The Trace of Love in History

Sevgiyi kavrayabilmek için, bu sözcüğün dil bilimsel olarak ne
anlama geldiğini bilmemiz gerekir. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre sevgi,
“İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye
yönelten duygu.” olarak tanımlanır. O halde sevgi kavramının varlığını, evrenin
var oluş süreci ile başlatabiliriz. Evrenin var oluş sürecinden bugüne kadar
insanoğlunun göstermiş olduğu evrensel gelişim, sevgi kavramının anlam ve
ifadelerinin sürekli değişmesine neden olmuştur.

Paracelsus bunu şöyle tanımlamıştır:

“Hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi sevemez.

Hiçbir şey yapamayan, hiçbir şey anlamaz.

Hiçbir şey anlamayan, değersizdir.

Oysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır, görür…

Bir şeyin aslında, ne kadar bilgi varsa daha fazla sevgi vardır.

Tüm yemişlerin böğürtlenlerle aynı zamanda olgunlaştığını
düşleyen kişi, üzümlere ilişkin bir şey bilmiyor demektir.”

Paracelsus, sevgiyi anlamlaştırabilmek için bilgili, yaratıcı ve
üretici olmanın sevgi iletişimini hızlandırdığını söylüyor. Bu sevgi ateşi
insanoğlunun gelişim süreci içinde kendini yenilemeye, çağın koşullarına uymaya
ve mutlu bir yaşam sürmeye yönlendirmiştir. Ve bu yaşamı boyunca her zaman
kendisine rehber olmuştur.

Bu düşünce kavramı; yani bilginin, yaratıcı ve üretici olmanın
yanında sanatsal etkinin varlığı, üretim sevgisinin sanatla harmanlaştığını
göstermektedir.

O halde kendimize şu soruyu sorabiliriz. Sevmek bir sanat mıdır?
Sevgi eğer bir sanatsa, insanı bir şeye ve kimseye karşı yakın ilgi ve
bağımlılık göstermek için teyzin ettiği bir duygu olarak düşünebiliriz. Bu
duyguyu bazen sözlerimizle bazen de beden dilimizle, bazen de ruhsal
dürtülerimizle gösterebiliriz. Bu iletişim kaynakları bizlerin sevgiye ulaşma
konusundaki güzergahlarımızı göstermektedir. Bu güzergahta sevgimizi
tanımlayabilmek bizlerin insani değerlerimizin temel var oluş değerleri
arasındadır.

Tanrı Sevgisi

Sevme gereksinmemizin altında ayrı olma duygusunun yattığını ve
ayrılma kaygısını yenmenin birleşmeyle son bulduğunu söyleyebiliriz. Sevginin
dinsel biçimi olan, Tanrı sevgisi de ruhbilimi açısından bir başka anlam
taşımaz. O da ayrı olmanın üstesinden gelme ve birliğe ulaşma gereksiniminden
doğar. Aslında insan sevgisi gibi Tanrı sevgisinin de birçok farklı niteliği ve
yönü vardır ve büyük ölçüde benzer çeşitliliği bu sevgide de görürüz.

İster tek Tanrılı olsun, ister çok Tanrılı, Tanrılı dinlerin
tümünde Tanrı en yüce değerin, en çok aranan iyiliğin simgesidir. Bu yüzden
Tanrı kavramı, insanın istediği en iyi şeye göre özgün anlamlar yüklenir. Şu
halde, Tanrı kavramını anlamak için çözümlemeye, Tanrıya tapan kişinin karakter
yapısının çözümlemesinden başlamalıyız.

Bilebildiğimiz kadarıyla insanoğlunun gelişmesi, insanın
doğadan, anneden, kanın ve toprağın zincirlerinden kopmasıyla belirlenir.
İnsanlık tarihinin başlarında, insanoğlu, doğayla olan ilk birliğinden
fırlatılıp atılmış olsa bile hâlâ bu ilkel bağlara sıkıca tutunmaktadır. Bu
ilkel bağlara geri dönerek, onlara sarılarak kendini güvenli hisseder. Hâlâ
hayvanlar ve bitkiler dünyasıyla bir olduğunu duyar, doğanın içinde kalarak
onunla bütünleşmeyi dener. Birçok ilkel din, evrimin bu evresini doğrulayan
tanıktır. Hayvanlar totem haline dönüştürülmüştür. En ciddi dinsel törenlerde ya
da savaşlarda, hayvan maskeleri takılır, Tanrı diye hayvanlara tapılır. İnsanın
becerisini sanatçı ve zanaatçı olarak geliştirdiği, artık sadece doğanın kendine
bağışladıklarıyla – topladıkları meyve ve öldürebildikleri hayvan –
yetinmedikleri sonraki gelişme evrelerinde, insan; kendi eliyle yaptığı
ürünlerini Tanrıya dönüştürmüştür. Bu kalay, gümüş ve altından yapılan putlara
tapınma evresidir. İnsan kendi gücünü ve hünerini, yaptığı şeylere yansıtır. Ve
böylece, yabancılaştığı kendi gücüne, kendi malına tapınır. Daha sonraki
evrelerde insanoğlu Tanrılarına insan biçimi vermiştir. Öyle görülüyor ki bu,
insanın kendi kendisinin farkına daha yoğun varmasıyla ve insanın dünyada en
yüce ve en değerli “şey” olduğunu keşfetmesiyle ortaya çıkmıştır. İnsan biçimli
Tanrılara tapınma evresinde iki boyutlu evrim gözlemekteyiz. Bunlardan biri
Tanrıların dişi ya da erkek yapılarının ayrışması, diğeri ise Tanrıların ve
onlara duyulan sevginin yapısını belirleyen insanın ulaştığı olgunluk
derecesidir.

