The Anger of Destitutes in the Plaster of Construction of Social Love

“Sevgi, sevgi üreten bir güçtür, güçsüzlük, sevgi
üretememektir.”
(Erich Fromm)

Her gün derme çatma evinden çıkıp, birçok geçiş noktasında
potansiyel bir suçlu gibi arandıktan sonra İsrail’in mamur kentlerinden
birindeki işine varan ve ağır şartlarda bedensel bir çalışma sonunda, yeniden,
gün dönerken yoksun mahallesine dönmek üzere yola koyulan yoksul bir Filistinli
işçi düşünün. Bu işçinin gidip harcında çalıştığı konakların içinde oturacak
varsıl İsrailliyi seveceğini düşünür müsünüz? Ya da Diyarbakır’dan gelip
Kuşadası, Bodrum ya da Etiler’deki villaların yapımında çalışan yoksul işçinin
burada oturacak kişiye ve sınıf, sosyal ve ekonomik statü olarak benzerlerine
karşı duymasını beklediğimiz baskın duygunun adının sevgi olması ihtimali nedir?

Sevginin inşasındaki harç nelerden oluşur? Sevgiyi nasıl
üretebiliriz, sevginin insanların duygularında ve kalplerinde yeşerebilmesi için
neler gerekir?

İnsan olarak içimizdeki ilk sevgi tohumcukları, bebekliğimizin
ilk aylarında karnımız acıktığında bizi doyuran, altımız ıslandığında kurulayan,
bize yardım eden birinin varlığını hissetmemiz ve ona karşı duyduğumuz belirsiz
minnettarlık duygusuyla başlar. Egosantrik olarak başlayan ve uzun süre öyle
devam eden sevgi yatırımı daha sonra kişinin bireysel gelişimi (tekâmülü)
ölçüsünde “benmerkezci” olmaktan uzaklaşıp “ilke merkezli” olmaya yönelebilir.
Yani kişi kendisiyle doğrudan bir bağlantısı olmasa bile mesela “dürüst” birine
sevgi duyar. Burada sevgi artık ilkeye, duruma, özelliğe yönelmiş olur:
dürüstlük. Dürüst olana duyulan sevgi dürüstlüğe duyulan sevgi dolayımıyladır.
Bu durumda artık kişinin, kendisinden ve kendisine olan yakınlığından bağımsız
olarak ilkesel bir tutumla duygularını yönlendirmesi –örneğin çalışkan,
becerikli ve dürüst olana sempati duyması- söz konusu olur.

Erich Fromm, insanın yaradılışında bulunan iyilik ve kötülük
potansiyellerini yaşamseverlik (biofilia) ve ölümseverlik (necrofilia) olarak
iki karşıt kutupta tanımladıktan sonra, günümüz modern toplumlarındaki durumu,
özellikle de insanlığı toptan yok edebilecek bir tehdit potansiyeline sahip
öldürme araçları olarak nükleer silahlara karşı insanların gösterdiği lakaytlığı
ve aldırmazlığı şöyle değerlendirir: “Sürekli bir ‘yarışma’ duygusu içinde
başarıya odaklanmış bulunan homo consumens (tüketici insan) bir yanda tüketme,
diğer yanda yarışma ve başarma hırsları arasında gerilir ve artık yaşamayı ve
yaşamayı sevmeyi ihmal eder hale gelir. Çocuklarımızın ve torunlarımızın
geleceği üzerinde bu kadar açık yok edici bir tehdide karşı bu kadar duyarsız
olmamızın asıl nedeni budur. Hayat sevginiz zayıfladıkça hayata karşı kayıtsız
hale gelirsiniz. Hayata karşı kayıtsızlık bir başka açıdan ve aynı zamanda ölüme
karşı kayıtsızlıktır.” (Bu değerlendirmenin yazımızın sonlarına doğru, iklim
değişikliklerinin insan türünün sonunu getirecek bir tehdit potansiyeline
kavuşuyor olmasına karşın insanlığın olayın ciddiyeti karşısındaki
kayıtsızlığına yönelik uyarılar ve eleştirilerle hayli benzeşmesi dikkat
çekicidir.)

