The Critical Analysis of the Society Concept of the 1982 Constitution
Anayasaların nasıl bir toplum tasavvuruna sahip oldukları,
onların siyasal felsefelerinden hareketle ortaya konur. Anayasaların siyasal
felsefesinden kastedilen, anayasalara içkin olan ruh, onun vaaz ediliş ve var
oluş sebepleri ile yöneldiği hedeflerdir1. Anayasalara değer
biçilirken dikkate alınan bu parametreler, aynı zamanda, anayasaların
birey-toplum-devlet üçlüsü hakkındaki genel yaklaşımlarına ilişkin ipuçları
verirler.
1982 Anayasasının siyasal felsefesini, onun ideolojik tercihine
bakarak ortaya koymak mümkündür. Bu ideolojik tercih, Anayasanın siyasal
felsefesinin temel kodlarını ve şifrelerini oluşturur; Anayasanın ne tür bir
siyaset ve toplum tasavvuru üzerine yaslandığı hakkında bizlere genel bir bilgi
verir. Dolayısıyla, Anayasanın toplum tasavvuru irdelenirken yapılması gereken
ilk şey, bu toplum tasavvurunun temel koordinatlarının tespit edildiği ideolojik
tercihe bakmak olmalıdır.
1. Anayasanın İdeolojik Tercihi
1982 Anayasası, liberal anayasacılığın aksine, ideolojik
çoğulculuğu öngörmemiş; tek bir ideolojiyi, tartışılmaz üstün bir değer ve
referans kaynağı olarak kabul etmiştir. Böylelikle, özgürlükçü bir siyasal
sistemin “olmazsa olmaz” şartı olan anayasa ve devletin ideolojik tarafsızlığı
ilkesi bir tarafa bırakılmıştır. Oysa, çağdaş özgürlükçü demokrasilerde devlet,
bütün ideolojilere eşit uzaklıkta bulunan, vatandaşlarını belirli bir ideolojiyi
kabule zorlamayan ve bu konudaki tercihi onlara bırakan tarafsız bir devlettir.
Bu tür demokrasilerde anayasaların varoluş nedenlerinden ve nihai hedeflerinden
biri de, toplumsal çoğulculuğu ve bunun bir türevi olan siyasal/ideolojik
çoğulculuğu güvence altına almaktır.
Anayasanın ruhunu, özünü, var oluş nedenini ve yöneldiği hedefi
teşkil eden ideoloji “Kemalizm”dir. Doktrinde “Atatürkçülük” olarak da
adlandırılan bu ideolojik tercih, Anayasada genellikle “Atatürk ilke ve
inkılâpları” olarak ifade edilmektedir. Anayasanın böyle bir tercihte
bulunduğuna ilişkin tespit Anayasa Mahkemesi tarafından da paylaşılmaktadır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi bir kararında, “Atatürk ilke ve inkılâpları(nın) (…)
1982 Anayasası’nın temel dayanağını ve felsefesini oluştur(duğunu)”2;
Bir başka kararında ise, Başlangıç’ta yer alan Atatürk ilke ve inkılâplarının,
“Anayasa maddelerinin amacını ve yönünü belirleyen bir kaynak”3
olduğunu söylemektedir.
Anayasanın söz konusu ideolojik tercihi, Başlangıç kısmında çok
belirgin bir biçimde ifade edilmektedir4. Anayasanın Başlangıç
kısmına göre, “ (…) bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder
ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılâp
ve ilkeleri doğrultusunda (par. 1); (…) Çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi
yönünde (par. 2); (…) ‘(H)içbir faaliyetin’ Türk milli menfaatlerinin, Türk
varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve
manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve
medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği
olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle
karıştırılamayacağı (par. 5); Şeklinde yorumlanıp uygulanmak üzere tevdi
edilmiştir. Bu ifadelerle, bir bütün olarak Anayasanın, Kemalizme aykırı bir
biçimde yorumlanamayacağı ve hiçbir faaliyetin bu ideoloji karşısında koruma
göremeyeceği tasrih edilmiştir5.