Önce, anne merkezli dinlerden baba merkezli dinlere doğru olan
gelişmeyi ele alalım. Birçok akademik çevre tarafından yadsınmasına rağmen
Bacholen ve Morgan’ın 19. yy ortalarında gerçekleştirdikleri büyük ve kesin
bulgular, en az birkaç uygarlıkta, babaerkil din evresinden önce anaerkil din
evresinin yer aldığına dair en ufak bir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Anaerkil
evrede, en yüce varlık annedir. Anne Tanrıçadır. Toplumda ve ailede hükmedendir.
Anaerkil dininin özünü kavramak için, anne sevgisine ilişkin söylediklerimizi
anımsamak yeterlidir. Anne sevgisi koşulsuzdur, koruyucudur, sıcak bir
sığınaktır. Koşulsuz olduğu için denetlenemez. Onun varlığı sevilen kişiye neşe
verir, yokluğa gitme duygusu ise derin bir mutsuzluk yaratır. Anne çocuklarını,
“iyi” oldukları, itaat ettikleri için değil, salt kendi çocukları oldukları için
sevdiği sürece, anne sevgisi eşitlik temeline oturur. Tüm insanlar eşittir,
çünkü onlar toprak ananın çocuklarıdır.

İnsan evrimindeki gerçek bilgiye sahip olduğumuz ve güvenilir
çıkarsamalarla yeniden oluşturmaya gerek duymadığımız daha sonraki evre
babaerkil evredir. Bu evrede anne en yüce yerinden alaşağı edilmiş, baba din ve
toplumda Yüce Varlık haline gelmiştir. Baba sevgisi, doğası gereği, isteklerde
bulunur, kurallar ve yasalar koyar ve çocuklarına karşı sevgisi bu kural ve
yasalara olan itaatlerine göre biçimlenir. O, kendine en çok benzeyen, en çok
itaat eden ve ondan boşalacak yeri, mirasçısı ve ardılı olarak en iyi dolduracak
olan oğlunu sever. (Babaerkil toplumun evrimi, özel mülkiyetin evrimiyle atbaşı
gider.) Sonuç olarak, babaerkil toplum hiyerarşiktir, kardeşler arasındaki
eşitlik, rekabet ve karşılıklı çatışmalara yol açar. İster Hint, Mısır ya da
Yunan uygarlıklarını düşünelim, ister Musevi, Hıristiyan ve İslam dinlerini,
kendimizi babaerkil dünyanın tam ortasında buluveririz. Burada tüm Tanrılar
erkektir. Ya tüm Tanrıları üstlerindeki tek bir Tanrı yönetir ya da diğer
Tanrıların tümü Bir’inin, Tanrının dışında saf dışı olmuşlardır. Bununla
birlikte insanın yüreğinden anne sevgisine olan istek yok edilemez, bu nedenle
tapınaklardaki seven anne motiflerinin tümüyle atılmamış olması bizi
şaşırtmamalıdır. Musevi dininde, Tanrının annelik özü gizemciliğin çeşitli
türlerinde yeniden canlandırılmıştır. Katoliklerde anne, kilise ve Meryem
tarafından simgelenmektedir. Protestanlarda bile anne sevgisi gizlenmiş ama
tümüyle atılmamıştır. Luther’in koyduğu ana ilke kul yapısı hiçbir şeyin, Tanrı
sevgisinin yerini alamayacağıdır. Tanrı sevgisi bir lütuftur. Dinsel tutum ve
lütfa iman etmek ve kendini onun karşısında küçük ve çaresiz kılmaktır. Tanrı’yı
hiçbir güzellik etkileyemez, Katolik öğretinin öne sürdüğü Tanrının bizi
sevmesini sağlayamaz. Burada Katolikliğin sevap öğretisinin ataerkilliğin bir
parçası olduğunu görebiliriz. Babanın sevgisini ona itaat ederek, isteklerini
yerine getirerek kazanabilirim. Diğer yandan Luther öğretisi açık bir ataerkil
yapı göstermesine karşı, içinde ustaca gizlenmiş anaerkil öğeler de vardır. Anne
sevgisi elde edilemez. O ya vardır, ya da yoktur. Benim tüm yapacağım şey ona
inanmam ve kendimi çaresiz güçsüz bir çocuk biçimine dönüştürmemdir. Ne var ki
Luther’in inancındaki özellik, anne figürünün tablodan tümüyle çıkarılıp yerine
babanın geçirilmesidir. Anne tarafından sevildiğine emin olmanın yerine,
şiddetli kuşku, babadan umutsuzca koşulsuz sevgi bekleme belirgin özellikler
haline gelmiştir.