Böylece tüm üretimlerin kaynağı olan sevgi de “tüketici insan”
tarafından tüketilir ve süreç, kendi kaynağını kurutan, kendi kendini imha eden
bir düzeneğe dönüşür.

Sevgi var olup ortaya çıkınca atıl duramayan, kendi kendini
çoğaltan, üreten bir niteliğe sahiptir. Yani sevilen kişi sevildiğini hisseder
ve hem seven kişiye hem başka insanlara karşı sevgi duymaya başlar. Bu sevgiyi
hisseden başkaları da, daha başkalarına yansıtır ve zincir uzar gider. (Stres de
böyle yayılır, gergin ve stresli biri topluluğun içindeki bazı bireylere bu
gerginliği bulaştırır, onların da birbirlerine bunu bulaştırmaları yoluyla kısa
sürede büyük bir topluluğun gergin ve stresli hale gelmesi mümkün olur. Stres ya
da sevgi yayan odağın-kişinin hiyerarşik piramitte bulunduğu nokta ne kadar
yukarıdaysa o kadar kolay yayılma etkisi gösterir; patronun, liderin gergin
olduğu gün tüm şirket ya da grup üyeleri diken üstündedirler…)

Sevginin, gerek bireysel, gerek toplumsal düzlemde var olması,
ortaya çıkması, etkili olması için de birtakım faktörlerin gerekliliği söz
konusudur.

Toplumun bireyleri arasındaki hoşgörüyü ve dayanışmayı sağlayan,
sevgiyi üreten, geliştiren ve pekiştiren bu etmenlerin içinde ise birkaçı daha
da önemlidir:

Özgürlük: Üzerinde uzlaşılmış bir meşruiyet zemini
çerçevesinde bireyin bireye veya devletin bireye baskı yapmadığı ve bireyin
gerek bireysel gerek kolektif tercihleri konusunda kendisini hür ve serbest
hissedebildiği, kendisini ve farklılıklarını rahatça ifade edebildiği ve
geliştirebildiği bir vasatın var olması, bireyin sevebilme kapasitesini
yükseltir. Hür kişi, sevgi potansiyeli olan kişidir.

Adalet: Taraflar arasındaki özel-tüzel, tüzel-tüzel,
özel-özel tüm karşılaşmalarda taraf tutmayan, hakem bir yargı sisteminin
oluşturulması. “Yasal olan” ile “adil olan” örtüştüğü ve aynileştiği oranda bu
sağlanmış olacaktır. Yoksa duruma göre çoğunluğun despotizmi, kanunların
keyfiliği, keyfiliğin zorbalığı gibi durumlar söz konusu olacak, insanlar açığa
vuramasalar da içlerinde tepki ve öfke taşıyacaklar ve bu da ruhsal bir üretim
olan sevgi duygusunun oluşumunu, üretimini ve yankılanarak çoğalması süreçlerini
engelleyecektir.

Refah: Sırtı pek, karnı tok, ihtiyaçları karşılanmış
insan daha kolay sevgi duyabilir. Ama hak etmediği halde diğer insanların sahip
olduğu imkânlara sahip olamayarak mahrum kaldığını düşünen kişiden, kendisinden
daha iyi konumdaki başkalarına yönelik sevgi beklemek gerçekçi olmaz.

Gelir dağılımındaki adalet ve fırsat eşitliği: İnsanlar
rekabet içinde, bir tür yarış hali içinde oldukları kişilerin birileri
tarafından kayırılmasına ya da adil olmayan asimetrilere ve eşitsizliklere büyük
tepki ve öfke duyarlar. Bir toplumdaki gelir dağılımı ne kadar homojense
bireyler arasındaki sevgi ve dayanışma o kadar kolay gelişir. Makasın ağzı
açıldıkça tarafların birbirlerine yönelttikleri duyguların niteliği de sevgi ve
dayanışmadan güvensizlik ve kıskançlığa, düşmanlık ve çekememezliğe doğru
değişir. Bir tarafta büyüklenme ve küçük görme, diğer tarafta adaletsizliğe ve
haksızlığa uğramışlık duyguları ayrıştırıcı ve yabancılaştırıcı etki yaparak
toplumu gerer. Toplumu bir arada tutan bağları zedeler, gevşetir.

