Conservatism and Change

I. Modernleşmeye Karşı Tepkisel Bir Davranış Olarak Muhafazakârlık

Dünya tarihinde, çok az şey, sanayi devrimi kadar dünyayı derinden etkilemiştir.
Sanayi devrimiyle birlikte, dünya küresel ölçekte değişimleri tetiklemiş oldu. Fransız
devrimi ile birlikte ise değişim sadece siyasal olmakla kalmadı. Sosyal, ekonomik
ve hukuki alanlarda yaşanan gelişmeler, bütün bir hayatı değiştirdi. Devletlerin
yönetim şekli değişti, imparatorluklar yerini daha küçük ulus-devletlere bıraktı.
Yerellik, küresel olana nisbeten daha fazla mevzi kaybetti. Özel alan, bir çok kalesini
kamusal alana kaptırdı. Bütün bir yerküre bir köy haline geldiğinden, milletlerarası
kültürel, ekonomik, siyasi ve dini etkileşim, büyük bir değişimi kaçınılmaz hale
getirdi.

Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, bu büyük değişim büyük teknolojik gelişmelerle
beslenince dünya milletleri birbirine daha bir yakınlaştı. İletişim, yerkürenin
büyük bir bölümünü birbirine bağladı. İletişimi kullananlar, yerkürenin küçük bir
bölümünü (Batı) teşkil etse de uzaklar yakınlaştı, mesafeler kısaldı. Ve Batı, bütün
bir insanlık birikimini, yerkürenin bir çoğunu hegemonyası altına almak için kullandı.

Küresel ölçekte bunlar yaşanırken, yerel ölçekte ulus-devletler, kendi vatandaşlarını
tanımlamakta gecikmediler. Her ulus-devlet, kendi toprakları üstünde yaşayanlara
'vatandaş' dedi. Devletin, kendi ulusunu tanımlaması, sıradan bir 'teb'a' tanımlaması
değildi. Teb'a, baştan aşağıya yeniden tanımlanıyordu. Devleti olan insan topluluğu
yerine, devlete ait olan bir 'vatandaş' nitelemesi işlerlik kazanıyordu. Ulus-devlet,
hem kendisini hem de vatandaşını bu yeni dünya düzenine göre dizayn ediyordu. Devlet,
vatandaşını kendi konumuna göre belirliyordu.

Vatandaşın hakkını tanımlayan, hak veren, hak sınırlayan ve gerektiğinde geri
alan bir devlet vardı. Devlet şekillerinin değişmesi, devlet-birey ilişkilerinin
değişmesi, bilim ve teknolojide yaşanan gelişmeler bir paradigma değişikliğinin
işaretleriydi. Modern öncesi toplumda var olan paradigmalar dini ve geleneksel unsurlar
üzerinde yükselmekteydi. Ancak bu yeni dönemde, modernizm, hem dini hem de geleneksel
unsurların paradigmalarını yerle bir etti. Sekülerleşme, yeni dönemin önemli paradigmasıydı.

Büyük kültür değişmelerinin, güçlü ve hayatın her alanına hakim bir devlet anlayışının
ve yükselen medeniyet kulelerinin karşısında birey, küçücük bir varlık olarak kalmıştı.
Yüz katlı bir binaya giren küçücük bir insanın, dev bir yapı karşısında kendini
güçsüz hissetmesi gibi birey, modernizmin dev değişimlerine karşı küçücük kalmıştı.
Bireyler arası ilişkilerin özel alandan daha çok kamusal alana yayılması, bireyin
toplum içinde atomik yapılara dönüştürüldüğünü gösteriyordu. Görünüşte birey hakları
vardı; ama aslında birey yoktu, toplum vardı.

Sanayi devrimi sonrası gelişmeler, ulus-devletin kişi özgürlüğünü ihlal edici
uygulamaları, özgürlüğün devletçe tanımlanma sorunu, birey üzerinde bir baskı unsuru
olmasına yol açmıştı. Kimi dini özgürlüklerin uygulanması imkânsız hale getirilmiştir.
Hatta birey, devlete karşı korumasız hale gelmiş ve devletin kişi özgürlüğüne karşı
tavırları, yer yer açık bir saldırıya dönüşmüştür. Modern devlet akılcılığın hedeflediği
özgürlükleri bir bir geri almıştı. Akılcılık, doğurduğu modern devlet eliyle aklın
dışına itilmiştir. İşte tam da burada, bireylerde, bazı değerleri koruma ve muhafaza
adına, Muhafazakâr davranış tipleri görülmeye başlanmıştır. Muhafazakârlık, önce
bireysel bir tepki olarak doğmuş, ancak daha sonra toplumsal bir harekete dönüşmüştür.

Akıl almaz bir hızla yaşanan teknolojik gelişmeler ve ulus-devletin birey üzerindeki
baskıları, bireyin kendisini savunma refleksiyle karşılık buldu. Bu refleks, bireyin
özgürlük alanını, devlete 'karşı' bir şekilde konumlandırmış oldu.

Hızlı değişime karşı iki tür tepki veriyordu birey. Birincisi, değişime ayak
uyduran ve her gelen rüzgara karşı savunmasız bir şekilde, 'rüzgarın götürdüğü yöne
giden bir birey' tipi. İkincisi, hızlı değişime ayak uyduramayan, kendi geleneksel
doğrularına daha sıkı bir şekilde yapışan, değişime direnen bir birey tipi. Bu ikinci
tavır, kendisini savunma refleksi gösteren, aşırı bir süratle değişen dünyaya ve
devlete karşı geleneksel bir tepkidir aslında. Bu geleneksel tavrı, Edward Shils'in
tabiriyle 'özsel gelenek'1 (doğal gelenek) olarak tanımlamak mümkün. Değişim hızlandığı
ve bireyin özel alanını yok ettiği ölçüde, bireyin tepkisinin şiddeti ters orantılı
bir şekilde artmaktaydı.

İlerlemeci dünya görüşü akılcılığı, kendi geleneğinin başköşesine oturtmuştu.
Akılcılık geleneği,2 geçmişin mirasına dayanan geleneksel yapının temellerini geri
dönülemeyecek şekilde sarstı. Akılcı gelenek, akılcı dünya tasavvurunda o denli
ilerledi ki, akıl dışı geleneklerin doğmasına yol açmıştı. Akılcılığın, akıl dışı
geleneklerin doğmasına yol açması şunu gösteriyordu: Akılcı gelenek, birlikte çalışmak
istemediği diğer geleneklerden daha çok akıl dışına çıkmıştır.

Akılcı gelenekçilik, önce özgürlüğün sınırsız bir biçimde anlaşılmasına sebep
olmuştur. Sınırsız özgürlük fikri de, seksüel özgürlük başta olmak üzere, ifade
özgürlüğü, ebeveyn otoritesine karşı çocuğun özgürleşmesi, erkek kadın eşitliği
gibi davranış tiplerini; hatta cinsel sapmaları özgürlük alanına dahil etmiştir.
Akılcı gelenek, bu özgürlüklerin bütün toplumsal sorunları sadece çözdüğünü savunmamış,
aynı zamanda, bu özgürlükleri savunmayı bir inanç haline getirmiştir.

