“We are the Warriors of Love, We Have no Time For Enmity”

Yanlışa muhabbet …

Zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikî’yi
unutmak, ondan bin derece daha belâhattir.

Sözler, s. 18.

İbadet ve muhabbet

İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve
acz ve fakrını görüp, kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i
İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Sözler, s. 71.

Zeval, ahiretin delili olan muhabbeti adavete döndürür.

Daimî bir cemal, zail bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek
üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla, muhabbeti adavete
döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, insan bilmediği ve yetişmediği
şeye düşmandır.

Sözler, s. 87.

Bir daha dönmemek üzere zeval ise, şefkati musibete, muhabbeti
hırkate ve nimeti nikmete ve aklı meş’um bir alete ve lezzeti eleme
kalbettirmekle, hakikat-i rahmetin intifası lâzım gelir.

Sözler, s. 110.

Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudat içinde
ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de
insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman
ile Onu tanımazsa; hem, bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse,
mukabilinde insan ibadetle kendini Ona sevdirmese; hem, bu kadar bu türlü
nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamd
ile Ona hürmet etmese; cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret
sahibi Zat-ı Zülcelâl, bir dâr-ı mücazat hazırlamasın?

Sözler, s. 110-111.

Kâfiri Allah düşmanı yapan sır: sevginin zevalle yok
oluşu. Dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla
muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü,
hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır.
Hâlbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye
lâyık olan bir cemale karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder.
İşte, kâfir, Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

Sözler, s. 117.

Ebedî hayatın kesin delili: Yaratıcının mahlûkatına olan
sevgisi. Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, muhabbetli
ve nihayet derecede şefkatli ve Kendi sanatını çok sever ve Kendini sevdirir ve
Kendini sevenleri ziyade sever bir Zat-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade Kendini seven
ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zatı
ve cevheri olan ruhu mevt-i ebedî ile idam edip Kendinden o sevgili muhibbini ve
habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı
rahmetini ve nur-i muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ
ve kellâ!

Sözler, s. 178-179.

Gerçek sevgi insanı ebedî hayata yönlendirir.

İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzde doksan
dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet
saikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli
mesrurâne karşılattırıyor.

Sözler, s. 330.

Zevalâlûd mülâkatlar, o elemli mecazî muhabbetler derdinden ve
belâsındandır ki, kalbim, İbrahimvari Lâ ühibbü’l-âfilîn ağlamasıyla ağlıyor ve
bağırıyor.

Sözler, s. 346.

İnsandaki muhabbetin kaynağı

Madem kâinatta hüsn-i sanat, bilmüşahede vardır ve kat’îdir;
elbette, risalet-i Ahmediye (a.s.m.) şuhut derecesinde bir kat’iyetle sübutu
lâzım gelir. Zira, şu güzel masnuattaki hüsn-i sanat ve ziynet-i suret
gösteriyor ki, onların Sanatkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli
bir taleb-i tezyin vardır. Ve şu irade ve talep ise, o Sâni’de ulvî bir muhabbet
ve masnularında izhar ettiği kemalât-ı sanatına karşı kudsî bir rağbet var
olduğunu gösteriyor. Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve
mükemmel fert olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister.

Sözler, s. 367.

Bir sevgi numunesi: Hz. Peygamber

O zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i
bînihayenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı,
seyircisi ve künuz-i esma-i İlâhiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan, böyle
baksan, yani ubudiyeti cihetiyle, onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet,
bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin; şöyle
baksan, yani risaleti cihetiyle, bir bürhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir
şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün.

Sözler, s. 374.

İnsan, İlâhî sevginin ışığı içinde gizlenmiş olan imanın
nuruyla aydınlanan İslâmî terbiye ile kıymet kazanır.

Evet, ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî
nefsin itibarıyla, sağir bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir
hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp
gidiyorsun. Fakat, muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla
münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde,
abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün
içinde bir âlemsin. Ve hakaretin içinde, öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin
geniş bir nazırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-i Rahîm’im, dünyayı bana bir
hane yaptı; ay ve güneşi o haneme bir lâmba ve baharı bir deste gül ve yazı bir
sofra-i nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı; ve nebatatı, o hanemin ziynetli
levazımatı yapmıştır."

Sözler, s. 525-526.

Sevginin çekiciliği insanı hakikî sahibine götürür.

Bir Zat-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve
terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder, perestişe lâyık olana
kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise her birimiz, istidadımıza göre, o
muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.

Sözler, s. 543.

Sevgi nuru meleklerin gıdasıdır

Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tegaddi edip telezzüz
eder; öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve
muhabbetin envarıyla tegaddi edip, telezzüz ediyorlar. Çünkü, onlar nurdan
mahlûk oldukları için gıdalarına nur kâfidir.

Sözler, s. 566.

Muhabbet nedir? Muhabbeti nereye sarf etmeli?

Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım!
Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu
kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu
için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derç
edilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir
kemal sahibi olabilir.

İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın, havfa ve muhabbete alet
olacak iki cihaz, fıtratında derç olunmuştur. Alâküllihâl, o muhabbet ve havf,
ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir
beliyyedir; halka muhabbet dahi belâlı bir musibettir. Çünkü, sen öylelerden
korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde,
havf elîm bir belâdır.

Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık
demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder.
Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu maşukundan şikâyet eder.
Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalp ile, sanem-misal dünyevî mahbuplara
perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder.
Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevanî sevmekler,
bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir
ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir,
bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir
tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.

Evet, Hâlık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin
şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin
kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir valide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sinesine
celp ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sinesine celp
ediyor. Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir
lem’asıdır. Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır.

Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne
kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem, Allah’tan havf eden,
başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesabına olduğu için
mahlûkata ettiği muhabbet dahi, firaklı, elemli olmuyor.

Evet, insan evvelâ nefsini sever, sonra akaribini, sonra
milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever; bu dairelerin
herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle
müteellim olabilir. Halbuki, şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir
şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri
yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima
ıztırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur.

Madem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla,
hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz
bir kemal ve cemal Sahibine mahsustur; ne vakit Hakikî Sahibine verdin, o vakit
bütün eşyayı Onun namıyla ve Onun aynası olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin.
Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa,
muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur.

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis, sen
muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun! Sen, kendi nefsini kendine ma’bud ve
mahbup yapıyorsun. Her şeyi nefsine feda ediyorsun. Âdeta bir nevi rububiyet
veriyorsun. Halbuki, muhabbetin sebebi, ya kemaldir -zira kemal zatında sevilir-
yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep
tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis! Birkaç Sözde kat’î ispat etmişiz ki,
asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet karanlığın
derecesi nispetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla sen
onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık
ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin;
veyahut acımalısın; veyahut mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer
nefsini seversen -çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de,
lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun- o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i
nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma.
Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder,
nefsinde bir lem’acık ile iktifa eder. Zira, nefsî olan lezzet ve menfaatinle
beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa ettiğin ve
saadetleriyle mes’ut olduğun bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri iltifatına
tâbi bir Mahbub-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır. Tâ, hem kendinin, hem bütün
onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem, Kemal-i Mutlakın muhabbetinden
aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, Onun
zatına karşı muhabbet-i zatiyedir ki, sen sû-i istimal edip kendi zatına sarf
ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene’yi yırt, “hüve”yi göster. Ve kâinata dağınık
bütün muhabbetlerin, Onun esma ve sıfatına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen
sû-i istimal etmişsin. Cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir
muhabbet-i gayr-i meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmânü’r-Rahîm
ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi’ bir
meskeni, senin cismanî hevesatına ihzar eden ve sair esmasıyla senin ruhun,
kalbin, sırrın, aklın ve sair letaifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını
o Cennette sana müheyya eden ve her bir isminde manevî çok hazine-i ihsan ve
kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel
olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o
Mahbub-u Ezelînin, Kendi habibine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle,
ittiba et: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” (Âl-i
İmrân Sûresi: 31.)

Sözler, s. 574-578.

İnsan muhabbet ile sonsuz bir nimet, saadet ve lezzet
sofrasını elde etmiştir.

Sonra, imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i
mütenahi bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yani,
cismaniyetin itibarıyla küçük, zayıf, âciz, zelil, mukayyed, mahdut bir cüz’sün.
Onun ihsanıyla, cüz’î bir cüz’den, küllî bir küll-ü nuranî hükmüne geçtin. Zira,
hayatı sana vermekle, cüz’iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle,
hakikî külliyete; ve İslâmiyeti vermekle, ulvî ve nuranî bir külliyete; ve
marifet ve muhabbeti vermekle, muhit bir nura seni çıkarmış.

Sözler, s. 579.

Aile hayatı muhabbetle devam eder

Sanemperstliği şiddetle, Kur’ân, men ettiği gibi;
sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet
ise, suretleri kendi mehasininden sayıp, Kur’ân’a muaraza etmek istemiş. Hâlbuki
gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-i mütecessit
veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi
kamçılayıp teşvik eder. Hem Kur’ân, merhameten, kadınların hürmetini muhafaza
için, hayâ perdesini takmasını emreder; tâ hevesat-ı rezilenin ayağı altında o
şefkat madenleri zillet çekmesinler, alet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta
hükmüne geçmesinler.

Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini
yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Hâlbuki, aile hayatı, kadın-erkek
mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Hâlbuki, açık saçıklık
samimî hürmet ve muhabbeti izale edip, ailevî hayatı zehirlemiştir. Hususan,
suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukût-u ruha sebebiyet verdiği,
şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın
cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder; öyle
de, ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri
hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine, hissiyat-ı
ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.

Sözler, s. 663.

Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır, ne demektir?

Sual: Hadiste var ki, “Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.”
Hâlbuki, Sahabeler dünyaya pek çok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir
kısım Sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor
ki, böyle Sahabelerin en ednasına, en büyük bir velî kadar kıymeti var,
diyorsunuz?

Elcevap: … dünyanın ahirete bakan yüzüyle, esma-i İlâhiyeye
mukabil olan yüzünü sevmek, sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemaldir ve
o iki yüzde, ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri
gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı ahiret mezraası
görüp, ekip biçmişler. Mevcudatı, esma-i İlâhiyenin aynası görüp, müştakane
temaşa edip bakmışlar. Fena-i dünya ise, fânî yüzüdür ki, insanın hevesatına
bakar.