Temel ihtiyaçların sağlanması: Daha önce sözü edilen
refah düzeyi ile aynı zemine oturmakla birlikte, burada özellikle ihtiyaçlar
arasındaki hiyerarşinin temeline doğru indikçe can yakıcılığının da vurgulanması
amaçlandı. Temel ihtiyaçları karşılanmamış birey, sıralamada daha sonra gelen
ihtiyaçlar olarak sevme, sevilme, sanat, estetik gibi daha üst, daha rafine
ihtiyaçlara geçemeden ilk aşamada kalır. Bu konudaki en makbul ve bilindik görüş
Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi” kuramıdır ve konumuz bağlamındaki önemi
nedeniyle biraz açmamız uygun olacaktır.

Maslow (1908–1970) Teorisi veya İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi
Amerikalı psikolog Abraham Maslow tarafından 1943 yılında yayınlanmış bir
çalışmada ortaya atılmış ve sonrasında geliştirilmiş bir insan psikolojisi
teorisidir.

Maslow teorisi, insanların ihtiyaçlarını belli kategorilere
ayırır ve bu kategoriler arasında az gelişmişten çok gelişmişe doğru bir
hiyerarşi olduğunu kabul eder. Daha alt kategorideki ihtiyaçlar karşılanmadan
kişinin daha üst kategorideki ihtiyaçları hissetmesi, algılaması söz konusu
olmaz. Dahası kişinin karşılamaya çalıştığı ihtiyaç kategorisi düzeyine tekabül
eden bir kişilik gelişimi düzeyinden de söz eder. İnsanlar belirli
kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, kendi içlerinde bir hiyerarşi
oluşturan daha “üst ihtiyaçları” tatmin etme arayışına girerler. Bireyin kişilik
gelişimi de o an için baskın olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından
belirlenir. Maslow’un kişilik kategorileri kendi aralarında bir dizilim
oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişme düzeyi karşılık
gelir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst
düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez.

Maslow, gereksinimleri şu şekilde kategorize etmektedir:

1. Fizyolojik gereksinimler (Yeme, içme, barınma vs.)

2. Güvenlik gereksinimi (Kendini güven ve emniyet içinde ve
tehlikeden uzak hissetmek)

3. Ait olma gereksinimi (Başkaları ile ilişki kurmak, kabul
edilmek ve bir yere ait olmak)

4. Sevgi, sevecenlik gereksinimi (Başkalarını sevme ve başkaları
tarafından sevilme ihtiyacı)

5. Saygınlık gereksinimi (Prestij, başarı, yeterli olmak ve
başkalarınca benimsenip tanınmak, onaylanmak, takdir edilmek, mevki-unvan sahibi
olma, güç ve bilgi sahibi olma)

6. Kendini gerçekleştirme gereksinimi (Kişinin amacını
gerçekleştirmesi ve potansiyelini ortaya çıkarması, kişisel tatmin, kişisel
başarı, bilimsel buluşlar, manevi tatmin, önemli şeyler yapma, büyük işler
başarma, keşifler, istidatların inkişafı…)

Maslow’a göre birey için o an baskın olan ihtiyaçlar hangi
kategoriye ait ihtiyaçlar ise, diğer deyişle günlük faaliyetleri ağırlıklı
olarak hangi ihtiyaçları doyurmaya yöneliyorsa, kişilik gelişmişlik düzeyi de
onun iradesinden ya da seçiminden bağımsız olarak bu ihtiyaç kategorisine
karşılık gelen düzeyde bulunacaktır.

Belirli bir kategorideki ihtiyaçlar tam olarak karşılanmadan
kişi bir üst düzeydeki kategorinin ihtiyaçlarını algılamaz, böyle gereksinimleri
yoktur. Örnek olarak günlük olarak karnını doyurabilen; fakat barınacak yeri
olmayan, geceyi nerede geçireceği kaygısı içindeki bir evsizin ya da zihni
kendisine yönelmiş maddi veya fiziksel bir tehditle meşgul birinin genel
kültürünü geliştirmek için kitap okumak gibi bir gereksinimi yoktur. Karnı aç
insanın karnını doyurmadan önce klasik müzik dinlemek istemesi veya bir felsefi
müzakerenin hazzını yaşamayı arzulaması, böyle bir ihtiyaç hissetmesi pek mümkün
olmayacaktır.