Kendi bedenine sahip olma inancı, kendi vücudunu istediği gibi kullanma ve kullandırma
düşüncesi hazcılığın sınırsız bir şekilde anlaşılmasına yol açmış ve insan neslinin
devamını tehlikeye maruz bırakacak derecede sapkın cinsel davranışlar ortaya çıkmıştır.
Özellikle kadın özgürlüğü ve erkek kadın eşitliği inancı, kadını o denli özgürleştirmiştir
ki, kadın bedenen çalışmakta güçlük çektiği alanlarda bile zorla çalışmış ve sırf
erkeklerle boy ölçüşebilmek için akıl dışı işlerde kendini göstermiştir. Kadını
yok sayan Batı uygarlığı, kadını her türlü hak mahrumiyetlerine uğrattığı için,
ortaya çıkan eşitlik fikri, kadını daha fazla özgürleştirmemiş, kadını erkeğin tasallutuna
daha fazla maruz bırakmıştır. Bugün kadına karşı şiddette Batı uygarlığı hala başı
çekmektedir.

Bu öyle bir sonuç doğurmuştur ki, konu sadece erkek kadın eşitliğiyle münhasır
kalmamış; kadının kamusal alanda görünürlüğünün artması sonucu kadın cazibesinin
erkek üzerinde bir tahakküm aracı olarak kullanılmasına yol açmıştır. Böylece aslında
eşitlik gibi bir sonuca odaklı bir yapı, amacından sapmış ve kadının erkek üzerinde
ne derecede tahakküm edebileceğinin akıl almaz örneklerini sonuç vermiştir. Sonuç,
erkek kadın eşitliği olarak değil, kadının erkekten üstün olduğu şeklinde tecelli
etmiştir.

Yirmi birinci yüzyılın başlarına geldiğimizde, kadın lehine pozitif ayırımcılık
gibi bir anlayış ortaya çıkmıştır. Kadının bedeninin erkek tarafından kutsanması
ve yüceltilmesi, bu eşitsizliği perçinleyen kadının erkekten üstün olduğu fikrine
önemli bir katkı sağlamış ve erkeği paradoksal bir açmaza sürüklemiştir.

Kadın erkek eşitliği fikri, evliliğin gereksiz bir kurum olarak algılanması,
özellikle kadın talepli boşanmaların artmasına yol açmıştır. Bu öyle bir değişimdi
ki, her türlü Muhafazakâr yapıyı derinden derine sarsmıştı. Dini geleneğe bağlı
insanların Muhafazakârlığı bile boşanmaların önünü alamamıştı. Bunda, özellikle
1980'li yıllardan sonra, Türkiye toplumunda gelişen feminist hareketlerin rolü büyüktür.
Öyle ki, 'yeşil feminizm' tanımına uygun düşecek bir değişim dini Muhafazakârlıkta
yeşermiştir.

Bunun önemli nedeni, dini bir çevreye ve kültüre sahip olsalar bile, insanların
Muhafazakârlık anlayışlarının değişmiş olmasıdır. Öyle ki, Muhafazakâr yapı, kendi
yapısını değişime karşı koruyamamış ve mağlup olmuştur. Zira modernleşme, şimdiki
Muhafazakârlığın yapısını da bozmuştur. Modernleşmenin önemli bir sacayağı olan
sekülerizm, dini Muhafazakârlık biçimlerinde dünyevileşme olarak uygulanmıştır.
Temelde, akılcılığı birinci plana almayan dini Muhafazakâr gelenek, inancının umdelerine
akılcılığı da ilave etmiştir.

Böylece akıl ve bilimin gücüne inanmak, bu fikre inanmayanlara da sirayet etmiş
olmaktadır. Bu inanç, her türlü geleneği bozduğu gibi, kendi kendisiyle çelişir
hale gelmektedir. Zira bilim, kendi bilimsel yöntemlerinin doğru olduğu konusunu
hiç tartışmamaktadır. Mesela bilimsel yöntem, kendi geleneğini oluşturmuştur.

Aklın ve bilimin gücüne inanç bir gelenek haline gelince, akıl ve bilimselcilik
de gelenekselleşiyor ve kendi konumlarını korumak için Muhafazakârlaşıyor. Burada
bilimsel bir Muhafazakârlıktan söz ediyoruz. Öyle ki, akıl ve deneylerle ölçülemeyen
hiçbir şeyi kabul etmeyen bilimsel gelenek, akıl ve ampirizmin dışında her türlü
bilgi kaynağını reddetmekte ve akıl ve ampirizmi muhafaza uğruna, aklın dışında
her türlü geleneği reddetmektedir. Ve mesela vahyin bir bilgi kaynağı olma özelliğini
reddetme uğruna akıl almaz ölçüde irrasyonel davranmaktadır.

Akıl ve bilimin kendi içine kapanması, kendi geleneğini oluşturması ve bir tür
Muhafazakârlaşması, bilimin dışındaki gerçeklere/doğrulara sırt çevirmesi, insanlığa
hiçbir fayda sağlamamıştır. Bilakis, bilim ve teknoloji dahil olmak üzere bir bütün
olarak modernleşmenin her türlü saldırısına karşı birey, savunmasız kalmıştır.

Görünüşte özgürlükler gelişmiş ve özgürlüklerin sayısı çoğalmış; ancak özgürlüklerin
sayısı çoğaldıkça, bireyin manevra alanı daralmıştır. Eski ve orta çağlarda, bireyi
sadece savaşlarda kullanan ve gücünden yararlanan devlet, bu yeni dönemde, askeri
ve vergi alanının dışında, birçok alanda bireyi devlete bağımlı hale getirmiştir.
Bireyin özel alanı akıl, bilim ve teknolojinin bir reklâm alanı olan kamusal alana
karşı birçok mevzi kaybetmiştir.3 Bireyin özgürlük alanı, kavramsal olarak genişlemesine
rağmen kamusal alana karşı daralmıştır.

Devlet, bireyin sadece din ve vicdan özgürlüğünü, seyahat özgürlüğünü, ifade
özgürlüğünü ve düşünce özgürlüğünü tanımlayıp sınırlamıyor, aynı zamanda özel alanını
da tanımlayıp sınırlıyordu. Başta evlilik ve boşanma olmak üzere, her türlü özel
hukuk ilişkileri devlet tarafından belirleniyor ve kişilerin buna uygun davranması
hukuki; davranmaması hukuk dışı sayılıyordu. Bu göstermiştir ki modernleşme, devlet
gücünü arkasına alarak bireye karşı devlet ve toplumu üstün bir konuma getirmiştir.

Bu tahakküme karşı geleneğe, dini değerlere ve eskiye dair olan her şeyi muhafaza
kaygısı, bireysel olarak Muhafazakâr bir tavrı doğurmuştur. Birey, kamusal mekanda
bulamadığı benlik duygusunu, vicdanının sesini ve aklın dışındaki bilgi kaynaklarını
kaybetmeme endişesiyle içine kapanmıştır. Bu refleks, bireysel bir Muhafazakârlığı
doğurmuştur.

