Conservatism in Risale-i Nur

Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan
Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne
dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?
Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin
ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini
küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif
etmiş bulunuyorum.

"Risâle-i Nur'u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı
içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle,
asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim.
Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları
bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını,
mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur'ân'ın tesis ettiği
Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; Islâm cemiyetinin ana direği budur.
Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

"Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş
bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş
yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek
istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu
küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..

Tarihçe-i Hayat, s. 543.

On üç asır evvel Şeriat-ı Garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa'-ya dilencilik
etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.

Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 65

Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların
libası gibi süslü sefahet ve hevesât ve israfât yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım.
kaidesini düsturu'l-amel yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi)
maal-memnuniye alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde
mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor.
Biz ise, aldığımız vakit su-i talih cihetiyle ve su-i intihap tarikiyle müşkilü't-tahsil
mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyete
kesb ettiğimizden, muhannes gibi (yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile
gibi (yani erkekleşmiş kadın gibi) oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur.
Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü zîverle
muzahraf cilveli hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten
seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Tâ ki, medeniyetimizin gençliği ve şebâbeti, zülâl-i
aynü'l-hayat-ı şeriatla mu-hafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize
lâzımdır ki, onlar Avrupa'dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i
bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette
neşvünema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.

Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 78-80.

Meclisten biri dedi: "Neden şeriat şu medeniyeti1 reddeder?"

Dedim: "Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir.
O ise, şe'ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattır. O ise, şe'ni tezahumdur. Hayatta
düsturu, cidaldir. O ise, şe'ni tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari
yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe'ni böyle müthiş tesadümdür.
Câzibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metâlibini teshildir.
O heva ise, şe'ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir.
İnsanın mesh-i mânevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına
çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

"İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete
atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne beyne bırakmış. Saadet
odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere
rahmet olan Kur'ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir
medeniyeti kabul eder.

"Hem serbest hevânın tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zaruriye havâic-i zaruriye
hükmüne geçmişlerdir. Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye
muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y, masrafa kâfi gelmediğinden, hileye, harama sevk
etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev'e verdiği servet,
haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksız etmiştir.

Sünûhat, s. 58-60.

Dediler: "Şeriat-ı Garrâdaki medeniyet nasıldır?"

Dedim: "Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet
ise ki, medeniyet-i hâzıranın inkişâından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları
yerine, müspet esaslar vaz'eder.

"İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe'ni adalet ve tevazündür. Hedef
de, menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecazüptür. Cihetü'l-vahdet
de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe'ni samimî
uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür. Hayatta düsturu,
cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe'ni ittihad ve tesanüttür. Hevâ yerine hüdâdır
ki, şe'ni insaniyeten terakkî ve ruhen tekâ-müldür. Hevâyı tahdit eder; nefsin hevesât-ı
süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

Sünûhat, s. 60, 61.

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri
hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına
ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil,
belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi
idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksız-casına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında
yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır
ve millete bir istihzâdır.

Lem'alar, s. 124.

Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve sanat ve terakkiyât-ı ecnebiyeye
cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile
bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakane, körü körüne topuzların altında
bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i katil
hükmünde o dinsizler zarar verecekler.

Lem'alar, s. 125.

İşte, medeniyet-i hâzıra, felsefesiyle hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede nokta-i
istinâdı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidâl tanır. Cemaatlerin
râbıtasını unsuriyet ve menfî milliyet bilir. Gàyesi hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin
ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bâzı lehviyât'tır.

Halbuki, kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden,
üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını
yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır
ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi sûrî saadet
verip, seksenini rahatsızlığa, sefâlete atmıştır.

Ammâ hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinâdı kuvvet yerine hakkı kabul eder.
Gayede, menfaat yerine fazilet ve rızâ-i İlâhi'yi kabul eder. Hayatta, düstur-u
cidâl yerine düstur-u teâvün'ü esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında, unsuriyet
ve milliyet yerine râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî kabul eder. Gâyâtı, hevesât-ı
nefsâniyenin nâmeşrû tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı
ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir.
Hakkın şe'ni ise, ittifaktır. Faziletin şe'ni, tesânüddür. Teâvünün şe'ni, birbirinin
imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle
bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, saadet-i dâreyndir.

İşte, medeniyet-i hâzıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bâhusus Kur'ân'ın irşâdâtından
aldığı mehâsinle beraber, Kur'ân'a karşı, böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.

Sözler, s. 372.

Ehl-i bid'a diyorlar ki: "Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak,
taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti."

Elcevap: Yanlışsınız ve aldanmışsınız! Veya aldatıyorsunuz. Çünkü Avrupa, dinine
mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgar'a veya bir nefer-i İngiliz'e veya bir serseri
Fransız'a, "Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın" denilse, taassupları muktezasınca
diyecek: "Hapse değil, öldürseniz bile dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım."

