recent form
do not accept any other truth apart from themselves, Qur'an announces itself in
various forms as a ring of the chain of holy books, but as the last hoop, and His
Prophet as the last prophet of the long chain of prophets.

But there is a problem: Is it possible to claim that whether Torah or Bible remained
in the same form as they have been revealed by God?

On this subject, we see two kinds of explanation in Qur'an, which seems to be
contradictory if considered separately, but complementary if reflected together.
On the one hand, Qur'an refers to Torah and Bible assigning them sublime features
and attributes; on the other hand implies that these two books have been distorted
by their believers. And if we compare Qur'an and these books, we notice that there
are some parts which correspond fully, some have similar meanings but in some parts
we see clear contradictions.

Exactly this is a point which should be analyzed and solved.

Key Words: Qur'an, Torah, Bible, confirming, distortion, people of book

Dipnotlar

* Tevrat ve İncil ile birlikte Zebur'u zikretmek gerekirdi. Fakat Zebur, bugün
eli-mizde bulunan Tevrat'ta "Mezmurlar" yahut "Davud'un Mezmurları" adıyla bir bölümü
olarak yer aldığı için, onu ayrıca zikretmedik. Dolayısıyla bu iki kitap için söylediklerimiz
Zebur için de geçerlidir.