The Principles of Conservative Theory from the Islamic
Point of View

Muhafazakârlık, sözcük olarak toplumda yerleşik inanç, gelenek ve
düzenin muhafazasından yana olmak demektir. Toplumun inanç ve kültürünü sürdürme
anlamıyla kavram, günlük dinde "dindar" manasında da kullanılır olmuştur. Sosyal
anlamda o, geleneğin değişime direncini temsil eder. Siyasî anlamda ise toplumun
geleneğinin yansıması olduğuna inanılan siyasî sistemin sorunsuz olarak işlediğini
düşünür ve köklü reform taleplerine karşı çıkar. Felsefi açıdan da rasyonalizmi
temel alan Aydınlanma düşüncesine yöneltilen eleştirilerle belirginleşir.1

Muhafazakârlık, her toplumda var olmuş bir yaklaşımdır. Ancak onun siyasî ve
toplumsal temellere dayalı sistemleşmiş bir görüş olarak ortaya çıkışı yenidir.
Muhafazakâr teori, sosyolojik bakımdan sanayi devrimiyle ortaya çıkan yeni sosyal
şartların geleneksel değerleri yerinden etmesine, sosyal yapıların çözülmesine ve
bireyi yalnızlaştırmasına yönelik eleştirilerden beslenmiştir.

Muhafazakârlık "tabiatı icabı" arzu edilmeyen gelişmelere tepki dışında hangi
istikamete yönelmemiz gerektiği konusunda bize bir seçenek sunmaz. Bu yönüyle o,
yalnızca bir tutum olarak görünse de günümüzde, Liberalizm ve Sosyalizm karşısında
kendi bağımsız önerileri bulunan, sosyal bilim ve çağdaş siyasal doktrinler öğretiminin
başlı başına bir konusu haline gelmiştir.2

Makalede bir doktrin, sosyal veya siyasal bir teori olarak muhafazakârlık hakkında
nihaî bir yargıda bulunmaktan ziyade, muhafazakâr düşüncenin temelleri ve ilkeleri
hakkında İslam açısından değerlendirmede bulunulacaktır. Bunun dışında muhafazakârlığın
aktüel boyutları ve özellikle reel siyasetteki farklı tezahürleri konu dışında tutulacaktır.

1. Birey

Muhafazakâr teoriye göre, birey, ontolojik açıdan zayıf, sınırlı ve yetersizdir.
Bu yüzden de onun aile, din, gelenek gibi kurumlarla desteklenmeye; gelenek ve toplumun
tecrübe birikiminin kılavuzluğuna ve güçlü bir otoritenin yönetimine ihtiyaç vardır.
Bu nedenle bireylerin, kendi sınırlı bilgi ve anlayışlarıyla toplumun geleceği hakkında
yanlı kararlar alması, bir avuç insanın kurguladıkları ütopyaları doğrultusunda,
istikrarı bozacak köklü değişimler doğru değildir.

Muhafazakârlıkta, Hıristiyanlığın kusurlu insan anlayışının etkisini izleyebiliriz.
O, kilisenin aracılığı ve onun temsil ettiği İsa'nın inayeti olmadan kurtuluşun
olmayacağına inanan kurumsal Hıristiyanlık gibi bireylere karşı güvensizdir. Bu
yüzden muhafazakârlık, Aydınlanmanın mükemmelleşebilirlik (perfectibility) anlayışının
karşısında yer alır. Burada belirtelim ki, Hıristiyan Batı'da ruhban sınıfı dışında,
Laik denen sıradan Hıristiyanların İncil'i okuyup anlamaya çalışması, Allah'la doğrudan,
aracısız bir iletişim içine girebilmesi, ancak Reform sonucunda olmuştur. Hıristiyan
olmayanların din hürriyeti konusunda hiçbir olumlu düşünce içermeyen reformun Hıristiyan
düşüncesine temel katkısı, getirdiği bireyci yaklaşım olmuştur. İslam ise, hem başından
itibaren bireyi temel almış hem de bireyi sosyal kurumlarla desteklemiş, ayrıca
cemaat üzerinde de vurgu yapmıştır. İslam'ın sözünü ettiği kurtuluş, yalnızca vicdanın
sınırları içinde bir dindarlık öngörmez. O, adil bir toplum kurmayı da amaçlar ve
bunun için de köklü değişiklikler gerekebilir. Ancak, bunlar kişilerin ferdî insiyatifiyle
değil, ilkelere göre olmalıdır.

Kur'an, insanın kendini geliştirebileceği fikrini verir. Bireyin zaafları vardır;
ancak ilim, akıl ve vahyin kılavuzluğuyla "en iyi" amelini sergileyebilir ve mükemmel
olmayan toplum ve geleneksel kurumların ötesine geçebilir. İnsan fıtratı mükerrem
olduğundan, kasten hakkı arıyor.3 Diğer yandan insanın kendisini hatasız zannetmesi,
en büyük hatadır. Kusurlu bir varlığın kendi/ferdî aklıyla ulaştığı eksik bilgi
ve fikirlere göre toplumu yeni baştan şekillendirmek istemesi, toplum mühendisliğine
yeltenmesi bir haddini bilmezlik ve çağı tanımamaktır. Bediüzzaman da "Bu zaman,
şahs-ı manevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve
sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez."4 derken değişimin kendisine değil, ferdî
bir görüş üzerine yapılandırılmasına karşıdır. Çünkü çağımızda bireylerin yetersizliği
daha aşikâr hale gelmiştir. Örneğin, geçmişte bilim felsefenin içinde iken, ondan
bağımsız hale gelmekle kalmamış, bilimin çeşitli dallara ayrılması da giderek hız
kazanmış; eskilerin "İhsâ'ul-Ulûm" dedikleri "bilimlerin tasnifi" de git gide genişlemiş
ve güçleşmiştir. Dolayısıyla, çağ değişimi kaçınılmaz kıldığı gibi, toplumun geleceğinin
ferdî görüşlere bırakılmaması da kaçınılmazdır.

Elbette, gelenekle yeni, birey ile umum arasında belli bir çelişki vardır. Bu
nedenle, İslam bu gerilimin aşılmasında bireysel karar yerine evrensel bir ilke
olan şurayı, indî görüş ve içtihat yerine toplumun uzlaşmasını (icma)yı öne çıkartır.5
Yine bir kötülüğün kötülüğünü dile getirmek, ona alternatif daha doğru bir bilgi,
görüş ve politikayı açıklamak her bireyin bir hakkı iken, toplumu ilgilendiren bir
konuda kendi başına harekete geçmek de İslam'a göre doğru değildir.