Hem tarih şahittir ki, ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmişse, o zamana
nisbeten terakki etmiş; ne vakit salâbeti terk etmişse, tedennî etmiş. Hıristiyanlık
ise bilâkistir. Bu da mühim bir fark-ı esasîden neş'et etmiş.

Hem İslâmiyet sâir dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve
dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakk'ı dahi
ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar
olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî
kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse
İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı
tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın
bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı
kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakk'ı bir cihette tasdik
edebilir.

Acaba, bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar?
Eğer idare ve âsâyişi düşünüyorlarsa, Allah'ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi
ve şerlerini defetmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşküldür. Eğer terakkiyi
düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları gibi, terakkiye
dahi mânidirler; terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve âsâyişi kırıyorlar.
Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle
dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.

Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: "Biz Allah Allah
diye diye geri kaldık; Avrupa top tüfek diye diye ileri gitti."

"Cevâbü'l-ahmakü's-sükût" kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı
ahmakların arkasında bedbaht âkıller bulunduğundan deriz ki:

Ey biçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahit, cenazeleriyle
hükmünü imza ediyorlar ve o dâvâya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz?
Bu şahitleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt Allah Allah dedirtir.
Sekerâtta Allah Allah yerine hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulûmat-ı ebedîyi o
sekerâttakinin önünde ışıklandırır, ye's-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir?

Madem ölüm var, kabre girilecek, bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir
defa top tüfek denilse, bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda
olsa, tüfek de Allah der, top da Allahu ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder,
imsak eder.

Mektubat, s. 423, 424.

Sual: Sen eskiden Şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet
ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan
"mim'siz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak
hareket ettiği için seyyiatı hasenâtına, hataları, zararları, faydalarına râcih
geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı
dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; ve sa'y ve hizmet yerine
tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçâre beşeri hem gayet fakir,
hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur'ân'ın kanun-u esasîsi,
ferman-ı esasîsiyle,
"beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin
havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir" diye Risâle-i Nur bu esası izâha binâen,
kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını
tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp medeniyet-i zâlime-i hâzırası,
su-i istimâlât ve israfât ve hevesâtı tehyic ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî
hâcâtlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihe-tiyle, şimdiki o medenî insanın
tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi
hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi
muhtaç hükmünde kalır. Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç
cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm ve havas tabakasını
daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'ân'ın kanun-u esasîsi olan "vücub-u zekât, hurmet-i
riba" vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı şefkatini
temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye
mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.

İkinci nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye
olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde,
şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa'yi
ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesâtı dinlemek meylini verdiği için, sa'yin
şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme,
harama sevk ediyor.

Meselâ, Risâle-i Nur'daki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo büyük bir nimet
iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmekle bir mânevî şükür iktiza ettiği halde,
beşte dördü hevesâta, lüzumsuz, mâlâyâni şeylere sarf edildiğinden, tembelliğe,
radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa'yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini
bırakıyor.

Hattâ çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa'y ve amel ve hakikî maslahat-ı
ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim gördüm, ondan bir ikisi
zarurî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesât, tenezzüh,
tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'î misale binler misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri
hem fakir edip ihtiyacâtı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf
ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçâre muhtaç beşeri tam tembelliğe
atmış, sa'y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesâta, sefahete sevk edip ömrünü faydasız
zâyi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimâl ve israfâtla yüz
nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli
hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha
gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit
beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur'ân-ı Hakîmin dört yüz milyon
talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz
sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla
beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa,
beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını;
ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini;
ve ondan çıkan medeni-yetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye
kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet
vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı
edeceğini, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i
İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

Emirdağ Lahikası, s. 334, 335.

"Biz şimdi ulûm-u an'ane ve ulûm-u diniyeden ziyade Garplılaşmaya ve medeniyete
muhtacız."

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya'da,
şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle
Asya'yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesirâtından ziyade hiss-i dinî
olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak Garplılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi
bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde
olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine
katiyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir.

Emirdağ Lahikası, s. 439.

"Biz şimdi mecburuz.
kaidesiyle, Avrupa'nın bazı usûllerini medeniyetin icaplarını
taklide mecburuz" dediler.

Ben de dedim: "Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan gelse, katiyen doğru
değildir; haramı helâl etmez. Su-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla
olmamışsa zararı yok. Meselâ; Bir adam su-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini
sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine câri olur, mâzur sayılmaz,
ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarıyla bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup
çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dahilinde
değildir."

İşte ben o kumandana ve hocalara dedim: "Ekmek yemek, yaşamak gibi zaruri ihtiyaçlar
haricinde başka hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan, gayri meşru meyillerden ve haram
muamele-lerden tevellüt eden hareketler haramı helal etmeye medar olamazlar. Sinema,
tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve Su-i ihtiyardan
geldiği için, haramı helal etmeye sebep olamaz. Kanun-u beşeri de bu noktaları nazara
almış ki, ihtiyar haricinde zaruret-i katiye ile, Su-i ihtiyardan neşet eden hükümleri
ayırmıştır. Kanun-u İlahi'de ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik
edilmiştir."