Eğer, insan yalnız bir kalpten ibaret olsaydı, bütün masivayı
terk, hattâ esma ve sıfatı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakkın zatına rabt-ı
kalp etmek lâzım gelirdi. Fakat, insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok
vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letaifi,
kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-ı ubudiyette, hakikat canibine sevk etmek
ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette; kalp, bir kumandan gibi,
letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini
kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki
netice-i ıztırardır.

Sözler, s. 803-804.

Muhabbet Cennette insanı Peygambere (a.s.m.) yandaş eder.

Sual:
(Hadis-i
Şerif) sırrınca, "Dost dostuyla beraber Cennette bulunacaktır." Hâlbuki, basit
bir bedevî, bir dakikada, sohbet-i Nebeviyede, lillâh için bir muhabbet peyda
eder. O muhabbetle, Cennette Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında
bulunması lâzım gelir. Hâlbuki, gayr-i mütenahi feyze mazhar Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl birleşir?

Elcevap: Bir temsil ile, şu ulvî hakikate şöyle bir
işaret ederiz ki:

Meselâ, gayet güzel ve şaşaalı bir bağda, muhteşem bir zat,
gayet büyük bir ziyafet, gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir surette ihzar
etmiş ki, kuvve-i zaikanın hissedecek bütün lezaiz-i mat’umatı câmi’, kuvve-i
basıranın hoşuna gidecek bütün mehasini şamil, kuvve-i hayaliyeyi
keyiflendirecek bütün garaibi müştemil, ve hakeza, bütün havass-ı zâhire ve
bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi, içine koymuştur.

Şimdi, iki dost var; beraber o ziyafete giderler; bir locada,
bir sofrada oturuyorlar. Fakat, birisinin kuvve-i zaikası pek az olduğundan,
cüz’î zevk alır; gözü de az görüyor, kuvve-i şammesi yok, sanayi-i garibeden
anlamaz, harika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan birisini
kabiliyeti nispetinde ancak zevk ederek istifade eder.

Diğeri ise, bütün zahirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalp ve
his ve lâtifeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki, o
seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letaifi ve garaibi ayrı ayrı
hissedip zevk ederek, ayrı ayrı lezzet aldığı hâlde o dost ile omuz omuzadır.

Madem, bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle
oluyor; en küçük ile en büyük beraber iken, serâdan Süreyyaya kadar fark oluyor.
Elbette, dâr-ı saadet ve ebediyet olan Cennette, bittarîkı’l-evlâ, dost dostu
ile beraber iken, herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmanirrahîmden,
istidatları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da
olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü, Cennetin sekiz tabakası
birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı Azamdır. Nasıl ki mahrutî
bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine
kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin
güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de,
Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, ehadisin mütenevvi’ rivayatı işaret
ediyor.

Sözler, s. 811-812.

Gerçek muhabbet nedir?

Hakikî muhabbetin kaynağı nedir? Hakikî lezzet ve muhabbet ve
kemal ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zatında bulunsun ve
bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun. Lezzet-i vücut ve lezzet-i hayat ve
lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i bekâ ve
lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm
ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemal-i zat ve kemal-i sıfat
ve kemal-i ef’al gibi bizzat meziyetler, gayr olsun olmasın, şu meziyetler
tebeddül etmez.

İşte Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemal ve Hâlık-ı Zülkemalin
bütün kemalâtı, hakikiyedir, Zatiyedir; gayr ve masiva, ona tesir etmez, yalnız
mezahir olabilirler.

İKİNCİ REMİZ: Seyyid Şerif-i Cürcanî, Şerhü’l-Mevakıf’ta demiş
ki, "Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yani meyl-i
cinsiyet), ya kemaldir. Çünkü, kemal mahbub-i lizatihîdir." Yani, ne şeyi
seversen; ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir
müşakele-i cinsiye için, ya kemal olduğu için seversin. Eğer kemal ise, başka
bir sebep, bir garaz lâzım değil. O, bizzat sevilir. Meselâ, eski zamanda
sahib-i kemalât insanları herkes sever onlara karşı hiçbir alâka olmadığı hâlde
istihsankârâne muhabbet edilir.

İşte, Cenab-ı Hakkın bütün kemalâtı ve Esma-i Hüsnasının bütün
meratipleri ve bütün faziletleri, hakikî kemalât olduklarından, bizzat
sevilirler; "mahbubetü’n-lizatîha"dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan
Zat-ı Zülcelâl, hakikî olan kemalâtını ve sıfat ve esmasının güzelliklerini
kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem, o kemalâtın mazharları,
aynaları olan sanatını ve masnuatını ve mahlûkatının mehasinini sever, muhabbet
eder; enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyidü’l-Mürselîn ve Sultanü’l-Evliya
olan Habib-i Ekremini sever. Yani, Kendi cemalini sevmesiyle, o cemalin aynası
olan Habibini sever; ve Kendi esmasını sevmesiyle o esmanın mazhar-ı câmii ve
zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever; ve sanatını sevmesiyle, o sanatın
dellâl ve teşhircisi olan o Habibini ve emsalini sever; ve masnuatını
sevmesiyle, o masnuata karşı, "Mâşaallah, bârekâllah, ne kadar güzel
yapılmışlar!" diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habibini ve onun arkasında
olanları sever; ve mahlûkatının mehasinini sevmesiyle, o mehasin-i ahlâkın
umumunu câmi’ olan o Habib-i Ekremini ve onun etba ve ihvanını sever, muhabbet
eder.

Sözler, s. 1007-1009.

Yaratıcının mahlûkuna, yaratıkların da yaratıcılarına olan
muhabbetinin mukayesesi

Bin bir esma-i İlâhiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve
cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi, pek çok meratib-i muhabbet ve iftihar ve
izzet ve kibriya vardır. İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan
muhakkikîn-i evliya, "Bütün kâinatın mayesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın
harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe
kanunları, muhabbettendir" demişler. Onlardan birisi demiş:

Yani, muhabbet-i İlâhiyenin tecellisinde ve o şarab-ı
muhabbetten herkes istidadına göre mesttir. Malûmdur ki, her kalp, kendine ihsan
edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemale meftun olur. Kendiyle
beraber, sevdiği ve şefkat ettiği zatlara dahi ihsan edeni, daha pek çok sever.
Acaba, sabıkan beyan ettiğimiz gibi, herbir isminde binler ihsan defineleri
bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mesut eden ve binler kemalâtın
menbaı olan ve binler tabakat-ı cemalin medarı olan, bin bir esmasının müsemması
olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbub-u Zülkemal, ne derece aşk ve muhabbete lâyık
olduğu ve bütün kâinat Onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şayeste
bulunduğu anlaşılmaz mı?

İşte şu sırdandır ki, Vedûd ismine mazhar bir kısım evliya,
"Cenneti istemiyoruz; bir lem’a-i muhabbet-i İlâhiye, ebeden bize kâfidir"
demişler.

Hem ondandır ki, hadiste geldiği gibi, "Cennette bir dakika
rü’yet-i cemal-i İlâhî, bütün Cennet lezaizine faiktir."

İşte şu nihayetsiz kemalât-ı muhabbet, vahidiyet ve ehadiyet
dairesinde Zat-ı Zülcelâlin Kendi esma ve mahlûkatıyla hâsıl olur. Demek, o
daire haricinde tevehhüm olunan kemalât, kemalât değildir.

Sözler, s. 1016-1017.

Muhabbette dünya-ahiret dengesi

Dünyanın üç yüzü var.

Birinci yüzü, Cenab-ı Hakkın esmasına bakar; onların nukuşunu
gösterir, mana-i harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz
mektubat-ı Samedaniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.

İkinci yüzü, ahirete bakar; ahiretin tarlasıdır, Cennetin
mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir;
tahkire değil, muhabbete lâyıktır.

Üçüncü yüzü, insanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve
ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânîdir,
zaildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadiste varit olan tahkir ve ehl-i hakikatin
ettiği nefret, bu yüzdedir.

Kur’ân-ı Hakîmin kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârâne,
istihsankârâne bahsi ise, evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın
mergup dünyaları, evvelki iki yüzdedir.

Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır.

Birincisi, ehl-i marifettir ki, Cenab-ı Hakkın marifetine ve
muhabbet ve ibadetine set çektiği için tahkir eder.

İkincisi, ehl-i ahirettir ki; ya dünyanın zarurî işleri onları
amel-i uhrevîden men ettiği için, veyahut şuhut derecesinde iman ile Cennetin
kemalât ve mehasinine nispeten dünyayı çirkin görür. Evet, Hazret-i Yusuf
Aleyhisselâma güzel bir adam nispet edilse, yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın
ne kadar kıymettar mehasini varsa, Cennetin mehasinine nispet edilse, hiç
hükmündedir.

Üçüncüsü, dünyayı tahkir eder; çünkü, eline geçmez. Şu tahkir,
dünyanın nefretinden gelmiyor, muhabbetinden ileri geliyor.

Dördüncüsü, dünyayı tahkir eder; zira, dünya eline geçiyor,
fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder, "Pistir"
der. Şu tahkir ise, o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Hâlbuki, makbul
tahkir odur ki, hubb-u ahiretten ve marifetullâhın muhabbetinden ileri gelir.
Demek, makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenab-ı Hak, bizi onlardan yapsın.

Âmin, bihürmeti seyyidi’l-mürselin

Sözler, s. 1018-1019.

Gayr-i meşru muhabbet ve imandan doğan hakikî muhabbet

Ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! "Gayr-i meşru bir muhabbetin
neticesi, merhametsiz azap çekmektir" kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki
Cenab-ı Hakkın zat ve sıfat ve esmasına sarf edilecek muhabbet ve marifet
istidadını ve şükür ve ibadat cihazatını nefsinize ve dünyaya gayr-i meşru bir
surette sarf ettiğinizden, bilistihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünkü, Cenab-ı
Hakka ait muhabbeti nefsinize verdiniz; mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz
belâsını çekiyorsunuz. Çünkü, hakikî bir rahatı, o mahbubunuza vermiyorsunuz.
Hem onu, hakikî mahbup olan Kadîr-i Mutlaka tevekkül ile teslim etmiyorsunuz,
daima elem çekiyorsunuz. Hem, Cenab-ı Hakkın esma ve sıfatına ait muhabbeti
dünyaya verdiniz ve âsâr-ı sanatını âlemin esbabına taksim ettiniz; belâsını
çekiyorsunuz. Çünkü, o hadsiz mahbuplarınızın bir kısmı size Allahaısmarladık
demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor,
tanısa da sizi sevmiyor, sevse de size bir fayda vermiyor; daima hadsiz
firaklardan ve ümitsiz dönmemek üzere zevallerden azap çekiyorsunuz.