Dinlerdeki ataerkil ve anaerkil unsurlar arasındaki farkları
irdelememin nedeni, Tanrı sevgisi yapısının önemli oranda dinin anaerkil ya da
ataerkil oluşuna göre değiştiğini göstermek içindir. Ataerkil öz, Tanrıyı baba
gibi sevmemi sağlar. Onun adaletli ve titiz olduğuna, cezalandırıp
bağışlayacağına ama sonuçta beni en iyi çocuğu olarak seçeceğine inanırım. Tıpkı
Tanrımın Abraham – İsrail’i İshak’ın Yakub’u, Tanrının en çok sevdiği ulusu
seçmesi gibi. Anaerkil dinin özünde ise Tanrıyı kanatları altına sığındığım anne
gibi severim. Onun sevgisine inanırım. Yoksul ve güçsüz de olsam, günah da
işlesem beni sevecektir. Beni diğer çocuklarından ayırmayacaktır. Bana ne olursa
olsun beni kurtaracak, beni koruyacak ve beni bağışlayacaktır. Benim Tanrıya,
Tanrının bana olan sevgisinin ayrılmazlığını söylemek gereksizdir. Eğer Tanrı
bir baba ise, beni bir evlat gibi sever ve ben de onu bir baba gibi severim.
Eğer Tanrı ise her ikimizin de sevgisi bu gerçek tarafından biçimlendirilir.

Tanrı sevgisinin, anasal ve babasal özleri arasındaki fark, bu
sevginin yapısını belirleyen etmenlerden sadece bir tanesidir. Diğer etmen,
kişinin Tanrı sevgisi ve Tanrı kavramına ilişkin ulaştığı olgunluk düzeyidir.
İnsanoğlu dinde olduğu gibi, anne merkezli yapıdan baba merkezli yapıya
toplumsal olarak da geçip geliştiği için; olgunlaşan sevginin gelişmesini,
ataerkil dinin evrimini inceleyerek kavrayabiliriz. Bu evrimin başında, zorba,
kıskanç, yarattığı insanlara kendi malıymış gibi bakan ve onlara ne dilerse onu
yapmaya kendinde hak bulan bir Tanrı görmekteyiz. Dinin bu evresi, Tanrının,
insanı, bilgi ağacının meyvesini yiyerek tanrılaşabileceği için Cennetten
kovduğu evredir. Bu evre, Tanrının en beğendiği evladı Nuh’un dışında
evlatlarının hiç birinden memnun olmadığı için insanoğlunu tufanla yok etmeye
karar verdiği dönemdir. Bu dönem Tanrının İbrahim’den, kendisine olan sevgisini
katıksız bir itaatle kanıtlaması için biricik oğlunu öldürmesini istediği
dönemdir. Fakat bu arada yeni bir evre de başlamaktadır. Tanrı Nuh’la bir
sözleşme yaparak bir daha insanoğlunu hiç yok etmeyeceğine söz verir. Ve bu
sözleşmeyle kendini bağlar. Tanrı sadece verdiği bu sözle değil, kendi adalet
kuralıyla da bağlanmaktadır. Ve İbrahim’in eğer, Sodom’da on namuslu adam varsa
Sodom’u bağışlaması isteğini, bu ilkeye dayanarak kabul eder. Fakat gelişme,
Tanrıyı zorba bir kabile reisliğinden çıkarıp, kendi koyduğu ilkelerle eli kolu
bağlı bir babaya dönüştürmüştür. Zamanla bu gelişme daha ileri boyutlara da
ulaşarak onu adaletin, doğruluğun ve sevginin simgesi haline getirmiştir. Tanrı
doğruluktur, adalettir. Bu gelişmeyle Tanrının kişi, insan, baba olma durumu
sona erer. O artık birçok olağanüstü doğal olayın ardındaki birlik ilkesinin,
insanın içindeki tohumdan doğup büyüyecek kutsal çiçeğin, simgesidir. Tanrının
bir ismi olamaz. İsim her zaman bir nesneyi, bir kişiyi. Yani sonlu bir şeyi
ifade eder. Bir insan ya da nesne olmadığına göre Tanrının bir adı nasıl
olabilir?

Bu değişimin en çarpıcı görünümü Tanrının Musa ile olan
konuşmasını aktaran İncil’de gözlenebilir. Musa Tanrıya, İbranilerin kendini
Tanrının gönderdiğine, onlara Tanrının adını söylemedikçe inanmayacaklarını
söylediği zaman – puta tapanlar adsız bir Tanrıyı nasıl kavrayabilirler, kaldı
ki putun en büyük özelliği bir adının olmasıdır. – Tanrı ona şu açıklamada
bulunur. Musa’ya adının “oluşmakta-olan-ben” olduğunu söyler. “Adım oluşmakta
olan ben’dir.” “Oluşmakta olan ben”, Tanrının bir insan bir “varlık” olmayıp
sonsuz olduğunu anlatmaktadır. Bu cümlenin en doğru çevirisi şöyle olabilir,
onlara “benim adımın sonsuzluk olduğunu” söyle. Tanrının resmini yapmaya, onun
adını saygısızca ağza almaya, sonuçta tümüyle adını ağza almaya konan yasaklar
aynı amaca, insanı, Tanrıyı bir baba gibi, bir insan gibi görmekten kurtarmaya
yöneliktir. Bunu izleyen dinsel gelişmede bu düşünce daha ileri boyutlara
götürülerek insanın Tanrıya hiçbir olumlu nitelik yakıştırmama ilkesine
ulaştırılmıştır. Tanrının akıllı, güçlü, iyi olduğunu söylemek onun insan
olduğunu söylemekle eş anlamlıdır. Yapabileceğim en son şey, Tanrının, olumsuz
özelliklerini sayarak ne olmadığını, sınırlı, şefkatsiz ve adaletsiz olmadığını
düşünebilmemdir. Tanrının ne olmadığına ilişkin ne kadar çok şey bilirsem, Tanrı
hakkında o denli çok şey öğrenebilirim.