Emirdağ Lahikası, s. 456.

Ey mücahidin-i İslam, ey ehl-i hal ve akd!

Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.

l. Şu muzafferiyetteki harikulade nîmeti İlahiye bir şükran ister ki, devam etsin,
ziyade olsun. Yoksa, nimet böyle şükür görmezse, gider. Madem ki Kur'an'ı Allah'ın
tevfikıyla düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur'an'ın en sarih ve en kati emri olan
salat gibi feraizi imtisal etmeniz lazımdır, ta onun feyzi, böyle harika suretinde
üstünüzde tevali ve devam etsin.

2. Alem-i İslamı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız; lakin, o
teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslamiyeyi iltizam ile olur: Zira, Müslümanlar
İslamiyet hasebiyle sizi severler.

3. Bu alemde, evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz;
Kur'an'ın evamir-i katiyesine imtisal etmekle öteki alemde de o nurani güruha refik
olmaya çalışmak, al-i himmetlilerin şe'nidiı: Yoksa, burada kumandan iken, orada
bir neferden istimdad-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-i deniye, şan ve
şerefiyle öyle bir meta değil ki, aklı başındaki insanları işba etsin, tatmin etsin
ve maksud-u bizzat olsun.

4. Bu millet-i İslamın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta
fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta, umum Şarkta,
umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: "Acaba namaz kılıyor lar mı?"
derler. Namaz kılarsa, mutlak emniyet ederler, kılmazsa, ne kadar muktedir olsa,
nazarlarında müttehemdir.

Bir zaman, Beytüşşebap aşairinde isyan vardı. Ben gittim, sordum:

"Sebep nedir?"

Dediler ki:

"Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?" Halbuki,
bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler.

5. Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi Kader-i Ezelinin
bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir.
Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa'yiniz
ya hebaen mensura gider veya sathî kalır.

Ey mebuslar! Muhakkak siz büyük bir günde diriltileceksiniz.

6. Hasmınız ve İslamiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıtsızlığ'ınızdan pek fazla
istifade ettiler ve ediyorlar. Hatta diyebilirim ki, Yunan kadar İslama zarar veren,
dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslamiye ve selameti millet
namına, bu ihmali a'male tebdil etmeniz gerektir. Görülüyor ki, İttihatçıların o
kadar azim sebatı ve fedakarlıklarıyla, hatta İslamın şu intibahına da sebep oldukları
halde, bir kısmı dinde laubalilik tavrını gösterdikleri için, dahildeki milletten
nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslamlar, dindeki ihmallerini görmedikleri
için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.

7. Alem-i küfür, bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla,
misyonerleriyle alem-i İslama hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği
halde, alem-i İslama dinen galebe edemedi. Ve dahili bütün firak-ı dalle-i İslamiye
de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkum kaldığı ve İslamiyet, metanetini
ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, laubaliyane Avrupa
medeniyet-i habîsesinden süzülen bir cereyan-ı bid'akarane, sînesinde yer tutamaz.
Demek, alem-i İslam içinde mühim ve inkılapvarî bir iş görmek, İslamiyetin desatirine
inkıyad ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise, çabuk ölüp, sönmüş.

8. Zaafı dîne sebep olan Avrupa medeniyeti sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu
bir zamanda ve medeniyeti Kur'an'ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lakaydane ve
ihmalkarane müsbet bir iş görülmez. Menfice, tahripkarane iş ise; bu kadar rahnelere
maruz kalan İslam, zaten muhtaç değildir.

9. Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven, cumhur-u
mü'minîndir ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam Müslümanlardır; sizi ciddi sever
ve tutar ve size minnettardır ve fedakarlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş
en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur'aniyeyi
imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahatı İslam namına zaruridir.
Yoksa, İslamiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu frenk mukallitlerini
avam-ı Müslimine tercih etmek maslahatı İslama münafı olduğundan, alem-i İslam nazarını
başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdat edecektir.

10. Bir yolda dokuz ihtimal-i helaket, tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından
vazgeçmiş mecnun bir cesur lazım ki; o yola sülük etsin. Şimdi, yirmi dört saatten
bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyatı diniyenin imtisalinde yüzde doksan dokuz
ihtimal-i necat var; yalnız gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zararı dünyevî
olabilir: Halbuki, feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız,
gaflete, dalalete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir.

Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir?
Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus, bu mücahidin kumandanlar ve büyük meclis taklit
edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek ikisi de zarardır. Demek,
onlarda hukùkullah, hukùk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun
eden ve hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefıs ve vesvese-i şeytandan
gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakıki ve ciddi iş görülmez.