Ancak belirli bir kategorideki ihtiyaçların doyurulması
durumunda kişi, bir üst kategorideki ihtiyaçları doyurmaya yönelecektir. Bu
durum kişilik gelişme düzeyini de bir üst düzeye yükseltecektir.1

Aynı şekilde temel ihtiyaçları doyurulmamış insanların estetik
ve sanatsal değerler kadar moral değerlerle olan ilişkisi de kırılgan ve zayıf
olacaktır.

Mesela kişi kazancının ahlakiliğini karnını doyurmadan önce,
doyurduktan sonraki kadar sorgulamayacaktır. Bu cümleyi şöyle de kurabiliriz:
Kazancının ve elde ettiğinin meşru olup olmadığını zaruri temel ihtiyaçları
sağlandıktan sonra daha çok sorgulamaya fırsat bulacaktır. Dolayısıyla hep
kendisinin ya da çoluk çocuğunun karnını doyurma ve “ekmek parası bulma” telaşı
içindeki kişide “bu şartlarda her şey mubah” duygusu şartlar devam ettikçe devam
edecek ve uzun sürerse bir kişilik özelliği gibi yerleşebilecektir.

Hepimiz günlük yaşantımızdan biliriz; stresliysek, açsak,
üşüyorsak, hayal kırıklığına uğramışsak, haksızlığa uğradığımızı düşünüyorsak
başkalarının kusurlarına karşı acımasız oluruz. Bakışlarımız şahin gibi etrafta
kusur avlamaya başlar. Herkes de sözleşmişçesine ne çok kusurlu davranır o
zaman. Her taraf kusur ve hatayla dolar ve biz öfkeden çıldırırız. Gerçekte
kusurlar ve hatalar her zamanki kadardır. Sadece seçici dikkatimiz nedeniyle
görünür olmuşlardır. Çünkü onları saklayan, üstlerindeki sevgi örtüsünü
kaldırmıştır öfkemiz.

Oysa ihtiyaçları giderilmiş, rahatı yerinde ve sevildiğini
hisseden bir insan başkalarının kusurlarına karşı daha hoşgörülüdür, hatalara
gülüp geçebilir, onu kolay kızdıramazsınız ve insanlara daha sevgiyle
yaklaşabilir.

Öyleyse anlaşılması gereken mahrumlar, yalınayaklılardır.
Mahrumların öfkesi, onlar mahrum olduğu içindir. Mahrum olanlar onlar olduğu
için değil.

Bu yönüyle değerlendirildiğinde her toplumun kendi içindeki
sevgiyi ve barışı inşa etmesi ve geliştirebilmesi için gereken şartlar küresel
düzlemdeki sevgi ve barışın inşası süreci için de geçerlidir.

İlk düzlem bir ülkenin kendi içindeki adil paylaşım ve fırsat
eşitliğine tekabül ederken ikinci düzlem beynelmilel ilişkilerde yani yeryüzüne
dağılmış bulunan irili ufaklı birçok toplumun, milletin, devletin yeryüzü
zenginliklerini paylaşmadaki, kendini hür ve güvende hissetmedeki şartların ne
kadar benzer veya farklı olduğuna tekabül etmektedir.