İşte, ehl-i dalâletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ı insaniye
ve mehasin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri şeylerin içyüzleri ve
mahiyetleri budur. Sefahet ve sarhoşluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez.
"Tuh onların aklına!" de.

Sözler, s. 1033.

Madem meşru daire, ruh ve kalp ve nefsin bütün lezzetlerine,
safalarına, keyiflerine kâfidir; gayr-i meşru daireye girme. Çünkü, o dairedeki
bir lezzetin bazen bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifatat-ı
Rahmaniyeyi kaybetmeye sebeptir.

Sözler, s. 1036.

Kur’ân’ın hakikati der ki: Ey mü’min! Sendeki nihayetsiz
muhabbet kabiliyetini çirkin ve noksan ve şerur ve sana muzır olan nefs-i
emmarene verme. Onu mahbup ve onun hevasını kendine ma’bud ittihaz etme. Belki,
sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık, hem
nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbalde seni nihayetsiz mesut eden, hem
bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mesut olduğun bütün zatları
ihsanatıyla mesut eden, hem nihayetsiz kemalâtı bulunan ve nihayetsiz derecede
kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemal sahibi olan ve bütün
esması nihayet derecede güzel olan ve her isminde pekçok envar-ı hüsün ve cemal
bulunan ve Cennet, bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle Onun cemal-i rahmetini
ve rahmet-i cemalini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün
ve cemal ve mehasin ve kemalât, Onun cemaline ve kemaline işaret eden ve delâlet
eden ve emare olan bir Zatı mahbup ve ma’bud ittihaz et.

Hem der: Ey insan! Onun esma ve sıfatına ait istidad-ı
muhabbetini sair bekâsız mevcudata verme, faydasız mahlûkata dağıtma. Çünkü,
âsâr ve mahlûkat fânîdirler. Fakat, o âsârda ve o masnuatta nakışları, cilveleri
görünen Esma-i Hüsna, bâkîdirler, daimidirler. Ve esma ve sıfatın herbirisinde
binler meratib-i ihsan ve cemal ve binler tabakat-ı kemal ve muhabbet var. Sen
yalnız Rahman ismine bak ki, Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem’ası
ve dünyadaki bütün rızk ve nimet, bir katresidir.

Sözler, s. 1037-1038.

Her şeyi yaratıcısı namına sevmek demek olan hakikî muhabbet
nasıl olur?

Mühim bir sual: Diyorsunuz ki: "Muhabbet ihtiyarî değil. Hem,
ihtiyac-ı fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim, peder ve valide
ve evlâtlarımı severim, refika-i hayatımı severim, dost ve ahbaplarımı severim,
enbiya ve evliyayı severim, hayatımı, gençliğimi severim, baharı ve güzel
şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu
muhabbetleri Cenab-ı Hakkın zat ve sıfat ve esmasına verebilirim? Bu ne
demektir?"

Elcevap: Dört Nükteyi dinle.

BİRİNCİ NÜKTE: Muhabbet, çendan, ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar
ile muhabbetin yüzü, bir mahbuptan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ, bir
mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir
mahbuba perde veya ayna olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecazî mahbuptan
hakikî mahbuba çevrilebilir.

İKİNCİ NÜKTE: Tâdâd ettiğin sevdiklerini, sevme demiyoruz.
Belki, onları Cenab-ı Hakkın hesabına ve Onun muhabbeti namına sev deriz.

Meselâ, leziz taamları, güzel meyveleri, Cenab-ı Hakkın ihsanı
ve o Rahman-ı Rahîmin in’amı cihetinde sevmek, Rahman ve Mün’im isimlerini
sevmektir. Hem manevî bir şükürdür. Şu muhabbet, yalnız nefis hesabına
olmadığını ve Rahman namına olduğunu gösteren, meşru dairesinde kanaatkârâne
kazanmak ve mütefekkirâne, müteşekkirâne yemektir.

Hem, peder ve valideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların
merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve
muhabbet, Cenab-ı Hakkın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat,
lillâh için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir
faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman daha ziyade
muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.
(Onlardan
biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara
sakın "Öf" bile deme. (İsrâ Sûresi: 23.)) ayeti, beş mertebe hürmet ve şefkate,
evlâdı davet etmesi, Kur’ân’ın nazarında valideynin hukukları ne kadar
ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir.

Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha
ziyade iyi olmasını ister; ona mukabil, velet dahi pedere karşı hak dava edemez.
Demek valideyn ve velet ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa,
ya gıpta ve hasetten gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa,
haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dava etsin.
Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek, pederine isyan eden ve onu
rencide eden, insan bozması bir canavardır.

Ve evlâtlarını, o Zat-ı Rahîm-i Kerîmin hediyeleri olduğu için
kemal-i şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakka
aittir. Ve o muhabbet ise, Cenab-ı Hakkın hesabına olduğunu gösteren alâmet ise,
vefatlarında sabır ile şükürdür, me’yusâne feryat etmemektir. "Hâlıkımın, benim
nezaretime verdiği, sevimli bir mahlûku idi, bir memlûkü idi. Şimdi hikmeti
iktiza etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zahirî
hissem varsa, hakikî bin hisse onun Hâlıkına aittir. “El-hükmü Lillâh” deyip
teslim olmaktır.

Hem, dost ve ahbap ise, eğer onlar iman ve amel-i salih
sebebiyle Cenab-ı Hakkın dostları iseler, “El-hubbu Fillâh” sırrınca, o muhabbet
dahi Hakka aittir.

Hem, refika-i hayatını, rahmet-i İlâhiyenin munis, lâtif bir
hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü
suretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği,
kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü siretidir. Ve en
kıymettar ve en şirin cemali ise, ulvî, ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu
cemal-i şefkat ve hüsn-ü siret, ahir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o
zaife, lâtife mahlûkun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa,
hüsn-ü suretin zevaliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda, bîçare, hakkını
kaybeder.

Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenab-ı Hakkın makbul ibadı
.olmak cihetiyle, Cenab-ı Hakkın namına, hesabınadır ve o nokta-i nazardan Ona
aittir.

Hem hayatı, Cenab-ı Hakkın insana ve sana verdiği en kıymettar
ve hayat-ı bâkiyeyi kazandıracak bir sermaye ve bir define ve bâkî kemalâtın
cihazatını câmi’ bir hazine cihetiyle, onu sevmek, muhafaza etmek, Cenab-ı
Hakkın hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Ma’buda aittir.

Hem gençliğin letafetini, güzelliğini, Cenab-ı Hakkın lâtif,
şirin, güzel bir nimeti nokta-i nazarından istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü
istimal etmek, şakirâne bir nevi muhabbet-i meşruadır.

Hem baharı, Cenab-ı Hakkın nuranî esmalarının en lâtif güzel
nakışlarının sayfası ve Sâni-i Hakîmin antika sanatının en müzeyyen ve şaşaalı
bir meşher-i sanatı olduğu cihetiyle, mütefekkirâne sevmek, Cenab-ı Hakkın
esmasını sevmektir.

Hem dünyayı, ahiretin mezraası ve esma-i İlâhiyenin aynası ve
Cenab-ı Hakkın mektubatı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek, nefs-i
emmare karışmamak şartıyla, Cenab-ı Hakka ait olur.

Elhâsıl, dünyayı ve ondaki mahlûkatı mana-i harfiyle sev, mana-i
ismiyle sevme; "Ne kadar güzel yapılmış" de, "Ne kadar güzeldir" deme. Ve kalbin
bâtınına başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalp âyine-i
Sameddir ve Ona mahsustur.
(Allah’ım,
bize sevgini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip eyle.) de.

İşte, bütün tadat ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa,
hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir, hem
muhabbet-i İlâhiyeyi ziyadeleştirir, hem meşru bir muhabbettir, hem ayn-ı lezzet
bir şükürdür, hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.

Meselâ, nasılki bir padişah-ı âlî, sana bir elmayı ihsan etse, o
elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:

Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma
kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı
ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder.
Bazen olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret
eder. Hem, elma lezzeti dahi cüz’îdir, hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o
lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.

İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen
iltifatat-ı şahanedir. Güya, o elma iltifat-ı şahanenin numunesi ve mücessemidir
diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem, iltifatın gılafı
olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkındedir. İşte şu
lezzet, ayn-ı şükrandır; şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.

Aynen onun gibi, bütün nimetlere ve meyvelere, zatları için
muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse, o muhabbet
nefsanîdir; o lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakkın iltifatat-ı
rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın
derece-i lûtuflarını takdir etmek suretinde kemal-i iştiha ile lezzet alsa, hem
manevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.

Sözler, s. 1040-1045.

Muhabbetin mertebeleri nelerdir?

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Cenab-ı Hakkın esmasına karşı olan muhabbetin
tabakatı var. Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi, bazen âsâra muhabbet suretiyle
esmayı sever. Bazen, esmayı kemalât-ı İlâhiyenin ünvanları olduğu cihetle sever.
Bazen, insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmaya
muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever. Meselâ, sen bütün şefkat ettiğin
akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlûkata karşı âcizâne istimdat ihtiyacını
hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zatın in’am
edici ünvanı ve kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zatı o ünvan
ile seversin. Öyle de, yalnız Cenab-ı Hakkın Rahman ve Rahîm isimlerini düşün
ki, sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü’min âbâ ve ecdadını ve akraba ve
ahbabını dünyada nimetlerin envaıyla ve Cennette enva-ı lezaiz ile ve saadet-i
ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes’ut ettiği
cihette, o Rahman ismi ve Rahîm ünvanı ne kadar sevilmeye lâyıktırlar ve ne
derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece
“’Elhamdülillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ Rahîmiyyetihî” yerindedir, anlarsın.

Hem, alâkadar olduğun ve perişâniyetlerinden müteessir olduğun
senin bir nevi hanen ve içindeki mevcudat senin o hanenin ünsiyetli levazımatı
ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlûkatı kemal-i
hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden Zatın Hakîm ismine ve Mürebbî
ünvanına, senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu, dikkat etsen
anlarsın.

