The Human Model Around Love

Günümüz dünyası bir taraftan baş döndürücü teknolojik ve
bilimsel gelişmeler sergilerken, diğer taraftan insanî değerlerde ve ahlakta
korkunç bir geriye gidiş ve kaos yaşamaktadır. Akıl, gazap ve şehvet kuvvelerine
yaratılıştan bir sınır koyulmayan insanoğlu bu duygularını düzenleyici ilahi
prensiplerden mahrum olmasından dolayı ifrat ve tefrit arasında bocalamakta,
duyguları arasında denge anlamındaki adaleti kaybederek kendisine, çevreye,
topluma ve tüm insanlığa zarar verecek eylemler yapabilmektedir.1
İnsanın aç gözlülüğü ve hırsı geçtiğimiz asırda dünyayı birçok defa kana
bulamıştır. Bunun en büyük sebepleri, insanlığın dinin yerine bilimi kutsaması,
materyalist düşünce ve akımların etkisinde kalması, yüreğinden Allah inancını ve
ona bağlı olarak Allah sevgisini söküp atması gibi hususlardır. İçinde sonsuz
şefkat, merhamet sahibi olan Allah’a iman ve sevgisi kalmayan bir kimsenin
Allah’ın yarattığı en şerefli varlık olan insanı sevmesi, ona şefkat etmesi, ona
merhamet etmesi, çevresine karşı duyarlı olması mümkün değildir. İnsanoğlu,
Allah’ı sevmek, O’na ibadet etmek ve insanları ibadet şuuru içinde sevmek yerine
menfaati, şehveti, bilimi kendisine put edinmesinden dolayı, her şeyi bu putlara
kurban vermekten kaçınmamıştır. Bazı yazarlar tarafından “mega ölümler asrı” da
denilen 20. yüzyılda yüz milyonlarca insanın ölümüne bir o kadar insanın da
sakat kalmasına sebep olan bu şirazeden çıkmış, dalalete düşmüş, yolunu şaşırmış
anlayış, son kırk elli senedir içinde yaşadığımız toplumları da bir başka açıdan
etkisi altına almaktadır. Artık insanlar birbirlerini sevmiyor. Herkes ötekini,
yolunacak kaz gibi görüyor. Evlilikler menfaat evliliğine, arkadaşlıklar menfaat
arkadaşlığına dönüşmüş durumda. Özellikle de Kilisenin yanlış tutumlarından
dolayı Hıristiyanlığı hayatından çıkaran ve en son din olan İslamiyet’in de
hayatına girmesine müsaade etmeyen Batılı insan, medeniyetin sağladığı bunca
avantajlara rağmen sevgisiz ve mutsuz bir şekilde yaşıyor. Bir başka ifadeyle,
insanda hemcinslerine karşı olması gereken sevgi duygusu, yönünü araba, para,
ev, lüks tüketim malları ve güzel giyinme gibi cansız nesnelere çevirmiştir.
Hayata yaklaşım gittikçe mekanikleşmekte, insan da kendisine cansız bir nesne
gibi davranılan bir makine haline dönüştürülmektedir.2 Bu yüzden
Batılı insan ve onların etkisinde kalan diğerleri kaybolan ve yerini hiçbir
şeyin dolduramayacağı bir sevgi arayışındadır. Filimler, romanlar, televizyon
dizileri, sevgisizliğin acı meyvelerini her geçen gün daha fazla ortaya
koymaktadır. Sevginin insanın dışındaki nesnelere yönelmesi, en fazla da aileyi
etkilemiş, Amerika başta olmak üzere birçok batılı ülkede boşanma oranları yüzde
yetmişlere dayanmıştır. Kimi aileler sahte sevgilerden dolayı çocuk sahibi
olmaktan uzak dururken, çocukları olanlar da bunları, artan boşanmaların kurbanı
haline getirmiştir. İslam ülkelerinde boşanma nisbetleri diğer ülkelere göre
düşüktür; ama gittikçe artmaktadır. Bu da göstermektedir ki Batı tipi yaşam
tarzı İslam ülkelerindeki aileyi de olumsuz yönde etkilemektedir. İşte biz bu
çalışmamızda insanların büyük ekseriyetinin içinde bulunduğu bu sevgisizlik
bunalımına Kur’an perspektifinden çözümler önermeye çalışacağız.