Şu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek. Şu meclisin şahsiyeti maneviyesi,
sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mana-i saltanatı deruhte etmiştir. Eğer, şeairi İslamiyeyi
bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-i hilafeti dahi vekaleten deruhte etmezse,
hayat için dört şeye muhtaç, fakat an'ane-i müstemirre ile günde laakal beş defa
dîne muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyatı medeniye ile ihtıyacat-ı rühiyesini
unutmayan milletin hacat-ı dîniyesini meclis tatmin etmezse, bilmecburiye, mana-i
hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o manayı idame
etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, meclis elinde bulunmayan ve meclis tarikıyla
olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asa ise,

ayetine zıttır. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi daha metindir
ve tenfìz-i ahkam-ı şer'iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsi, ancak ona
istinad ile vezaifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim
olsa, ziyade parlak ve kamil olur. Eğer fena olsa, pekçok fena olur. Ferdin iyiliği
de, fenalığı da mahduttur; cemaatin ise gayr-i mahduttur. Harice karşı kazandığınız
iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedi düşmanlarınız ve zıtlarınız
ve hasımlarınız İslamın şeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise, zaruri vazifeniz, şeairi
ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde
tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir; zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşcî eder.

Tarihçe-i Hayat, s. 125, 127.

Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hadisenin hülâsası şudur:

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum.
Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı.
Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm
ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar,
azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini
muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat'î müşahede
ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar
ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: "Şimdi beni kendi halime bırakınız,
gidiniz."

Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır;
öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş
zamanın elli sene evvelki hadisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek
zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i
dalâlet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi,
şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı.

Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalâleti
terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:

"Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz;
bize karışma."

Ben de cevaben dedim:

Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun.
Kat'iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur.
Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla
ve dalâlet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan
ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça,
pek kısa bir zamandaki cüz'î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı
dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır.
Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran vezaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları
ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla
senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz'î lezzetini
zîr ü zeber eder.

Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine girsen,
iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve herşeyi çürüten bir mezaristan
değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki
saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil
elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi
tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman
gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan
ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i
Zülcelâli ve'l-İkramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya
sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin
bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve
iman ile olabilir.

İmanın bu dünyada dahi verdiği binler fayda ve neticelerinden yalnız birtek fayda
ve lezzetini, bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir hâşiye olarak
yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne
elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir
doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı,
ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.

İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup
insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden
hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana
kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve
"Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz" lisan-ı hal ile dediklerinden
aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder
ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye
ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.

O muannid döndü, dedi:

"Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve
eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız."

Cevaben dedim:

Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler
ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam
alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir
hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, ohis
dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye,
gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar
hakkında daha mükemmeldir. Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle
bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen
mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular
ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan
aşağı düşürür.

Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla
başına al, Kur'ân'ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade ve fâni dünyada dahi sâfi
lezzetleri kazan, diyerek onu ilzam ettim.

Yine o mütemerrid şahıs döndü, dedi:

"Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız."

Cevaben dedim:

Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine
inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta
medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve dini
ve dâveti umumî olan âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve
zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah'ı kabul etmez. Çünkü bütün
peygamberleri ve Allah'ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz.
Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman,
hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri bozulur,
vatana, millete muzır bir hâlete girer. İspat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın
daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.

İşte ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur
ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat'î ve güneş gibi ispat etmiş ki, yirmi senedir
mütemerridlerin inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize,
hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli
olan iman ve istikamet yolunu takip edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde
Kur'ân'dan bildiğimiz sûreleri okumak ve mânâlarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek
ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade
edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek
gibi a'mâl-i saliha ile, hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin başlarında
zebâni gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede Cennete adam yetiştirmek
ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer
şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.

Asa-yı Musa, s. 17-18.

İkinci mesele: Otuz birinci ayetin işaretinin beyanında,
bahsinde denilmiş ki:
Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih
ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih
etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u
insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına
koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı
insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letaifi
kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya
çalışıyor.

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa,
çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar
dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle
de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat
cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini
ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine
düşürttürüyor.

Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için, zaruret derecesinde olmak şartıyla,
bazı umur-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat,
yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez,
ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük
bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk
eder.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla
ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr
u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın
ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati
şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir
hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.

Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mucizü'l-Beyânın
tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz,
sebatkar, halis, sadık, fedakar şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden
evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlas ve tam itimadla
ona yapışmak lazım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.

Kastamonu Lahikası, 73-74.

Evvelce, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih etmeye dair yazılan iki
parçaya tetimmedir.

Bu acip asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması
ve çok etmesi ve hâcât-ı gayr-ı zaruriyeyi görenekle, tiryaki ve müptelâ etmekle
hâcât-ı zaruriye derecesine getirmesiyle hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte
en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye
karşı ya set çeker, veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatasının cezası olarak
öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına cehennem eyledi.

İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve
kısmen anlamıyorlar.