Tek Tanrılı din düşüncesinin olgunlaşmasını izlemek bizi bir tek
sonuca götürür: Tanrının adını ağza almama, Tanrı hakkında hiçbir şey söylememe.
Böylece Tanrı, tek Tanrılı dindeki gizli gücüne ulaşır, O adsız Bir’dir. O
evrendeki olağanüstü güçlerin, tüm varoluşun kaynağının altında yatan birliği
gösteren tarifsiz yinelemedir. Tanrı doğruluk, sevgi, adalettir. Ben insan
olduğum sürece Tanrı ben’dir:

İnsan biçimli Tanrıdan, bu soyut tek Tanrı ilkesine doğru
evrimin Tanrı sevgisinin yapısındaki farklılıkları doğurduğu oldukça açıktır.
İbrahim’in Tanrısı bir baba gibi sevilip ondan çekinilir. Bazen bağışlayıcılığı,
bazense öfkesi ağır basar. Tanrı bir baba olduğu zaman ben de onun evladı
olurum. Henüz daha tümüyle Âlim-i mutlak (her şeyi bilen) ve Kadir-i mutlak (her
şeye gücü yeten) olma isteğinin ham hayalinden kurtulamamışımdır. Bir insan
olarak sınırlılığımı, cahilliğimi, çaresizliğimi henüz bilince çıkartacak
nesnelliğe ulaşamamışımdır. Hâlâ çocuk gibi, yardımıma koşacak, beni
denetleyecek, cezalandıracak, itaat ettiğim zaman beni sevecek, dik başlılık
ettiğim zaman kızacak ve onu yücelttiğim zaman hoşlanacak bir babanın
gerekliliğini duymaktayım. Açıkça görülmektedir ki insanların çoğunluğu kendi
kişisel gelişmelerinde bu çocukluk evresini aşamamışlar ve Tanrıya gösterdikleri
inançla birçokları kendilerini koruyan bir babaya inanmışlardır. Çocukça bir
yanılgı. Her ne kadar dinin bu kavramı bir küçük azınlıkça, insanlığın büyük
öğretmenleri tarafından aşılmışsa da gene de bu, dinin en yaygın biçimi olmayı
sürdürmektedir.

Böyle olduğu için Freud tarafından öne sürülen Tanrı
düşüncesinin eleştirisi çok doğrudur. Hata, Freud’un tek Tanrılı dinin diğer
görünümünü, onun gerçek özünü, tümden Tanrı kavramını yadsımaya götüren
mantığını göz ardı edişindedir. Gerçekten dindar bir kişinin tek Tanrı
düşüncesinin özüne uyması, Tanrıya hiçbir şey için yakarmaması, ondan hiçbir şey
istememesi, Tanrıyı bir çocuğun anasını ya da babasını sever gibi sevmemesi,
Tanrı hakkında hiçbir şey bilmediğini bilecek derecede onun sınırsızlığı
karşısında boyun eğmesidir. Tanrı onun için insanlığın gelişmesinin ilk
evrelerindeki gibi, insanın uğruna çalıştığı her şeyin simgesi, kutsal dünyanın
kendisi, sevgi, doğruluk ve adalettir. “Tanrı” tarafından konulmuş olan tüm
ilkelere iman eder, gerçeği düşünür, sevgiyi ve adaleti yaşar ve yaşamını ancak
insanca güçlerini sergileme şansına sahip olursa değerli sayar. İnsanca
güçlerini sergilemesi tek önemli gerçek ve “en son ilgi”nin tek nesnesidir. Ve
sonuç olarak da Tanrıdan söz etmez hatta adını ağzına almaz. Eğer bu sözcüğü
kullanacak olursa, bunu Tanrıyı sevmek, tüm gücüyle sevme yetisine erişmek,
“Tanrının” kişinin içinde bulunduğunu anlatmak istediğinden ötürü yapacaktır.

Bu bakış açısından tek Tanrı düşüncesinin mantıksal sonucu tüm
“Tanrı-bilim”in “Tanrı hakkındaki bilgilerin” yadsınmasıdır. Gene de böylesi
radikal dinci olmayan görüşle, Tanrı tanımaz sistem arasında fark vardır.
Örneğin bunu Budizmin ya da Taoizmin ilk yıllarında görmekteyiz.

Tüm dinsel sistemler, hatta dinci olmayanlar da, gizemciler
bile, insanı aşan kutsal alemin gerçekliğine inanırlar. Böylece insanın manevi
gücü, kurtulma, yeniden doğma yolundaki çabaları anlam kazanır. Tanrı tanımaz
sistemde ne insanın dışında ne de onu aşan kutsal alem vardır. Sevgi, akıl ve
adalet alemi, salt insan kendi evrimiyle birlikte bu güçleri de içinde
geliştirebildiği için bir gerçekliktir. Bu açıdan bakılırsa yaşamın,
insanoğlunun ona verdiği anlamın dışında, bir anlamı yoktur. İnsan başkalarına
yardım etmediği sürece yapayalnızdır.