Muhafazakârlık, geçmişten günümüze iletilen gelenek, görenek ve her türlü kurumun
muhafaza edilmesini de ifade eder. Muhafazakâr, her türlü gelenek ve göreneği korumak
için gayret sarfederken, bir gözü de dışarıdadır. 'Acaba başkaları ne yapıyor? Ne
tür yenilikler ve değişimler vardır' diye dış dünyayı algısının dışında bırakmaz.
Mutaassıp ise, sadece değişime karşı değil, aynı zamanda, sahip olmadığı değerlerin
yüzüne bile bakmaz. Kendi içine kapalı ve yenilikleri algılamak da istemez.

Muhafazakâr, eski geleneklerine karşı yeni bir duruma adapte olma konusunda mutaassıptan
daha esnek olsa bile, ikisi de değişim için pek de gayret sarfetmeyen bir tipleme
çizer.

Muhafazakâr, doğru olduğunu savunduğu bir geleneği terk etmeyendir. Ancak, başkalarının
savunduğu bir fikir, başkalarında bir geleneğe dönüşmüşse, bunu aynen alıp uygulamaktan
da çekinmez.

Kusursuz bir toplumu hedefleyen mutlak değişimci anlayış, bir sosyal mühendislik
projesine her zaman sahiptir. Bu, bazen liberalizm, bazen sosyalizm bazen de hümanizmdir.
Bir sosyal mühendislik projesi olan sosyalizm, liberalizm ve modernizm de kendi
Muhafazakâr yapılarını oluşturmuşlardır. Onlar da kendi değerlerini korumayı, kendi
ideolojik yapılarının bir parçası olarak görmektedirler. Her proje, kendi Muhafazakâr
tiplemesini kendisi oluşturur. Türkiye modernleşmesi de kendi Muhafazakâr tipini
oluşturmuştur. Bu kimi yıllar değişimciliği savunmuş, değişime ön ayak olmuş, kimi
zaman da değişime direnen bir yapı oluşturmuştur.

Genellikle değişimcilerin Muhafazakârlar için kullandıkları radikal, fundamentalist
gibi bazı ifadeleri, aslında değişimciler için de kullanmak mümkündür. Fundamentalist,
radikal ve kökten ilerlemeci düşünce yapıları, değişimi mutlak bir şekilde algılamaktadır.
Bunlar, değişim için değişimi istemektedirler. Değişimin iyi olup olmadığı önemli
değildir. Önemli olan sadece değişimin kendisidir. Bu değişim mantığı, hiçbir geleneğe
hayat hakkı tanımamaktadır.

Muhafazakâr, değişime soğuk bakandır. Ancak, şu andaki gelenekler de, uzun bir
süreç içinde sürekli bir değişime uğramış değerlerden başkası değildir. Bu da Muhafazakârlığın
bir iç çelişkisidir. Dolayısıyla, hiçbir şey yerinde durmuyor, her şey sürekli bir
değişim içindedir. Her şey, her an tazelenmektedir ve yenilenmektedir. Muhafazakârın
da dayandığı moral değerler, aslında bu değişimi vurgulamaktadır. Ancak Muhafazakâr,
kainatta sürekli var olan bu değişimin günlük pratik hayattaki karşılığını bulamamaktadır
veya istememektedir.

Binlerce yıl hayatta kalan geleneklerin bir çoğu yok artık. Modern bilinç, kadim
geleneklerin hepsine meydan okudu ve bir çoğunu tarihin derinliklerine gömdü. Dini
geleneklerin ise sadece bir kaçı hayatiyetlerini korumaktadır. Modern bilincin algıladığı
gibi, dinler, Muhafazakâr bir yapıya sahip değiller. İbrahimi dinlerin zaman ilerledikçe
değiştiği, insanlığın ihtiyaçlarına göre her dinin, bulunduğu çağa göre kemalini
bulduğunu söylemek mümkündür.

Dinden beslenen bazı geleneklerin ömrü insanlık tarihi kadar eskidir. Aile kurumu
bunlardan biridir. Aile geleneği, Batı'da can çekişse bile, birçok toplumda varlığını
hala korumaktadır. Değişen bir dünyada, ailenin yerine henüz ikame edilen bir sosyal
kurum mevcut değildir.

Türk tipi Muhafazakârlık, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, dini eksene alan bir
Muhafazakârlıktır. 1946 sonrası Muhafazakârlık, liberalleşmeyi eksene alıp, değişimci
bir görüntü sergilemiştir. 1970'li yıllarda ise Türk Muhafazakârlığı, milliyetçilikte
karar kılmıştır. Soğuk savaş dönemi sonrasında ise, Türk tipi Muhafazakârlığın milliyetçilikle
beraber devletçiliği de yedeğine aldığını görmekteyiz.

Sanayi devrimi sonrası gelişmeler, ulus-devletin kişi özgürlüğünü ihlal edici
uygulamaları, özgürlüğün devletçe tanımlanma sorunu birey üzerinde bir baskı unsuru
olmasına yol açmıştır. Kimi dini özgürlüklerin uygulanması imkansız hale getirilmiştir.
Hatta, birey devlete karşı korumasız hale gelmiş ve devletin kişi özgürlüğüne karşı
tavırları yer yer açık bir saldırıya dönüşmüştür. Modern devlet, akılcılığın hedeflediği
özgürlükleri bir bir geri almıştır. Akılcılık, doğurduğu modern devlet eliyle aklın
dışına itilmiştir. Muhafazakârlık önce bireysel bir tepki olarak doğmuş, ancak daha
sonra toplumsal bir harekete dönüşmüştür. Modernist teorilerin ve uygulamaların
baskısı ölçüsünde, Muhafazakârlık rasyonellikten uzaklaşmış ve bir ideolojiye dönüşmüştür.

II. Muhafazakârlık Türleri

Bireysel Muhafazakârlık, modern ideolojilerle karşılaşınca, kolektif bir şekle
dönüşerek kendi paradigmasını oluşturmuştur. Kolektif bir ideoloji olarak Muhafazakârlık,
kimi zaman dini bir Muhafazakârlık, kimi zaman bir devlet Muhafazakârlığı, kimi
zaman bir ideolojik Muhafazakârlık şeklinde ortaya çıkmıştır. Her ülkenin, her ideolojinin
Muhafazakârlığı kendi sisteminin rengini taşımaktadır. Cumhuriyetçi Muhafazakârlık,
milliyetçi Muhafazakârlık, dini Muhafazakârlık, ideolojik Muhafazakârlık, bilimsel
Muhafazakârlık gibi kavram çiftleri, bu dönemin Muhafazakârlık şekillerinin bazılarıdır.

Siyaset terminolojisinde, sağ-sol kavramlarını da Muhafazakâr olan ve olmayan
biçimde okumak mümkündür. Sağ, mevcut durumu koruyan, tutucu, Muhafazakârdır. Sol
ise değişime açık, sürekli kendisini yenileyen bir söyleme sahiptir.