Ezcümle:

Ben gördüm ki, ehl-i diyanet, belki de ehl-i takvâ bir kısım zatlar bizimle gayet
ciddi alakadarlık peyda ettiler. O bir iki zatta gördüm ki, diyaneti ister ve yapmasını
sever, ta ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hatta tarikatı,
keşif ve keramet için ister. Demek ahiret arzusunu ve dinî vezâifin uhrevî meyvelerini
dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye
gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin fevâid-i dünyeviyesi,
yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet
derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda olsa, o ameli iptal
eder; lâakal ihlası kırılır, sevabı kaçar.

Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden
en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur'un mizanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği
nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur'un dâiresine yakın bulunanlar
içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.

Evet
işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslama
da bilerek, severek tercih ettirdi.

Kastamonu Lahikası, 77-78.

[Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.]

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde, Kur'an-ı Hakimin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan
takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab
etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman
def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar
hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup
büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği
için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen,
kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır.

Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir.
Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda,
binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde,
yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan
kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır.

Risale-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara
karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı
hayat-ı içtiamiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i
içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir. Malûmdur ki, bir adamın bir günde
harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına
karşı yirmi adam çalışmak lazım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i
Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır. Eğer bu
iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mucizevâri muvaffakiyet
ve fütuhat görülecekti.

Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet
gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler
hakkında dehşetli neticeler veriyor.

Cenab-ı Hakka şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde
mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye'cüc ve Me'cüclerin
dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) olan sedd-i Kur'ani'nin
tezelzülüyle ve Ye'cüc ve Me'cücden daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli
bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.

Risale-i Nur'un şakirtleri, böyle bir hadisede manevi mücahedeleri, inşaallah
zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve âmâl-i sâlihaya medar olur.

Aziz kardeşlerim,

İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hadisata karşı, ihlas kuvvetinden sonra bizim
en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i âmâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemlerle,
herbirinin âmâl-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin
takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme
hedef olan bu fakir ve aciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyâm-ı
meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe'nidir.
Bütün ruhumla bu imdad-ı maneviyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat
şartıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevi kazançlarıma, yirmi
dört saatte, iştirak-i âmâl-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade "Risale-i
Nur talebeleri" ünvanıyla hissedar ediyorum.

Kastamonu Lahikası, 110-111.

Hamd ve salâttan sonra: Ey bu Cami-i Emevîde bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim!
Ben haddimin fevkinde, bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size
ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate
karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki, o sabî çocuk sabahleyin
medreseye gidip, okuyup, akşamda babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder.
Tâ doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet,
bizler size nispeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm
milletlerinin üstadlarısınız. İşte, ben de aldığım dersimin bir kısmını, sizler
gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum:

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve
bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi
maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O
hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye'sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize,
eczahane-i Kur'âniye'den ders aldığım "altı kelime" ile beyan ediyorum. Mualecenin
esasları, onları biliyorum.

Birinci Kelime: "El-emel." Yani, rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli ümit beslemek.

Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum
ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve
bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının
emâreleri inkişafa başlıyor.

Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin burnunun rağmına olarakHaşiye1
ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat'iyemle derim: İstikbal, yalnız ve
yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'âniye ve imaniye olacak. Öyleyse,
şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal,
ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş.

Bu dâvâma çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir
buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz:

İşte, İslâmiyetin hakaiki hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel
bir istidadı var.

Birinci cihet olan mânen terakki ise: Biliniz, hakikî vukuatı kaydeden tarih,
hakikate en doğru şahittir. İşte, tarih bize gösteriyor. Hattâ, Rus'u mağlûp eden
Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

Hakikat-i İslâmiyetin kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket
etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor.
Ve ehl-i İslâmın hakikat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini,
vahşete ve tedennîye düştüklerini ve hercümerc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini
tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir. Yani, salâbet ve taassuplarının zaafiyeti
nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salâbet ve taassuplarının
kuvveti derecesinde de tedennî ve ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor.
Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.

Hem Asr-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki, bir Müslümanın
muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete tercih etmekle, eski ve
yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avâmın delilsiz, taklidî bir surette
başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka meseledir.
Halbuki, bütün dinlerin etbâları ise-hatta en ziyade dinine taassup gösteren İngilizlerin
ve eski Rusların-muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dahil olduklarını ve günden güne,
bazı zaman takım takım, kat'î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.Haşiye2

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle izhar
etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki
küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.

Hutbe-i Şamiye, s. 26-30.

Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i'lâ-yı kelimetullahı ilân ediyor. Ve
bu zamanda i'lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf; medeniyet-i hakikiyeye
girmekle i'lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman ile kat'î verdiği
emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat'î emri istikbalde tam yerine
getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak
ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş. İstikbalde
silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevî
kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan
iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları,
o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet
verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı
hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o
günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.
İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek,
zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet, Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki
heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin
seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne
girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir.
Ve az vakitte galebe edecektir.