Muhafazakârlık, Liberalizmin birey anlayışına, bireyin topluma ve geleneğe rağmen
sahip olduğu haklar fikrine ve alternatif hayat tarzlarına gösterdiği hoşgörüyü
eleştirir."6 Liberalizmin özgürlük anlayışı, ahlak açısından sorunsuz değildir.
"Her şeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır."7 Bunun yanında muhafazakâr
yaklaşımın aksine insan hak ve hürriyetlerini de toplumun bir bağışı olarak görmesi
de yanlıştır. Bunlar, İslam'a göre, yaratılışta takdir edilmiştir.

2. Akıl

Muhafazakârlık, aklın siyasi sorunların çözümü için kullanımına karşı olmamakla
birlikte, bireyin akıl kapasitesinin sınırlılığını vurgular. O, tarihi tecrübenin
ve pratik bilginin çok farklı sonuçlara götürebilen soyut akıl yürütmeye tercih
edilir olduğu bir epistemolojiye sahiptir. Buna göre akıl, asırların deneyimlerinin
süzülerek gelen bir evrimleşme sonucu oluşması gereken toplum düzeni üzerinde bireyin
keyfî değişiklikler yapma isteklerine araç olmamalıdır. Başka bir ifadeyle, muhafazakârlık
toplumun tümünü etkileyecek planların, çoğunluğun isteğine aykırı olmalarına karşın
akılcılık (rasyonalizm) kullanılarak meşrulaştırılmasına, özellikle de "kurucu akılcılık"a
veya "rasyonel projecilik"e karşıdır.8

Doğrusu, insanlar ıslahat iddiasıyla yola çıkar. Ancak, çok kez kargaşa ve bozulmaya
yol açarlar.9 Onların kimi, doğru bir görüşe sahip olduğuna inanır, kimi de doğruluk
imajı oluşturmaya çalışır. Yani, ya suret-i haktan görünür ya da bâtılı hak görür.
Peki, eski ya da yeni, bir fikir veya hareket karşısında insanın tavrı ne olmalı?

Mihenge vurmadan almamak…10

Aklın tek başına dünyayı daha iyi hale getirmeyeceğine ilişkin muhafazakâr kanının
iki kaynağı vardır. Pratik olan ilki, akla dayalı siyasi projelerin tatbikinin yol
açtığı olumsuzluklar ve yıkımlardır. Teorik olan ikincisi ise, insan bilgisinin
sınırlarına ilişkin epistemik kuşkular taşıyan felsefî ve dinî dogmalardan gelmektedir.11
Kurumsal Hıristiyanlık, Reform sonrasına kadar kutsal kitabı okuma, anlama ve yorumlama
çabasını hoş karşılamayacak kadar bireye güvensizdi. Yine o, Hıristiyan inanç ve
dogmalarını akılla temellendirmemesi dolayısıyla, fideist (imancı) yaklaşımı benimsemesi
de akla güvensizliğin bir eseridir. Hıristiyanlık imanın akılla kavranamayacağını,
kilisenin aracılık ettiği ilahî inayetle idrak edileceğini söyler. Yani akıl, imanı
kavramaz, imanla bilir; yani "akletme" değil, "hıfzetme" söz konusudur.

İslam ise akletmeyi insana sunulan ayırt edici bir nimet ve dinen yükümlü olmanın
ilk şartı ve dinî bir yükümlülük sayar.12 Yani, İslam aklın tüm sınırlılıkları ve
yetersizliklerine karşın, onun üzerinden vesayetin kaldırılmasını amaçlar.

Diğer yandan, insan aklı, Kur'an'da Materyalizm, Pozitivizm ve Sansualizm'in
temel aldığı soyut veya pratik ve pragmatik aklı aşmaktadır. Kur'an'daki akl-i selîm
ve kalb arasında bu yükselişi sağlayan, gelişen bir bağ vardır. Dolayısıyla İslam
akılcılığı, doğrunun yerini faydanın, hakkın yerini gücün, hissiyatın yerini mekaniğin,
ruhun yerini organizmanın almasını onaylamaz; Faydayı doğru kıstasıyla kabul eder.
Dini özel hayatla, ahlakı sosyal alanla sınırlamaz; insanın kendine yabancılaşmasına
karşı ona aşkın değerler ile hayatiyet verir.

İslam akılcılıkta ifrata karşı olduğu gibi görecilik ve şüpheciliği de benimsemez.
Çünkü göreli olan, hakikat değil, onun tezahürü ve anlaşılma biçimidir. Aslında
insanın akıl ve bilgisinin sınırlılığı fikri, İslam'ın bütünlüğü içinde Hıristiyanlık
ve muhafazakârlıktan çok daha farklı bir sonuca gitmektedir: Eğer beşerî akıl ve
bilgiler eksik, zaman zaman da göreli ve yanlı olmakla malul ise, hiçbir bireysel
proje topluma dikte edilmemelidir. Bunun yanında bireyler kadar umumun da yanılabilirliği
göz önüne alındığında toplumda yerleşik kültür ve gelenek de sorgulanamaz görülmemelidir.
Birey, yerleşik düzen, inanç, örf ve içtihatlara eleştirel yaklaşabilir, yetkin
olmak şartıyla yeni içtihatlarda bulunabilir ve bunu açıklayabilir. Hakikat ve doğru
toplumun genelinden farklı olarak bireyde bulunabilir, çoğunluk ve gelenek, hakikatin
ölçüsü değildir; ancak, bireyler de kendi sınırlarını görmelidir.