Batı dünyasında Muhafazakârlık, nasyonalist hareketler ve Hıristiyan demokrat
partiler gibi sağ hareketler olarak kendisini ortaya koymuştur. Nasyonalist hareketler,
ırkı korumayı amaçlayan ırkçı Muhafazakâr hareketlerdir. Hıristiyan demokrat partiler
de ortaçağdan devralınan dini değerleri muhafaza etmeyi hedefleyen siyasal oluşumlardır.
Amerika örneğinde olduğu gibi, Cumhuriyetçi Muhafazakârlıkta da hem dini değerler,
hem de değişim arzusu Muhafazakârlığın karakterinde birlikte bulunmaktadır. Görüldüğü
gibi, Batı'da tek tip bir Muhafazakârlıktan söz edemediğimiz gibi, milliyetçi, Cumhuriyetçi
ve dini Muhafazakârlık gibi bir birlerine zıt siyasal oluşumlar hep Muhafazakârlık
olarak tanımlanmaktadır.

Türkiye örneğinde Cumhuriyetçi Muhafazakârlık,4 Cumhuriyet'in kuruluşundan bu
yana, seçkinci devlet elitinin, askeri ve sivil bürokrasinin, Cumhuriyet değerlerini,
Osmanlı devletinin ve toplumunun eski geleneklerine bir daha dönülmemek üzere koruma
güdüsüyle Cumhuriyet'e sahip çıkmasını ifade eder. Bu Muhafazakârlık tipinde, dini
değerlerin veya geleneklerin, Cumhuriyet değerlerine karşı koruma göremeyeceği açıktır.
Bu Muhafazakâr kitle, kendi içinde bir homojenlik sağlamamasına rağmen, Cumhuriyet'i
tehlikede gördüğü vakit, top yekun harekete geçip Cumhuriyet'i koruma ve kollamak
için, muhafaza eder.

Yine Türkiye örneğinde Milliyetçi Muhafazakârlık, Cumhuriyet'in kuruluşunda,
Cumhuriyetçi Muhafazakârlarla beraber olup geçmişe dönmeyi irtica olarak vasıflandıran,
1950'li yıllarda dini değerleri yedeğine alan, 1970'li yıllardan sonra ise dini
değerlerin yanında devleti koruma ve kollama uğruna demokrat misyonu da yanına alan
bir Muhafazakârlık tipidir. 1980'li yıllara kadar var olan bu Muhafazakârlık tipi,
dini, siyasi araçları ve hedefleri olarak belirleyen grupların da içine nüfuz ederek,
geniş oy potansiyeline sahip bir toplum kesiminin desteğini almıştır. Bu tarihlerden
sonra, Milliyetçi Muhafazakârlık, siyaseten liberal olan merkez siyasi toplulukların,
değişmez umdeleri arasında yer almıştır. Bu Muhafazakârlığın bütün tiplerinde, devleti
ve Cumhuriyeti koruma güdüsü hakimdir.

Köklerini Osmanlı Devleti'ndeki İslamcı ideolojide bulacağımız Dini Muhafazakârlık5
tipi, Cumhuriyet'in ilk kuruluş yıllarında var olmakla beraber, devletin her kademesinde
tasfiyeye uğramıştır. Buna rağmen, toplum içinde her zaman bir damar olarak var
olmaya devam etmiştir. Çok partili siyasi hayattan sonra, gerek demokrat misyonda
gerekse diğer milliyetçi yapılarda var olan milliyetçi Muhafazakârlığın kaynaklarından
biri de dini hassasiyetlerin milliyetçi bir ideoloji olarak sürdürülmesidir.6

Bu ideolojik duruş, dini değerlerin ancak bir iktidar ekseninde anlaşılabileceğini
varsayar. Gerek teorik olarak İslamcılık fikrine sahip olanlarda, gerekse legal
siyasi oluşumlarda bu fikir, canlılığını korumaktadır. 28 Şubat gibi süreçlerde,
dini Muhafazakârlığın siyasi ciheti, kolu kanadı kırılsa bile, siyasi olmayan ciheti,
aşağıda görüleceği gibi canlıdır. Bu Muhafazakârlık tipinde milliyetçilik de dini
değerler gibi belirleyicidir. Zaman zaman, bu her iki unsurdan birinin bu Muhafazakârlık
türüne rengini verdiğine şahit olmaktayız.

Siyasal İslam fikrini savunanların, 12 Eylül öncesinde milliyetçiliği yedeğine
aldığını unutmamak gerek. Yine bunların, 12 Eylül sonrasında, dini milliyetçilik
kavramını öne çıkarıp, stratejik olarak, Türk milliyetçiliğine muhalif olan milliyetçiliklere
göz kırpmalarını görmekteyiz. Benzer bir stratejik tavrı, 'Gülen hareketi'nde görmek
mümkündür. Soğuk savaş döneminde milliyetçilik ve yerellik kavramları, stratejik
olarak hareketin herhangi bir rengidir. Ancak, soğuk savaş sonrası Gülen hareketinin
temel belirleyenleri arasına milliyetçiliğin girdiğine şahit olmaktayız. Makro iktidar
politikalarını da birlikte düşündüğümüzde, hareketin stratejisinde milliyetçilik,
bir norm haline getirilmiştir. Bu yeni bir Muhafazakârlık türüdür.7

İdeolojik Muhafazakârlık,8 iktidara gelsin gelmesin, her türlü ideoloji, kendi
Muhafazakârlığının temelini oluşturmaktadır. İktidara gelse de gelmese de sosyalizm,
kendi ideolojik geleneğini oluşturmuştur. Kendi ideolojilerini koruma uğruna, diğer
fikirlerden ve dini olandan uzak durma, bu Muhafazakârlığın temel ilkeleridir. İdeolojinin
ortadoksi yorumu, bütün zamanlarda ve mekanlarda yapılan yorumlara bir mesned teşkil
eder ve onları belirler. Değişimci olmasına rağmen sosyalist gelenek, özellikle
iktidara geldikten sonra da Muhafazakârlaşır ve kendi rejimini korumak uğruna değişimden
uzaklaşır.

Bilimsel Muhafazakârlık, bilimi her türlü bilgi kaynağının temeli kabul eden
Muhafazakârlık tipidir. Bu Muhafazakârlık tipinde bilim, kendi doğrularının dışında
'doğru' tanımamaktadır. Aklın ve deneysel çalışmaların verilerine dayanmayan bilgi,
bilimsel Muhafazakârlara göre bilgi değildir. Türkiye örneğinde bilimi, siyasi amaçlar
uğruna kullanmakta bir beis görmeyen bu bilimsel Muhafazakârlık tipi, Cumhuriyetçi
Muhafazakârlığa beyinsel bir destek sağlamaktadır. Özellikle yükseköğretimin üst
kademelerinde var olan kesimin bilimsel Muhafazakârlığı, siyasal bir duruş sergilemektedir.