Anayasa koyucunun tercihine şayan olan resmi ideoloji,
Anayasanın normatif kısmında da ifadesini bulmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde
Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık”;
4. maddeyle değiştirilmezlik zırhına büründürülmekte, 81. maddede
milletvekillerinin, 103. maddede ise Cumhurbaşkanının üzerine and içtikleri bir
ilke olarak kabul edilmektedir. Anayasanın 174. maddesinde ise, daha da ileri
gidilerek, inkılâp kanunlarının Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılıp
yorumlanamayacağı hüküm altına alınmaktadır.
Ayrıca resmi ideolojinin kimi ilkeleri, Anayasada düzenlenen
bazı temel hak ve özgürlükler açısından birer sınırlama sebebi olarak
öngörülmektedir. Bunlar arasında; düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü (m. 26),
bilim ve sanat özgürlüğü (m. 27), basın özgürlüğü (m.28) ile siyasi partilerin
faaliyet özgürlüğü (m. 68) yer almaktadır. Öte yandan, resmi ideoloji, akademik
özgürlük açısından da bir sınırlama sebebi olarak kabul edilmektedir. Bu
sınırlamanın yer aldığı Anayasanın yükseköğretim kurumlarını düzenleyen hükmü
şöyledir: “Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü
bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. Ancak, bu yetki, Devletin varlığı
ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde
faaliyette bulunma serbestliği vermez” (m. 130/4).
Bunlara ilave olarak, resmi ideolojinin, bazen devlete pozitif
bir edim yüklenmesine de dayanak oluşturduğu görülmektedir. Anayasanın “Eğitim
ve Öğretim Hakkı ve Ödevi” kenar başlıklı maddesi, “(e)ğitim ve öğretim, Atatürk
ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda (…) yapılır” (m. 42/3) hükmünü
içermektedir. Gençlerin korunmasına ilişkin maddede ise, “(d)evlet, istiklâl ve
Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müspet ilmin ışığında, Atatürk ilke
ve inkılâpları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve
gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır” (m. 58/1) denilmektedir. İlköğretim ve
ortaöğretim kurumlarında öğrenim gören öğrenciler ile bütün bir gençlik için
öngörülen bu direktif mahiyetindeki hükümlerin yanı sıra, Anayasa, “Atatürkçü
düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını (…) bilimsel yoldan araştırmak,
tanıtmak ve yaymak ve yayınlar yapmak amacıyla (…) ‘Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu’ kurulur” (m. 134/1) hükmüne yer vererek, devlete resmi ideolojiyi
geliştirme ve toplumda yaygınlaştırma ödevi yüklemektedir.
Resmi ideolojinin ana unsurunu “Atatürk ilke ve inkılâpları”
oluşturmakla beraber, “Türk-İslam sentezi” olarak adlandırılan düşünce biçiminin
de -bu ana unsurla bağdaştığı ve ona hizmet ettiği ölçüde- resmi ideolojinin bir
parçası haline getirilmek istendiği anlaşılmaktadır6. Kemalizmin bu
yeni yorumu Anayasaya şu ifade ve düzenlemelerle yansıtılmaktadır: “Hiçbir
faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının Devleti ve ülkesiyle
bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin (…) karşısında
korunma göremeyeceği (…) ”(Başlangıç, par. 5) ; “(H)er Türk vatandaşının (…)
milli kültür (…) içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını
bu yönde geliştirme hak ve yetkisine sahip olduğu…“ (Başlangıç, par. 6);
“(T)opluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve
kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet
hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine
kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla (…) huzurlu bir
hayat talebine hakları bulunduğu (…)” (Başlangıç, par. 7); “(D)in ve ahlâk
eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve
ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında
yer alır” (m. 24/4); “(…) Diyanet İşleri Başkanlığı (…) milletçe dayanışma ve
bütünleşmeyi amaç edinerek (…) görevleri yerine getirir” (m. 136). Bütün bunlar,
anayasa koyucunun etkisi altında kaldığı -devletçi ve otoriter özellikler
taşıyan- “Türk-İslam sentezi” düşüncesinin anayasal yansımalarını
oluşturmaktadır7.