Dünyanın şu an içinde bulunduğu durumu bu açıdan ele aldığımızda
tablo şudur: Yeryüzü zenginliğinin % 80’i nüfusun % 20’si tarafından
tüketilirken bunun % 20’sini ise nüfusun geri kalan % 80’i paylaşmaktadır.
Küresel varlığın % 50’si dünya nüfusunun % 2’si tarafından sahiplenilmektedir.
Daha zengin olanlar doğal zenginlik kaynaklarını daha çok tüketmenin yanı sıra
doğal hayatı da daha çok tahrip etmekte, buna karşılık daha fakir toplumlar bu
bozulmada daha az sorumlu olmalarına rağmen daha çok bedel ödemekte; çünkü
kendilerini bu zararlı etkilerden koruyacak imkânlardan ve teknolojiden de
mahrum kalmaktadırlar. Bir örnek vermek gerekirse yeni açıklanan 2007 insani
gelişmişlik raporunda 60 milyon nüfusa sahip İngiltere’nin karbon salımında tek
başına, 500 milyon insanın yaşadığı ve aralarında Nijerya ve Pakistan’ın da
bulunduğu 5 ülkeden fazla salım gerçekleştirdiği ifade edilmektedir. Oysa
sonuçta ortaya çıkan küresel ısınma ve iklim değişikliği nedeniyle yakın bir
vadede Afrika kıtasının tarımsal üretiminin –ve dolayısıyla doğal bitki
örtüsünün ve hayvancılığın- % 25 azalacağı tahmin edilmektedir. Ve kuşku yok ki
zaten açlıkla mücadele eden fakir Afrika, kendi sorumlu olmadığı bir yanlışın
sonuçlarıyla mücadele etmede asıl sorumlular kadar gelişmiş imkânlara sahip
olmadığı için onlar kadar kendini koruyamayacaktır.

Aslında gelir dağılımı, insanlık tarihinde hep bir sorun olarak
var olagelmiştir. Fakat bu sorun, son birkaç yüzyıldır varlığını daha çok
hissettirmiştir. Nitekim gelirin adil dağıtılamaması, alternatif sistem
önerisinin veya XX. yüzyılın ikinci yarısında sosyal refah devleti anlayışının
meydana gelmesinde en büyük rol sahibi olmuştur. Bu bakımdan, ürettikleri
refahın, kabul edilebilir bir biçimde bölünmesi her ülke için üzerinde önemle
durulması gereken bir konudur.2

Ülkemizdeki gelir dağılımına baktığımızda OECD ülkeleri içinde
ulusal geliri en düşük ülke olmanın yanında gelir dağılımı en eşitsiz ülkeyiz
aynı zamanda.

Türkiye’de Yıllar itibariyle gelir dağılımı

Bu tabloda da görüldüğü gibi 1994 ile 2005 yılları arasında en
fakir % 20’lik nüfusun ulusal gelirden aldığı pay % 4,9’dan 6,0 a çıkmış, buna
karşılık en zengin %20’lik nüfusun payı ise % 54,9’dan 44,3’e gerilemiştir. Bu
olumlu bir gelişme olmakla birlikte yine de % 6 ile % 44,4 arasında ciddi bir
fark varlığını korumaktadır.

2005 yılı hane halkı bütçe anketi sonuçlarından çıkarılan
yoksulluk çalışmasının sonuçlarına göre Türkiye’de açlık sınırının altında
yaşayan kişilerin nüfusa oranı yüzde 0.87 (yani yüzde 1’in altında) olmakla
birlikte yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı yüzde 20,5 olarak
bulunmuştu. Dünya Bankası’nın 2004 yılı verilerine göre yaptığı yoksulluk
araştırmasında da Türkiye’de bu oran yüzde 25 olarak gösterilmişti. Türkiye
nüfusunun yüzde 2’si günlük 1 doların, yüzde 10,2’si ise günlük 2 doların
altında bir gelirle geçiniyor3.

Bireyler arasındaki gelir dağılımı adaletsizliği yanında
bölgesel gelir dağılımında da büyük farklar bulunmakta ve bu da ülkemizin iç
huzurunu ve barışını olumsuz etkilemektedir.

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV) 2006’da
yayınladığı "Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Sosyal ve Ekonomik Öncelikler"
raporuna göre, Diyarbakır, Batman, Siirt, Mardin, Şırnak, Hakkâri ve Adıyaman
illerinin de içinde bulunduğu 21 ilin sosyoekonomik yapısı, Afrika ve Asya’nın
yoksul ülkeleri seviyesinde bulunuyor. Raporda bölgedeki 19 ilin BM insani
gelişmişlik endeksi değerlerine yer verilerek, bu tablonun AB’ye girişte
yaratacağı sıkıntılara dikkat çekiliyor.