Yirminci yüzyılın sonlarına gelinirken, soğuk savaş döneminin sona ermesinden
sonra, dünya yeniden büyük bir değişime sahne oldu. Bu bir iletişim devrimiydi.
Burada yine paradigmaların yıkıldığına şahit olmaktayız. Her türlü ideolojik temel,
soğuk savaş yıllarının altında kaldı. Bu yeni post-modern oluşumda temeller sarsıldı,
kavram kargaşası iyice su yüzüne çıktı. Batı tipi sosyal demokrasi, kişi özgürlüğü
ve çevre hakları gibi konularda daha makul düzeylerde seyrediyor. Dini eksenlerine
alan Batılı Hıristiyan siyasal oluşumlar daha radikalleşti. Mesela ABD'de yeni bir
Muhafazakârlık tipi (neo con) ortaya çıktı. Bu Muhafazakârlar, yerinde duramayan
ve başka ülkelerin bile iç işlerine karışan dinamik ve değişimci bir portre çizdiler.
Buna Militan Muhafazakârlık demek çok abartılı olmayacaktır. Bu Muhafazakârlık tipi,
kendi rejimlerini korumak uğruna, diğer ülkelere saldırı hakkını kendisinde gördüğü
gibi, muhafaza etmekle yükümlü olduğu alan da genişlemektedir.

Kapitalizm ve sermaye, sadece kapitalistlere mahsus olmaktan çıkmıştır. Kapitalizmin
yeşil versiyonundan kızıl versiyonuna kadar, çeşitli kapitalizm örnekleri türedi.
Çin'in Mao Komünizmi, kapitalist araçlara ve yöntemlere başvurmakta bir beis görmemektedir
artık. Çin rejiminin bugün ulaştığı kapitalist güç, kapitalizmin bütün araçlarını
kullanmaktadır. Kapitalist öncesi Çin rejimi, komünizmin Muhafazakârlığını yapıyordu.
Mevcut rejim ise, kendi saltanatını ve para gücünü muhafaza etmeye çalışıyor. Muhafazakârlık,
muhafaza ettiği değerin rengini almaktadır. Kapitalist Muhafazakârlık ya da komünist
Muhafazakârlık.

Müslüman sermayedarlar da sermayenin gücünü fark ettiğinde, artık kapitalizmin
yeşil versiyonuna şahit oluyorduk. Dünyevileşme tartışmaları içinde, değişime çanak
tutan bu Muhafazakârlık tipi, biraz melez bir Muhafazakârlığı doğurdu. Hem değişimci
olacaksınız, hem de Muhafazakâr. Değişim ve Muhafazakârlığın arasında, a'rafta durmak
gibi bir şey.

Değişim, Türkiye gibi ülkelerde, Muhafazakârların yeni parolası haline gelmiştir.
Türkiye toplumunda Muhafazakârlar, yeni dünya düzenine ayak uydurmakta ve değişimde,
sosyal demokratlara fark atmıştır. 'Yeşil sermaye'nin milliyetçi ve Muhafazakâr
söylemi, kendisini ve mevcut düzeni koruma kaygısı, dini değerleri koruma kaygısından
öteye geçmiştir.

Öte yandan, Batı'da değişimin öncüsü konumundaki sosyal demokrasi, Türkiye toplumunda,
Cumhuriyetçi Muhafazakârlığa inkılap etti. Cumhuriyeti koruma ve muhafaza güdüsü,
milliyetçi sol kavramının çıkmasına yol açtı. Bu aynı zamanda, solun iyice Muhafazakârlaştığının
göstergesiydi. 2000'li yıllara gelindiğinde, Milliyetçi Muhafazakârlarla Cumhuriyetçi
Muhafazakârlar, Cumhuriyet'in kuruluşunda olduğu gibi yine kol kola girip, Laik
Cumhuriyet'i, misak-ı milli sınırları dahilinde koruma ve kollama hedefinde birleşmişlerdir.

Eski milliyetçi ve Muhafazakârların bazıları da bu oluşum içinde yer aldı. Öyle
ki, bu milliyetçi-sosyaldemokrat-Muhafazakârlar, şu sıralarda sesleri en fazla çıkan
sosyal baskı unsuru oldu. Eskiden kendilerine sadece Muhafazakâr denen gruplar,
bir bir milliyetçilik kulvarında at koşturmaya başladı. Ekonomik özgürlük, özelleştirme,
değişim gibi kavramlar, basit bir azınlık olan liberallerde kaldı. Sosyal demokrasi,
ilerlemeciliği, değişimi, aklı ön plana çıkaran tutumunu değiştirip, tutuculuğu,
ideolojik bir rejimin siyasal sözcüsü konumuna geldi.

Türkiye'de siyasal partiler arasındaki farklar da giderek kapanmaya başladı.
Sözgelimi, Cumhuriyet'in ilk partisinin kuruluş umdeleri, bugün artık bütün partilerin
tüzüklerinde yer aldığı gibi, askeri ve sivil bürokrasi de bunu bir zorunluluk gibi
sunmaya çalışıyor. Sağ partiler de sol partiler de iktidara gelince Muhafazakârlaşmakta
ve rejimin, anayasanın ideolojik ilkelerine sahip çıkma konusunda yarışmakta ve
çelişkilere düşmektedir. Bu yüzden sağ iktidarlar, milliyetçi Muhafazakâr, sol iktidarlar
da Cumhuriyetçi Muhafazakâr olmaya yüz tutmuşlardır.

Askeri ve sivil bürokrasinin Muhafazakârlığı, Cumhuriyetçi bir Muhafazakârlıktır.
Bu, iktidara gelen bütün siyasi partilerin birbirine benzemesine yol açmaktadır.
Hiçbir farklı siyasi görüş, devletçi ve militan Muhafazakârlığın karşısında koruma
görmemiştir ve görmemektedir. Bu yüzden Türkiye'de Muhafazakârlık denince, ideolojik
olarak seçkinci devlet elitleri tarafından akredite edilen Muhafazakârlık tipini
anlamak gerekiyor.

Soğuk savaş dönemi sırasında, Batı'ya yüzünü çevirip gelen her rüzgara yelken
açan değişimci solculuk, bugün, AB'ye girmemizin pek de önemli ve gerekli olmadığını
savunabiliyor. Değişen Avrupa mı; yoksa solun tavrı mı? Soğuk savaş dönemi sırasında,
Batı'ya karşı reaksiyon gösteren dini Muhafazakârlık, bugün AB'ye girme konusunda,
neden liberalden daha liberal bir tavır sergilemektedir. Değişen nedir? Her iki
halde de değişen Avrupa değildir. Değişen bizdeki Muhafazakârlık ve anti Muhafazakârlık
tipleridir. Demek ki Muhafazakârlık, değişimcilerin iddia ettiği gibi değişmez değildir.
Bilakis Türkiye toplumunda Cumhuriyetçi Muhafazakârlık, değişmez ilkelere sahiptir.
Batı demokrasilerindeki değişimler, gelişmeler, bizdeki Cumhuriyetçi Muhafazakârlığın
demokrasi anlayışını etkilememektedir.