Hem, bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun
insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel
bir yerde yerleştiren bir Zatın Vâris, Bâis isimlerine, Bâkî, Kerîm, Muhyî ve
Muhsin ünvanlarına, ne kadar ruhun muhtaç olduğunu, dikkat etsen, anlarsın.

İşte, insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler
enva-ı hâcât ile bin bir esma-i İlâhiyeye, her bir ismin çok mertebelerine
fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır; muzaaf iştiyak, muhabbettir;
muzaaf muhabbet dahi, aşktır. ruhun tekemmülâtına göre meratib-i muhabbet,
meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi -çünkü, o esma
Zat-ı Zülcelâlin ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zatiyeye döner.
Şimdi, yalnız numune olarak, bin bir esmadan yalnız Adl ve Hakem ve Hak ve Rahîm
isimlerinin bin bir mertebelerinden bir mertebeyi beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Hikmet ve adl içindeki Rahmanirrahîm ve Hak ismini azamî bir
dairede görmek istersen, şu temsile bak:

Nasıl ki, bir orduda dört yüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz
ediyoruz ki, her bir taife, beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı
ayrı, rahatla istimâl edeceği silâhları ayrı ve mizacına deva olacak ilâçları
ayrı oldukları halde, bütün o dört yüz taife, ayrı ayrı, takım, bölük tefrik
edilmeyerek, belki birbirine karışık olduğu halde, onları kemal-i şefkat ve
merhametinden ve harikulâde iktidarından ve mu’cizâne ilim ve ihatasından ve
fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz bir tek padişah, onların hiçbirini
şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak,
ilâç ve silâhlarını muinsiz olarak bizzat kendisi verse, o zat, acaba ne kadar
muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü, bir taburda
on milletten efrat bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok
müşkül olduğundan, bilmecburiye, ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz
edilir.

İşte öyle de, Cenab-ı Hakkın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve
Rahmanirrahîmin cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde zeminin yüzünde
çadırları kurulmuş muhteşem dört yüz bin milletten mürekkep nebatat ve hayvanat
ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde,
herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı
ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hâcâtlarını tedarik edecek iktidarları
ve o metalibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde,
mizan ve intizam ile, Hak ve Rahman, Rezzak ve Rahîm, Kerîm ünvanlarını seyret,
gör; nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve
tedbir ve idare eder.

İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan
bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vahid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak,
Kadîr-i Küll-i Şey’den başka bu sanata, bu tedbire, bu rububiyete, bu tedvire
hangi şey elini uzatabilir, hangi sebep müdahale edebilir?

Sözler, s. 1045-1048.

Kur’ân’ın emrettiği gibi, bir muhabbetin dünyevî sonuçları
nelerdir?

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Diyorsun: "Benim taamlara, nefsime, refîkama,
valideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara,
dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin, Kur’ân’ın emrettiği tarzda
olsa, neticeleri, faydaları nedir?"

Elcevap: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitap
yazmak lâzım gelir. Şimdilik, yalnız icmalen bir iki neticeye işaret edilecek.
Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek; sonra, ahirette tezahür
eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:

Sabıkan beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya
tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri,
meşakkatleri çoktur; safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz
yüzünden elemli bir musibet olur; muhabbet, firak yüzünden belâlı bir hırkat
olur; lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Ahirette ise, Cenab-ı
Hakkın hesabına olmadıkları için, ya faydasızdır veya azaptır (eğer harama
girmiş ise).

Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faydasız kalır?

Elcevap: Ehl-i Teslisin İsa Aleyhisselâma ve Rafızîlerin
Hazret-i Ali Radıyallahü Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o
muhabbetler, Kur’ân’ın irşat ettiği tarzda ve Cenab-ı Hakkın hesabına ve
muhabbet-i Rahman namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem ahirette güzel
neticeleri var.

Amma dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin,
elemsiz bir nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir.

Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı
hevesattan men etmektir. O vakit, nefis sana binmez, seni hevasına esir etmez;
belki sen nefsine binersin, onu hevaya değil, hüdaya sevk edersin.

Refîka-i hayatına muhabbetin madem hüsn-ü sîret ve maden-i
şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna bina edilmiş, o refikaya samimî muhabbet ve
merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar
oldukça, o hâl ziyadeleşir, mes’udâne hayatını geçirirsin. Yoksa, hüsn-ü surete
muhabbet, nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-i muaşereti de bozar.

Peder ve valideye karşı muhabbetin Cenab-ı Hak hesabına olduğu
için, hem bir ibadet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti
ziyadeleştirirsin. En âlî bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tûl-i
ömrünü ciddî arzu edip bekâlarına dua etmek, tâ onların yüzünden daha ziyade
sevap kazanayım diye samimî hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i
ruhanî almaktır. Yoksa nefsanî, dünya itibarıyla olsa, onlar ihtiyar oldukları
ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman, en süflî ve en alçak bir his
ile, vücutlarını istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zatların
mevtlerini arzu etmek gibi vahşî, kederli, ruhanî bir elemdir.

Evlâdına muhabbet ise, Cenab-ı Hakkın senin nezaretine ve
terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahlûklara muhabbet ise, saadetli
bir muhabbet, bir nimettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de
ölümleriyle me’yusane feryat edersin. Sabıkan geçtiği gibi, onların Hâlıkları
hem Hakîm, hem Rahîm olduğundan, "Onlar hakkında o mevt, bir saadettir" dersin.
Senin hakkında da, onları sana veren Zatın rahmetini düşünürsün, firak eleminden
kurtulursun.

Ahbaplara muhabbetin ise, madem lillâh içindir; o ahbapların
firakları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mâni olmadığı için, o
manevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkat lezzeti daimi
olur. Lillâh için olmazsa, bir günlük mülâkat lezzeti, yüz günlük firak elemini
netice verir. (Haşiye: Lillâh için bir saniye mülâkat, bir senedir. Dünya için
olsa, bir sene, bir saniyedir.)

Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise, ehl-i gaflete karanlıklı bir
vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranilerin vücutlarıyla tenevvür etmiş
menzilgâhları suretinde sana göründüğü için, o âleme gitmeye tevahhuş, tedehhüş
değil, belki, bilakis temayül ve iştiyak hissini verir, hayat-ı dünyeviyenin
lezzetini kaçırmaz. Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşahir-i
insaniyeye muhabbeti nev’inden olsa, o kâmil insanların fenâ ve zevallerini ve
mazi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir
keder daha ilâve eder. Yani, "Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de
gideceğim" diye düşünür, mezaristana endişeli bir nazarla bakar, ah çeker.
Evvelki nazarda ise, cisim libasını mazide bırakıp, kendileri istikbal salonu
olan berzah âleminde kemal-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana
ünsiyetkârâne bakar.

Hem, güzel şeylere muhabbetin, madem Sâni’leri hesabınadır, "Ne
güzel yapılmışlar" tarzındadır. O muhabbetin, bir leziz tefekkür olduğu halde
hüsünperest, cemalperest zevkinin nazarını, daha yüksek, daha mukaddes ve binler
defa daha güzel cemal mertebelerinin definelerine yol açar, baktırır. Çünkü, o
güzel âsârdan ef’al-i İlâhiyenin güzelliğine intikal ettirir; ondan esmanın
güzelliğine, ondan sıfatın güzelliğine, ondan Zat-ı Zülcelâlin cemal-i
bîmisaline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet, bu surette olsa, hem
lezzetlidir, hem ibadettir ve hem tefekkürdür.

Gençliğe muhabbetin ise, madem Cenab-ı Hakkın güzel bir nimeti
cihetinde sevmişsin, elbette onu ibadette sarf edersin, sefahette boğdurup
öldürmezsin. Öyle ise, o gençlikte kazandığın ibadetler, o fânî gençliğin bâkî
meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâkî meyvelerini
elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem,
ihtiyarlıkta daha ziyade ibadete muvaffakıyet ve merhamet-i İlâhiyeye daha
ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir
gençlik lezzetine mukabil, elli senede, "Eyvah, gençliğim gitti" diye teessüf
edip, gençliğe ağlamayacaksın. Nasıl ki öylelerin birisi demiş:

"Keşke gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma neler
getirdiğini, şekva ederek haber verecektim."

Bahar gibi ziynetli meşherlere muhabbet ise, madem sanat-ı
İlâhiyeyi seyran itibarıyladır, o baharın gitmesiyle, temaşa lezzeti zail olmaz.
Çünkü bahar, yaldızlı bir mektup gibi verdiği manaları her vakit temaşa
edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi sana o
temaşa lezzetini idame ettirmekle beraber, o baharın manalarını, güzelliklerini
sana tazelendirirler. O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz;
lezzetli, safalı olur.

Dünyaya muhabbetin ise, madem Cenab-ı Hakkın namınadır, o vakit,
dünyanın dehşetli mevcudatı sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraa-i
ahiret cihetiyle sevdiğin için, herşeyinde ahirete fayda verecek bir sermaye,
bir meyve alabilirsin; ne musibetleri sana dehşet verir, ne zeval ve fenâsı sana
sıkıntı verir. Kemal-i rahatla o misafirhanede müddet-i ikametini geçirirsin.
Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemişiz ki, sıkıntılı,
ezici, boğucu, fenâya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur gidersin.

İşte bazı mahbupların, Kur’ân’ın irşad ettiği surette olduğu
vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letafetini gösterdik; Kur’ân’ın gösterdiği
yolda olmazsa, yüzden bir mazarratına işaret ettik. Şimdi, şu mahbupların dâr-ı
bekâda, âlem-i ahirette, Kur’ân-ı Hakîmin âyât-ı beyyinatıyla işaret ettiği
neticeleri işitmek ve anlamak istersen, işte o çeşit meşrû muhabbetlerin dâr-ı
ahiretteki neticelerini, bir Mukaddime ve Dokuz İşaretle, yüzden bir faydasını
icmalen göstereceğiz.

Sözler, s. 1048-1053.

Kur’ân’ın emrettiği gibi bir muhabbetin dünyevî sonuçları
nelerdir?

Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu
cihazatın, elbette herbirerlerine lâyık ücretlerini verecektir. O müteaddit
enva-ı muhabbetin sabıkan beyan edilen dünyadaki muaccel neticelerini herkes
vicdan ile hisseder. Ve bir hads-i sadık ile ispat edilir. Ahiretteki neticeleri
ise, kat’iyen vücutları ve tahakkukları, icmalen Onuncu Sözün on iki hakikat-i
katıa-i satıasıyla ve Yirmi Dokuzuncu Sözün altı esas-ı bahiresiyle ispat
edildiği gibi, tafsilen
(En doğru
söz ve en beliğ nizam, hakîki mülk sahibi ve sonsuz ilim sahibi olan Allah’ın
kelâmıdır.) olan Kur’ân-ı Hakîmin âyât-ı beyyinatıyla tasrih ve telvih ve remz
ve işaratıyla kat’iyen sabittir. Daha uzun bürhanları getirmeye lüzum yok. Zaten
başka Sözlerde ve Cennete dair Yirmi Sekizinci Sözün Arabî olan İkinci Makamında
ve Yirmi Dokuzuncu Sözde çok bürhanlar geçmiştir.

Birinci İşaret: Leziz taamlara, hoş meyvelere şakirâne
muhabbet-i meşruanın uhrevî neticesi, Kur’ân’ın nassıyla, Cennete lâyık bir
tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir ve o taamlara ve o meyvelere
müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin
elhamdülillâh kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim
edilir. Burada meyve yersin, orada elhamdülillâh yersin! Ve nimette ve taam
içinde in’am-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmanîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü
manevî, Cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadisin
nassıyla, Kur’ân’ın işaratıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir.

İkinci İşaret: Dünyada meşru bir surette nefsine muhabbet, yani
mehasinine bina edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp tekmil
etmeye bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevk etmek
neticesi, o nefse lâyık mahbupları Cennette veriyor. Nefis, madem dünyada heva
ve hevesini Cenab-ı Hak yolunda hüsn-ü istimal etmiş, cihazatını, duygularını
hüsn-ü suretle istihdam etmiş; Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşru ve
ubudiyetkârâne muhabbetin neticesi olarak, Cennette, Cennetin yetmiş ayrı ayrı
enva-ı ziynet ve letafetinin numuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip,
nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş enva-ı hüsün ile
vücudunu süslendirip, herbiri ruhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hurileri o
dâr-ı bekâda vereceği, pekçok âyât ile tasrih ve ispat edilmiştir.

Hem, dünyada gençliğe muhabbet, yani, ibadette gençlik kuvvetini
sarf etmenin neticesi, dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.

Üçüncü İşaret: Refika-i hayatına meşru dairesinde, yani, lâtif
şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimî muhabbet ile refika-i
hayatını da naşizelikten, sair günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi
ise, Rahîm-i Mutlak, o refîka-i hayatı hurilerden daha güzel bir surette ve daha
ziynetli bir tarzda, daha cazibedar bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir
refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizâne nakletmek
ve eski hatıratı birbirine tahattur ettirecek enîs, lâtif, ebedî bir arkadaş,
bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vaad etmiştir. Elbette vaad ettiği şeyi,
kat’î verecektir.

Dördüncü İşaret: Valideyn ve evlâda muhabbet-i meşruanın
neticesi, nass-ı Kur’ân ile, Cenab-ı Erhamü’r-Rahimîn, onların makamları ayrı
ayrı da olsa, yine o mesut aileye sâfî olarak lezzet-i sohbeti Cennete lâyık bir
hüsn-ü muaşeret suretinde dâr-ı bekâda ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve on beş
yaşına girmeden, yani, hadd-i bülûğa vasıl olmadan vefat eden çocuklar,
(Ebediyen
yaşlanmayacak olan çocuklar. (Vâkıa Sûresi: 17.)) ile tabir edilen Cennet
çocukları şeklinde ve Cennete lâyık bir tarzda, gayet süslü, sevimli bir surette
onları Cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarına verir, veletperverlik
hislerini memnun eder, ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar
sinn-i teklife girmediklerinden, ebedî sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar.
Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı Cennette bulunur. Yalnız çok şirin olan
veledperverlik, yani, çocuklarını sevip okşamak zevki, Cennet tenasül yeri
olmadığından, Cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu surette, o dahi vardır. Hem
en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte, kable’l-bülûğ evlâdı vefat
edenlere müjde!

Beşinci İşaret: Dünyada, “Elhubbu fillâh” (Allah için sevmek)
hükmünce, salih ahbaplara muhabbetin neticesi, Cennette,

(Karşılıklı tahtlarda kardeş kardeş otururlar. (Hicr Sûresi: 47.)) ile tabir
edilen, karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup hoş, şirin, güzel,
tatlı bir surette dünya maceralarını ve kadim olan hatıratlarını birbirine
nakledip eğlendirmeleri suretinde, firaksız, sâfî bir muhabbet ve sohbet
suretinde, ahbaplarıyla görüştüreceği, Kur’ân’ın nassıyla sabittir.

Altıncı İşaret: Enbiya ve evliyaya Kur’ân’ın tarif ettiği tarzda
muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlerinden berzahta, haşirde
istifade etmekle beraber, gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyüzattan o
muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir. Evet,
sırrınca,
âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî-makam bir zatın
tebaiyetiyle girebilir.

Yedinci İşaret: Güzel şeylere ve bahara meşru muhabbetin, yani
"Ne kadar güzel yapılmış" nazarı ile o âsârın arkasındaki ef’alin güzelliğini ve
intizamını ve intizam-ı ef’al arkasındaki güzel esmanın cilvelerini ve o güzel
esmanın arkasında sıfatın tecelliyatını ve hakeza, sevmekliğin neticesi ise,
dâr-ı bekâda o güzel gördüğün masnuâttan bin defa daha güzel bir tarzda, esmanın
cilvesini ve esma içindeki cemal ve sıfatını Cennette görmektir. Hattâ İmam-ı
Rabbanî Radıyallahü Anh demiş ki: "Letaif-i Cennet, cilve-i esmanın
temessülâtıdır." Teemmel!

Sekizinci İşaret: Dünyada, dünyanın ahiret mezraası ve esma-i
İlâhiye aynası olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirâne muhabbetin uhrevî
neticesi, dünya kadar, fakat fânî dünya gibi fânî değil, bâkî bir Cennet
verilecektir. Hem, dünyada yalnız zayıf gölgeleri gösterilen esma, o Cennetin
aynalarında en şaşaalı bir surette gösterilecektir.

Hem, dünyayı mezraa-i ahiret yüzünde sevmenin neticesi, dünyayı
fidanlık, yani, ancak fidanları bir derece yetiştiren küçük bir mezraası
hükmünde olacak öyle bir Cenneti verecek ki, dünyada havas ve hissiyat-ı
insaniye, küçük fidanlar olduğu halde, Cennette en mükemmel bir surette inkişaf
ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidatları, enva-ı lezaiz ve kemalât ile
sünbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu
gibi, hadisin nususuyla ve Kur’ân’ın işaratıyla sabittir.

Hem, madem dünyanın, her hatanın başı olan mezmum muhabbeti
değil, belki esmaya ve ahirete bakan iki yüzünü, esma ve ahiret için sevmiş ve
ibadet fikriyle o yüzleri mamur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibadet etmiş;
elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-i rahmet ve hikmettir.

Hem, madem ahiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve
Cenab-ı Hakkın muhabbetiyle âyine-i esmasını sevmiş; elbette dünya gibi bir
mahbup ister. O da dünya kadar bir Cennettir.

Sual: O kadar büyük ve hâlî bir Cennet neye yarar?

Elcevap: Nasıl ki, eğer mümkün olsaydı, hayal sür’atiyle zeminin
aktarını ve yıldızların ekserisini gezsen, "Bütün âlem benimdir" diyebilirsin.
Melâike ve insan ve hayvanların iştirakleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de, o
Cennet dahi dolu olsa, "O Cennet benimdir" diyebilirsin. Hadiste, "Bazı ehl-i
Cennete verilen beş yüz senelik bir Cennet" sırrı, Yirmi Sekizinci Sözde ve
İhlâs Lem’asında beyan edilmiştir.

Dokuzuncu İşaret: İman ve muhabbetullahın neticesi, ehl-i keşif
ve tahkikin ittifakıyla, dünyanın bin sene hayat-ı mesudanesi, bir saatine
değmeyen Cennet hayatı ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat
müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemal ve kemal sahibi olan Zat-ı
Zülcelâlin müşahedesi, rü’yetidir ki, (Haşiye: Hadisin nassıyla, "O şuhud, bütün
lezaiz-i Cennetin o derece fevkindedir ki, onları unutturur ve şuhuddan sonra,
ehl-i şuhudun hüsn-ü cemali o derece fazlalaşır ki, döndükleri vakit,
saraylarındaki aileleri çok dikkat ile, zor ile onları tanıyabilirler"
[el-Münzirî, et-Terğib ve’t-Terhîb, 4:556.] hadiste varid olmuştur.) hadis-i
kat’î ile ve Kur’ân’ın nassıyla sabittir. Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi
bir muhteşem kemal ile meşhur bir zatın rü’yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i
Yusuf Aleyhisselâm gibi bir cemal ile mümtaz bir zatın şuhuduna meraklı bir
iştiyak, herkes vicdanen hisseder. Acaba, dünyanın bütün mehasin ve kemalâtından
binler derece yüksek olan Cennetin bütün mehasin ve kemalâtı bir cilve-i cemali
ve kemali olan bir Zatın rü’yeti, ne kadar mergub, merakaver ve şuhudu ne derece
matlup ve iştiyakaver olduğunu kıyas edebilirsen, et.

Sözler, s. 1054-1061.

Bütün sevenlerin gerçek sevgi ve aşkları Allah’ın varlığını
birliğini ve mükemmel terbiyesini gösterir

Bütün muhiblerin hakikî muhabbet ve aşkları ve bütün müritlerin
sadık irade ve rağbetleri ve bütün müniplerin ciddî talep ve inabeleri, yine
Mâruf, Mezkûr, Meşkûr, Mahmud, Vâhid, Mahbup, Mergup, Maksut olan o Ma’bud-u
Ezelînin vücub-u vücudunu ve kemal-i rububiyetini ve vahdetini gösterdiği …

Sözler, s. 1075.

Hem, kâinat kalbindeki ciddî aşk, bir Mâşuk-u Lâyezalîyi
gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan bir şey esaslı bir surette meyvesinde
bulunmadığı delâletiyle, şecere-i kâinatın hassas meyvesi olan nev-i insandaki
ciddî aşk-ı lâhutî gösterir ki, bütün kâinatta -fakat başka şekillerde- hakikî
aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyle ise, kalb-i kâinattaki şu hakikî muhabbet ve
aşk, bir Mahbub-u Ezelîyi gösterir.

