Müslümanların teslis anlayışlarına ait her sunumun birtakım zorlukları vardır.
Öyle ki, Müslümanların teslis anlayışı, Hıristiyan bilginlerin kendi aralarında
vardıkları sonuçlar kadar çeşitli ve farklı olmuştur. Hıristiyan dünyasındakinin
aksine, Müslüman toplumların tartışmaya açık aydın azınlıklar içermeleri nedeniyle
Ortaçağ'daki İslamiyet'in Hıristiyan doktrini hakkında bildiklerinin Kilise'nin
İslamiyet hakkında bildiğinden çok daha fazla olduğu bir gerçektir. Batı'da bir
yenilik olan Müslüman-Hıristiyan diyalogu, Orta Doğu'da köklü bir geçmişe sahiptir
ve kökleri 7. yy. Suriye Müslüman alimleri ile Yuhanna ed-Dımeşki arasındaki seviyeli/nazik
müzakerelere kadar uzanır. Yine de bizim ilahiyatçılarımızı okuyan biri genellikle
onların çoğunun teslisi tam olarak anlayamadıkları sonucuna varır. Bu gibilerin
analizleri; deneyimsizlikten değil, skolastik veya Doğu'ya ilişkin teslis düşüncesinin
karmaşıklıklarına olan aşinalıklarının yetersiz olmasından dolayı temelde hatalıdır.
Bunlar genellikle hayali düşmanlarla savaşmaktan öteye geçemezler.

Sanırım bunun iki sebebi bulunmaktadır. İlki: teslis öğretisi; İslam ve Hıristiyanlık
arasındaki tartışma konularının en kötü şöhretlisi idi ve bu yüzden şiddetli öfkelerle
yüklüydü. Modernite-öncesi Müslüman anlayışına göre; Hıristiyan istilacılar, haçlılar,
engizitörler ve diğerleri teslis öğretisini talihsiz Müslüman düşmanlarına zorla
kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Hatta bugün dahi Rusya'daki Müslümanlar arasında,
korkunç İvan'ın, Volga Müslümanlarının başkenti olan Kazan'ı istila ettiğinde onlara
'bizimle birlikte Kutsal Teslis'i nesilden nesile takdis ederseniz kılıçtan kurtulursunuz'
dediği anlatılır. Bugün bile Bosna'da birtakım Sırp anarşistler, Müslüman düşmanlarına
karşı 'üç parmaklı teslis selamı'nı bir saygısızlık ifadesi olarak kullanırlar.
Buna benzer başka örnekler de vardır. Bu yüzden, birçok Müslüman ilahiyatçının teslis
inancına ilişkin yorumu, ağır reddiye bağlamlı bir korkudan ve çoğu kez de doğrudan
nefretten kaynaklanmıştır: Teslis, her çeşit şeytani kötülüğün sahnelendiği Akdeniz'in
kuzey kıyılarında mesken tutmuş bilinmeyen, fakat kesinlikle vahşi/barbar olan ötekinin
tam bir sembolü olmuştur.

Sanırım bu çarpıklığa teslis inancının bizzat kendisinden kaynaklan bazı problemler
de eklenmelidir. İslam, büyük düşünürler üretirken her şeye rağmen epistemolojik
tasarılarından bazılarını teoloji sepetine koymuştur; Hıristiyanlık ise, böyle bir
şeye sahip değildir. Müslümanların teslisle ilgili açıklamalarını okurken oradaki
sabırsızlık duygusunu fark etmemek mümkün değil. Semitik bilincin faziletlerinden
biri de, 'mutlak hakikatin mutlak basitlikte olması gerektiği' kanaatine sahip olmasıdır.
İznik Konsili'nin Tanrı hakkında biri iki tabiata sahip üç şahsiyet olarak bahsetmesi
ve bunları bir şekilde teke indirgemesi, aklen kuşkulu olmanın da ötesinde sezgisel
olarak da yanlış görünmektedir. Bütün varlığın nihai temeli olan Tanrı, herhalde
bu kadar karmaşık olmak zorunda değildir.