3. Geleneksel Kurumlar

Muhafazakârlık, geleneksel toplumun disiplinli ve dayanışmacı yapısını sürdürmeyi
amaçlar. Geleneksel toplum, toplumsal ve ahlaki bağların aile, dini cemaat ve mesleki
zümreler gibi "aracı" kuruluşlarla korunduğu, "uyumlu ve düzenli" (disiplinli) bir
toplumdur.13

Muhafazakârlık açısından "değişim", bir bilinmeze doğru gidiş olduğundan, siyasi,
sosyal ve ekonomik "kurumlar" korunarak bilinmezlik ve belirsizlik endişesi bertaraf
edilmeye çalışılır. Bireyin kendini gerçekleştirmesinin araçları olduğuna inanılan
aile ve din gibi sosyal kurumların korunması yönünde devlete ve siyasete sınırlı
bir rol biçilir. Muhafazakârlar, siyasal kurumların da olayların akışından doğması
ve ulusun ihtiyaçlarınca doğal bir biçimde oluşturulması gerektiğine inanırlar.
İktidar kurumlarının soyut ilkeler ve teorik bilime göre yeniden inşa edilmesi yerine,
sivil toplumun şartlarından doğmasından, onun gelenek ve değerleriyle uyumlu bir
biçimde ortaya çıkmasından yanadır.14

a) Din

Geleneği korunmaya yönelik tepki, muhafazakârlığı dine yaklaştırmaktadır. Muhafazakârlığın
tüm biçimlerinin üzerinde birleştiği temel bir fikir de toplumu bir arada tutan
değerlerin vazgeçilmezliğidir. Toplumu bir arada tutan belli inançlar, dogmalar,
idealler ve bunları taşıyan din vardır. Toplum, din ve onun inanç sembolleri ve
kurumları aracılığıyla insanlar arasında oluşturduğu manevî bağ olmaksızın varlığını
sürdüremez.

Muhafazakârlar, dini yalnızca bireysel bir inanç olarak değil, ama aynı zamanda
sosyal işlevleri olan bir kurum olarak da değerine inanır, hatta dinin bu ikinci
yönüne daha önem verir. Çünkü onlara göre, hiçbir toplum ve millet dinden bağımsız
olarak var olamaz. Din, otoritesi, sembolleri ve kurumları aracılığıyla toplumun
birlik ve bütünlüğünü korumaya katkıda bulunur.15 Her din geldiği toplumda bir değişikliğe
yol açmakla birlikte, zamanla kültürleşir ve gelenekleşir. Dinin getirdiği değerler
dizisi, ilkeler, kurallar ve kurumlar toplumun önceki kültür, inanç ve geleneğinin
yerini -aynı zamanda onlardan etkilenerek- aldığında, muhafazakârlık açısından da
korunması gereken bir unsur olur. Din de ondan kaynaklanıp toplumda kabul görmüş
olan değerler, ilkeler ve âdetlerin korunmasını öngörür. Bu nedenle din muhafazakârlık
ile aynı paydada buluşabilir, ancak onunla örtüşmez.

Muhafazakârlık, genelde belli bir anlayış ve tezahür şekliyle -kültürleşme sürecinden
geçerek- dini bir öge olarak bünyesine kabul etmiştir. Değişim ve dönüşüme göre
sürekli bir anlam değişikliğine uğrasa da din, muhafazakârlık için daima vazgeçilmezdir.
Ancak, dinle ilişki biçimi dine teolojik açıdan değil sosyolojik açıdandır; "yarar"
ve işlevsellik" temeline dayanır. Bunun çeşitli sonuçları vardır:

İlk olarak, "Din, toplumu bir arada tuttuğu, sıradan insanı bile iyi davranışa
ikna ettiği ve aidiyet bilinci sağladığı ölçüde ateist muhafazakârlar için de vazgeçilmez
bir toplumsal kurum olarak saygıyı hak etmektedir."16 Bu nedenle, "Dine karşı olan,
hatta dini yok etmek isteyen pek çok hareket, "daha yeni" hareketlere karşı muhafazakârlaşabilmiştir.
Modern çağda birçok din karşıtı profan yapı her haliyle muhafazakâr olmuştur."17

İkinci olarak, Muhafazakârlığın öngördüğü din, öz ve sahih (otantik) haliyle
din değil, topluma yerleşmiş din anlayışı, kültürleşmiş din, örneğin "Wolk Islam
(Halk İslam'ı)"dır. Başka bir ifadeyle, tarih, toplum ve siyasetin pragmatik ve
tecrübî gereklerine göre içerik olarak sürekli mevcut şartlara uyarlanan veya belirleyici
olma özelliği olmayan bir dindir. Örneğin, "Türk Müslümanlığı" iddiasındaki muhafazakâr
bakış açısından din, bir tür, parlak geçmiş hatırlatıcısı, estetik duyarlılıkların
muharriki, bir minare gölgesi, semboller ve türbeler, varsa sanatıdır. Bu yönüyle
din, yaşanan değil yaşatılan bir şeydir."18 Bazen millî kimliğin taşıyıcısı olarak
algılanan dinî sembol, kendini otantik veçhesiyle ortaya koyduğunda, muhafazakârlık
tarafından "siyasî/ideolojik" bir sembol olarak da algılanabilir.

Üçüncü olarak, muhafazakâr teorinin dine yüklediği anlam ve rol, dinin kendine
yüklediği anlam ve role bire bir uygun düşmeyebilir. Sadece dinin değil, bütün değerlerin
değiştirilmiş ve sürekli değişecek halini korumaya çalışan Muhafazakârlık, dini
otantik yapısından tamamen farklı hale dönüştürürken, bu farklı biçim dinin yerini
alarak dinin kendisini gerçek veçhesiyle ortaya koymasının önünde en büyük engelleri
oluşturmakta ve dinin karşı olduğu birçok değer, muhafazakârlık tarafından dine
karşı korunmaktadır. Muhafazakârlık, dinî teorik doğruluğu, hak ve batıl, dalâlet
gibi kavramlarla değil toplum içindeki işlevleri ile düşündüğü için toplumda yaygınlaşmış
kimi hurafelerin ve bid'atların bazen koruyuculuğunu da yapar.

İslam'ın, toplumun barış ve birliği, devamlılığı için vazgeçilmez önemi, Müslüman
ilim ve fikir adamlarınca da dile getirilir. Ancak, dinin bu önemini onun doğruluğundan
ayrı tutan muhafazakâr yaklaşımın aksine, İslam'ın milletimizin varlık ve devamı
ve esenliği için önemi aynı zamanda onun "hak din" olmasının sonucudur.