Sözler, s. 1106.

Medeniyetler farkında sevginin rolü.

Hedef-i kastı, fazilet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin
şe’nidir tezahum ve tehasum, bundan çıkar cinayet.

Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe’nidir muhabbet
ve tecazüp; bundan çıkar saadet, zail olur adavet.

Sözler, s. 1158, 1159.

Mecazî aşk hakikî aşka dönüşebilir mi?

Dördüncü Sual: Mahbuplara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye
inkılâp ettiği gibi, acaba ekser nasta bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî
dahi bir aşk-ı hakikîye inkılâp edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fânî yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî,
eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü
çevirse, bâkî bir mahbup arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlâhiye ve
mezraa-i ahiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru
mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki,
kendinin zail ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas
etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî
dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer,
boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikati
tenvir için şu temsile bak:

Meselâ, şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait
dört endam aynası bulunsa, o vakit beş oda olur: biri hakikî ve umumî, dördü
misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi aynamız vasıtasıyla, hususî odamızın
şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil
boyasak yeşil gösterir. Ve hakeza, aynede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz.
Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî
odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda
hakikatte birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmakla odanı harap
edebilirsin; ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.

İşte, dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam
aynasıdır. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat
direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir
sayfadır, hayatımız bir kalem; onunla, sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler
yazılıyor.

Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız, hayatımız
üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zail, fâni, kararsızdır, hissedip
bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız ayna olduğu ve temsil ettiği
güzel nukuş-u esma-i İlâhiyeye döner, ondan cilve-i esmaya intikal eder.

Hem o hususî dünyamız, ahiret ve Cennetin muvakkat bir fidanlığı
olduğunu derk edip, ona karşı şedit hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı
onun neticesi ve semeresi ve sümbülü olan uhrevî fevaidine çevirsek, o vakit o
mecazî aşk hakikî aşka inkılâp eder.

Yoksa,
(Onlar
Allah’ı unuttular. Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturdu. Onlar yoldan
çıkmış kimselerin tâ kendisidir. Haşir Sûresi, 59:19.) sırrına mazhar olup,
nefsini unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek hususî, kararsız dünyasını aynı
umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farz ederek dünyaya saplansa, şedit
hissiyatla ona sarılsa, onda boğulur, gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve
azaptır. Çünkü, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüt
eder. Bütün zîhayatlara acır, hattâ güzel ve zevale maruz bütün mahlûkata bir
rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem
çeker.

Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine
karşı ulvî bir tiryak bulur ki, acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevalinde bir
Zat-ı Bâkînin bâki esmasının daimi cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları
bâki görür; şefkati bir sürura inkılâp eder. Hem zeval ve fenâya maruz bütün
güzel mahlûkatın arkasında bir cemal-i münezzeh ve hüsn-i mukaddes ihsas eden
bir nakış ve tahsin ve sanat ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimiyi görür. O
zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i sanat için bir
tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.

Mektubat, s. 24-26.

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu
vakit, ya o aşk kendi sahibini daimi bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o
mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu
arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.

Mektubat, s. 56.

Sevgide de ölçüyü kaçırmamalı

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, İmam-ı Ali’ye (r.a.) demiş:
"Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı
muhabbet, diğeri ifrat-ı adavetle. Hazret-i İsa’ya, Nasranî, muhabbetinden,
hadd-i meşrudan tecavüzle (hâşâ) ibnullah’ dediler. Yahudi, adavetinden çok
tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemalini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir
kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir."
(Onların
bir lâkabı vardır ki, onlara Rafizî denir. Müsned, 1:103. ) demiş. "Bir kısmı,
senin adavetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havariçtir ve Emevîlerin müfrit
bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara ‘Nasibe’ denilir."

Eğer denilse: "Âl-i Beyte muhabbeti Kur’ân emrediyor. Hazret-i
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki
bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin
Şialar, hususan Rafîzîler o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i
Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdurlar?"

Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.

Biri: Mana-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i
Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetini
ziyadeleştirir, Cenab-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur,
ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza
etmez.

İkincisi: Mana-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever.
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin
kahramanlıklarını ve kemalini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek
faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da,
yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetine
ve Cenab-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların
zemmini ve adavetini iktiza eder.

İşte, işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade
muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri
ettiklerinden, hasarete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasarettir.

Mektubat, s. 182-183.

Bütün gerçek saadetler Allah’ı tanıma içinde yer alan Allah
sevgisindedir

Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce
neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en
büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak
saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u
beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah
içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi
lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı
Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara, ya bilkuvve
veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete,
âlâma ve evhama manen ve maddeten müptelâ olur.

Mektubat, s. 182-183.

Sevgi, dostluk ve kardeşlik duygusu

Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren
tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan
İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece
çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.

Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.

Birinci Vecih

Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine kin ve adavet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen
bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir cani
var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece
zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede
bağıracaksın. Hattâ birtek masum, dokuz cani olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u
adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbaniye ve bir sefine-i İlâhiye
olan bir mü’minin vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil,
belki yirmi sıfat-ı masume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cani
sıfatı yüzünden ona kin ve adavet bağlamakla o hane-i maneviye-i vücudun manen
gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî
ve gaddar bir zulümdür.

İkinci Vecih

Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adavet ve
muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mana-yı hakikîsinde olarak
beraber cem olamazlar.

Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalpte
hakikî bulunsa, o vakit adavet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet,
mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle
değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, "Üç günden
fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek." Eğer esbab-ı adavet galebe
çalıp, adavet, hakikatiyle bir kalpte bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur,
tasannu ve temellük suretine girer.

Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adavet
ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha
ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin.
Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan
İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde,
mü’mine karşı adavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı
iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük
bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i
itikat dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda
bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri
altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir
memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki,
imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlâhiye
adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz
bir, Râzıkınız bir, bir, bir; bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir, bir, yüze
kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar
bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı,
muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak
manevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet
veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine
karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir
hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete
karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın
sönmemişse anlarsın.

Üçüncü Vecih

Adalet-i mahzayı ifade eden
(Hiçbir
günahkâr başkasının günahını yüklenmez. En’âm Sûresi, 6:164.) sırrına göre, bir
mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair masum sıfatlarını mahkûm etmek
hükmünde olan adavet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve
bahusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına
adavetini teşmil etmek, 

("Muhakkak ki insan çok zalimdir." İbrahim Sûresi, 14:34) siga-i mübalâğa ile
gayet azim bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar
ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, "Benim hakkım var" dersin?

Hakikat nazarında sebeb-i adavet ve şer olan fenalıklar, şer ve
toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası
ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler,
muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki,
"Dostun dostu dosttur" sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir
ki, "Bir göz hatırı için çok gözler sevilir" sözü umumun lisanında gezer.

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin
bir adamın sevimli, masum bir kardeşine ve taallûkatına adavet etmek ne kadar
hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.

Dördüncü Vecih

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin
esası olarak birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit,
"Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak benim
mesleğimdir" demeye hakkın yoktur.
("Rıza
gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır." Ali Mâverdî,
Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s. 10; Dîvânü’ş-Şâfiî, s. 91.) sırrınca, insafsız
nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm
edemez.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak
olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı;
fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir
adam, nasihati bazen damara dokundurur, aksülamel yapar.

Üçüncü Düstur: Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet
et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve heva-i
nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet
etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet
et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adavet hasleti,
her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır.

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle
mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüt eder.
Zahiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle
mukabele etsen, nedamet eder, sana dost olur.

(İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü
birine iyilik edersen, o daha da azar.)(Bu beyit Mütenebbi’ye aittir. Bkz.
el-Örfü’t-Tayyib fî Şerhi Dîvâni’t-Tayyib, s. 387.) hükmünce, mü’minin şe’ni,
kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zahiren leîm bile olsa, iman
cihetinde kerimdir. Evet, fena bir adama "İyisin, iyisin" desen iyileşmesi ve
iyi adama "Fenasın, fenasın" desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyleyse,

("Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman,
izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler." Furkan Sûresi,
25:72. "Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki
Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." Teğabün Sûresi, 64:14.) gibi
desatir-i kudsiye-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

Mektubat, s. 442-448.

Sevginin de bir tehlikeli yönü vardır!..

[Velâyet yollarının] en keskin kuvveti muhabbettir. Evet
muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline
delâlet eden zayıf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna
taraftardır.

İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağıyla marifetullaha
teveccüh eden zatlar, şübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar.
Binler şeytan toplansa, onların Mahbub-u Hakikîsinin kemaline işaret eden bir
emareyi, onların nazarında iptal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi
nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak.
Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i iman ve dikkat-i nazar lâzımdır ki
kendisini kurtarsın. İşte bu sırra binaendir ki, umum meratib-i velâyette
marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maya ve iksirdir.

Mektubat, s. 763.

İnsana yaratılıştan sınırsız bir sevme kabiliyeti verilmiştir

İnsanın mahiyet-i camiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet derç
edilmiştir. Onun için, insan da umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor. Koca
dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî Cennete bahçesi gibi muhabbet ediyor.
Halbuki, muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan daima azap
çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevî azaba medar oluyor.

O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünkü kalbindeki
hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemal-i bâkiye mâlik bir Zata tevcih etmek
için verilmiş. O insan sûiistimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği
cihetle kusur ediyor, kusurunun cezasını firâkın azâbıyla çekiyor.

İşte bu kusurdan teberri edip o fâni mahbubattan kat-ı alâka
etmek, o mahbuplar onu terk etmeden evvel o onları terk etmek cihetiyle Mahbub-u
Bâkîye hasr-ı muhabbeti ifade eden Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî olan birinci cümlesi,
"Bâkî-i Hakikî yalnız Sensin. Masiva fânidir. Fâni olan, elbette bâki bir
muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına
medar olamaz" manasını ifade ediyor. "Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni
bırakıp gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî
demekle bırakıyorum. Yalnız Sen bâkîsin ve Senin ibkan ile mevcudat beka
bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyleyse, Senin muhabbetinle onlar sevilir.
Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller" demektir.