Rapora göre 19 Doğu ve Güneydoğu ili, Afrika ve Asya ülkelerinin
gelişmişlik endeksinin çok altında yer alırken, 21 ilin ortalama endeksi BM
sıralamasında 124. sırada bulunan Fas’a denk geliyor. Bu 21 il, Türkiye
nüfusunun yüzde 15’ini oluşturuyor.

Son 5 sıradaki Bingöl, Bitlis, Muş, Ağrı ve Şırnak illerinin
endeks değerlerinin de Hindistan’dan daha düşük olduğu belirtiliyor. Yani bu
illerimiz, Hindistan’dan daha az bir gelişmişlik düzeyinde bulunuyor.4

Öte yandan Birleşmiş Milletlerce 1990 yılından beri ülkelerin
“insanî gelişmişlik göstergesi” raporları yayınlanmaktadır.

2007 İnsanî Gelişmişlik Raporu yakın bir geçmişte açıklandı.
Rapor BM’e kayıtlı ve yeterli istatistik bilgilere sahip 177 ülkenin 2005
verilerine dayanarak hazırlandı. İnsanların doğuştan itibaren sağlıklı olarak
kaç yıl yaşayacağına dair beklentileri, toplumda okuryazarlık ve her seviyede
okullaşma oranı, dolar cinsinden satın alma gücüyle orantılı olarak ne derece
tatminkâr bir hayat yaşayacağına dair ölçümler, insan haklarına uyma, kamu
harcamalarında öncelik, borç yükü, sektörlerin yapısı, gelir dağılımında
dengesizlik, teknoloji kullanma, enerji kullanımı ve çevre koruma, sağlık
hizmetleri, içme suyu ve beslenme durumu, nüfus hareketleri, çalışma ve iş
güvenliği, kadınların sosyal hayata iştiraki gibi çok sayıda istatistikleri
değerlendirerek oluşturulan bir kıstas bu. İnsanî gelişmişlik kıstası 0 ile 1
arasında bir rakamla temsil ediliyor (Gini katsayısı). Gini katsayısı sıfıra
yaklaştıkça insanî gelişmişlik göstergesi düşük, bire yaklaştıkça insanî
gelişmişlik derecesi yüksek oluyor.

Ülkeler üç sınıfa ayrılmış. Birinci grupta (0,800 ve üstü)
insanî gelişmişliği yüksek ülkeler, ikinci grupta (0,500 ile 0,799 arası) orta
derecede gelişmiş ülkeler, üçüncü grupta (0,500’den küçük) insanî gelişmesi
zayıf ülkeler yer alıyor.

Birinci grupta her zaman olduğu gibi İskandinav ülkeleri başı
çekiyor. Avrupa’nın diğer ülkeleri, ABD, Kanada, Avustralya ile birlikte bu
grupta 70 ülke var. Bu ülkelerde kişi başına satın alma gücü 10 bin 726 doların
üstünde.

İkinci grupta ülkemizin de dâhil olduğu 85 ülke bulunuyor.
Türkiye insanî gelişmişlik sıralamasında 0,775 sayısı ile 177 ülke arasında 84.
sırada geliyor. Oysa ekonomik büyüklük olarak 17. sırada. Ekonomik büyüklükte
dünya 17’nciliğiyle çelişen “’insani gelişmişlikte 84’üncülük”… Bir başka
ifadeyle insani gelişmişliğimiz maddi gelir düzeyimizden çok daha kötü.

Bu durum ülkemizdeki maddi varlığın adalete, adil paylaşıma,
sağlığa, huzura, sevgiye, refaha, eğitime, sanata… kısacası insana yeterince
yansıyamadığını ifade ediyor. Ekonomik gücünü vatandaşlarının huzuru ve refahını
geliştirmeye harcamak yerine kendi insanının konuştuğu dili, giydiği kıyafeti
yasaklamakla, onları kategorize edip fişlemekle, demokratik bir ülkede karşılığı
olmayan “iç düşman”lar ihdas edip, onlara karşı savunma pozisyonu almakla
enerjisini tüketen bir devlet aygıtı ve anlayışıyla bu sonuç arasında bir
bağlantı kurarsak fazla mı ileri gitmiş oluruz?