Muhafazakârlığın kendisi de sürekli bir değişim geçirmekte ve bu değişim sürecinden
nasibini almaktadır. Bugünkü Muhafazakâr bir tavır, dünün liberal bir tavrı olabilir.
Dünün Köroğlu şarkıları, o zamanki çağdaşı Muhafazakâra göre yanlış; bugünkü Muhafazakârın
savunduğu geleneğin ise bir unsurudur. Tıpkı bugünkü Tarkan'ın şarkılarının, bir
gün gelecekte Türk kültürünün bir unsuru olarak, milliyetçi bir bakışla kutsanacağı
gibi. Bugünün 'Tarkan'ı, yarının birer 'Köroğlu'su olabilir. Dünün kapitalist bir
tavrı, bugün Muhafazakârın dayandığı en temel nokta olabilir. Hatta eski radikal
tavırları, bugünün Muhafazakârının koruduğu değerler arasında yer alabilir. "Muhafazakâr,
radikallerin söylediklerini onların ölümünden yüzyıllar geçtikten sonra kabul eden
insandır." (Leorosten)

III. Paradigmalar Değişirken.

Yukarıda görüldüğü gibi, ne tek bir Muhafazakârlık tipi, ne de tek bir değişimcilik
tipi bulunmaktadır. Öte yandan imparatorlukların yıkılışı ve post kolonyal dönemin
özellikleri, yirminci yüzyılı bir savaş yüzyılı yapmış ve bu savaşların en önemli
aktörleri uluslararası Muhafazakâr güçler ve bunlara karşı duranlar olmuştur. Soğuk
savaşın bitişi ve yeni kapitalizm biçimleri, Muhafazakârlığın yeni versiyonlarını
anlamamızda kilit rol oynamaktadırlar. Sekülerizmin artık değişim isteyecek hali
kalmadığına göre, değişimin bayrağını Muhafazakârlar almıştır.

Bugün, (dini) Muhafazakârların bir çoğu, 'biz Muhafazakârız, ama çağdaş değerleri
de savunuruz; tutucu değiliz, yeniliklere de açığız' derler. Bunun anlamı nedir?
Ya da bu iç içe iki cümleciğin derununda ne gibi argumanlar yer alabilir? Bu cümlenin
altında, çağdaşlıkla çelişen bir Muhafazakârlık anlamının yanında, çağdaşlıkla çelişmeyen
bir Muhafazakârlıktan da söz edilebilir. Muhafazakârlıkla tutuculuğun bir arada
olup olamayacağı tartışmalarına bir kapı aralanabilir. Eğer Muhafazakârlık, öyle
zannedildiği gibi, çağdaş değerleri de içinde barındırıyorsa, neden bazı 'ilerici'
geçinenlere yaranamıyor ve 'gericilik' nitelemesine muhatap oluyor?

Yeni Muhafazakârlık biçimlerinde kapitalizm ve sermaye önemli bir rol oyanamaktadır.
Öyle ki, dini Muhafazakârlık biçimi, bu rolün iyi oynanmasından dolayı, dünyevileşme
sendromu yaşamaktadır. Dini bakımından Muhafazakâr olanın nasıl olup da dünyevileştiği
sorusu, hala canlılığını korumaktadır. Bununla birlikte sağ iktidarların, milliyetçilikte
karar kılması, Muhafazakârların bundan sonra neyi muhafaza edeceklerine dair bize
fikir vermektedir.

Yeni muhafazkarlık biçimlerinde, dünyevileşmenin yaygınlaşması, Muhafazakârlığın
dini değil, ideolojik ve yerel olduğunu göstermektedir. Türkiye örneğinde, yeni
Muhafazakârlığın neyi muhafaza ettiği konusu çok tartışılmalıdır. Ya da eski Muhafazakârlığın
bir ideolojik duruş olduğu ve özellikle de milliyetçi öğeler taşıdığı için değişime
direnemediği kanaatini güçlendirmektedir. Her ülkenin Muhafazakârlığının dinamikleri
farklı olduğu gibi fikri yapısı ve savunduğu değerleri de farklıdır.9

Sanayi devrimi sonrası Muhafazakârlık ideolojisinin ortaya çıkışı gibi, dünya,
Muhafazakârlık ideolojisinin değişimine şahit olmaktadır. Soğuk savaş sonrası uluslararası
siyasi gelişmeler, eski Doğu Blokunu kapitalist dünya ile beraber hareket etmeye
zorladığı halde, İslam ülkelerinin rotası henüz belli olmamıştır. Türkiye toplumunda
da Muhafazakârlığın, yukarıda değinildiği gibi, içeriği değişmiştir.

Osmanlı mirası üzerine konan Türkiye Cumhuriyeti, geleneksel olanı değiştirdi.
Osmanlı Devleti'ni gerici (Muhafazakâr) olarak lanse eden Cumhuriyet'in kurucu iradesi,
önceleri değişimci idi. Ama, eskiye dair ne varsa inkılaba uğrayınca, gördüğü ciddi
direniş karşısında, kendisini koruma ve kollama derdine düşüp Muhafazakârlaşmıştır.
Günümüze geldiğimizde, Cumhuriyet'in kurucu iradesi gerçekten de hâlâ Muhafazakâr
olmaya devam etmektedir.

Öte yandan, Muhafazakârlık deyiminin geleneksel dini metinlerde10 yer almaması,
ve asli kavramlarımızdan birini teşkil etmemesi, Muhafazakârlık (conservatizm) kavramının
ithal kavramlardan oluşu, bizi niteleyip nitelemediği sorusunun cevabı belirsizliğini
korumaktadır. Bir takım sosyal mühendislerin diktiği/biçtiği elbiseyi, 1980 sonrası
gelişmeler ve yerel paradigmaların yıkılışı, sağ-sol kavramlarının birbirine yakınlaşması,
Muhafazakâr (dindar dinamikler) çevrenin merkeze yerleşmesi, milliyetçi söylemin
demokratik sol Muhafazakârlığı ile benzeşmesi, milli ve manevi değerler söyleminin
modernleşen görüntüsü, küreselleşmenin milli ve manevi değerlerde meydana getirdiği
tahribat, sağ merkez söyleminin milliyetçilikte karar kılması, Türkiye toplumundaki
Muhafazakârlık söyleminde yeni bir paradigma inşa ihtiyacını ortaya koymaktadır.

Bu inşa ihtiyacı şu soruyu da çözmelidir. Ehl-i dinin, rejimi savunma ihtiyacı
ve rejimi muhafaza etme kaygısı olmalı mı, olmamalı mı?

Osmanlı Devleti'nin son döneminde, Osmanlıcılar ile İslamcılar, devlet eksenli
kurtuluş çareleri aradıkları gibi, bugünün Muhafazakârları da, 'iç ve dış tehlikeler'e
karşı, kurtuluşu devlet eksenli yaklaşımlarda bulabilmektedir. Bu tutum, bugünkü
ehl-i dini de içinde barındıran Muhafazakârları, devleti kurtarmaya yöneltmektedir.
Acaba, bugünün ehl-i dini, Osmanlı Devleti'nin son dönemindeki İslamcı ve Osmanlıcı
Muhafazakârlığı izleyebiliyorlar mı?