Hutbe-i Şamiye, s. 41

Acaba en ziyade kuvve-i mânevi-yeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş
bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i mâneviyeyi ve tesellîyi ve saadeti temin
eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, Garplılaşmak
ünvanıyla, İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mâneviyeyi
kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalâlet ve sefahete ve yalancı politika
ve siyasete dayanmak, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak
bir hareket olduğunu, pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak,
beşer hissedecek. Dünyanın ömrü kal-mışsa Kur'ân'ın hakaikine yapışacak.

Hutbe-i Şâmiye, s. 78.

Yaşasın Şeriat·ı Ahmedî (a.s.m.)

5 Mart 1325 (18 Mart 1909)

Dinî Ceride, No: 77

Şeriat-ı Garra, kelâm-ı Ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin
istibdâd-ı rezîlesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinat iledir. O hablü'l-metîne
temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek îmandan istimdat iledir.
Zira, Sâni-i âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın halka ubudiyete tenezzül etmemesi
gerektir. Herkes. kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı
ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya
ile muvazzaftır.

Ey evliyâ-yı umur! Tevfik isterseniz, kavanîn-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz.
Yoksa tevfiksizlikle cevab-ı red alacaksınız. Zira, mâruf umum enbiyanın memâlik-i
İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru kader-i İlâhiyenin bir işaret ve remzidir ki, bu
memleket insanlarının makina-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika
tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziyâ-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.

Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için vaktiyle mesâil-i
Şeriat rüşvet verilirdi. Dinin mes'eleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka
ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı, zåf-ı diyàtnettir. Bunu takviye ile
sıhhat bulabilir. Bizim cemaatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husûmete husûmettir.
Yâni, beyne'l-İslâm muhabbete imdat ve husumet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise ahlâk-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahallük ve Sünnet-i Peygamberîyi
ihya etmektir. Ve rehberimiz, Şeriat-ı Garra ve kılıncımız da, berâhin-i kàtıa ve
maksadımız Îlâ-yı, Kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü'min mânen müntesibdir.
Sûreten intisab ise, Sünnet-i Nebebiyeyi kendi âleminde ihyaya azm-i kat'î iledir.
En evvel mürşid-i umumî olan ulema ve meşâyih ve talebeyi, Şeriat nâmına ittihada
dâvet ederiz.

Hutbe-i Şamiye, s. 89-90

Hakîkat

26 Şubat 1324 (Mart 1909)

Dini Ceride, No: 70

Biz "Kalu Belâ"dan Cemiyet-i Muhammedîde (a.s.m.) dâhiliz. Cihetü'l-vahdet-i
ittihadımız, Tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, îmandır. Mâdem ki muvahhidiz, müttehidiz.
Her bir mü'min, İlâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi,
maddeten terakkî etmektir. Zira, ecnebiler, fünun ve sanayi silâhiyle bizi istibdad-ı
mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silâhiyle, Îlâ-yı Kelimetullahın
en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Ama, cihad-ı
hâricîyi, Şeriat-ı Garranın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havâle edeceğiz.
Zîra, medenîlere galebe çalmak iknâ iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile
değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki,Haşiye3
adâlet ve meşveret ve kànunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir. On üç asır evvel Şeriat-ı
Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek, dini İslâma büyük
bir cinâyettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kànunda olmalı.
Yoksa istibdat tevzî olunmuş olur.
hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da; mârifet-i
tam ve medeniyet-i âmm veyâhut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima
hükümfermâ olacaktır.

İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar.
Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesâil-i Şeriátı rüşvet verméyeceğiz.
Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis mâni-i her kemâldir.
"Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mâbeynini rabtedecek
olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütâliînin fikirlerine havale ediyorum,

Hutbe-i Şamiye, s. 89-90.

Reddü'l-Evham

(31 Mart 1909)

İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) cemaatine isnad ettikleri dokuz
evham-ı fâsideyi reddedeceğim.

Birinci vehim: Böyle nazik bir zamanda din meselesini ortaya atmak münasip görülmüyor.

Elcevap: Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz.

Dinsiz dünyada hayır yoktur.

Hutbe-i Şamiye, 97.

İkinci Sual: Sen eskide şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit onları
medeniyet ve terakkiyâta çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i
hâzıradan "mimsiz" diyerek hayât-ı içtimâiyeden çekildin, inzivâya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvî kànun-u esâsîlere muhâlif olarak
hareket ettiği için séyyiâtı hasenâtına; hatâları, zararlari fâidelerine râcih geldi.
Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayât-ı dünyevîye
bozuldu. İktisat, kanaat yerine, israf ve sefâhet; ve sa'y ve hizmet yerine, tembellik
ve istirahat meyli galebe çaldığından bîçâre beşeri hem gàyet fakir, hem gàyet tembel
eyledi. Semâvî Kur'ân'ın kànun-u esâsîsi;

fermân-ı esâsîsi ile beşerin saadet-i hayâtiyesi iktisat ve sâ'ye gayrette olduğunu
ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir diye Risâle-i Nur
bu esâsı izâhına binâen kısa bir iki nükte söyleyeceğim.