A. Kur’an’ın Nazil Olduğu Ortamla Günümüz Toplumlarının
Benzerliği

Kur’an’ın nazil olduğu ortamda insanların sevgi ilişkisi
yozlaşmış bir ilişki idi. Yani insanın Allah ile, insanın diğer insanlar ile ve
insanın çevresi ile ilişkisinde önemli bir role sahip olan sevgi yolunu
şaşırmıştı. Her şeyden önce, Hz. İbrahim’in Haniflik dininden kalma çok az
kırıntıları bir kenara bırakacak olursak, Cahiliye toplumunda insanın Allah ile
sevgi ilişkisinde putlar ön plana çıkıyordu. Müşrikler, Allah’a inandıklarını
söylemelerine rağmen, elleriyle yaptıkları putları kendilerini Allah’a
yakınlaştırma aracı olarak görüyorlardı. (Zümer, 39/3,38) Kur’an’ın ifadesine
göre onlar, elleriyle yaptıkları, cansız, duygusuz, ruhsuz putlara önem
atfediyorlar ve onları Allah’ı sever gibi seviyorlardı. (Bakara, 2/165) Bir
başka ayette ise, “Dünya hayatında Allah’ı bırakıp, aranızda putları muhabbet
vesilesi yaptınız.” (Ankebut, 29/25) buyrulmaktadır. Bu yüzden diyebiliriz ki,
onların sevgisinin yönü putlara döndüğünden, kendilerine put sevgisi merkezli
bir dünya görüşü oluşturmuşlardı. Özellikle de Kabe’de bulunan putların
kabileleri Mekke’ye çekmesi ve Mekkelilerin bundan büyük gelirler elde etmesi,
bu put sevgisinde çok belirgin bir role sahipti.3 Diğer taraftan
insanın insanla ilişkisi bakımından sevgi yok denecek kadar azdı. Zulmü insani
bir değer olarak gören, bunu mürûetin bir parçası olarak telakki eden ve
“İnsanlara zulmetmezsen sana zulmedilir” düşüncesini şiirlerinde terennüm eden
bu insanların, diğer kabilelerle ilişkilerinin sevgiye dayalı bir ilişki olduğu
söylenemez. Nitekim ünlü muallaka şairlerinden Züheyir b. Ebi Sülma, “Kendi
havzasını, yerini yurdunu silahı ile koruyamayan kimselerin yeri-yurdu harab
edilir. İnsanlara zulmetmeyene zulmedilir” demektedir.4 Bu yüzden
güçlü olanın istediği gibi haksızlık yaptığı bir ortam onlar için meşru bir
ortam olarak kabul ediliyordu. Diğer taraftan kız çocuklarının diri diri
gömülmesinin sıklıkla rastlandığı bir toplumda erkek-kız ayırımı yapıldığı ve
kız çocuklarına gereken sevginin gösterilmediği bir realiteydi. (Nahl, 16/58-59;
Zuhruf, 43/18; Tekvir, 81/8) Bunun yanında kadınların alınıp satılan bir metadan
farkı yoktu. Kadınların neredeyse hiçbir hakkı yoktu, demek mümkündür.5
Bütün bunlara bakarak Cahiliye toplumunda hakim olan atmosferde sevgi değil
nefret, düşmanlık ve zulüm solunduğunu, erkek-kadın arasındaki ilişkinin bir
“sömürü ilişkisi” olduğunu söyleyebiliriz.6

Günümüze geldiğimizde Cahiliye toplumundaki putlara gösterilen
sevginin yerini yine cansız olan, insana karşılık vermeyen nesnelerin aldığını
görüyoruz. Bir başka ifadeyle nefislerini adeta ilah haline getiren bir kısım
insanlar, kendi menfaatlerini ve konforlarını sağlayacak araçları
putlaştırmışlar, bunlar da ötekiler gibi Allah’ı sever gibi putlaştırdıkları
nesneleri sevmeye başlamışlardır. Diğer taraftan günümüz insanı hem erkek hem de
kız çocuklarının nazarlarını sadece dünyaya ve maddi şeylere çevirdiğinden
dolayı onlara gerçek şefkat ve sevgiyi gösterememektedir. Bugünün materyalist
insanı dünün Cahiliye toplumundan daha fazla çocuklarına zarar vermektedir.
Çünkü dünkü çocuğunu öldüren aileler, onların bu dünya hayatını mahvediyorlardı.
Elbette bu da büyük bir zulümdür ve Kur’an’da bildirildiği gibi bunun da hesabı
sorulacaktır. Ama günümüz insanı çocuğunu, sadece dünyada iyi bir mevkiye, iyi
bir işe sahip olması için eğitip onun manevi yönünü ihmal ettiğinden, bu onların
ebedi hayatlarını mahvetmek anlamına gelmektedir. Said Nursi buna 24. Lem’a’da
“şefkatin suistimali” demektedir.

Toplumlar ve insanlar arasındaki ilişkilere baktığımızda aradan
bunca zaman geçmesine rağmen, sevginin değil, nefretin ve zulmün ön plana
çıktığını görüyoruz. Ancak arada şöyle bir farkı da göz ardı edemeyiz:
Cahiliyede zulüm, zulüm olarak alkışlanırken, günümüzde Said Nursi’nin Mektubat
isimli eserinin Hakikat Çekirdekleri bölümünde dikkat çektiği gibi zulüm başına
adalet külahını giyerek karşımıza çıkıyor. Adalet dağıtıyoruz diyen insanların,
her türlü zulmü irtikap ederken kıllarının bile kıpırdamadığı vahşiyane bir
davranış görüyoruz.