Tanrı sevgisinden söz ederken, dindar kavramlar içinde
düşünmediğimi açıklığa kavuşturmak isterim. Bana göre Tanrı kavramı salt tarihi
koşullarca yaratılmıştır. Tanrıyla insanlar belli bir tarihsel evrede onun üstün
güçlerine erişmeyi, doğruluk ve birliğe özlemi dile getirmişlerdir. Ayrıca,
inancım odur ki, katı tek Tanrıcı dinlerin sonuçlarıyla, ruhani gerçekle
ilgilenen tüm Tanrı tanımazlığın sonuçları, birbirinden farklı iki görüştür,
fakat birbirleriyle kavga etmeleri gerekmez.

Bu noktada, Tanrı sevgisi sorununun bir başka boyutu beliriyor.
Sorunun karmaşıklığını çözebilmek için bunu da incelememiz gerekli. Doğu ile
(Çin ve Hindistan) Batı’nın dinsel tutumları arasındaki temel farklılıklardan
söz etmek istiyorum. Bu farklılıklar mantık kavramlarıyla açıklık
kazanabilirler. Aristo’dan bu yana Batı dünyası Aristo felsefesinin mantık
ilkelerini izlemiştir. Bu mantık A A’dır diyen özdeşlik yasası, (A hem A, hem de
olmayan olamaz, ne A, ne de A olmayandır.) üçüncü şıkkın olmazlığı yasası temeli
üzerinde oturmaktadır. Aristo görüşünü aşağıdaki cümlede açıkça anlatmaktadır.
“Bir şeyin aynı şeye, aynı hususta, aynı anda hem ait olması hem de olmaması
olanaksızdır. Diyalektik itirazları karşılamak için başka ne özellikler eklersek
ekleyelim durum aynıdır. Bu, şu halde, tüm ilkelerin en kesinidir…”

Aristo mantığının bu aksiyonu düşünce yapısının öylesine
derinlerine işlemiştir ki “doğal” ve kendiliğinden açık olduğu kabullenilir. Ama
diğer yanda X hem A’dır hem A değildir önermesi saçma görülür. (Elbette önerme
X’i veri zamandaki durumunu belirtmektedir, yoksa şimdiki ve sonraki X’i ya da
X’in diğer yanına karşıt olan bir yanını değil.)

Aristo mantığının karşısında paradoksal mantık diyebileceğimiz
bir mantık bulunmaktadır. Buna göre X’in kabul ya da reddedilmiş noktaları olan
A ve A olmayan birbirlerini dışlamazlar. Paradoksal mantık Çin ve Hint
düşüncesinde, Heraklitus’un öğretisinde hakimdir ve diyalektik adı altında Hegel
ve Marks’ın felsefesi haline gelmiştir. Paradoksal mantığın genel ilkeleri
Lao-tse tarafından açık bir şekilde anlatılmıştır: “Kesinlikle doğru olan sözler
paradoksal görünebilir.” Chung-tau ise “Bir olan birdir, bir olmayan gene
birdir” paradoksal mantığın bu formulasyonu olumludur: O’dur ve o değildir. Bir
başka formulasyon ise olumsuzdur:

O, ne budur, ne de şudur. Düşüncenin ilk biçimini Taoistik
düşüncede Heraklitus felsefesinde ve Hegel diyalektiğinde bulmaktayız, ikinci
formulasyona ise Hint felsefesinde rastlarız.

Her ne kadar Aristo mantığı ile paradoksal mantık arasındaki
farkları detayıyla anlatmak bu yazının boyutlarını aşarsa da ilkeyi daha
anlaşılır kılabilmek için birkaç örnek vereceğim. Paradoksal mantık Batı
düşüncesinde ilk felsefi çıkışını Heraklitus’un felsefesiyle yaptı. Heraklitus,
zıtlar arasındaki çelişkinin varoluşun temeli olduğunu varsayıyor, “Kendi içinde
çelişen tüm Bir’in kendinin özdeşi olduğunu anlamıyorlar, tıpkı yayla lir
arasındaki çelişik uyumda olduğu gibi.” diyordu. Ya da daha açık bir biçimde
“aynı nehre giriyoruz ama nehir aynı değil, bu bizi ve bu biz değiliz.” Ya da
“yaşayan ve ölü, uyuyan ve uyanık, genç ve ihtiyar olarak şeylerde bir ve aynı
şey kendini gösterir.”

Lao-tse’nin felsefesinde aynı olgu daha şiirsel biçimde
anlatılmıştır. Taoist paradoksal düşünceye en iyi örnek şu önermedir:
“Hafifliğin kökü yerçekimidir. Hareketsizlik, hareketliliğin ölçüsüdür.” Ya da
“Tao her zaman olduğu gibi hiçbir şey yapmaz ve bu yüzden yapmadığı hiçbir şey
yoktur.” Ya da “benim söylediklerimi anlamak ve uygulamak çok kolaydır, fakat
dünyada onları anlayabilecek ve uygulayacak hiç kimse yoktur.” Taoist düşüncede,
Hint ve Sokrat düşüncesinde olduğu gibi, düşüncenin varacağı en yüksek nokta
hiçbir şey bilmediğimizi bilmektir. “Bilmek ve hâlâ bilmediğimizi (düşünmek) en
yüce (hünerdir). Bilmediğimiz halde (bildiğimizi) sanmak hastalıktır.” En yüce
Tanrıya isim takılamayacağı bu felsefenin sadece bir sonucudur.