Muhafazakârlık sembollere de büyük önem atfeder. Çünkü semboller yoluyla insanlar
"biz" bilincine sahip olurlar veya bu bilinci sembollerle ortaya koyarlar. Bu nedenle
her toplum kendine özgü sembollere sahiptir. İnsanlar bir din etrafında cemaatleşirken
ve din bir toplumda kültürleşirken, ona ait olanı diğerlerinden ayırt eden bir takım
semboller de ortaya çıkar. Dolayısıyla din gibi, ortak inanç ve değerleri anlatan
dinî sembollerin de toplumu bir arada tutan bir özelliği vardır.

b) Aile

Muhafazakâr teoride toplumun temel birimi, dolayısıyla toplum düzeninin önemli
amili ve ahlakın da koruyucusu olma özelliğinden dolayı aile, vazgeçilmez bir kurumdur.
İslam açısından da dini hükümlerin gayelerini oluşturan beş zarurî maslahattan "nesil
emniyeti", aile kurumunu güvenceye alır. Çünkü aile, insanın meşrû' yoldan çocuk
sahibi olmasını, nesep haklarının sabit olmasını ve onların hukukî bir korumaya
da sahip olmasını, ayrıca çocukların insan tabiatının bütün kabiliyet ve üstünlüklerini
geliştirerek yetişeceği gerçek bir aile ortamında dünyaya gelmesini, fıtratına uygun
bir terbiye görmesini ve değerlerin bilincine varıp benimsemesini sağlar.

c) Milliyet

Geleneklere ve tarihsel tecrübe birikimine, din, töre ve aile gibi toplumsal
kurumların değer ve gerekliliğini savunan muhafazakârlığın, bu bakımdan milliyetçilikle
de yakın bir ilgisi vardır. O, bir milleti diğer milletlerden ayırt eden özelliklerin,
siyasî ve kültürel olarak ayakta tutan değerlerin korunması ve onlara bağlı kalarak
dünyadaki gelişimlere uyum sağlanmasını öngörür.19 Batı taklitçiliğiyle uyuşmayan
muhafazakârlık, bu noktada Müslüman ilim adamlarının tavrıyla ortak bir paydaya
sahiptir. Doğrusu, Batı hayranlığı ve taklidi, gayr-i meşru olup, hayal kırıklığından
başka bir netice vermez.20

Muhafazakârlık, millî kimlik ile din arasındaki ilişkiyi teyit eder. Toplumu
bir arada tutan geleneksel kurumlar içinde önemli bir rol oynayan, millî değerlere
kaynaklık eden ve milletin yükselmesine motiv oluşturan dinin kültürel doku içinde
muhafazası bir gerekliliktir. Bu hakikat, dini endişeyi esas alan âlimlerce de hamiyet
fikrine sahip diğerlerine karşı bir "müsellem" olarak da dile getirilmiştir. Örneğin,
Bediüzzaman, "millet-i İslâmiye'nin sebeb-i saadeti yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye
ile olabilir. Ve hayat-ı içtimayesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile
olabilir. Yoksa adalet mahvolur."21 demektedir.

Bediüzzaman da millet olarak var olmanın önemiyle birlikte, bunun için dinin
elzem oluşuna da dikkat çeker ve İslamiyet'in milliyetimizin esası olduğunu vurgular:
"Hürriyet-i şer'iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi.
Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet'tir."22 O, ayrıca milletin İslam'ın
birleştirici unsur olduğu Müslüman alemi ile aynı olduğunu ifade eder.23

Muhafazakârlığın tabiatında mündemiç çelişkilerden birinin de onun bir tür "Sosyal
Darvinizm" de denilebilecek bir evrimci (tekâmülcü) zihniyetin taşıyıcısı olduğu
ileri sürülmektedir. O, güçlünün ayakta kalacağı düşüncesinden hareketle, toplumdaki
kurumsal yapı ve değerlerin tarihi geçmişinin onları yeterince kanıtladığı kanaatindedir.
Yani, geleneksel kurumlar, süreç içinde deneme yanılma yoluyla, doğal biçimde, kendiliğinden,
ayıklanarak ve isabetliliğini göstererek oluşmuş; tarihin sınavından geçmiş, süreç
içinde elverişliliğini kanıtlamıştır.24 Aynı tarihin bir uzantısı olarak, bugünden
itibaren oluşacak değişimler de tarihî süreç içinde, kendini yenileyerek ve toplumun
evrimine paralel olarak gerçekleşmelidir. Ancak, bu argümanın göz ardı ettiği bir
gerçek vardır: Süreç içinde, -ancak, uyup uymadığından ayrı olarak- geleneksel kurumlar
birey ve toplumu kendine uydurmuştur. Geleneksel toplumlarda örf ve adetler, tarihsel
geçmişinin nereye uzandığından bağımsız olarak yanlış ve uyumsuz da olabilir.

4. Otorite

Muhafazakârlığın siyaset anlayışı pragmatiktir, siyasal önerileri geniş kapsamlı
ve iddialı olmak yerine kısmîdir. Onun otoriteye bakışı da bu özelliğiyle yakından
ilgilidir. O, hiyerarşik toplum düzeni ve geleneksel otorite üzerinde vurgu yapar.
O, otoriteyi katı kurallara bağlamak yerine, otoritenin somut şartların gereklerine
göre işlemesine izin verilmesinden, onun sınırlandırılması yerine zayıflatılmamasından
yanadır.25

Muhafazakârlar için gerçek otorite, ancak insandan üstün bir şeyden, son tahlilde
ise Tanrı'dan çıkabilir. Her otorite dini kökenlidir, doğası gereği tek ve bölünmezdir.

İslam siyasî geleneğinde de otorite, devlet başkanının elinde toplanır; onun
otoritesi geniş kapsamlı ve güçlüdür. Bu nedenle İslam siyasi kültürünü "otoriter"
olarak nitelendirebiliriz. Ancak, İslam Kelâm'ı, (Tanrı dışında) mutlak otoriteye
sahip bir kişi ya da kurum tanımaz, otoritenin bir egemenliğe dönüşmesine izin vermez.
İslam'da Allah dışında hiçbir varlık, hiçbir beşer ilahî niteliklere sahip olamaz,
yanılmazlık, sorgulanamazlık iddiasında bulunamaz. Tevhit inancı, beşerî irade ile
ilahî iradeyi kesin bir şekilde ayırır ve beşeri eşit ve özgür kılar. Otorite ne
olursa olsun, aşamayacağı ilke ve normlarla sınırlıdır. Bu anlayış da bizi, hukukun
egemenliği kavramına götürür. Otorite ise, hukuktan çıkar ve hukukla kayıtlanır.