Diğer taraftan Cahiliye döneminde kadın birçok haktan mahrum
iken ve bir meta gibi alınıp satılırken, günümüz Batı toplumlarında da kadının
özgürlük adı altında hem maddi, hem de cinsel anlamda sömürüldüğünü müşahede
ediyoruz. Bu sömürülmenin sadece Batı toplumlarında değil, onları körü körüne
taklit etme cüretini gösteren Doğu toplumlarında da giderek arttığı gözlerden
kaçmamaktadır.

B. Sevgi Odaklı İnsanın Oluşumu: İman ve marifet temeli

Çağımızın içinde bulunduğu durum, Kur’an’ın insanlığın sevgi
konusundaki sıkıntılarına sunduğu önerilerin bulunmasını ve insanlığa
sunulmasını gerekli kılıyor. Bu da Kur’an’ın bu soruna sunduğu çözümleri arama
gözüyle dikkatli bir şekilde okunmasını gerektiriyor.

Günümüz insanının Allah ile olan sevgi münasebetindeki
sapmalarının altında yatan en büyük sebeplerden birisi, kalplerdeki iman
ateşinin sönmesidir ya da küllenmesidir. Bu ateşin yeniden yakılmasıyla işe
başlanmalıdır. Aydınlanma felsefesinin hediye ettiği inanç temelinden mahrum
pozitivist bakış, insanların zihinlerinde aşılması zor engeller oluşturmuştur.
İnsanların Allah ile, insan ve toplum ile ilişkilerinde sevgiden mahrum
olmalarının altında yatan en büyük sebep, Allah’a iman eksikliği, O’nu hakkıyla
tanımamak ve aynı zamanda Ahiret’e inanmamaktır.

Cenab-ı Hak insanı kendisini isim ve sıfatlarıyla tanıyacak ve
iman edecek kabiliyet ve cihazlarla donatmıştır. İnsana düşen, bu kabiliyet ve
cihazları irademizin yardımıyla Allah’a iman etmekte ve tanımakta kullanmaktır.
Bunun için her şeyden önce düşünmek gerekecektir. İnsan aklı, hiçbir şeyin kendi
kendine, tesadüfen olmayacağını kabul etmektedir. Bir arabanın kendi kendine bir
araba haline gelemeyeceğini akıllı hiçbir insan söyleyemez. Önümüzdeki bir
bilgisayar da tesadüfün eseri değildir. Oturduğumuz masa, elimizdeki kalem,
üzerimizdeki elbise hep bir ustanın eseridir. Bunu bilmeyen insan yoktur. İşte
bizim bunu bilmemiz, biraz daha tefekkürümüzü derinleştirerek insan yapımı
olmayan varlıklar üzerinde de düşünmemize sebep olmalıdır. Birçok fonksiyona
sahip olan bir bilgisayar tesadüfen meydana gelmediğine göre, onu yapan insan
nasıl tesadüfen meydana gelecektir? Masayı yapan birisi varsa, masanın yapıldığı
ağaçları da yapan birisi vardır. Üstelik dünyada yaratılan her şey, insanın
istifade etmesine uygun bir şekilde dizayn edilmiştir. Güneş ve dünya arasındaki
mesafe, ay ile dünya ve güneş arasındaki mesafe hep insanın menfaatini düşünen
Bir’isi tarafından hassas bir mizanla ayarlanmıştır. Dünyamızı saran atmosferin
şefkatli ve sonsuz bir sevgiye sahip olan bir Zat tarafından yapılmadığını
düşünmek akıldan istifade etmemek demektir. O halde bütün bunları düşünen ve
yapma kudretine sahip olan bir Zat olmalıdır. İnsanın sınırlı gücüyle bunlara
yapabilmesi imkansızdır. İnsanın dışındaki varlıklar ise bunu düşünme melekesine
bile sahip değildir. Bu yüzden bunları hepsine güç yetirebilen, insanın
ihtiyaçlarını en güzel şekilde bilen bir Yaratıcı vardır. Üstelik O tekdir.
Çünkü kainattaki nizam, intizam, karışıklık olmaması O’nun “bir” olduğunu
gösteriyor. (Enbiya, 21/22)

C. Allah Sevgisi

Allah’a imanın yerleşmesi ve marifetullah boyutunun tefekkürle
oluşmasından sonra meydana gelecek olan Allah sevgisi iki şekilde ele
alınabilir. Bunlardan birincisi, Allah’ın mahlukatı ve insanları sevmesi, diğeri
de insanın Allah’ı sevmesidir.