Teslisi doğru anlamanın önündeki bu iki engel bugün bile bir dereceye kadar varlığını
sürdürmektedir. Fakat her zaman kırılgan bir konsensüs olan teslisin ne anlama geldiğine
dair eski Batılı Hıristiyan mutabakatı engeli, geçtiğimiz yüzyıldan beri birçok
ciddi Hıristiyan alimi arasında artık itibar görmemektedir. Hıristiyan teolojisinin
devasa birikimini inceleyen Müslümanlar, Hıristiyanların pek çoğunun teslise nasıl
inandıklarını tam olarak anlamakta zorluk çekebilirler. Bizim tecrübe ettiğimiz
diğer bir nokta ise; Hıristiyanların genellikle başka konuları münazara etmeye hevesli
olmalarıdır ki, biz, bundan onların teslis öğretisinden tatmin olmadıkları sonucunu
çıkartmaya eğilimliyiz.

Şimdi yapmaya çalışacağım şey, bir Müslüman olarak teslis öğretisine dair anlayışımı
ortaya koymak olacaktır. Tarihsel Hıristiyan ortodoksisi için bir risk olduğunu
iyi teşhis ettiğim kesin bir noktayı belirterek başlamak istiyorum: Enkarnasyon
(tecessüd) ve kefaret öğretileri kabul edilmedikçe Teslis inancının esası temelde
bir şey ifade etmez. Aziz Anselmus, Cur Deos Homo isimli eserinde kefaret kavramının
İsa'nın tanrı olmasını gerektirdiğini göstermiştir; zira Hz. Adem'den tevarüs eden
günahtan dolayı Augustin'in ifadesiyle 'a massa damnata' yani lanetli topluluk olan
insanlığın sınırsız fenalıklarına ancak sonsuz bir fedakarlık (kurban) kefaret olabilirdi.
Bu yüzden Nasıralı İsa, semada oturan ve dualarımızı işiten Tanrı Baba'dan ayrı
olarak, dünyada yürüyen insan bedenine bürünmüş bir Tanrıydı. Böylece, Tanrı'yı
birbirinden farklı varlıklar olarak, en azından bir süreliğine dünyada ve semada
bulunan 'bir içinde iki olan' varlıklar olarak düşünmek gerekli hale geldi. Erken
dönem Hıristiyanlık'ında, insan hayatında ilahi bir varlık olarak etkin olduğuna
inanılan Mesih'in Ruh'u olan Logos zamanla üçüncü bir kişi olarak uknumlaştırıldı
ve böylece teslis doğdu. Şüphesiz bu süreç, ilahi kefaret figürüne ait inançları
da barındıran o dönem Yakın Doğu'daki mevcut üçlü inançlar tarafından şekillendirilmişti.

Şimdi, bu süreçteki delile bakarak itiraf etmeliyim ki, ben, birçokları gibi
filolojik yeteneklerin göz kamaştırıcı süsleriyle silahlanmış bir Kitab-ı Mukaddes
bilgini değilim. Fakat bana öyle geliyor ki; aralarında Oxford'dan profesör Geza
Vermes gibi önemli insanların da bulunduğu ciddi tarihçilerin, Nasıralı İsa'nın
hiçbir zaman kendisini teslisin ikinci kişisi olarak görmediği ve bunu öğretmediği
konusunda mutabakata vardıkları görülüyor. Biz, O'nun Tanrı'ya ilah ve seven bir
baba olarak inanma bilincine sahip olduğunu ve kendisini, Tanrı'nın krallığının
yaklaştığını ilan etmeye ve insanlığın bu önemli zamana kendinde birtakım değişiklikler
yapmak suretiyle nasıl hazırlanması gerektiğini açıklamaya adadığını biliyoruz.
Kendisinin Mesih ve peygamberlerin önceden müjdelediği "insanoğlu" olduğuna inanıyordu.
Yakın zamandaki Qumran keşifleriyle ulaşılabilir hale gelen 1. yy Yahudilik'i araştırmalarından,
bu terimlerden hiçbirinin Tanrısallığı ima edecek şekilde anlaşılmadığını biliyoruz:
Onlar, sadece Tanrı'nın tasaffi etmiş/temiz hizmetkarları anlamına gelmekte idi.