Son gerçeği, son Bir’i sözle ya da düşünceyle kavramak
olanaksızdır. Lao-tse’nin koyduğu gibi “ayaklar altında çiğnenebilen bir Tao
sonsuz değişmez olamaz. Ad konulan bir ad, sonsuz ve değişmez bir ad değildir.
Ya da bir başka anlatımla “Ona bakarız ama onu göremeyiz, ona (Görülemeyen)
deriz. Dinleriz ama sesini alamayız, duyulamayan deriz, tutmak isteriz ama
yakalayamayız, ona yakalanamayan deriz. Bu üç niteliğiyle tanımlanması olanaksız
bir şeydir o ve böylece bu üç özelliği bir biriyle karıştırıp Bir Olan’ı elde
ederiz.” “Aynı düşüncenin bir başka anlatımı Tao’yu bilen onun hakkında
konuşmaya özel bir ilgi duymaz, onun hakkında konuşmaya her an hazır olan onu
bilmez.”

Brahmanist felsefe (fenomenlerin) çeşitlilikle birlik arasındaki
ilişkiyle ilgilenir. Fakat Hindistan’daki, Çin’deki paradoksal mantık Dualizmle
karıştırılmamalıdır. Uyum (birlik) kendisini oluşturan çelişik durumu
kapsamaktadır. “Brahmanist düşünce, başlangıcından beri eşzamanlı, uzlaşmaz
çelişkilerin paradoksu çerçevesinde örülmüştür.

İnsanda olduğu gibi evrende de son güç, kavramlar ve duyular
alanını aşar. Bu halde o “ne budur, ne de şu.” Fakat Zimmer’in işaret ettiği
gibi, “Bu, tamamen dualistik olmayan anlatımda; ‘gerçekle gerçek dışı’ arasında
uzlaşmaz çelişki yoktur.” Çokluğun ardında birlik ararlarken Brahman
düşünürleri, bir çift zıddın kavranması şeylerin doğmasını yansıtmaz, aksine
kavrayan aklı yansıtır sonucuna vardılar. Kavrayan akıl eğer doğru gerçeğe
ulaşmak istiyorsa kendini aşmalıdır. Zıdlık, kendi içinde gerçeğin bir unsuru
değil, insan aklının bir ulamı (kategorisi). Rig-Veda da ilke bu biçimiyle
konmuştur: “Ben iki şeyim, yaşam gücü ve yaşam nesnesi, aynı anda iki şey.”
Düşünceler yalnızca çelişkiler içinde kavrayabileceği fikri veda düşüncesinde
çok daha ağır bir inanç doğmuştur. Buna göre – en ince ayrımıyla – “felsefe
cahilliğin en uç sınırından başka bir şey değildir. Gerçekte Maya’nın en ince
aldatmaca oyunlarından biridir.” düşüncesine ulaşılmıştır.

Paradoksal mantığın Tanrı kavramı üzerinde dikkate değer etkisi
vardır. Tanrı son gerçeği temsil ettiğine ve insan aklı gerçeği çelişkileriyle
kavradığına göre, Tanrı hakkında olumlu hiçbir önermede bulunamaz. Veda’ya
inananlara göre Kadir-i mutlak ve alim-i mutlak olan Tanrı, cahilliğin son
biçimi kabul edilir. Burada Tao’daki adsızlığın, Tanrının Musa’ya kendi adını
adsız olarak söylemesinin ve Meister Eckhart’ın “Mutlak Hiçliği”nin aralarında
bir bağlantı vardır. İnsan asla son gerçekliği bilemez, bilebileceği, sadece
yokluktur. “Tanrının ne olmadığını çok iyi bilse bile insan, gene de Tanrının ne
olduğunu bilemez… Bu nedenle hiçbir şeyin doyuramadığı insan kafası, her şeyin
en iyisine ulaşmak için uğraşır.” Meister Eckhart’a göre “Kutsal bir inkarın
inkarı ve yadsımanın yadsımasıdır… Her yaratıkta olumsuzluk vardır: biri diğeri
olduğunu inkar eder.” Tanrının Meister Eckhart için “Mutlak Hiçlik” haline
gelişi çok sonraki bir sonuçtur, tıpkı Kabalah’taki son gerçekliğin “En son”
Bitimsiz Bir oluşu gibi.

Tanrı sevgisi kavramı konusundaki önemli farkı
belirginleştirmeye zemin hazırlamak için Aristo mantığı ile paradoksal mantık
arasındaki farkı irdeledim. Paradoksal mantığın öğreticileri, insanın gerçeği
ancak çelişkiyle kavrayabileceğini, son gerçekliği, Bir’in kendisini akılla
kavramanın olanaksız olduğunu, söylemektedirler. Bu kişiyi, son amacı akılla
aramaması sonucuna götürür. Akıl bizi sadece kendisinin erişilmek istenen yanıtı
veremeyeceği bilgisine ulaştırır. Düşünceler dünyası çelişkilere takılır kalır.
Dünyayı tümüyle kavramanın yolu, düşüncede değil, eylemde birliğin
uygulanmasında yatmaktadır. Böylece paradoksal mantık, bizi, Tanrı sevgisinin,
ne kafadaki Tanrı bilgisi ne de kişinin Tanrıyı sevdiğini düşünmesi olduğu
sonucuna götürür. Tanrı sevgisi Tanrıyla birliği yaşama edimidir, sonucuna
varmaktadır. Bu, kişinin doğru yaşam biçimine önem vermesine yol açar. Yaşamın
tümü, en küçük ayrıntısından en büyük olayına dek Tanrı bilgisine adanmıştır. Bu
bilgi doğru düşünceyle değil, doğru eylemle kazanılacaktır. Bu, Doğu dinlerinde
tüm inceliğiyle görülebilir. Brahmanizm’de olduğu gibi, Budizm ve Taoizm’de de
dinin son amacı doğru inanç değil, doğru eylemdir. Aynı uygulamayı Musevilik’te
de bulmaktayız. Musevi geleneğinde inançlarda bir bölünme yoktur, (tek büyük
istisna, Ferisi’lerle Saduke ayrılığıdır ki bunun da temelinde iki zıt sosyal
sınıf yatmaktadır). Musevilik’te (özellikle yaşadığımız çağın başından bu yana)
öne çıkarılan doğru yaşam biçimi, halacha’dır. (bu kelime, bütünüyle Tao ile
aynı anlamı taşımaktadır.)