1. Allah’ın Mahlukatı ve İnsanı Sevmesi

Kainata, dünyaya, insanlara ve diğer canlılara baktığımız zaman
yaratıcımızın sonsuz bir sevgi ve merhamet sahibi olduğunu görüyoruz. O
yarattığı mahlukatı seviyor. Allah’ın bütün mahlukatı yaratması ve ihtiyaç
duydukları her şeyi ummadıkları yerden vermesi O’nun mahlukatı sevgisinin eseri
olarak yarattığını gösteriyor. 24. Söz’de “Muhabbet şu kainatın bir sebeb-i
vücududur”7 denirken bu anlamın kastedilmesi kuvvetle muhtemeldir.
Diğer taraftan insanın yaşamasına elverişli bir ortamı hazırlamakla,
ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşılamakla, dünyada ve ahirette mutlu olmasını
sağlamak için peygamberler ve kutsal kitaplar göndermekle, en son Hz. Muhammed’i
(s.a.v.) ve Kur’an’ı göndermekle bize sonsuz sevgi ve şefkatini gösteriyor.

Bütün canlılara rızıklarını Allah’ın verdiğini bildiren ayetler
(Hud, 11/6; Nahl: 16/71) onun sevgisini ihsan ederek tezahür ettirdiğini
göstermektedir. Ayrıca “Biz insanı ahsen-i takvim suretinde yarattık” (Tin,
95/4) ayeti ve “Ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi” (Beled, 90/8)
ayeti, insanın mükemmel bir şekilde yaratılmasıyla, ona nimetlerden istifade
edebilecek cihazlar verilmesiyle onda ilahi sevginin yansıdığını ifade
etmektedir. Peygamberimize hitaben “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak
gönderdik” (Enbiya, 21/107) ayeti de insanların manevi ihtiyaçlarını karşılamak
için gönderilen Hz. Muhammed’in O’nun şefkat ve sevgisinin bir göstergesi
olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca Kur’an’ın kendisinin de alemlere bir şifa ve
rahmet olarak (İsra, 17/82) gönderilmesi de yine Cenab-ı Hakk’ın insanların da
içinde bulunduğu bütün alemlere sonsuz sevgi ve şefkatinin yansımasıdır. Onun
sonsuz bir sevgiye sahip olduğunun en önemli delillerinden birisi de
insanlardaki bulunan sevgi, merhamet ve şefkat duygusudur. Kendisini Kur’an’da
Vedud olarak isimlendiren Cenab-ı Hak, (Hud, 11/90; Buruc, 85/14) insanların
içerisine sevgi ve şefkati koyduğunu da beyan etmektedir. (Rum, 230/21) Bizde bu
duygular olduğuna göre, kendisine bunların kusursuz ve mükemmel tarzları
bulunmayan bir zat, insanda sevgi ve şefkati yaratamaz. Zaten Kur’an’da Cenab-ı
Hakk’ın yüze yakın ayette fiil sigasıyla kendisini seven olarak nitelendirmesi,
Rahmet sahibi olduğunu bildirmesi ve seven-sevilen anlamına gelen Vedud ismiyle
kendisini nitelendirmesi, kendi zatında kusursuz ve sonsuz bir sevginin olduğunu
göstermektedir.

2. İnsanın Allah’ı Sevmesi

Cenab-ı Hak sonsuz sevgi ve şefkatini tezahür ettirdiğine göre,
insanın da bunun anlamını çözmesi gerekiyor. Niçin bizi seviyor, niçin sevgi ve
şefkati en güzel şekilde tezahür ettiriyor? Bu sorunun cevabı şu şekilde
verilebilir: O bize kendisini tanıttırmak ve sevdirmek istiyor. Cemal, ihsan ve
kemal gibi sevginin sebepleri en mükemmel şekilde Allah’ta var. İnsanlarda bu
özellikler olsa da noksandır. O halde O noksansız mükemmel sıfatlara sahip
olduğundan, sonsuz ihsan ve ikramlarda bulunmasından ve yarattığı her şeyi güzel
yaratmakla gösterdiği sonsuz bir Cemale sahip olmasından O, sevilmeye en çok
layık olandır. Dünyada güzellik sahibi olan varlıkları, kemalatı bulunanları ve
ihsanda bulunanları seven bir insan, kendisinde bunların en mükemmelleri bulunan
Allah’ı da hepsinden daha fazla sevmesi gerekmektedir. Bu yüzden Kur’an’da
müminlerin Allah’ı sevmesinin çok fazla olduğu beyan edilmektedir. (Bakara,
2/165) Bazı ayetlerde ve hadislerde mü’minlerin Allah sevgisinin her şeyin
üzerinde olması gerektiği bildirilmektedir. Nitekim, “De ki: Eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar,
kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan,
Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini
getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”
(Tevbe, 9/24) ayeti bu manaya işaret etmektedir. Bediüzzaman Said Nursi’nin
ifade ettiği gibi, “Zaten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, O’nun
zatına karşı muhabbet-i zatiyedir ki, sen sû-i istimal edip kendi zatına sarf
ediyorsun. Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster. Ve kainata dağınık
bütün muhabbetlerin, onun esma ve sıfatına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen
sû-i istimal etmişsin. Cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir
muhabbet-i gayr-i meşruanın cezası, merhametsiz musibettir.”8