Kilise babaları ve Ortaçağ düşüncesinde İsa'nın tanrısallığı doktrinini desteklemek
amacıyla sık sık anılan 'Tanrı'nın oğlu' terimi de aslında ikna edici değildi: Bu
terim, Eski Ahit'te ve yaygın olarak Yakındoğu anlayışında krallar, firavunlar,
sihirbazlar vb. için kullanılırdı. Aziz Pavlus Hıristiyan mesajına ait kendi yorumunu
sınırları aşarak Yahudi olmayan toplulukların geniş dünyasına kadar taşıdığında,
Mesih'in oğulluk imgesi mecazi olarak değil metafizik yönden yorumlandı. Bunun sonucunda
ortaya çıkan tartışmaların, aforozların ve politik müdahalelerin hikayesi karmaşıktır.
Fakat kesin olan şey; tabiatının birinde tanrıyla aynı cevherden olan, diğer tabiatıyla
ise insani cevhere sahip olan Helenleşmiş Mesih'in, 3 yüzyıl önce Galile sokaklarında
gezen çilekeş peygamberle önemli bir benzerliğinin olmamasıdır.

Müslüman bakış açısına göre, bu şekilde İsa'nın semitiklikten arındırılması bir
felaket olmuştur. İznik Konsili'nden 3 yüzyıl sonra Kur'an'da şöyle belirtilmiştir:

"Meryem oğlu Mesih İsa ancak bir peygamberdir, ondan önce de peygamberler gelip
geçmiştir… Ey ehl-i kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın sizden evvel gerçekten
dalalete düşmüş birçoklarını da saptırmış hem (kendileri de) düz yolun ortasında
şaşmış bir kavmin arzularına uymayın." (Maide, 75-77)

Yine:

"Ey ehli kitap, dininizde haddi aşmayın, Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyin!
Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah'ın Peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve
O'ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve peygamberlerinize iman edin ve 'Üçtür' demeyin!
Kendi hayrınıza olarak bundan vazgeçin. Allah ancak tek bir ilahtır… Mesih, Allah'a
kul olmaktan asla çekinmez." (Nisa, 171-172)

Burada "aşırılık/haddi aşma" anlamında kullanılan Kur'anî terim, 'guluv', İslam
mezhepler tarihinde, saygın ve karizmatik kişilere ilahlık atfeden -Müslüman veya
gayr-i müslim- her türlü akım için kullanılan standart bir terim haline geldi. Peygamberin
damadı Hz. Ali döneminde, Helenistik ve pagan kültürlerin birçok mühtedinin hayatının
arka planını şekillendirdiği Irak'taki onun bazı sadık taraftarları Ali'nin Tanrı
olduğunu veya Tanrı'nın ona hulul ettiğini iddia ettiler. Şüphesiz bu iddia, Ali'yi
son derece rahatsız etti ve bunu ona isnad edenleri sürgün etti; fakat bugün dahi
Türkiye'deki Kızılbaşlar veya Suriye dağlarındaki Aleviler gibi marjinal İslami
akımlar, Tanrı'nın Ali'de ve sonra da sırasıyla onun soyundan gelen imamlarda tecessüd
ettiği şeklindeki batınî kozmoloji fikrini sürdürmektedirler.

Bununla beraber İslam'ın ana kolu, Sami olmayan toplumlara hızla yayılmasına
rağmen hiçbir zaman bu ayartmaya kapılmamıştır. Hz. Muhammed'e (s.a.v.) bağlılıkla
ilgili şiirlerin en meşhuru olan Kaside-i Bürde'de Bûsîrî, makul tazimin hududunu
şöyle açıklamaktadır:

'Hıristiyanların kendi peygamberleri hakkındaki iddialarını bırak,
Dilediğin gibi ve bütün kalbinle onu öv.
O bir insan tabiatında olmasına karşın,
İstisnasız insanlığın en mükemmeliydi.'