Soruları çoğaltabiliriz. Said Nursi, Osmanlı Devleti yıkılınca, neden Van'da
Erek Dağı'na çekildi? Osmanlı eliti, Osmanlı Devleti'ni ve hanedanını kurtarma derdine
düşünce, Said Nursi, neyi muhafaza derdine düştü? Siyasi bir yapı olarak devleti
mi? Askeri ve sivil bürokrasiyi mi? Veya O'nun derdi, ne devlet ve kurumları muhafaza
etmek, ne de belli bir rejimin devamlılığını sağlamak mıydı? Bu soruların cevaplanması,
bugünkü Muhafazakârlığı anlamamıza yardım edecektir.

Bugüne geldiğimizde dini Muhafazakârlığın, devletçiliğe dayanması sorununu, bu
sorulara vereceğimiz cevaplarla karşılaştırmalıyız. Yukarıdaki sorulara verilecek
cevaplar, bugünkü paradigma değişikliğini veya yeni bir paradigma ihtiyacını anlamaya
yardım edecektir.

IV. Yeni Paradigmalar Oluşturmak İçin Bir Zihin Jimnastiği

Bugün, artık Muhafazakârlık, siyasal bir duruş, toplumdaki değişime karşı tutucu
ve mevcut durumu koruyucu bir davranış biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, siyaseten,
toplumun değişime karşı olan direncini yansıtır. Ve özünde tarafgirlik barındıran
siyasetin bir tarafında yer alır. Esasen bu Muhafazakârlık tanım gereği, tarafgirliği
içinde barıdırmaktadır.

Bu minvalden bakıldığında, mü'minin Muhafazakâr olmasından çok değişime daha
yakın bir duruş sergilemesi daha doğrudur. Bireysel olarak mü'min, kendisini sürekli
eleştiren, nefsine güvenmeyen, doğruyu arama gayretinde Muhafazakâr olmayan bir
tavır sergileyendir.

İman kelimesinin Kur'anda bir çok yerde fiil olarak zikredilmesinin sebebi de
içinde barındırdığı dinamizmdir. Zira mü'min, bir kere iman etmiş olmakla mü'minlik
sıfatına sürekli sahip olmuş sayılmaz. Mü'min olmanın sürekli olması, iman etme
fiilinin sürekli olmasına bağlıdır. Bu konudaki hadisi hatırlamakta fayda var: 'İmanınızı,
sürekli tevhidi zikrederek yenileyiniz.

Bunun yanında, 'iki günü bir olan ziyandadır' hadisi, değişime karşı direnmenin
gereksizliğini ortaya koyan önemli bir ölçüdür. Değişim için değişim değil, doğruyu
bulmak, manen ve maddeten terakki etmek, İlahi hikmete uygun bir değişim içinde
olmak yukarıdaki ölçüye aykırı değildir. Özellikle bireysel değişim, nefis muhasebesi
bakımından önemlidir. Mü'min, kendisini sürekli yenileyen, hayra ulaşmada, doğruyu
bulmada, nefsini sürekli kontrol eden ve değiştirendir. Bu açıdan bakıldığında,
kendisini yenilemeyen, mevcut durumunu eleştirmeyen, kendisini mevcudun en iyisi
olarak telakki eden bir Muhafazakâr anlayış, sürekli yenilenmesi gereken imani bir
duruş sergilemeyendir.

Muhafazakârlığın iki ucunda iki kavram yer almaktadır: Ülfet ve değişim. Bir
tarafta değişmeyen, dirliği, düzeni sağlayan kurallar, ahlak ve yaşama biçimi; diğer
tarafta ahlak kurallarını ve dini bile değiştirme iddiasında bulunan değişim söylemi.

Bir tarafta değişmeyen, dirliği, düzeni sağlayan kurallara bağlılık ve alıştığımız
'eski' ile olan ülfetimiz; diğer yandan fani dünyanın, zaman seline düşen ve her
şeyin zamanla değişen formu. Eskiye dair olan şeylerle ülfetimiz, bizi eskinin mahkumu
yapmamalı, değişen dünyanın halini anlamaya sevketmelidir.

Bir ayağımız değişmez sabiteler üzerinde dururken, diğer ayağımız da değişebilir
alanda gezinmelidir.

Öz

Dünya tarihinde çok az şey, sanayi devrimi kadar dünyayı derinden etkilemiştir.
Dünya, sanayi devrimiyle birlikte küresel ölçekte değişimleri tetiklemiş oldu. Fransız
devrimi ile birlikte ise değişim sadece siyasal olmakla kalmadı. Sosyal, ekonomik
ve hukuk alanında yaşanan gelişmeler, bütün bir hayatı değiştirdi.

Bu hızlı değişime karşı birey iki tür tepki vermiştir. Birincisi, değişime ayak
uyduran birey' tipidir. İkincisi, hızlı değişime ayak uyduramayan, kendi geleneksel
doğrularına daha sıkı bir şekilde yapışan, değişime direnen bir birey tipidir.

Bu çalışmada Muhafazakârlık ve değişim kavramları çerçevesinde; modernleşmenin
ortaya çıkardığı modern ideolojiler karşısında bireyin tepkisel bir davranışı olarak
ortaya çıkan Muhafazakârlık ve Muhafazakârlık türleri incelenmekte, mü'minlerin
bu kavram karşısındaki tutumlarının nasıl olması gerektiğine dair cevaplar aranmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Muhafazakârlık, modernleşme, değişim, devlet, birey, Cumhuriyetçi
Muhafazakârlık, Milliyetçi Muhafazakârlık, Dini Muhafazakârlık, İdeolojik Muhafazakârlık,
Bilimsel Muhafazakârlık

Abstract

There has been faint events in the history of mankind that affected the world
so deeply as the Industrial Revolution, which triggered global changes in the world.
However, French Revolution extended change from the political realm to the social,
economic and judicial realm. The changes in these new areas affected the whole life-style.

Individuals responded against this rapid change in two ways. The first one is
the model of individual that keeps up with the change. The second type is the one
who could not keep up with this rapid change, believing in his traditional values
more strongly, and in this way, tried to resist the change.

This text tries to analyse Conservatism and types of Conservatism in the conceptual
framework of change and Conservatism which comes out as a reactionary behaviour
of individual against the modern ideologies emerging after modernisation. It looks
for answers for the question how should the believers apprıach to this concept.

Key Words: Conservatism, modernisation, change, state, individual, Republican
Conservatism, National Conservatism, Religious Conservatism, Ideological Conservatism,
Scientific Conservatism

Dipnotlar

1. Özsel gelenekselliğin, '…geçmişin başarılarının ve hikmetinin,
özellikle de gelenekle beslenmiş kurumlarının takdiri ve buna ilaveten geçerli kılavuz
olarak geçmişten miras alınan kurumlara saygı gösterilmesinin arzu edilir olması…'
şeklindeki tarifi için bkz. Edward Shils, Gelenek, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl
7, Sayı 25, s.119.