Lem’alar, s. 32-33.

Sevgi bağlamında Allah, Peygamber ve insan arasındaki
ilişkiler

ayetinde
i’cazlı bir icaz vardır. Çünkü çok cümleler bu üç cümlenin içinde derç
edilmiştir. Şöyle ki:

Şu ayet diyor ki: "Allah’a (celle celâluhu) imanınız varsa,
elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı
yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zata benzemelisiniz. Ona
benzemek ise, Ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi
sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."

İşte bütün bu cümleler, şu ayetin yalnız mücmel ve kısa bir
mealidir. Demek oluyor ki, insan için en mühim, âli maksat, Cenab-ı Hakkın
muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu ayetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı
âlânın yolu Habibullaha ittibadır ve sünnet-i seniyyesine iktidadır. Bu makamda
üç nokta ispat edilse, mezkûr hakikat tamamıyla tezahür eder.

Birinci Nokta: Beşer, fıtraten, şu kâinatın Hâlıkına karşı
hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemale
karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır.
Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre o muhabbet tezayüt eder, aşkın en
münteha derecesine kadar gider.

Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk
yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hafıza, bir
kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki,
kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.

Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve kemale karşı böyle
hadsiz bir istidad-ı muhabbet vardır. Ve madem bu kâinatın Hâlıkı, kâinatta
tezahür eden âsârıyla bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemal-i mukaddesi,
bu mevcudatta tezahür eden nukuş-u sanatıyla bizzarure sübutu tahakkuk eden
hadsiz kemal-i kudsîsi ve bütün zîhayatlarda tezahür eden hadsiz enva-ı ihsan ve
in’amatıyla bilyakin ve belki bilmüşahede vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı
vardır. Elbette, zîşuurların en camii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en
müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor.

Evet, herbir insan o Hâlık-ı Zülcelâle karşı hadsiz bir
muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve
ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstehaktır. Hattâ insan-ı mü’minde,
hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı
türlü türlü muhabbetleri ve şedit alâkaları, o istidad-ı muhabbet-i İlâhiyenin
tereşşuhatıdır. Hattâ insanın mütenevvi hissiyat-ı şedidesi, o istidad-ı
muhabbetin istihaleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır.

Malûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi,
alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini
belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever. İşte bu
hâlet-i ruhiyeye binaen; insan, eğer her insana ait enva-ı ihsanat-ı İlâhiyyeden
yalnız bunu düşünse ki: Benim Hâlıkım beni zulümat-ı ebediye olan ademden
kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi, ecelim geldiği zaman
beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp bâki bir âlemde ebedî ve
çok şaşaalı bir âlemi bana ihsan ve o âlemin umum enva-ı lezâiz ve mehasininden
istifade edecek ve cevelân edip tenezzüh edecek zahirî ve bâtınî hasseleri,
duyguları bana in’am ettiği gibi, çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün
akarib ve ahbap ve ebna-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o
ihsanlar bir cihette bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mesut ve
mütelezziz oluyorum. Madem el-insanü abidü’l-ihsan sırrıyla, herkeste ihsana
karşı perestiş var. Elbette, böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı, kâinat kadar bir
kalbim olsa, o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve doldurmak isterim.
Ben bilfiil o muhabbeti etmezsem de, bil’istidat, bil’iman, binniyet, bilkabul,
bittakdir, bil’iştiyak, bil’iltizam, bil’irade suretinde ediyorum diyecek. Ve
hakeza, cemal ve kemâle karşı insanın göstereceği muhabbet ise, icmalen işaret
ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin.

Kâfir ise, küfür cihetiyle, hadsiz bir adavet eder. Hattâ
kâinata ve mevcudata karşı zalimâne ve tahkirkârâne bir adavet taşıyor.

İkinci Nokta: Muhabbetullah, ittiba-ı sünnet-i Muhammediye
Aleyhissalâtü Vesselâmı istilzam eder. Çünkü Allah’ı sevmek, Onun marziyatını
yapmaktır. Marziyatı ise, en mükemmel bir surette zat-ı Muhammediyede (a.s.m.)
tezahür ediyor. Zat-ı Ahmediyeye (a.s.m.) harekât ve ef’alde benzemek iki
cihetledir.

Birisi: Cenab-ı Hakkı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı
dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünkü bu işte en mükemmel
imam, zât-ı Muhammediyedir (a.s.m.).

İkincisi: Madem zat-ı Ahmediye (a.s.m.) insanlara olan hadsiz
ihsanat-ı İlâhiyenin en mühim bir vesilesidir; elbette Cenab-ı Hak hesabına
hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek kabilse,
fıtraten benzemek ister. İşte, Habibullahı sevenlerin, sünnet-i seniyyesine
ittibâ ile ona benzemeye çalışmaları kat’iyen iktiza eder.

Üçüncü Nokta: Cenâb-ı Hakkın hadsiz merhameti olduğu gibi,
hadsiz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki masnuatın mehasiniyle ve
süslendirmesiyle kendini hadsiz bir surette sevdirdiği gibi; masnuatını,
hususan, sevdirmesine sevmekle mukabele eden zîşuur mahlûkatı sever. Cennetin
bütün letâif ve mehasini ve lezaizi ve niamatı bir cilve-i rahmeti olan bir
Zatın nazar-ı muhabbetini kendine celbe çalışmak ne kadar mühim ve âli bir
maksat olduğu bilbedahe anlaşılır. Madem, nass-ı kelâmıyla, Onun muhabbetine,
yalnız ittiba-ı sünnet-i Ahmediye (a.s.m.) ile mazhar olunur; elbette ittiba-ı
sünnet-i Ahmediye (a.s.m.) en büyük bir maksad-ı insanî ve en mühim bir vazife-i
beşeriye olduğu tahakkuk eder.

Lem’alar, s. 186-190.

Sevginin gerçekten sevgi olma şartı

Her şeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâsla bir
zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder. İşte bir zat bu
ihlâslı muhabbeti böyle tabir etmiş:

"Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir
mükâfat istemiyorum." Çünkü, mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen
muhabbet zayıftır, devamsızdır. Hattâ hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve
umum validelerde derc edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam manasıyla
validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler, o sırr-ı şefkatle, evlâtlarına
karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep
etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda
etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından
kurtarmak için -Hüsrev’in müşahedesiyle- kafasını ite kaptırır.

Lem’alar, s. 323-324.

İmanın yardım ettiği sevgi insanı varlık âlemine sultan yapar

İnsanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet,
eğer sırr-ı tevhid yardım etse, bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve
genişlik verir ve mahlûkata nazenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse
–eliyazübillâh- öyle bir musibet olur ki, mütemadiyen zeval ve fenâda mahvolan
hadsiz mahbuplarının ebedî firaklarıyla biçare kalb-i insanîyi her dakika parça
parça eder. Fakat, gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten iptal-i his nev’inden
zahiren hissettirmiyor.

Şualar, s. 33.

Yaratıcı dışındaki varlıkları nasıl sevmeli?

Cenab-ı Hakkın masivasına yapılan muhabbet iki çeşit olur.
Birisi yukarıdan aşağıya nazil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:

Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti
dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever. Ve mahlûkata taksim ettiği
muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyit eder.

İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini
Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez,
dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle
tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü
nakıs olur.

Mesnevî-i Nuriye, s. 119.

Müslümanlar ile gayrimüslimlerin medeniyeti arasındaki sevgi
farkı

Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:

Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir.
Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis; sureti me’nus, sîreti
mâkûs bir şeytandır.

İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet;
sureti muavenet, sîreti şefkat, cazibedar bir melektir.

Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir
mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları,
bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü, iman
bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi
kardeş addediyor.

Küfür ise, öyle bir burudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten
çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebîlik tohumunu ekiyor. Ve herşeyi herşeye
düşman yapıyor.

Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da,
muvakkattır. Ve ezelî, ebedî iftirak ve firakla muttasıl ve mahduttur. Ama
kâfirlerin medeniyetinde görülen mehasin ve yüksek terakkiyat-ı sanayi -bunlar
tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur’ân’ın irşadatından, edyan-ı semaviyeden
in’ikâs ve iktibas edildiği, Lemaat ile Sünuhat eserlerimde istenildiği gibi
izah ve ispat edilmiştir. (Onlara müracaat et; orada insanların gaflet ettikleri
büyük bir hakikat bulacaksın.)

Mesnevî-i Nuriye, s. 143-144.

Sosyal bünyeyi olgunlaştıran iki basamak: sevgi ve kardeşlik

İnsan, İslâmiyet sayesinde, ibadet saikasıyla bütün Müslümanlara
karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavi bir irtibat ve bağlılık elde eder.
Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakikî bir muhabbete sebep olur. Zaten
heyet-i içtimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar,
uhuvvetle muhabbettir.

İşaratü’l-İ’caz, s. 229-230.

Sevgi meşrutiyetin (demokratik anayasal düzen) dilidir

Meşrutiyet

(ve
işlerde onlarla istişare et. (Âl-i İmran Suresi:159) (Onların aralarındaki
işleri istişare iledir, Şura Suresi: 38) ayet-i kerimelerinin tecellisidir ve
meşveret-i şer’iyedir. O vücud-i nuraninin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi
marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir. Evet, meşrutiyet
hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir;
siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyat-ı âliyeyi uyandırır; uyku
bes, siz de uyanın. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz.
İslâmiyetin bahtını, Asya’nın taliini açacaktır.

Münazarat, s. 23.

İslâm dini insanlığın barışında birbirini sevmeyi engeller
mi?

Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır.
(Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Maide Suresi, 5:51.) Bununla
beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

Cevap: Evvelâ: Delil kat’iyyülmetin olduğu gibi,
kat’iyyüddelâlet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zira,
nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyit olunabilir. Zaman bir
büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak
üzerine olsa, mehaz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi
ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. Hem de bir
adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya sanatı içindir. Öyleyse
herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir
kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh,
Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden
caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azim-i dinî vücuda
geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o
noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan
muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acib-i
medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i
medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar
mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve
terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası
olan asayişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil
değildir.

Münazarat, s. 70-71.