Raporda, dünya çapında 1 milyar insanın günde 1 dolardan az
parayla yaşamaya çalıştığı ve gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 1,1 milyar
insanın temiz suya erişiminin bulunmadığı, 2,6 milyar insanın da temel temizlik
imkânlarına ulaşamadığı gibi küresel asimetrilere ilişkin bulgulara yer
verildikten sonra önemli bir konuda uyarıda bulunuluyor:

“İnsanoğlu dünya ölçeğinde acil bir sorunla karşı karşıya
bulunuyor. İklim değişikliği, artık insanlığın türünü tehdit eder bir nitelik
taşıyor. 2,6 milyar yoksul kişi, iklim değişikliğinin en ağır boyutlarını
yaşayacaklar. Bu insanlar işlemedikleri bir ekolojik suç nedeniyle
cezalandırılıyorlar. İklim değişikliği özellikle dünyanın daha yoksullarını
tehdit ediyor ve onların önlem almaları da daha zor… Ve iklim değişikliklerini
geri çevirmek veya durdurmak için dünyadaki askeri harcamaların 3’te 2’sine
ihtiyacımız var…” 5

Şu an doğmakta olan bebekler 50 yıl sonra dünyamız hakkındaki
kararları alacak kişiler olacaklar. Ne dersiniz, nasıl bir karar verirler?
Hemcinslerine yardım için silahtan mı vazgeçerler, silah sahibi olmak için
geleceklerinden mi? Çocuklarımız arasında kalıcı bir sevgi inşasının ne kadar
zaruri ve hayati olduğuna işaret eden, bin nasihatten evla, eşikteki bir musibet
olarak iklim değişikliğinin eşiği geçmeden durdurulması için insanoğlunun
sevgiye ve sağduyuya ihtiyacı var.

Sosyal ve ekonomik gelişme süreci içinde artan refah ve gelirden
toplumun tüm kesimlerinin dengeli yararlanması, toplumsal barışın sürekliliği
açısından oldukça önemlidir. Gelir dağılımından düşük pay alan kesimlerin, genel
nüfus içinde çoğunlukta olması ayrıca bu kesimlerin sağlık, eğitim, beslenme ve
barınma gibi temel hizmetlerden de daha kötü yararlanmalarına neden olmakta, bu
da toplumsal birlik ve dayanışma duygusunu zedelemektedir.

Türkiye’de gelir dağılımının düzeltilmesi, daha adil bir hale
getirilmesi gerekliliği üzerinde kabul gören bir olgudur. Ancak bu konuda
günümüze dek olumlu politikaların geliştirilip, uygulanmaya konması mümkün
olmamıştır. Türkiye’de demokrasinin sıkça kesintiye uğraması ve demokratik
geleneklerin, gelişmiş Batı ülkelerinde olduğu gibi yerleşememesi sonucu, gelir
dağılımının çizdiği olumsuz tablo karşısında toplum tepkisiz kalmaktadır.6

Demokrasinin yerleşik olduğu ülkelerde gelir dağılımı ülkedeki
çeşitli kesimler arasında daha dengeli paylaşılmaktadır. Demokrasinin olmadığı
ülkelerde ise iktidarlar ve iktidara yakin olan kesimler haksız kazançlar elde
ederken, milli gelirden aldığı pay azalan ve yaşam düzeyleri düşen kesimlerin
hak talep etmeleri de mümkün olmamaktadır.

Diğer yandan demokrasinin yeterince gelişmemiş olduğu
toplumlarda devlet mekanizmasının işleyişi yeterince şeffaf olmadığından devlet
eliyle yapılan paylaşımda kayırma, yolsuzluk, rüşvet, iltimas olmakta veya
iktidar gücünü elinde bulunduranlar veya zaten ekonomik veya bürokratik-politik
olarak güçlü olanlar daha da güçlenmekte ve dağılımdaki adaletsizlik
artmaktadır. Türkiye’nin yakın-uzak geçmişi bunun örnekleriyle zengin bir
temsile sahiptir. Örtülü ödenekler, “devlet sırrı” örtüsü altına süpürülen
hesaplar, belli kurumlara sağlanan imtiyazlarla kısa zamanda dev ekonomik
teşekküller haline gelen yarı askeri, yarı resmi oluşumlar, bölüşülen ihaleler
ve benzeri kara delikler aslında toplumun gelir düzeyi düşük çoğunluğunun
cebinden alınmakta ama kimsenin sesi çıkamamaktadır.