Birincisi: Bedevîlikte beşer, üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O üç-dört hâcâtını
tedârik etmeyen, on adette ançak ikisi idi. Şimdiki Garp medeniyet-i zâlime-i hâzırası,
sû-i istimâlât ve isrâfât ve hevesâtı tehyic ve havâyic-i gayr-ı zarûriyeyi, zarûrî
hâcatlar hükmüne getirip; görenek ve tiryâkilik cihetiyle şimdiki o medenî insanın
tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi
hâcâtı tam helâl bir tarzda. tedârik edecek, yümiden ancak ikisi ólabilir. On sekizi
muhtaç hükmünde kalır.

Demek, bu medéniyet-i hâzıra, insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri
zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçâreavâm ve havas tabakasını dâimâ mübârezeye
teşvik etmiş.

Kur'ân'ın kànun-u esâsîsi olan vücûb-u zekât ve hunnet-i ribâ vâsıtasıyla avâmın
havasa karşı itaatını ve havasın avâma karşı şefkatini temin eden o kudsî kànunu
bırakıp burjuvaları zulme, fukarâları isyâna sevk etmeye mecbur etmiş. İstiráhat-ı
beşeriyeyi zîr ü zeber etti.

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın hârikaları beşere birer nîmet-i Rabbâniye
olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat beşerde istimâli iktizâ ettiği halde, şimdi
görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefâhete sevk ve sa'yi
ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesâtı dinlemek meylini verdiği için sa'yin
şevkini kırıyor. Ve kanaatsızlık ve iktisatsızlık yolu ile sefâhete, israfa, zulme,
harama sevk ediyor. Meselâ: Risâle-i Nurdaki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo
büyük bir nîmet iken, masláhat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir mânevî şükür iktizâ
ettiği halde; beşte dördü hevesâta, lüzumsuz malâyanì şeylere sarf edildiğinden
tembelliği radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa'yin şevkini kırıyor. Vazife-i
hakikiyesini bırakıyor. Hattâ, çok menfaatli olan bir kısım hârika vesâit, sa'y
ve amel ve hakikî maslahat, ihtiyâcât-ı beşeriyeye istimâl lâzım gelirken-ben kendim
gördüm-ondan biri ikisi zarûrî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukàbil, ondan sekizi keyif,
hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'i misâle binler misaller
var.

Elhâsıl: Medeniyet-i Garbiye-i hâzıra, semâvî dinleri tam, dinlemediği için,
beşeri hem fakir edip ihtiyâcâtı ziyâdeleştirmiş; iktisat ve kanaat esâsını bozup
israf ve hırs ve tama'ı ziyâdeştirmeye, zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesâit-i
sefâhete teşvik etmekle; o bîçâre beşeri tam tembelliğe atmış. Sa'y ve amelin şevkini
kırıyor. Hevesâta, sefâhete sevk edip ömrünü fâidesiz zâyi ediyor. Hem o muhtaç
ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Sû-i istimâl ve isrâfat ile yüz nevi hastalığın
sirâyetine, intişârına vesîle olmuş. Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefâhet ve
ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve din-sizlik cereyanlarının
o medeniyetin içlerine yayılması ile intibâha gelip uyanmış beşerin gözü önünde
ölümü idâm-ı ebedî sûretinde gösterip, her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi
Cehennem azâbı veriyor.

İşte bu dehşetli musîbet-i beşeriyeye karşı Kur'ân-ı Hakîmin dört yüz milyon
talebesinin intibâhıyla ve içinde semâvî, kudsî kànun-u esâsîleriyle, bin üç yüz
sene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esâsî kànunlarıyla
beşerin bu üç dehşetli yarasını tedâvi etmesini; ve eğer yakında kıyâmet kopmazsa,
beşerin hem saadet-i ha-yât-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayât-ı uhreviyesini kazandıracağını;
ve ölümü idâm-ı ebediden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve
ondan çıkan medeniyetin mehâsini seyyiâtına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar
olduğu gibi, dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek
değil, belki medeniyeti ona, o semâvî kànunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini,
Kurân-ı Mu'cizü'l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, Rahmet-i İlâhiyeden
şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

Hutbe-i Şamiye, 155-159.

Üçüncü Mukaddeme

İsrâiliyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyete
duhul etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler. Şöyle ki:

O necip kavm-i Arap, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi. Vakta ki içlerinden
hak tecellî edip istidad-ı hissiyatları uyandı da, meydanda yol açan din-i mübîni
gördüklerinden, umum rağabat ve meyilleri, yalnız dinin mârifetine inhisar eylediler.
Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye nazarıyla değil, belki istitraden,
yalnız istidlâl için idi. Onların o hassas zevk-i tabiîlerine ilham eden, yalnız
onların fıtratlarına münasip olan geniş ve ulvî muhitleri ve safî ve müstaid olan
fıtrat-ı asliyeleri tâlim ve terbiye eden yalnız Kur'ân idi. Bundan sonra kavm-i
Arap, sair akvamı bel' ettiği gibi, milel-i sairenin malûmatları dahi Müslüman olmaya
başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise, Vehb, Kâ'b gibi ulema-i ehl-i kitabın
İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalâtına bir mecrâ ve menfez bularak
o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulema-i
ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celâlet ve tekemmül
ettiklerinden, malûmat-ı müzahrefe-i sabıkaları makbule ve müselleme gibi oldular,
reddedilmedi. Çünkü İslâmiyetin usulüne musadim olmadığından, hikâyat gibi rivayet
olunurken, ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirlerdi. Fakat-hayfâ!-sonra hak
olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkâta sebebiyet verdiler.