İslam'ın temel bir özelliği de otorite yerine ilkeselliği benimsemesidir. İslam
hiçbir birey, gurup veya kurumu dinî bir otorite olarak kabul etmez. Diğer dinlerin
aksine "İslâmiyet, vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamı ispat eder."26
Başka dinlerde ruhbanlarca paylaşılan otorite İslam'da ilahî mesaja aittir. "Biz
Kur'ân şakirtleri olan Müslümanlar, burhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle
hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit
için burhanı bırakmıyoruz."27 Kur'an'ı ve Kur'an'ın ilkelerini önceleyen dinî veya
siyasi bir makam yoktur. Bu nedenle de kitaplar ve içtihatlar Kur'ân'a ayna ve mercek
olmalı, gölge veya onun yerine geçen bir vekil olmamalıdır.28 Günümüzde hürriyet
fikri ve hakikati arama eğilimi neticesinde ruhban tahakkümünün ve onları taklitin
kalkmaya başlaması29 da İslam açısından ümit vericidir.

5. Tarih, Gelenek ve Gelecek Anlayışı

Muhafazakârlara göre, her toplumun kendine özgü tarihsel tecrübesi, çok uzun
bir süreci kapsayan bir evrimi ve bunların sonucunda biriken bir tür "bilgelik"
mirası vardır. O milletin toplum düzeni, zihniyeti ve kültüründe kendisini açığa
vuran bu "bilgelik" mirası, özenle korunmalıdır. Kültürel devamlılık hem kendi başına
"iyi"dir hem de toplumsal ve siyasal istikrarın güvencesidir. Bir milletin kimliği
de ona mahsus bu geçmişten bugüne uzanan tecrübeden çıkar. Bu nedenle de tüm uluslar
için elverişli evrensel bir model yoktur, her ulusun modeli, kendi milli karakterinden
ve tarihsel tecrübesinden çıkar. Bu gerekçeyle muhafazakârlık, bir anda büyük değişiklikler
yapmayı, daha doğrusu ithal etmeyi hedefleyen devrimciliğe karşıdır. Muhafazakârlığa
göre "şimdi" ve "mevcut" olan belirgin olandır. Değişim ise bir belirsizlik taşımakta
olup onun "sonuçsuz" kalması da "aksi tesir" yapması da hatta durumu tehlikeye sokması
da olasıdır. Bu nedenle muhafazakârlığın gelecek anlayışı negatiftir.30

Müslümanlar arasında tarih boyunca gözlemlenebilen bazı olumsuz eğilimler varsa
da, İslam, rahmet-i İlâhiye'ye ümit beslemeyi ve geleceğe ümitle bakmayı emreder.
Bediüzzaman'ın, "Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür
seda İslâm'ın sedası olacaktır!"31 ifadeleri, gelecek konusunda bu pozitif tutumu
ortaya koyar. Gelecek vaat etmek, geleceğe umutla bakmak demektir ki, İslam gelecek
vaat eden bir din olarak geçmişe takılıp kalan bir anokranizmi dışlar.

a. Bilgi Alanında İlerleme

Modernizm ve Batı medeniyeti getirdiği tahribatlara karşı- Bediüzzaman'a göre-
tarih, bilim ve fikir alanında bazı ilerlemeleri de getirmektedir. Ona göre, zamanın
akışında belli bir terakki vardır. Zamanın getirdiği yenilikler, yeni bilgi ve düşünceler,
eşsiz hakikatleri ve sayısız hikmeti içinde barındıran Kur'an'ı da tefsir etmekte,
onun anlaşılmasına katkıda bulunduğu gibi, İslam'ın pratiğe geçirilmesinde de yol
gösterici olmaktadır. Ayrıca zaman ilerledikçe nazarî bilgiler (nazariyat) açıklık
kazanmakta, müsellemâta ve git gide a priori bilgilere (bedihiyâta) dönüşmektedir.
Artık, "zaruriyât-ı dinî" de nazariyattan çıkıp zaruriyât olmuştur.32

İslam'ın insanlığın bilgi, fikir ve kültür seviyesi geliştikçe daha iyi uygulama
biçimleri keşfedilecek hükümleri olduğuna göre; İslam, geleneği aynen sürdürmeyi
bir yöntem ve tutum olarak benimsemez. O, yeniliğin delillere göre değerlendirilmesini
emreder. Yani yenilik, otoriteye, geleneğe göre değil, akla ve ilme göre değerlendirilmelidir.

b. Hukuk ve Siyaset Alanında İlerleme

Bediüzzaman, tarihte genel itibariyle bir tekâmül olduğunu söyler. "Beşerin başı
ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi
ecîrdir, başlamıştır, geçiyor."33 Ancak, bu ilerleme, İslam'a alternatif olacak
bir hukuk anlayışının doğması değil, insanlığın anlayış seviyesinin İslam'a yaklaşması
şeklindedir.

Üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da İslam'ın medeniyet ve ilerlemeye
engel değil teşvik kaynağı olmasıdır. Bu İslam'ın insana, din-bilim, iman-akıl ilişkisine
bakış açısında ortaya çıkan bir teşviktir. "Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî
sahip olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa'nın
en büyük üstadı Endülüs devlet-i İslâmiye'sidir.34

Bütün müspet ilimlerle, modern çağın fen ve felsefesiyle meşgul olmuş olan Bediüzzaman,
skolastisizmi benimsemez.35 O, siyaset alanında insanlığın ulaştığı düzenlemeleri,
çeşitli ilim dallarındaki baş döndürücü gelişmeleri, sosyoloji ve Siyasetbilimin
verilerini görmezden gelmez, onlara karşı klasik âlimlerin hilafet teorilerini savunmaz.
Ancak ahlak ve hukuk alanında İslam'ın değişmezleri yerine Batı'nın ortaya koydukları
yenilikleri de taklit etmeye karşı çıkar: "On üç asır evvel şeriat-ı garrâ teessüs
ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek, din-i İslâm'a karşı büyük bir cinayettir."36
O, medeniyetin gereklerini "İyi olanı al, kötü olanı bırak!" kaidesine göre almayı,
ancak medeniyeti Batı'nın hukuk, ahlak ve ananesine göre tanımlamamayı öngörmektedir.37
Bu konuda tavır, yeni ve dışardan olanı bütünüyle ve peşinen reddetmek ya da taklitçilik
olmamalıdır.

c. Maddî İlerleme

Muhafazakâr yaklaşımın temellerinden biri her değişimin ilerleme anlamına gelmediğidir.
Hızlı değişimlerin ardından ilerleme denen şeyin birey ve toplumun selametine olmadığı
görüldüğünde, ilerleme denen şey hakkında da şüpheler oluşmuştur. Müslüman ilim
adamları ve aydınlar arasında da ilerleme ve Batı'nın ilim ve fennini alma konusunda
farklı fikirler görülmektedir. Ancak onların hepsi de ahlak anlayışı ve yaşam tarzında
Batı taklitçiliğinden kaynaklanan değişimin bir ilerleme olmadığını vurgularlar.
Bediüzzaman, bu fikri dile getirmenin yanında,38 "Her bir mü'min i'lâ-yı kelimetullah
ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir."39 diyerek
bilim ve teknik alanında ilerleme ve kalkınmanın dinî bir sorumluluk olduğunu vurgulamaktadır.