Çağdaş tarihte aynı ilke Spinoza, Marx ve Freud tarafından öne
sürülmüştür. Spinoza’nın felsefesinde önem, doğru düşünceden doğru yaşamaya
kaydırılmıştır. Marx aynı ilkeyi şu sözlerle dile getirir. “Filozoflar dünyayı
farklı biçimlerde yorumlamışlardır, görev ise dünyayı değiştirmektedir.”
Freud’un paradoksal mantığı onu, ruh çözümlemesiyle tedaviye, kişiyi daha
derinden tanımaya götürmüştür.

Paradoksal mantığın görüşüne göre önemli olan düşünce değil
eylemdir. Bu tavrın birçok başka sonuçları vardır. Her şeyden önce bu tavır Hint
ve Çin dinlerinde rastlanan hoşgörüyü doğurmuştur. Doğru düşünce son gerçek ve
kurtuluşa götüren yol değilse, başkalarıyla, düşünceleri bizlerle aynı olmayan
insanlarla kavga anlamsızdır. Bu hoşgörü, karanlıkta fili tanımlamaları istenen
adamların öyküsünde pek güzel dile getirilir. Adamlardan biri filin hortumunu
belleyerek “bu hayvan hortuma benziyor” der, bir başkası kulaklarına dokunup “bu
hayvan yelpaze olsa gerek” diye yanıtlar, üçüncü adam filin bacaklarına uzatıp
elini, hayvanı sütuna benzetir.

İkinci olarak paradoksal mantığın görüşü bir eliyle dogmayı,
diğer eliyle bilimi geliştirmenin yerine insanın niteliğini değiştirmeye önem
verilmesine yol açar. Hint, Çin ve mistik görüşlerde kişinin dinsel görevi doğru
düşünmek değil, doğru hareket etmek ve/veya Bir’le yoğun bir düşünce eyleminde
olmaktır.

Batı felsefesinin genel çizgisine göre doğru olan bunun
zıddıdır. Son gerçeği doğru düşüncede bulması beklendiği için, doğru eylem
önemini korumuş fakat en önemli yer doğru düşünceye verilmiştir. Dinin evriminde
bu durum, dogmaların formulasyonuna, bu dogmatik formulasyonlar üzerine bitmez
tükenmez tartışmalara ve “inançsızlara” ve kiliseye karşı çıkanlara karşı
bağışlamasız bir tavra yol açmıştır. Sonunda dindar tavrın temeli “Tanrıya
inanmak” olarak öne çıkmıştır. Elbette bu, kişinin doğru yaşaması gerektiği
hususunda bir kavramın olmadığı anlamını taşımaz. Fakat, gene de Tanrıya inanan
kişi – Tanrıyı yaşamasa da – kendini, Tanrıyı içinde yaşatıp da ona inanmayan
kişiden üstün tutar.

Düşünceye verilen önemin tarihsel olarak son derece önemli bir
başka sonucu daha vardır. Gerçeğe düşüncede ulaşmak, sadece dogmaya değil aynı
zamanda bilimin doğmasına da yol açmıştır. Bilimsel düşüncede, doğru düşünce,
aydın olma dürüstlüğü gerektirdiği kadar bilimsel düşüncenin pratiğe
uygulanmasına da – ki bu tekniktir – gerektirmektedir.

Kısaca, paradoksal mantık hoşgörüye ve kişinin kendisini
değiştirmesi doğrultusunda bir çabaya yol açmıştır. Aristocu görüş ise, dogmaya
ve bilime, Katolik Kilisesine ve atom enerjisine ulaşmıştır.

Tanrı sevgisine ilişkin bu iki görüş arasındaki farklılığın
sonuçları genel olarak anlatıldı, şimdi iş konuyu kısaca özetlemeye kaldı.
Batı’da yaygın olan din sisteminde Tanrı sevgisi Tanrıya, Tanrının varlığına
O’nun adaletine ve sevgisine inanmakla temelde aynı anlama gelmektedir. Tanrı
sevgisi özünde düşünsel bir olaydır. Doğu dinlerinde ve mistisizmde, Tanrı
sevgisi yoğun birolma duygusunu duymak, yaşamın tüm eylemlerinde bu sevgiyle
sıkıca kenetlenmektir. Bu amaca en köklü formulasyonu Meister Eckhart
getirmiştir. “Eğer ben bu nedenle Tanrıya dönüştürülmüşsem ve o beni Kendisiyle
bir kılmışsa şu halde hiçbir ayırım yoktur aramızda. Bazı insanlar sanki Tanrı
orada, onlar burada duruyorlarmışçasına Tanrıyı görüvereceklerini hayal
ediyorlar. Ne var ki gerçek dışıdır ve Tanrı ve Ben: Biz biriz. Tanrıyı, Onu
tanıyarak içime alırım. Tanrıyı severek içine girerim Onun.”