Bundan birkaç yıl önce, 12. yy. ilahiyatçısı Gazzalî, Hıristiyanların ayna gibi
olan İsa'nın kalbinden yansıyan ilahi ışıkla gözlerinin kamaştığını, aynayı ışığın
kendisiyle karıştırdıklarını ve aynaya taptıklarını yazarken haddi aşmanın (guluv)
tehlikelerini de özetlemekte idi. Şöyle ki, İsa'nın başına gelen, azizlik mertebesini
elde eden tasaffi etmiş her insan ruhunun başına gelen ve gelmeye de devam edecek
olan şeyden kategorik olarak farklı değildi. İsa'nın kalbindeki ilahî nurun mevcudiyeti,
mantıksal olarak İsa'nın başlangıçtaki varlığının teslis inancının bir uknumu olduğu
doktrinini gerektirmez.

Müslümanları ilgilendiren Teslis öğretisinden kaynaklanan başka meseleler de
vardır. Tanrı'nın bizi, ancak İsa bizim cezamızı üstlenerek haçta öldüğünde bağışlayabileceği
inancını ihtiva eden Kefaret doktrini hakkındaki endişelerimize biri kısaca değinmeli.
John Hick, 'ahlaki bir borcun tamamen ödenmesiyle satın alınan bir bağışlanmanın
aslında bağışlanma olmadığına' dikkat çekmiştir. Kesinlikle daha tutarlı olan bir
açıklama, adalet duygusunu tatmin için kurban olarak kan akıtmamış olmasına rağmen
babası tarafından tamamen bağışlanmış savurgan oğul meseliyle İsa'nın bizzat öğretisinde
yer almaktadır. Bağışlanma için muhteşem bir yakarış olan Babamız Duası'nın hiçbir
yerinde kefaret veya kurtuluşa ihtiyacı gerektiren bir ifade yer almamaktadır.

İncillerde kaydedildiği şekliyle Tanrı'nın bağışlaması hakkındaki İsa'nın kendi
öğretisi, aslında İslamî kavramlar ve Eski Ahit açısından da tümüyle anlaşılabilir
ve nettir. Kur'an, 'Allah bütün günahları affedebilir' der. Ayrıca, Hz. Peygamber'e
(s.a.v.) ait iyi bilinen bir hadiste şöyle buyruluyor:

"Hesap gününde, haberci melek Arş-ı Alâ'nın altından seslenecek: Ey Muhammed
ümmeti! Bana karşı olan bütün suçlarınızı bağışladım. Yalnızca birbirinize olan
hakkınız hariç. Birbirinize olan hakkınızı helal edin ve Rahmetimle Cennet'e girin.'

Ve meşhur bir hadise:

Rivayet edilir ki, bir çocuk sıcak bir yaz gününde güneşin altında duruyordu.
Kalabalığın arasından bir kadın onu gördü ve koşarak gidip çocuğa hasretle sarıldı;
'Oğlum! Oğlum!' diyerek, güneş yakmasın diye arkasını vadiye döndü. Bunu gören insanlar,
ellerindeki işi bırakarak ağlamaya başladılar. Derken Allah Resulü (s.a.v.) çıkageldi.
O'na olanlar anlatılarken, Hz. Peygamber onların şefkat ve merhamet hislerinin galeyana
geldiğini görüyordu. Daha sonra, onlara şu müjdeyi verdi: "Şu kadının oğluna olan
merhametine mi hayret ettiniz?" Onlar, "Evet" dediler. Bunun üzerine Allah Resulü
şöyle buyurdu: "Allah'ın size olan merhameti, şu kadının oğluna olan merhametinden
daha fazladır." Böylece Müslümanlar büyük bir sevinç ve mutlulukla oradan ayrıldılar.