6. Değişim

Muhafazakârlık, beklenmedik sonuçlara yol açabilecek boyuttaki reformlara, devasa
toplumsal planlarına, devrimsel ve topyekûn değişimlere ve bu yolla geleneklerden
kopmaya karşı çıkar. Ancak, toplum veya milletin varlığını sürdürebilmesi için değişimi
içine sindirebilecek bir düzen anlayışına da sahiptir. Bu bakımdan İslam ile muhafazakârlık
arasında bir paralellikten söz edilebilir. İslam açısından da olumsuz olan değişim
ve yenilik değil, çözülme ve bozulmadır. İslam değişimi belirsizlik endişesiyle
değil, kendi ilke ve değerleri ile karşılar.

İslam, tarih boyunca varlığını gösteren bir geleneği temsil eder. Peygamberlerin
mücadelesini verdiği öğreti de somut bir toplum için (peygamberin kavmi) radikal
bir yenilik ise de insanlık için yeni değildir. Çünkü hepsinin kaynağı da aynı vahyî
gelenektir. Ancak bu gelenek her seferinde hızlı bir değişim getirmiştir. Örneğin
bu vahyi geleneğin, son tezahürü ve tarihsel açılımı 23 yıllık kısa bir sürede büyük
bir devrim gerçekleştirmiştir. Bu devrim sadece belli bir etnisite ile de sınırlı
kalmayıp kısa bir sürede kıtalara yayılmıştır. Daha sonra onu Ortaçağda bir dünya
medeniyetinin fikrî temellerini ve motivini oluşturmuş olarak bulmaktayız.

İnsanlığın hızlı bir değişim kat ettiği ve tarihin bir dönüm noktasına girdiği
zamanlarda katı, kesin ve durağan bir yapının çözülme ve bozulmakla sonuçlanması
da kaçınılmazdır. Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "Ya yeni hal, ya izmihlal"40 gibi iki
seçenek söz konusudur. "Zaten sükûn ve sükûnet, atâlet, yeknesaklık, tevakkuf, bir
nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül vücuttur, hayırdır. Hayat, harekâtla
kemâlâtını bulur, beliyyat vasıtasıyla terakki eder."41 Bu nedenle İslam, değişimin
dinamiklerini ve motivlerini kendi içinde taşır. İslam'da değişmez ilkeler vardır,
çünkü insanlık nereye ulaşırsa ulaşsın, insanlığından çıkmadığı sürece her zaman
için benimsemesi gereken ilkeler vardır. Bunların özünde değil, açılımında ve pratiğinde
değişim olabilir. Yine kuralların öngördüğü biçimsel yapıların ötesinde amaçlanan
gayeler vardır. Gayeleri oluşturan ilke ve değerlerdir; bunlar sabittir, ancak zamanın
değişmesi, bunları gerçekleştiren bazı kuralları işlevsiz hale getirebilir ve onların
değiştirilmesini gerektirebilir. Örneğin fıkhî bir kural olarak örfü dikkate alınır,
ama belli bir örf de genelleştirilmez. Bu nedenle de ilke ve değerlerin zamana göre
yeni açılımlarla hayata geçirilmesi gerekir. Kısaca, İslam'da gaye olarak değerler
ve ilkeler sabit ve değişmezdir, ancak onların vasıtaları ve tezahürleri olarak
hükümler ve içtihatlar devirden devire değişir. Bu husus "Teğayyür-i ezmân ile tebeddül-i
ahkâm" şeklinde fıkhın genel kaidelerinden biri olmuştur.

Din, dinamik bir olgudur. Elbette, İslam'ı diğer inanç ve yaşam tarzlarından
ayıran sabiteleri değişmez. Ancak bu sabitelerin belli bir toplumda somutlaşmış,
daha açık bir ifadeyle sevgili Peygamber'in yaşadığı dönemde bir prototip haline
gelmiş tezahürleri vardır. Bunlar, sabitelerden köklerini koparmamak kaydıyla değişime
açıktır. Bunun yanında Din-şeriat ayrımı da ilahî iradenin devirden devire, toplumdan
topluma görülen gelişim ve değişimlerin Allah'ın adalet, hikmet ve rahmetiyle ilahi
mesajlara yansımasından kaynaklamaktadır. İslam'a göre Allah'ın gönderdiği din,
özünde değişmez. Ancak, onun belli bir toplumda somutlaşması olarak şeriatlar, farklılık
arz eder.42 "Allah her topluma kendi şartlarına göre toplum düzenine yön veren farklı
emirler ve yasaklar vermiştir. Ayrıca bu emir ve yasaklar kendi içinde de durağan
değildir. İslâmiyet'in hakikatleri hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil
ve mükemmel bir istidada sahiptir."43

İslamî ilkeler, insanlara kılavuzluk eder ve bu özelliğini her çağda gösterir.
Örneğin Bediüzzaman, Kur'an medeniyetinin Batı medeniyetinden farklı olan beş ilkesi
üzerinde durmaktadır:

i. Kuvvet yerine hak

ii. Menfaat yerine fazilet

iii. Çekişme yerine yardımlaşma

iv. Arzu ve istekler yerine hidayet

v. Irkçılık yerine birlik44

Şura, sabit ilke ve onun değişen hüküm ve tatbikine önemli bir örnektir. İslâm,
Müslümanları şura ilkesine bağlamış, ancak şura meclisinin (ehl-i hal ve'l-akd)
nasıl oluşacağı, bunların tavsiye ve önerilerini nasıl sunacağı… gibi konularda
ayrıntılı hükümler vermemiştir. Bunun nedeni zamanın gerekleri ve insanların yararının
gözetildiği ayrıntılı bir siyasal sistem oluşturmaya yer açmaktır. Nitekim Bediüzzaman'ın
"O zaman meşrutiyet; şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş."45 ifadesinden de
ilkenin zamanla gelişen sistemlere işaret ettiği anlaşılabilir. Belirtelim ki, meşrutiyet
ve cumhuriyet anlam bakımında oldukça farklı kavramlar olduğu gibi, oldukça farklı
siyasî sistemleri ifade eder. Ancak, burada bir yaklaşımın örneği vardır. Siyaset
alanındaki gelişmelerle birlikte, İslam'da temel bir ilke olan şura kavramından
meşrutiyet, dine en yakın uygulama biçimi olarak düşünülüyorsa; aynı şekilde insanlığın
siyaset alanında kat ettiği ilerlemelerden hareketle cumhuriyet ve demokrasi de
şura ilkesinin en iyi uygulanabildiği bir sistem olarak değerlendirilebilecektir.