Şimdi kişinin ana babasına duyduğu sevgiyle Tanrı sevgisi
arasındaki önemli paralelliğe geri dönebiliriz. Çocuk yaşama “tüm varlığının
temeli” olan annesine bağlı olarak başlar. Kendisini çaresiz hisseder ve
annesinin onu saran sevgisine gereksinim duyar. Ardından muhabbetinin yeni
merkezini oluşturan babasına yönelir, baba düşünce ve eylemini yönlendiren bir
ilkedir. Bu aşamada babasının beğenisini kazanma ve onun kırılmasından kaçınma
dileğindedir. Tamamen olgunlaşma evresinde kendisini ana-babasının kişi olarak
koruyucu ve hükmedici gücünden kurtarmış, annelik ve babalık ilkelerini kendi
içinde oluşturmuştur. Kendi kendisinin ana babası olmuştur, kendisi anne ve
babadır. İnsanoğlunun tarihinde de aynı gelişmeyi görmekte ve sezinlemekteyiz:
Tanrıya olan ilk sevgi Tanrı anaya olan çaresiz bağlılıktır. İtaatle bağlı
olduğumuz Baba Tanrıdan geçilerek Tanrının dışsal bir güç olmaktan çıkıp,
insanın içinde sevgi ve adalet ilkelerine dönüştüğü, onunla bir olduğu ve
sonunda Tanrıdan ancak simgesel ve şiirsel bir dille söz edildiği olgunluk
evresine varılır.

Tüm bunlardan varılacak nokta, Tanrıya olan sevginin kişinin ana
babasına duyduğu sevgiden ayrılamayacağıdır. Eğer kişi annesine, kabilesine,
ulusuna duyduğu sapkın bağlılıktan kendini kurtaramaz, cezalandıran ve gönlünü
alan babaya ya da herhangi bir otoriteye çocukça bağlılığını sürdürse, Tanrıya
hiç de daha olgun bir sevgi besleyemez ve böylece onun inancı, Tanrının koruyucu
anne ya da cezalandırıcı baba olduğu dinin ilk evrelerine takılı kalır.

Çağdaş dinlerde, en erkeni ve en ilkelinden en gelişmiş üst
düzeye varmışına kadar tüm aşamaları bulabiliriz. “Tanrı” sözcüğü kabile şefini
ifade ettiği kadar, “Mutlak Hiçliği” de ifade etmektir. Aynı şekilde, Freud’un
gösterdiği gibi herkes bilinç dışında çaresiz bebekliğinden başlayarak tüm
evreleri bulundurur. Burada soru, onun hangi noktaya kadar büyüdüğüdür. Kesin
olan tek şey vardır: Tanrıya duyduğu sevginin gerçek niteliği çokluk bilinç
dışıdır. – Sevginin ne olduğuna ilişkin olgunlaşmış bir düşünce ile sarılıp akla
uygun hale getirilmiştir. İnsan sevgisi bundan da öte kişinin ailesiyle olan
ilişkisine doğrudan bağlıdır ve son çözümlemede içinde yaşadığı toplum yapısına
dayanmaktadır. Eğer toplum yapısı bir otoriteye boyun eğiyorsa ister otorite
açık ve seçil görülsün, ister pazar ve kamu düşüncesiyle genel olsun – onun
Tanrı kavramı çocukça olacak, olgunlaşmış kavramdan çok uzaklarda bulunacaktır.

Öz

Sevgi kavramının varlığını, evrenin var oluş süreci ile
başlatabiliriz. Evrenin var oluş sürecinden bugüne kadar insanoğlunun göstermiş
olduğu evrensel gelişim, sevgi kavramının anlam ve ifadelerinin sürekli
değişmesine neden olmuştur. Sevgiyi bazen sözlerimizle bazen de beden dilimizle,
bazen de ruhsal dürtülerimizle gösterebiliriz. Bu iletişim kaynakları bizlerin
sevgiye ulaşma konusundaki güzergahlarımızı göstermektedir. Bu güzergahta
sevgimizi tanımlayabilmek bizlerin insani değerlerimizin temel varoluş değerleri
arasındadır. Bu çalışmada sevginin tarihteki izlerinden yola çıkılarak tarih
boyunca Tanrı sevgisinin değişik dinlerdeki algılanış biçimlerine yer
verilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Sevgi, Tanrı sevgisi, anaerkil din,
babaerkil din

Abstract

We can start the existence of the concept of love with the
creation of the cosmos. The universal development of the human being from the
Creation up to this time leads to the gradual changes in the meaning and
expression of the concept of love. We can display love sometimes by words,
sometimes by our body language and also some other times by our psychic drives.
This means of communication clarifies our routes to achieve love. To be able to
describe our love in this route is among the human values of our existence. This
study seeks to deal with the forms of reception of God’s love in different
religions through history departing from the historical traces of love.

Keywords: Love, God love, matriarchal religion, patriarchal
religion