Sevgi ile düşmanlık duygularının çarpışması

Evet, muhabbeti iktiza eden İslâmiyet ve insaniyet, Cebel-i Uhud
gibidir. Adaveti intac eden esbap, bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti
adavete mağlûp ettiren adam, nazar-ı hakikatte Cebel-i Uhudu bir çakıl taşından
aşağı derecesine indirmek kadar ahmakane hareket etmiştir. Adavetle muhabbet,
ziya ile zulmet gibi, içtima edemez. Adavet galebe çalsa, muhabbet mümaşaata
inkılâp eder. Muhabbet galebe çalsa, adavet terahhum ve acımaya inkılâp eder.
Benim mezhebim, muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumet etmektir. Yani
dünyada en sevdiğim şey muhabbet; ve en darıldığım şey de husumet ve adavettir.

Münazarat, s. 118.

Sosyal yaraları ve hastalıkları tedavi eden beşerin önünü
aydınlatan dört unsurdan biri sevgidir

Seyahatimde beni tanımayanlar kıyafetime bakıp, beni tacir
zannedip derlerdi ki:

Sual: Sen tacir misin?

Cevap: Evet, tacirim, hem de kimyagerim.

Sual: Nasıl?

Cevap: İki madde var, mezc ettiriyorum. Bir tiryak-ı şafi, bir
elektrik-i muzî tevellüt eder.

Sual: Nerede bulunur?

Cevap: Medeniyet ve fazilet çarşısında, cephesinde insan yazılan
ve iki ayak üstünde olan sandık içindeki, üstüne kalp yazılan siyah ve pırlanta
gibi parlak olan bir kutudadır.

Sual: İsimleri nedir?

Cevap: İman, muhabbet, sadakat, hamiyet.

Münazarat, s. 139-140.

Sevgi, bir cemiyetin (sivil toplum kuruluşu) en mukaddes
maksadı olmalıdır.

İttihat, uhuvvet, itaat, muhabbet ve ilâ-i Kelimetullah,
dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Millet ve cemiyet onlara intisap
etmek lâzımdır. Sair cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve
uhuvvet etmek içindir.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 30.

Meşrutiyet (cumhuriyet) sevgi ve eşitlik üzerinde devam
edebilir.

Müsemma-i meşrutiyet hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık
üzerine beka bulacaktır.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 41.

Toplumumuzun hayat tarzı sevgiyi sevmek düşmanlığa düşmanlık
etmektir

Bizim cemaatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete
husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 63.

Muhabbet fedaisi olunmalı

Medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler
gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 64-65.

Gayrimüslimler de dahil, dünya barışının yolu Müslümanların
tarzı muhabbet olan birlikteliğinden geçer

Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır. İttihadın
hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meabid-i
İslâmiyeyi birbirine raptettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle,
onunla merbut olanları ikaz ve tarik-i terakkiye bir hahiş ve emr-i vicdanî ile
sevk etmektir.

Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve
zaruret ve nifakadır. Gayrimüslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç
sıfata hücumdur. Gayrimüslime karşı hareketimiz iknadır. Zira onları medenî
biliriz. Ve İslâmiyeti mahbup ve ulvî göstermektir. Zira onları munsif
zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir
ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik,
anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip
çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) olan İttihad-ı İslâmın
efkâr ve meslek ve hakikatini efkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı
varsa etsin, cevaba hazırız.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 67-68.

Bizi Avrupa’ya nazaran Orta Çağda bırakan altı sebepten biri:
sevgisizlik.

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde
ders aldım ve bildim ki:

Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber;
bizi maddî cihette kurun-u vustada durduran ve tevkif eden, altı tane
hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adavete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları
bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden
istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi
hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım "altı
kelime" ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları, onları biliyorum.

Hutbe-i Şamiye, s. 27-28.

Bizi kurtaracak olan şey muhabbet-i insaniyeyi (insan
sevgisini) donanmaktır

İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında hâkim-i mutlak olacak,
yalnız hakikat-i İslâmiyettir.

Evet, saadet saray-ı istikbalde tahtnişin hakaik ve maarif
yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız odur; emareler görünüyorlar.
Zira mazi kıt’asında, vahşetâbâd sahralarında haymenişin taassup ve taklit;
veyahut cehlistan ülkesinde menzilnişin müzahrefat ve istibdat olanlara,
Şeriat-ı Garranın galebe-i mutlak ve istilâ-i tammına sed ve mâni olan sekiz
emir, üç hakikatle zirüzeber olmuşlardır ve oluyorlar.

O mâniler ise, ecnebilerde taklit ve cehalet ve taassup ve
kıssislerin riyaseti; ve bizdeki mâni ise, istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık
ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intaç eden yeistir ki, şems-i İslâmiyetin
küsufa yüz tutmasına sebep olmuşlardır.

Sekizinci ve en birinci mâni ve belâ budur: Bizle ecnebiler,
bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl ile
tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır. Aferin maarifin himmet-i
feyyazanesine ve fünunun himmet-i merdanesine ki, meyl-i taharri-i hakikat ve
muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaikı teçhiz ederek o mânilere
gönderip zirüzeber etmiş ve ediyor.

Muhakemat, s. 24.

Evet, şimdi olmasa da, otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî
marifet ve medeniyetin mehasini, bu üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını
verip, o sekiz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelânını
ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine
göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşaallah, yarım asır sonra onları
darma dağın edecek.

Hutbe-i Şamiye, s. 36.

Sosyal hayatı güven altına alan ve insanlığı saadete gönderen
sevgidir

Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim
ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:

Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat
husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden
muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı
içtimaiye-i beşeriyeyi zirüzeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade
nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır…
Şöyle ki:

Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî adavetin ne
kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir
fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı -tecavüz olmamak
şartıyla- adavetinizi celp etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara…

Bazen insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i
imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Hâlbuki, bu
husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve
cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir.

Adavetin ehemmiyetsiz esbaplarını, muhabbetin dağ gibi
sebeplerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Madem muhabbet adavete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima
edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun
zıddı hakikatiyle olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit
adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut
adavet hakikatiyle kalpte bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak,
zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı
olabilir.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve
insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kalelerdir. Adavetin
sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir.
Öyleyse, bir Müslümana hakikî adavet eden, o dağ gibi muhabbet esbaplarını
istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.

Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır,
rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak
ister; bir şey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey
ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbin bir adama benzer ki, suizan mümkün
oldukça hüsnüzan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i
İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

Hutbe-i Şamiye, s. 56-59.

Toplum barışı için sevgi üzerine hareket şarttır

Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şartla
umumunu tebrik ve onlarla ittihat ederiz.

Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete
leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak; birinde hata bulunsa, müfti-i
ümmet olan cemiyet-i ulemaya havale etmektir.

Hutbe-i Şamiye, s. 104.

Sevginin ve düşmanlığın kaynakları

Sebeb-i muhabbet olan iman ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir.
Sebeb-i adavet olan şeyler çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i
Uhud’dan daha ağır telâkki etmek ne kadar akılsızlıksa, mü’minin mü’mine
adaveti, o kadar kalbsizliktir. Mü’minlerde adâvet, yalnız acımak manasında
olabilir.

Elhasıl: İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istilzam eder.

Hutbe-i Şamiye, s. 152.

Millete sarf edilmesi gereken muhabbeti ölçüsüzce Avrupa’ya
harcamamalı

Ey ehl-i İslâm! İşte, küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i
İslâmiyete çökmüş olan mesaip ve devahiye karşı nokta-i istinadınız, muhabbetle
ittihadı, marifetle imtizac-ı efkârı, uhuvvetle teavünü emreden nokta-i
İslâmiyettir.

Bak, âlem-i İslâmın şu büyük dairenin nokta-i uzmasından tut, tâ
en küçük dairenin -meselâ medrese talebelerinin- birer ukde-i hayatiyesi vardır.
Heyet-i içtimaiyenin efrad ve revabıtı birbirine istinadı gibi, o ukdeler dahi
birbirine merbut, müteselsilen o nokta-i uzmaya müstenittir. Demek, bütün o
ukde-i hayatiyelerini boğmak değil, belki tenebbüh ve neşvünema vermekle İslâm
tenebbüh edip, terakkiye başlayabilir.

Yoksa, biri Avrupa’nın mehasinini mesavimizle ve telâhuk-i
efkârın semeratını bizim bir şahsın semere-i sa’yi ile, insafsızca, aldatıcı
cerbezeyle muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal
etmek, İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters
dönmesine delildir.

Avrupa’ya şedit bir meftuniyet ve milletine karşı amik bir
nefret hissiyle, kendini Avrupa’nın veled-i nâmeşruu gösterdiği gibi, fikr-i
ihtilâl ve meyl-i tahrip ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane,
müfteriyane, namusşikenane ile, kendi firavniyetini ve zımnen medih ve
gururiyetini ve bilmediği halde İslâma düşmanlığını göstermekle beraber,
firavniyet, enaniyet, gurur hükmüyle, milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten
mükellef olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizap yerine meyl-i
nefret, meyelân-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerine
meyelân-ı teçhil, arzu-yu merhamet yerine arzu-i taazzum, seciye-i fedakâri
yerine temayül-i infiradı ikame edip, hamiyetsizliğini, asılsızlığını
gösterdiğinden, nazar-ı hakikatte öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ,
birisi Paris’te, sefahet âleminde bir alüfte madamın kametinde istihsan ettiği
bir libası, camide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i
ahmakane ve câniyanede bulunur. Zira hamiyet ise, muhabbet, hürmet, merhametin
netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır. Nefret,
hamiyetin zıddıdır.

Mutaassıplara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri, herbiri yüz
mutaassıp kadar meslek-i sakîminde mütaassıptır. Bunlardan birisi Shakespeare
medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi,
tekfir olunacaktı.

Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için
hamiyet?

Esefa! Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren çok
ukde-i hayatiyelerden, bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i edebiyat, bahusus
şairâne, müfritâne, edepşikenâne, hodpesendâne olan fikr-i hiciv ve arzu-yu
tahkirdir.
(“Birbirinizi gıybet etmeyin" Hucurât Sûresi, 49:12.)

Tedib-i hakikîye karşı edepsizliktir ki, birbirine saldırıyor.
Fakat millete ve İslâmiyete karşı olan tarizat-ı zımniyelerini o kâselislerin
yüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine karşı dinsizcesine hiciv ve
terzilleri ise, kimbilir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmekle iktifa
ederiz.

Sünuhat, s. 79-80.