7. Elitizm Yerine Toplumu Aşağıdan Yukarıya Doğru Şekillendirmek

Muhafazakârlık, entelektüel elitin toplum düzenini bir anda değiştirecek devasa
planlarını uygulamaya koymalarına karşıdır. Değişim, toplum ve kültürün içinde geçecek
bir süreç içinde olmalıdır. Bu açıdan muhafazakârlığın, elitizme karşı çoğunluktan
yana tavır aldığı söylenebilir.

Tarih boyunca tevhid mücadelesinin yöntemi de toplumu, bireylerden başlayarak
yeniden şekillendirmek olmuştur. Elitizm, İslam'da şûrâ ilkesinin teyit etmekte
olduğu insanların kendi geleceğini belirleme onur ve hakkına sahip olmaları gereğine
aykırıdır. İcma ilkesinin bir açılımının da muhafazakâr düşüncenin bu ilkesine destek
verdiği söylenebilir.46 İslam, entelektüel elitizmi benimsemez. O, âlimlere toplumu
uyarma ve eğitme görevini yüklerken, ilim ve düşüncenin bir kesimde mahsur kalmamasını
sağlar.

8. Temkin ve Yapıcı Olmak

Aşırı gelenekçilik, toplumu mazide bırakırken, toplum ve geleneğin tecrübelerini
veya değişimin ona nasıl yansıyacağını hesaba katmadan girişilen radikal reformlar
da gelecek ümidini yıkar. Gelecek ümidi olmadan gelecek de olmaz. Bu nedenle, İslam
âlimleri, hayalî hareketler yerine temkin ve temekkünü benimsemişlerdir, genelde.
Bediüzzaman da müspet hareket etmeyi yöntem olarak öğütlemektedir. Çünkü "Tahrip
esheldir; zayıf tahripçi olur; Vücud-u cümle ecza, şart-ı vücud-u külldür. Adem
ise oluyor bir cüz'ün ademiyle; tahrip eshel oluyor."47

Sonuç

Muhafazakârlığı savunanlar, onun esasında her yeniliğe değil, aşırı, ölçüsüz
ve zarar getiren, yerine iyisini inşa edemeyeceği bir yapının bozulmasıyla kalan
değişimlere karşı olduğunu ileri sürmektedirler. Başka bir ifadeyle, mevcut olana
körü körüne bağlanmak ve nasıl olursa olsun onu korumak değil, korunmaya değer şeylerin
korunmasına yönelik bir duyarlılık demektir.

İslam'da yeni ve dışardan olanı bütünüyle ve peşinen reddiyeci bir yaklaşım yoktur;
ilke ve değerler korunmalı; ancak onların pratiğe geçirilmesinde çağın gerekleri
gözetilmelidir.

Muhafazakârlık değişken ve göreli bir kavramdır. Muhafazakârlık, gelenek ile
köklü bir değişim arasında yol ayrımındaki bir toplumda eski ile yeninin ne olduğuna
göre anlam kazanır. Her zaman için belli esaslara sahiptir; birey anlayışı, akla
ve değişime karşı temkin, tarihsel tecrübeyi sürdürme, toplum, kültür ve geleneğin
dokusunu yaralamama gibi. Ancak, bir zaman karşı olduğu köklü değişimler gerçekleşip
istikrar kazandığında, onu yeni köklü değişikliklere karşı savunur. İslam açısından
ise değişimin boyutundan önce, insanın yaratılışına, gaye ve ideallere uygunluğu,
hedeflediği değişimin evrensel değerleri gerçekleştirme açısından eskiye göre daha
yeğ olup olmadığı önemlidir.

İslam akılcılıkta ifrat ve tefrite karşı olduğu gibi, gelenekçilik, taklit ve
nostaljinin ağırlığı altında kalmayı da gelenekten büsbütün kopup köksüzleşmeyi
de tasvip etmez.

Muhafazakârlık, dini doğruluk kıstasına tabi tutmadan, bireysel ve toplumsal
yararları açısından korunmaya değer bulur. Din kültürleşmiş ve toplumun töre ve
gelenekleriyle iç içe karışmış ve bu arada safiyetini kaybetmiş olabilir. İslam
ise, insanların "yarar"dan önce doğru, hak ve iyi kavramlarıyla düşünmelerini emreder.

İslam'a göre, toplumun geniş kesimini veya tamamını etkileyen kararların onlara
rağmen seçkin bir azınlık tarafından alınması, hedeflenen köklü değişikliklerin
tepeden inmeci bir şekilde uygulanması da haklı gösterilemez. Doğru olan, değişimin
değerleri muhafaza ederek, toplumun molekülleri olan bireylerden başlayarak gerçekleşmesidir.
Yine, geleceğe umutla bakmak, insana güvenmek, ama geleceği değerler ve ilkesellikle
şekillendirmek gerekir. Böylelikle, çağı görmek ve onun gerektirdiklerini gözetmek,
ama aynı zamanda çağı etkileyebileceğine de inanmak mümkün olacaktır.

Muhafazakârlık, "hesapsız, öngörüsüz, hayalî özlemlerle toplumu bir alacakaranlık
kargaşasına atan değişim" ile "geçmişi idealize eden entegrist tutum" arasında ortada
bir yol ise, onun İslam'ın "vasatlık" ilkesine yakın olduğu söylenebilir. Bir teori
olarak muhafazakârlık, İslam açısından akıl, ilim ve adalet gibi ilkelerle değerlendirilebilir
ve bazı ilkeleri makul karşılanabilir. Ancak, somut bir biçimiyle düşünüldüğünde,
İslam'la belli paydalarda buluşsa bile, çok farklı gaye ve ideallerden hareket eder.