Aynı hadis, Müslümanların ilahi bağışlanma hakkındaki düşüncelerine ilişkin ilginç
bir yönü de belirtiyor: Zahirdeki annelik yönü. Bu hadiste seven ve merhametli Tanrı
için kullanılan 'er-Rahman' terimi, Peygamber'in kendi ifadesine göre 'rahim' (dölyatağı)
anlamına gelen 'rahim'den türetilmiştir. Günümüzdeki bazı Müslümanlar, zannedersem
biraz da haklı olarak, şöyle düşünmekteler: Tanrı'nın sıfatları, mecazi olarak hem
'dişil ve anaç' karakterle hem de 'güç ve amansız adalet' gibi kavramlara dayandırılan
eril karakterle ilgili olabilir. Bu nokta bizim ilahiyatçılarımız tarafından yeni
ele alınıyor. Meseleyi tam olarak açıklamaya yeterli zaman yok; fakat bu konuda
Rosemary Reuther gibi feminist ilahiyatçıların Kristolojisi ile Müslümanlar arasında
kesin ve ilginç bir yakınlaşma var.

Yakın zamanda yapılmış bir çalışmada Ürdünlü ilahiyatçı Hasan es-Sakkaf, Tanrı'nın
cinsiyet sahibi olmaktan müteal olduğunu, her ne kadar sıfatlarında erillik veya
dişilik özellikleri görülse dahi Tanrı hakkında erkek veya kadın denilemeyeceği
şeklindeki ehl-i sünnet anlayışını yeniden vurguluyor.

Tanrı'nın cinsiyetten ari oluşu konusu, Karen Armstrong'un İslam'a yaptığı övgülerin
birçoğunda genişçe bahsedildi ve bu durum diğer feminist düşünürler tarafından da
anlaşılmaya başlandı. Mesela, Maura O'Neill yeni kitabında şöyle bir tespitte bulunuyor:
'Müslümanlar, cinsiyete biçilen rollerin inşasında bilinçli veya bilinçsiz bir alet
olarak eril Tanrı anlayışını kullanmıyorlar.'

Reuther'in, tarihsel ve Kitab-ı Mukaddes'e bağlı yüzeysel temellendirmelerden
ayrı olarak, teslis inancına olan kendi temel itirazlarından biri de Tanrı'ya eril
cinsiyetin vurgulu atfıdır. O, asırlardır Hıristiyan kadınların onurlarının kırılmasıyla
çektikleri acılardan bu eril Tanrı anlayışını suçlarken aşırıya kaçmış olabilir
veya olmayabilir. Fakat, erkek hakim Teslis anlayışının kadınları dışladığını; zira
bu anlayışa göre erkeğin Tanrı suretinde yaratıldığını, kadının ise onun ikincil
ve daha az Tanrı'ya benzeyen modeli olarak yaratılmış olduğunu ifade ederken mantıklıdır

Kısmen onun da etkisi ile, Amerikan Protestan ayini Teslis'i yavaş yavaş erillikten
arındırmaya başladı. Kapsamlı dil kitapları artık Tanrı'dan 'Baba ve Anne' diye
bahsetmekte. Mesih'in Tanrı'yla olan ilişkisini tanımlayan kelime artık 'oğul' değil,
'çocuk'tur. Genellikle saçmalık veya doğrudan doktrinel bozulma noktasına kadar
varsa da bu, böyle devam etmekte.

Burada, İngiltere'de, 1989'da BBC Günümüz Teslis Öğretisi Araştırma Komisyonu
raporunu yayınladığında, feminist akım cesaretlendi. Komisyonun cevabı şöyleydi:

'Baba kelimesi, selbî olarak inşa edilmeli; yani, kavrama zımnen uygunsuz çağrışımlar
-bu bağlamda, eril anlamına gelmektedir- içerecek şekilde mana verilmemelidir. Bu
durumda geriye kalacak olan şey, şahsa yönelik olacaktır ki; bu da erillik değil
şahıs anlamında kökenleri gündeme getirecek bir irtibatla yorumlanmalıdır.'

Şimdi, birileri bu açıklamanın da tatmin edici olmadığını söylemeli. Eril çağrışımlar
içeren her şeyden soyutlanmış bir 'babalık' kavramı, artık hiç de 'babalık' değildir.
Hatta ebeveynlik de değildir; çünkü ebeveynlik iki kip içerir. Komisyon üyeleri,
sadece imkansız Teslis doktrininin gerektirdiği en son Kitab-ı Mukaddes yorum manevraları
üzerinde çalışıyorlar. Onlar için Unitarianizm'in babası John Biddle, şöyle demiştir:
'Bu görüş Hıristiyanlardan çok hokkabazlara yakışır.'