Allah’ı sevmek ise O’na ibadet etmeyi gerektirir. Ona olan
sevgimiz fiil ve davranışlarımıza yansımazsa soyut bir sevgi olur ve hiçbir
anlam taşımaz. Bunun için de fiil ve davranışlarımızı Allah’ın Resulü ve habibi
olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’e benzetmek için gayret göstermeliyiz. Bu yüzden
Cenab-ı Hak, “Habibim de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olun ki, Allah
da sizi sevsin” buyurmaktadır. (Al-i İmran, 3/31) Yani, Allah sevgisinin
Peygamberimize (s.a.v.) uymayı netice vermesi gerektiğini ifade etmektedir. O
halde Allah’ı sevmemizin fiili yansıması Peygamberimize tabi olmaktır. Ki ona
tabi olmak, Allah’a itaat etmek anlamına gelmektedir.

Önemli olan Nursi’nin ifade ettiği gibi sevgiyi sû-i istimal
etmemektir. Bu demek değildir ki, Allah’tan başka hiçbir varlığı sevmeyeceğiz.
Elbette seveceğiz. Ancak onları tıpkı Cahiliye Araplarının yaptığı gibi Allah’ı
sever gibi sevmeyeceğiz, Allah’tan fazla sevmeyeceğiz. Eğer öyle yaparsak, bu
meşru olmayan Allah’ın izin vermediği bir sevgi olur. Bunun cezası da
merhametsiz bir musibete maruz kalmaktır.

Yine Nursi’nin ifadesiyle, “Madem öyledir, ey nefis, aklın varsa
bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belalardan kurtul. Þu
nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur; ne
vakit hakiki sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı O’nun namıyla ve O’nun aynası
olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet doğrudan doğruya
kainata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elim
bir nikmet olur.”9

O halde Allah’a imanı tam ve tahkiki olan bir insan, O’nu isim
ve sıfatlarıyla tanır. İbadetini yaparak sevgisini gösterir ve Hz. Muhammed’e
uyar. Onu tanıyıp sevmeden kainattaki varlıkları, insanları, eşyayı, malı,
mülkü, mevkiyi seven kimse büyük sıkıntılara, musibetlere, elemlere düşer. Onu
tanıdıktan ve sevdikten sonra diğer varlıkları seven bir insan ise dünyanın en
mutlu bir insanı olur. Burada ölçü, varlıkları “Onun namıyla ve Onun aynası
olduğu cihetle sevmek”tir. Zaten insan yaratılışı gereği dünyada yaşayabilmesi
ve mutlu olabilmesi için canlı cansız varlıklara karşı bir sevgi ilişkisi içinde
olmalıdır. Kur’an insanın bütün nesnelere karşı bir sevgi duygusuyla
donatıldığını beyan etmektedir. Bu konudaki ayette, “Kadınlardan oğullardan,
yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan
ve ekinlerden gelen zevklere sevgi ve bağlılık, insanlar için bezenip süslendi.
Bunlar dünya hayatının metaıdır. Nihayet varılacak güzel yer, Allah’ın
huzurudur” (Al-i İmran, 3/14) buyrularak insanın fıtratında nelere karşı sevgi
olduğu açık bir şekilde beyan edilmiştir. İşte bu ve benzeri ayetlerde sayılan
nesnelere karşı insanın bir sevgisinin, bir alakasının olması kadar normal olan
bir şey yoktur. Çünkü insan bu dünyada yaşamakta ve hayatını idame ettirmesi
için sayılan şeylere ihtiyaç duymaktadır.

3. Allah İçin Sevmenin Alametleri

Sevgi objeleriyle insanın sevgi ilişkisi “Allah için sevmek”
şeklinde özetlenen bir bakış açısıyla olmalıdır. O zaman insan bu nesnelere
Allah’tan fazla değer vermez. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Allah için sevmek
konusunda şöyle buyurmuştur: Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Amellerin en faziletlisi
Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Davud, Sünnet 3, (4599).)

Allah için sevmek, aslında “Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek”
demektir. Sevdiğimiz her objeye, nesneye bu gözlü baktığımız zaman, her şey
Allah’ı daha çok sevmemize ve ona hakkıyla kulluk yapmamıza sebep olur. Önce
insanın insanla ilişkisinde önemli bir yere sahip olan eşler arasındaki sevgiye
bu açıdan bakalım. Allah insanları bir erkek ve dişiden yaratmış ve aralarına
ünsiyet etmeleri için “meveddet ve rahmet”i koymuştur. Meveddet sevgiyi, rahmet
de şefkati ifade etmektedir. Buna göre bu sevgi fıtridir. Ancak bu fitri sevgiyi
meşru nikah çerçevesi içinde göstermek, insan olma özelliğine en uygun
davranıştır. Bu yüzden Cenab-ı Hak evlenmeye teşvik ediyor. Nahl, 16/72; Rum,
30/21; Nisa, 4/24.)