Öz

Sözcük olarak muhafazakârlık; toplumda yerleşik inanç, kültür, gelenek ve düzenin
muhafazasından yana olmaktır. Ancak o, hangi istikamete yönelmemiz gerektiği konusunda
bize bir seçenek sunmaz. İslam ise, değişimin dinamiklerini ve motivlerini kendi
içinde taşır. İslam gelecek vaat eden bir din olarak geçmişe takılıp kalan bir anakronizmi
dışlar.

Bireyin ve aklın aile, din, gelenek gibi kurumlarla; gelenek ve toplumun tecrübe
birikimi ve bilgelik mirası ile desteklenmeye ihtiyacı olduğu konusunda muhafazakârlar
ile Müslüman âlimler birleşir

Anahtar Kelimeler: Muhafazakârlık, İslam, akıl, birey, gelenek, din, değişim

Abstract

Conservatism means literally to preserve the established belief, culture, tradition
and order in society. However, it does not present us any options for the directions
we should follow. But Islam contains the dynamics and motivations of change in-itself.
Islam as a future-oriented religion excludes anachronism stuck in the past.

The Muslim scholars and conservatives agree on that the individual and reason
need to be supported by the institutions like family, religion and tradition; by
the accumulation of social experiences, and by the legacy of wisdom.

Key Words: Conservatism, Islam, reason, individual, tradition, religion, change

Dipnotlar

1. Tunç, Hasan, Keser, Hayri, Muhafazakâr Düşünce, www.root/hukuk/anayasahukuk/muhafazakarlik.htm

2. Erdoğan, Mustafa, Liberal Toplum Liberal Siyaset, Ankara 1998, 57.

3. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2004, s. 645.

4. Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11.

5. Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 50.

6. Muhafazakârlık, www.turkcebilgi.com/Muhafazakarl%FDk

7. Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, s. 50.

8. Muhafazakârlık, http://tr.wikipedia.org/wiki/Muhafazakarl%C4%B1k

9. Bakara, 2/11-12.

10. Nursî, Münazarat, s. 48.

11. Vural, Mehmet, Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakârlık, Elis Yayınları,
Ank. 2003, 56.

12. İslam, makul bir dindir. Akılla anlaşılmayan gizemli dogmalara yer vermez.
İslam'da inanç esaslarını akılla kavramak, bunun için de akıl yürütmede bulunmak
gerekir. Yine dinî naslarla aklî delil arasında ilk bakışta (zahirî) bir çelişki
görüldüğü zaman nassı tevil ile lafızdan anlaşılan ilk manayı terk etmenin gerekli
görülmesinin (Bk. Nursî, Muhakemat, s. 10) nedeni, imanın aklî istidlale dayanmasıdır.
Çoğu İslam âlimlerince, yükümlüye vacib olan ilk şey aklî inceleme ve istidlaldir.
Çünkü Allah'ın varlığını algılayabilmenin yolu akıl yürütmedir (nazar ve istidlal).

13. Erdoğan, a.g.e., 58.

14. Muhafazakârlık, www.iktibas.info/dergi/2003/nisan/kavram.htm; Erdoğan, a.g.e.,
60.

15. Erdoğan, a.g.e., 59.

16. Vural, a.g.e., 48.

17. Muhafazakârlık, www.iktibas.info/dergi/2003/nisan/kavram.htm

18. Aktay, Aydın, İslamcılık, Muhafazakârlık ve Türk Müslümanlığı, www.yasinaktay.com/git.asp?nereye=Ayrinti&id=665

19. Tunç, Hasan, Keser, Hayri, a.g.m.

20. Nursî, Sözler, s. 650; Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şâmiye, s. 195.

21. Nursî, Hutbe-i Şâmiye, s. 79.

22. Nursî, Hutbe-i Şâmiye, s. 59.

23. Nursî, Hutbe-i Şâmiye, s. 79.

24. Erdoğan, a.g.e., 62; Aktay, Aydın, İslamcılık, Muhafazakârlık ve Türk Müslümanlığı,
www.yasinaktay.com/git.asp?nereye=Ayrinti&id=665

25. Erdoğan, a.g.e., 60; Vural, a.g.e., 73.

26. Nursî, Sünuhat, s. 37.

27. Nursî, Hutbe-i Şâmiye, s. 33.

28. Nursî, Sözler, s. 645.

29. Nursî, Hutbe-i Şâmiye, s. 34.

30. Erdoğan, a.g.e., 61; Muhafazakarlık, tr.wikipedia.org/wiki/Muhafazakarl%C4%B1k;
Muhafazakârlık, www.iktibas.info/dergi/2003/nisan/kavram.htm

31. Nursî, Sünuhat, s. 62.

32. Nursî, Sözler, s. 672; Muhakemat, s. 58.

33. Nursî, Sözler, s. 650.

34. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât, s. 313.

35. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 543.

36. Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 65.

37. Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 78. Türk aydınları, Batılılaşması esnasında
aile ve sosyal hayattaki değişimin getirdiği boşluk hissini fark etmişler, ancak
nedenini teşhis edememişlerdir. Oysa Batı'nın ilim ve tekniğini almak ile Batı'dan
kültürlenmeyi ayırt eden Bediüzzaman gibi âlimler, sorunun dinden uzaklaşmak olduğunu
teşhis eder. Mardin Şerif, Bediüzzaman'ın Cihad Anlayışı Silahlı Mücadele Değildir,
www.sorularlarisaleinur.com/moduller.php?modul=makale&op=1&id=5

38. Nursî, Sözler, s. 373, 374.

39. Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 64.

40. Nursî, Münazarat, s. 52.

41. Nursî, Mektubât, s. 49.

42. Ebu Hanife, "el-Fıkhu'l-Ebsat" İmam-ı Azam'ın Beş Eseri, nşr. M. Öz, 2. Bsk.,
İst. 1992, 17.

43. Nursî, Hutbe-i Şâmiye, s. 28.

44. Nursî, Sözler, s. 653; Sünuhat, s. 61.

45. Nursî, Hutbe-i Şâmiye, s. 93.

46. Bk. Nursî, Münazarat.

47. Nursî, Sözler, s. 647. Ayrıca bk. Emirdağ Lâhikası, s. 455-460; Münazarat,
s. 52.