2. Akıl gelenek, bilimsel yönteme dayalı bir gözlem ve deneyi, bilginin yegane
kaynağı olarak kabul eden akılcılığı ifade eder. Bu deyim, bu çalışmaya münhasıran,
E. Shils'ten ödünç alınarak kullanılmıştır.

3. Bireyin, kamusal alana karşı özel alanından kaybettiği mevzilere bazı örnekler
için bkz. Ahmet Nazlı, 'Özel Alana Övgü', http://1111.karakalem.net/?article=2280

4. Bu deyimi, Nazım İrem, Cumhuriyetin ilk yıllarında, iktidarın Kemalist ilerlemeci
dünya görüşüne, Peyami Safa, H. Ziya Ülken, M. Sekip Tunç, İ. Hakkı Baltacıoğlu,
Ahmet Ağaoğlu gibi kişilerin getirdiği felsefi ve siyasi eleştirileri ifade etmek
için kullanmaktadır. Bkz. Nazım İrem, 'Bir Değişim Siyaseti Olarak Türkiye'de Cumhuriyetçi
Muhafazakârlık', s. 105, Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Muhafazakârlık, II. Baskı,
İstanbul, 2004. Ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, askeri ve sivil bürokrasisinin,
devletin ideolojik kurucu unsurunu korumada gösterdiği titizlik sebebiyle, ben,
Cumhuriyetçi Muhafazakârlığı bu titizliği ifade anlamında kullandım.

5. Dini muhafazakârlığı, Osmanlı döneminde Osmanlıcı ve İslamcı aydınlar temsil
etmektedir. Cumhuriyet döneminde ise, N. F. Kısakürek, Nurettin Topçu, Erol Güngör,
O. Yüksel Serdengeçti gibi isimler, bu muhafazakâr kisveyi devralmışlardır. 1960-70'li
yıllarda, bu muhafazakârlığın siyasi harekete dönüştüğünü, bir kısmından milliyetçi
bir partinin çıktığını, diğer kısmından da Milli Görüş hareketinin çıktığını görmekteyiz.
12 Eylül sonrasında ise, 'Türk-İslam Sentezi' projesi, hem milliyetçiliği, hem de
maneviyatçılığı bir ideoloji haline getiren dini bir muhafazakârlık tipidir. Bunun
ilk uygulamaları, siyaset aleminde Özal politikaları olarak, sivil toplumda ise
F. Gülen hareketinin soğuk savaş sonrası sahip olduğu siyasi ve milliyetçi fikirler
olarak kendisini göstermiştir.

6. Kişisel bir tavır olarak muhafazakârlığın, milliyetçiliği yedeğine alan ideolojik
bir şekle dönüşmesine örnek olarak, bazı Risale-i Nur müntesiplerinin, milliyetçi
ve muhafazakârlığı bir kimlik olarak kabullenmeleri verilebilir. Bu tavır, metin
eksenli bir okuma biçimiyle çelişmektedir. Said Nursi'nin hiçbir şekilde kendisini
milliyetçi ve muhafazakâr olarak tanımlamaması bunun delilidir. Devletçi sol kültün,
kendisini Batı tipi sosyal demokrasisinin, Türkiye'deki karşılığı olarak görmesi;
kendisini sol, karşısındakileri de muhafazakâr sağ olarak tanımlamasından dolayı
muhafazakârlık nitelemesi, Türkiye toplumuna yanlış aktarılmıştır. Gerçekte ise,
Türkiye'deki hakim sol anlayış, Cumhuriyetçiliği ve devletçiliği ana tema olarak
seçen bir milliyetçi muhafazakâr yapıdır. Türkiye'deki muhafazakâr yapı ise, Batı
tipi sosyal demokrasiye daha yakın durmaktadır. Türkiye toplumun genel algılama
biçimi ise, muhafazakârlığı sağ, değişimciliği sol şekilde görme yanılgısına sahiptir.
Aynı şekilde, milliyetçi ve muhafazakâr tanımlaması da ideolojik ve siyasi bir tanımlamadır.
Aşağıdaki bahiste, sağ-sol kavramlarının (benzer bir şekilde muhafazakârlık gibi
bir kavramın) izafi olduğu, bunların üzerine hüküm bina edilemeyeceğini, Müellifin,
Maarif Vekaletine, sağ-sol tabiri yerine, '…hak ve hakikat…' önerisi, dikkatle yeniden
incelendiğinde, Nursi'nin ideolojik olarak sağ ve muhafazakâr bir kültürü önermediği
ortaya çıkacaktır. 'Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyet'e karşı
komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek icap ettirir. Eğer
İngiliz, Fransız deseler hakları var. ‘Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da
Nasraniyet’ diyebilirler. Fakat bu vatanda, küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet'ten
başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü
hakikî bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup
tam anarşist olur… İnşaallah, Maarif ve Adliye Vekilleri gibi, sair erkânlar da
bu ehemmiyetli hakikati tam anlayacaklar. Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat
ve Kur'ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan
ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden
bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz.' Said Nursi, Emirdağ Lahikası II,
s. 301, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001.

7. Yeni muhafazakârlık kavramı için bkz. Ahmet İnsel, Altın Nesil, Yeni Muhafazakârlık
ve Fethullah Gülen, Birikim Dergisi, Sayı 99, s. 67-76, İstanbul, 1997.

8. İdeolojik muhafazakârlığın, felsefi ve siyasi bir muhafazakârlık tipi olarak
algılanışına bir örnek olarak, bkz. Ömer Laçiner, Muhafazakârlaşan Sosyalizm, s.
663, Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Muhafazakârlık, II. Baskı, İstanbul, 2004.

9. Bundan dolayı, mesela, Avrupa'da, herhangi bir ülkede, muhafazakârların bir
galibiyeti, Türkiye toplumundaki ehl-i dini sevindirmemeli. Zira orada kazanan muhafazakârın
kazandığı değer, müteassıp ve akla uzak bir dini dogmanın kazanmasıdır. Aynen öyle
de, Batıdaki sosyal demokratların mağlubiyetine sevinenlerin, bu sevinci de anlamlı
değildir. Zira, Batıdaki sosyal demokrasi fikri, ruhbanlık hegemonyasını reddeden
ve daha makul bir anlayışı ifade etmektedir.

10. Özellikle Cumhuriyetin kuruluşundan sonra kullanılan bir kavram olması hasebiyle
muhafazakârlık kavramını, milliyetçiliğin her renginde bulabileceğimiz gibi, dindar
nitelemesine muhatap olabilecek cemaatlerin kullanımında da bulabiliriz. Söz gelimi,
Risale-i Nur cemaatlerinin bazılarının kendilerini muhafazakâr diye nitelemelerinin,
Risale metinleriyle örtüşüp örtüşmediği tartışılmalıdır. Zira Risale-i Nur eserlerinin
hiçbir yerinde, muhafazakârlığı öneren bir metin bulunmamaktadır.