Peygamberimiz (s.a.v.) de evlenmeyi özendiriyor. (Acluni,
Keşfu’l-Hafa, I, 318) Evlilik hayatının mutlu bir yuvaya dönüşmesinde, çocukları
iyi yetiştirmede ve en iyi zemin olmasında kadın-erkek arasındaki ilişkinin
sağlam, daimi sevgiye ve şefkate dayalı olmasının büyük rolü vardır. Kadın ile
erkek birbirlerini Allah’ın birer emaneti ve ebedi bir arkadaş olarak görürse,
sevgilerini geçici güzellikler ve menfaatler üzerine kurmazlarsa, o aile hayatı
Cennetten bir köşe olur. Bir kişinin eşini Allah için sevmesi, Said Nursi’nin
ifadesiyle, hayat arkadaşını ilahi rahmetin ünsiyet edilir, latif bir hediyesi
olarak sevmesiyle mümkündür. Bu da eşini, çabuk bozulan fizikî güzelliğine
sevgisini bağlamamasıyla gerçekleşir. Çünkü kadının en cazibedâr güzelliği,
kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki güzel ahlakadır.10
Güzel huyun bedeli olmaz. Güzel ahlaka denk olacak başka bir şey yoktur. Güzel
ahlak artıkça insanın güzel ahlak sahibine sevgisi de artar. Eşler birbirlerini
bu şekilde Allah için severse bu evlilik de devam eder. Sevgi ömür boyu sürer.
Ama işin içine başka şeyler girerse, evliliklerin ömrü uzun olmaz. Ayrıca
Kur’an’ın bildirdiğine göre, insanlar ahirette, Cennette salih iseler eşleriyle
birlikte olacaklar ve ebedi olarak orada birlikte yaşayacaklar. (Zuhruf, 43/70)
İşte böyle bir ahiret inancı dünyadaki ömür boyu sevgi ve mutluluğun kaynağını
oluşturur.

İnsanın en çok sevmesi ve saygı göstermesi, şefkat etmesi
gereken kişilerin başında anne ve babası gelir. Onlara gerçek sevgi ancak Allah
için olduğunda mümkündür. Allah için sevgi olmazsa, basit bir menfaat için kişi
babasını, annesini öldürebilir. Bunun bir çok örnekleri görülmektedir. Anne ve
babalarımızı Allah için sevdiğimizin ölçüsü, onlar yaşlandıklarında, artık bize
hiçbir faydalarının kalmadığı, hatta bize zahmet ve meşakkatleri arttığı zaman,
onları daha fazla sevmemiz ve şefkat etmemizdir.11 Kur’an, insanları
anne babalarına karşı şefkatli olmaya davet ediyor. Konuyla ilgili ayette,
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı
kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında
yaşlanırsa, kendilerine ‘off’ bile deme, onları azarlama. İkisine de güzel söz
söyle. Onları esirgeyerek üzerlerine kanat ger ve, ‘Rabbim, küçüklüğümde onlar
beni nasıl yetiştirmişlerse, sen de onlara merhamet et’ diye dua et. ”(İsra,
17/23-24) Ayet gösteriyor ki, ana-baba sevgisinin Allah için olduğunun en büyük
alameti, onların yaşamalarını ciddi arzulamak, onların dünya ve ahiret
mutlulukları için dua etmek, onlara iyilik yapmaktır.

İnsanın lezzetli yiyeceklere karşı da bir alakası ve sevgisi
vardır. Bunlara karşı sevgisinin Allah için olmasının alameti, onları Allah’ın
nimeti olarak kabul etmek, meşru dairede kazanmak, kanaat etmek, nimetleri
Allah’ın verdiğini düşünmek ve onları verene O’nun istediği gibi teşekkür
etmektir.12 Yoksa, haram yoldan kazanmak, kanaat etmemek, nimetleri
sebeplerden bilmek ve Allah’a bu nimetleri ihsan ettiğinden dolayı teşekkür
etmemek Allah için değil, nefsimiz için sevmektir.

Diğer taraftan bizim içimizde çocuklarımıza karşı da bir sevgi
ve şefkat de vardır. Bu sevginin de Allah için olması, evlatperest olmamamıza
bağlıdır.