Bu konu hakkında aklıma gelen son nokta ise; Aquino'lu tarafından birkaç ciltte
ayrıntılı bir şekilde incelenmiş olan Teslis'in, Tanrı'nın içsel tabiatı hakkında
çok fazla varsayım öne sürüyor olmasıdır. Daha önce de belirttiğim gibi, tarihi
olarak İslam'ın felsefi teolojinin Tanrı'ya götüren bir yol olduğundan şüphesi,
Hıristiyanlık'ın şüphesinden daha fazla olmuştur. Aslında, ilahi birlik/tevhid Müslümanlar
tarafından iki akıl-üstü kaynağa dayalı olarak doğrulanmıştır: Kur'an vahyi ve sufilerle
velilerin birleştirici tecrübeleri. Tanrı'nın mutlak Bir ve bölünemez olduğu, yüksek
mistisizmin tamamının vardığı bir sonuçtur; ilahi tevhid dininin mükemmel bir temsilcisi
olarak İslam da, inanç ile mistik tecrübe arasında çok yakın bir bağ kurmuştur.
18. yüzyılda yaşamış Bosnalı bir mutasavvıf olan Hasan Kaimi, bugün bile Saraybosna'daki
insanlar tarafından sevgiyle terennüm edilen şiirinde bunu şu şekilde açıklamıştır:

'Ey hakikati arayan! Açılması gereken kalp gözündür.
Bugün, aşkla O'na yönelerek İlahi Tevhid'i bil.
"Zihnimin onun tabiatını idrak etmesini bekliyorum" diye itiraz edersen,
Bugün, aşkla O'na yönelerek İlahi Tevhid'i bil.
Allah'ın Cemali'ni seyretmek ister isen,
O'na teslim ol, O'nun esmâsını zikret;
Ruhun temizlendiğinde gerçek neşenin nuru parlayacaktır.
Bugün, aşkla O'na yönelerek İlahi Tevhid'i bil.'

Öz

Bu makalede, bir Müslüman gözüyle teslis inancı ele alınmaktadır.

Müslümanların teslis anlayışı, Hıristiyan bilginlerin kendi aralarında vardıkları
sonuçlar kadar çeşitli ve farklı olmuştur. Batı'da bir yenilik olan Müslüman-Hıristiyan
diyalogu, Orta Doğu'da köklü bir geçmişe sahiptir Yine de bizim ilahiyatçılarımızı
okuyan biri genellikle onların çoğunun teslisi tam olarak anlayamadıkları sonucuna
varır. Bu gibilerin analizleri; deneyimsizlikten değil, skolastik veya Doğu'ya ilişkin
teslis düşüncesinin karmaşıklıklarına olan aşinalıklarının yetersiz olmasından dolayı
temelde hatalıdır.

Sanırım bunun iki sebebi bulunmaktadır. İlki: teslis öğretisi; İslam ve Hıristiyanlık
arasındaki tartışma konularının en kötü şöhretlisi idi ve bu yüzden şiddetli öfkelerle
yüklüydü. Teslis, her çeşit şeytani kötülüğün sahnelendiği Akdeniz'in kuzey kıyılarında
mesken tutmuş bilinmeyen fakat kesinlikle vahşi/barbar olan ötekinin tam bir sembolü
olmuştur.

İkinci olarak teslis inancının bizzat kendisinden kaynaklan bazı problemler de
buna eklenmelidir. İznik Konsili'nin Tanrı hakkında biri iki tabiata sahip üç şahsiyet
olarak bahsetmesi ve bunları bir şekilde teke indirgemesi, aklen kuşkulu olmanın
da ötesinde sezgisel olarak da yanlış görünmektedir.

Anahtar Kelimeler: Teslis, Müslüman, Hıristiyan, Tanrı, enkarnasyon, kefaret

Dipnotlar

* Yakın zamanda Oxford'da bir grup Hıristiyan'a verilen konferans metnidir