Gelir dağılımı adaleti sadece ekonomik bir boyutu işaret etmekle
birlikte sosyal adalet yukarıda saydığımız boyutları da içine alan, kültürel
farklılıkları, dini özgürlükleri, kimlik taleplerini, fırsat eşitliğini de
kapsayan daha geniş bir özgürlük ve adalet şemsiyesine gönderme yapar.
Maddi-manevi tüm nimetlerin ve nikbetlerin adil dağılımını ifade eder.

Küresel bir barış için yeryüzü nimetlerinin hakça paylaşımı,
ülke barışının tesisi için de daha adil bir milli hâsıla bölüşümü şarttır.
Mutlak bir adalet ve eşitlik mümkün olmasa da “daha adaletli” bir dağılım
oluşturamadan mahrumların sevgisine talip olunamaz. Bu görev de öncelikli ve
ağırlıklı olarak mahrumlardan çok muktedirlere düşer.

Buradan bakıldığında; on yıllardır Türkiye’nin başını ağrıtan,
çok ciddi mal ve can kaybı yanında insanlarının mutsuz, huzursuz, birbirlerine
karşı güvensiz yaşamasına yol açan, sevgi yerine sürekli öfke ve düşmanlık
üreten bir psikolojiye alışmalarına neden olan sosyal ve politik problemlerin
serinkanlı bir şekilde ele alınarak ve bu yönüyle yeniden yorumlanarak yol
haritalarının belirlenmesinin gerekliliği, kanaatimce, tekrar vurgulanmaya
değer.

Öz

Sevginin inşasındaki harç nelerden oluşur? Sevgiyi nasıl
üretebiliriz, sevginin insanların duygularında ve kalplerinde yeşerebilmesi için
neler gerekir? Sevginin, gerek bireysel, gerek toplumsal düzlemde var olması,
ortaya çıkması, etkili olması için de birtakım faktörlerin gerekliliği söz
konusudur. Bu çalışmada toplumun bireyleri arasındaki hoşgörüyü ve dayanışmayı
sağlayan, sevgiyi üreten, geliştiren ve pekiştiren etmenler üzerinde durulmakta,
insanların sevgi yerine sürekli öfke ve düşmanlık üreten bir psikolojiye
alışmalarına neden olan sosyal ve politik problemlere dikkat çekilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Sevgi, toplumsal sevgi, özgürlük, adalet,
refah, Maslow teorisi, ihtiyaçlar hiyerarşisi

Abstract

What are the elements of the plaster for the construction of
love? How can we produce love and what is necessary to leaf out the love in the
feelings and hearts of people? It is obvious that for the existence and
emergence of love either in individual or in social level some factors are
needed. This article emphasizes the factors which produce, develop and reinforce
love, and that yield the solidarity and tolerance among individuals in the
society. Furthermore, this text draws attention to social and political problems
that give rise to the orientation of a psychology through which people always
produce wrath and enmity instead of love.

Keywords: Love, social love, freedom, justice, welfare,
theory of Maslow, the hierarchy of needs

Dipnotlar:

1- Maslow, A. H. (1970). Motivation and Personality, 2nd.
ed., New York, Harper & Row. ISNB 0060419873

2- İbrahim Güran YUMUŞAK, Mahmut BİLEN, Gelir Dağılımı –
Beşeri Sermaye İlişkisi ve Türkiye Üzerine Bir Değerlendirme, K. Ü. Sosyal
Bilimler Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 1, 2000. s. 77-96

3- Mahfi Egilmez, Gelir dağılımı ve yoksulluk, Radikal,
28/12/2006

4- TESEV “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Sosyal ve Ekonomik
Öncelikler “ raporu, 28.11.2006

5- Birleşmiş Milletler (BM) Kalkınma Programı’nın (UNDP)
Türkiye Temsilcisi Mahmud Ayub‘un 2007- 2008 İnsani Gelişme Raporu’nu tanıtım
basın açıklaması

6- Tügiad 1986, gelir dağılımı araştırma raporu basın özeti