Çocuklarımızı Allah için sevmenin alameti, vefat ettiklerinde
sabır ile şükretmek, ümitsizcesine feryat etmemektir ve onların ebedi
hayatlarının kurtulması için çalışmaktır.13 Nursi bu konuda şöyle
der:

“O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye
girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakarlığı nazara alır, onu öyle
terbiye eder: “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden
alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesinin tehlikeye
girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine
düşmesini nazara almıyor. Fıtri şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu,
ahirette şefaatçi olmak lazım gelirken davacı ediyor. O çocuk, “Niçin benim
imanımı takviye etmeden bu helaketime sebebiyet verdin” diye şekva edecek.
Dünyada da terbiye-i İslamiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin
hakkına karşı layıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.”14

Enbiya ve evliyayı Allah için sevmenin ölçüsü de, onları
Allah’ın makbul kulları olduğu için sever.15

Hayatı, ebedi hayatı kazanmak için bize verilmiş bir define
hazinesi ve sermaye olarak sevmek, Allah yolunda sarf etmek Allah için
sevmektir. Gençliği, güzelliği, Cenab-ı Hakk’ın latif, güzel bir nimeti olarak
sevmek, onu güzel, hayırlı, iffetli bir şekilde kullanmak, meşru ve Allah için
bir sevgidir. Bahara, Cenab-ı Hakk’ın nurani isimlerinin aynası olarak bakıp
sevmek, dünyayı ahiretin tarlası ve ilahi isimlerin bir aynası, Cenab-ı Hakk’ın
mektupları ve geçici bir misafirhanesi olarak sevmek yine Allah için sevmektir.16

Bütün bunlar bize gösteriyor ki, sevdiğimiz şeyleri mana-ı
harfiyle sevmeliyiz, mana-i ismiyle sevmemeliyiz. Çünkü birincisi varlıkları
Allah hesabına sevmeyi, ikincisi varlıkları kendi nefisleri hesabına sevmeyi
ifade ediyor. Ölçü Allah sevgisi olunca, insanın fertlerle, toplumla, çevreyle
ilişkisinde hep sevgi, saygı ve hoşgörü vardır. Başkalarını ve başka şeyleri
incitmeme vardır. 22. Mektup’ta dikkat çekildiği gibi, böyle bir anlayışa sahip
olan bir kişi, kalbinde hakiki olarak sevgiyi barındırdığından dolayı mü’min
kardeşine kin beslemez. Düşmanlık etmez. Diğer insanlara da barış ortamlarında
hep sevgi ile yaklaşır. Müslüman’ın sevdiği bir kardeşinde gördüğü bir hatadan
dolayı ona düşmanlık etmesi mümkün değildir. Nitekim Kur’an bu yüzden iyilikle
kötülüğün bir olmadığını, kötülüğü en güzel şekilde savmak gerektiğini, bu
durumda düşman olan kişilerin bile samimi bir dost olabileceğini bildirmektedir.
(Fussilet, 41/ 34) Bu sevgi dolu mü’min, diğerlerinin hatalarını lütufla
düzeltmeye çalışır. Bu durumda toplum sevgi dolu bir toplum olur.

Sonuç

Cenab-ı Hak insana, bütün kainatı kuşatacak güçte bir sevgi
potansiyeli vermiştir. İnsan bu sevgisini diğer nesnelere yöneltmeden önce
Allah’a yöneltmelidir. Sevginin sebepleri olan ihsan, cemal, kemal gibi
sıfatların noksansız ve kamil olanları Cenab-ı Hak’ta bulunduğu için önce O’nu
sevmelidir. Onu sevmek için de, elbette O’na hakkıyla iman etmek ve O’nu isim ve
sıfatlarıyla tanımak gerekir. Kalbinde Allah sevgisi yerleşen bir insan, diğer
bütün sevgi nesnelerini de Allah için sevebilir. Bu sevgi, fert olarak insanı,
aileyi ve toplumu mutlu edecek bir sevgidir. Böyle bir sevgi ile anne babamıza
gerçek saygı ve şefkati gösteririz, eşimizi ebedi bir hayat arkadaşı olarak
sevebilir, ona bir güzel huri gibi muamele edebiliriz. Böyle bir sevgi ile
çocuklarımıza Allah’ın bir emaneti olarak bakabilir ve onların ebedi hayatlarını
kurtarmak için çaba hayatımızı sarf edebiliriz. Ve yine böyle bir sevgi ile
kazandığımız malları meşru olarak kazanırız, kanaat ederiz ve meşru yollarda
harcarız. Böyle bir sevgi aynı zamanda dünyayı bir oyun ve eğlence yeri olarak
değil, ahiretin tarlası olarak görmemize sebep olur. Allah için olan böyle bir
sevgi, müminlere düşmanlık etmemeyi, bizimle barış içinde yaşayan herkesi ise
din ayırımı yapmaksızın insanlık kardeşliği içinde görmemizi sağlar ve sevmemizi
sağlar. O halde Kur’an’ın bize anlattığı sevgi odaklı insan modelinde; Allah’a
iman, Allah’ı tanımak ve Allah’ı sevmek merkezdedir. Bugün insanlığın ihtiyaç
duyduğu sevgi böyle bir sevgidir. Her şeyi yaratan Cenab-ı Hak’ın sevgisinin
merkezde olmadığı toplumlarda fertlerin, ailelerin ve topyekün toplumun çöküntü
içinde olduğu bir gerçektir. Bunca sarsıntılara rağmen Müslüman toplumlarda
boşanma oranlarının Batıya göre çok düşük olmasının altında yatan sebeplerden
birisi de bu olsa gerektir. Bizim Allah’a olan sevgimiz azaldıkça, ailemize,
çocuklarımıza ve topluma olan sevgimiz de azalacaktır. Bu yüzden sahip olduğumuz
bu değerlerden vazgeçmek değil, bu değerleri korumak ve bunu diğer insanların
mutluluğu adına yaymak gerekir.