Hem de, vakta ki şu İsrailiyat, kitap ve sünnetin bazı imaatlarına merci ve bazı
mefahimlerine bir münasebetle me'haz olabilirlerdi-fakat âyât ve hadîsin mânâları
değil. Belki, faraza doğru olsalardı, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan,
su-i ihtiyarlarıyla başka bir me'hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahirperestler,
bazı âyât ve ehâdîsi o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki,
Kur'ân'ı tefsir edecek, yine Kur'ân ve hadis-i sahihtir. Yoksa, ahkâmı mensuh olduğu
gibi, kasası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir.

Evet, mâsadakla mânâ ayrıdırlar. Halbuki, mâsadak olmaya mümkün olan şey, mânâ
yerine ikame olundu. Çok da imkânât vukuata karıştırıldı.

Hem de, vaktâ hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için Me'mun'un asrında tercüme
olundu. Fakat pek çok esâtîr ve hurâfâtın menbaından çıkan o hikmet, bir derece
müteaffine olduğundan, safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir
derece efkârları karıştırdığı gibi, tahkikten taklide bir yol açtı.

Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kabil
iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet, nasıl ki ihtilât-ı A'câm ile
kelâm-ı Mudarî'nin melekesi fesada yüz tutmakla muhakkikîn-i ulema o melekeyi muhafaza
etmek için ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. Öyle de, şu hikmet ve İsrailiyat
dahi, daire-i İslâmiyete duhulleriyle beraber, bazı nakkad-ı muhakkikîn-i İslâm
temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat-hayfâ!-tamamıyla muvaffak olamadılar.

İş bu kadar da kalmadı. Çünkü tefsir-i Kur'ân'a sarf-ı himmet edildiği vakit,
bazı ehl-i zahir, Kur'ân'ın nakliyatını bazı İsrailiyata tatbik ve bir kısım akliyatını
dahi hikmet-i mezbureye tevfik ettiler. Çünkü gördüler ki, Kur'ân mâkul ve menkule
müştemildir. Hadis de öyle… Sonra kitap ve sünnetin bazı nakliyat-ı sâdıkalarıyla
ve bazı muharref İsrailiyatın ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat ettiler.

Hem de hakikî olan akliyatlarıyla mevhum ve mümevveh olan şu hikmet arasında
bir müşabehet ve muvafakat tevehhüm eylediklerinden, şu mutabakat ve müşabeheti
kitap ve sünnetin mânâlarına tefsir ve maksatlarına beyan zannedip hükmeylediler.

Kellâ, sümme kellâ! Zira Kitab-ı Mu'cizü'l-Beyânın misdakı, i'câzıdır. Müfessiri
eczasıdır. Mânâsı içindedir. Sadefi de dürrdür, meder değildir. Faraza, bu mutabakatı
izhar etmekten maksat, o şahid-i sadıkın tezkiyesi için olsa da, yine abestir. Zira
Kur'ân-ı Mübîn, ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklin tezkiyelerinden
pek yüksek ve ganîdir. Çünkü o, onları tezkiye etmezse, şehadetleri mesmû olamaz.
Evet, Süreyya'yı serâda değil, semada aramak gerektir. Kur'ân'ın mâanîsini de esdafında
ara. Yoksa, karma karışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da,
sikke-i belâgat olmadığından, Kur'ân kabul etmez.

Zira mukarrerdir: Asıl mânâ odur ki, elfaz onu sımahta boşalttığı gibi, zihne
nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezâhîr-i efkârı feyizyâb eden şeydir.
Yoksa, başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalât,
veyahut hikmetin ebâtîlinden ve hikâyâtın esâtîrinden sirkat edip cepte doldurarak
sonra âyât ve ehâdisin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki,
"Budur mânâ, geliniz, alınız" dediğin vakit alacağın cevap şudur: "Yahu! İşte senin
mânân siliktir. Sikkesi taklittir; nakkad-ı hakikat reddeder. Sultan-ı i'câz dahi
onu darb edeni tard eder. Sen âyet ve hadisin nizamlarına taarruz ettiğinden, âyet
şikâyet edip hâkim-i belâgat senin hülyanı senin hayalinde hapsedecektir. Ve müşteri-i
hakikat dahi senin bu metâını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin mânâsı dürrdür.
Bu ise mederdir. Hadisin mefhumu mühec, bu hemecdir."

Muhakemat, 16-18.