Öz

Günümüz dünyası bir taraftan baş döndürücü teknolojik ve
bilimsel gelişmeler sergilerken, diğer taraftan insanî değerlerde ve ahlakta
korkunç bir geriye gidiş ve kaos yaşamaktadır. Bunun sebepleri arasında;
insanlığın dinin yerine bilimi kutsaması, materyalist düşünce ve akımların
etkisinde kalması, yüreğinden Allah inancını ve ona bağlı olarak Allah sevgisini
söküp atması gibi hususlar sayılabilir. Sonsuz merhamet sahibi olan Allah’a iman
ve sevgisi kalmayan bir kimsenin Allah’ın yarattığı en şerefli varlık olan
insanı sevmesi, ona şefkat etmesi, ona merhamet etmesi, çevresine karşı duyarlı
olması mümkün değildir. Bu çalışmada, insanların büyük ekseriyetinin içinde
bulunduğu bu sevgisizlik bunalımına Kur’an perspektifinden çözümler
önerilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Sevgi, insan, Kur’an, Allah sevgisi, iman

Abstract

On the one hand, the contemporary world survives many
vertiginious technological and scientific developments; on the other hand, in
the human values and ethics, the world survives an awful chaos and u-turn. Among
the reasons, we can mention the human consecration of science instead of
religion, their appeal on materialistic thoughts and movements, and their
eradication of their faith, and related to this also God’s love, from their
hearts. It is not possible that a man without the love and faith on God who
possesses the ultimate mercy can feel love to the most honourable being, i.e.
man, created by God. He can also not feel compassion and mercy to the humanity,
will also be indifferent towards his milieu. This study suggests some solutions
to this lovelessness crisis experienced by the great majority of humanity from
the perspective of the Qur’an.

Keywords: Love, human being, Qur’an, God love, faith

Dipnotlar:

1- Said Nursi İşaratu’l-İ’caz tefsirinde insana verilen
akıl, şehvet ve gazab kuvvelerinin orta mertebeleri olan hikmet, iffet ve
şecaatın adaleti ifade ettiğini ve sırat-ı müstakim olduğunu bildirmektedir.
Buradaki adalet, muvazene; yani denge anlamındadır. Bu muvazeneyi kaybetmek
ifrat ve tefrite sapmak demektir ve insanın kendisine ve başkalarına karşı zulmü
de bu dengesizlikten kaynaklanmaktadır. Bu kuvvelerin ayrıntılı izahları için
bkz: Nursi, Said, İşârâtu’l-İ’caz fî Mezânni’îcaz, Mihrab Werags GmbH, Germany,
s. 22-24.

2- From, Erich, Sevginin ve Þiddetin Kaynağı, çev: Yurdanur
Salman/Nalan içten, Payel Yayınları. İst. 1994, s. 48-54. Ayrıca bkz. Yargıcı,
Atilla, Kur’an’ın Önerdiği İdeal İnsan Modelinin Oluşmasında Sevginin Rolü,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2002, s. 6

3- Yargıcı, Atilla, Kur’an’ın Önerdiği İdeal İnsan Modelinin
Oluşmasında Sevginin Rolü, Yayınlanmamış doktora Tezi, Ankara, 2002, s. 34-40

4- Zevzânî, Ebu Abdullah b. El Huseyn, Þerhu
Muallakü’s-Seb’, Daru’s-Sadr, Beyrut, tarihsiz, s. 60-61

5- Emin, Ahmed, Fecrü’l-İslam, Matbaatü’l-İtimad, Mısır,
1928. s. 4

6- Yargıcı Atilla, Kur’an’ın Önerdiği İdeal İnsan Modelinin
Oluşmasında Sevginin Rolü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2002, s. 42

7- Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,2001, s.322

8- Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001,
s. 323.

9- Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s.
322-323.

10- Nursi, Said, Sözler, Sözler Yayınevi, İst. 1980, s.
597-598.

11- Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2001, s. 597

12- Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2001, s. 597

13- Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2001, s. 597

14- Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, 2001,s. 259-260

15- Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2001, s. 598

16- Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2001, s. 598