2. Resmi İdeolojinin Temel İlkeleri
a) Siyasi Devletçilik
1982 Anayasasının en belirgin özelliklerinden biri, devlet
merkezli bir toplum ve siyaset anlayışını temsil etmesidir8. 1980
öncesindeki olumsuz tablodan 1961 Anayasasının görece özgürlükçü yapısını
sorumlu tutan anayasa koyucu, “devlet krizi”ni aşabilmenin bir gereği olarak
“devletçi tez”i kabul etmiş ve “devlet fikri”nin yeniden inşası üzerine kurulu
bir Anayasa hazırlamıştır9. Bunun doğal sonucu olarak Anayasa,
birey-devlet ve toplum-devlet ilişkilerinde önceliği çok açık bir biçimde
“devlet”e tanımıştır.
Anayasanın, özgürlük ve demokrasiyi değil de, devlet ve
otoriteyi esas alması, onu, devletin iktisadi alan dışındaki her alana müdahale
etmesini mümkün ve meşru kılan bir “yetkiler kılavuzu” haline getirmiştir10.
Anayasanın ilk metninde çok daha belirgin olan bu devletçi tez, sonraki
dönemlerde gerçekleştirilen değişikliklerle kısmen yumuşatılmış ise de, hâlâ
varlığını önemli ölçüde korumaktadır.
Anayasanın yeni metninde de kendini hissettiren bu yaklaşım,
esas itibariyle, anayasacılık düşüncesine tam bir karşıtlık arz eder. Zira,
anayasacılık, devletin başta anayasa olmak üzere çeşitli tekniklerle
sınırlanması öngörürken, devletçi tez anayasayı devletin amaçlarına uydurmaya
çalışır ve onun hizmetine sunar11.
1982 Anayasasında “devletçi tez”in ilk izini, eski metinde yer
alan “kutsal Türk Devleti” (Başlangıç, par. 1) ifadesinde görmek mümkündür. 1995
Anayasa değişikliğiyle “Türk Devleti”ni nitelemek amacıyla “kutsal” sözcüğü
yerine daha yumuşak bir çağrışım yapan “yüce” sözcüğü getirilmiş ise de, bu
sözcüğün de çok masum olmadığı ve ciddi bir anlam kayması yaratmadığı açıktır.
“Kutsal/yüce Devlet” tanımlaması, devleti başlı başına bir
“değer” olarak kabul eden, meşruiyetini toplumdan değil de bizatihi kendi
varoluşundan aldığına inanılan bir anlayışı temsil etmektedir. Böylesi bir
anlayışa göre devlet, birey ve toplumla bağları bulunmayan, onların üzerinde yer
alan “aşkın” (müteal, transandal) bir varlık ve güç’tür. Devleti bir
“amaç-değer” olarak gören, birey ve toplumu pasif bir nesne konumuna düşüren
“aşkın devlet” yaklaşımında devlet, üyelerine “öncel”dir ve onun çıkarı
üyelerinin çıkarlarının toplamından daha fazlasını ifade eder. Bu gelenekte
siyaset, temelde liderlik ve halkın eğitilmesi olarak görülür ve toplumdan
bağımsız bir şekilde sürdürülür12. Osmanlıda baskın olan bu devlet
geleneği, Cumhuriyet Türkiye’sinde de varlığını önemli ölçüde koruyarak devam
ettirmiştir. Anayasanın Başlangıç kısmındaki “yüce Türk Devleti” tanımlamasını,
bu geleneğin bir ifadesi olarak okumak mümkündür.
Ayrıca, Başlangıç kısmının ilk paragrafında yer alan “Yüce Türk
Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa” ifadesinden, Anayasanın
yapılış amacının devlet iktidarını sınırlamak değil, tam tersine “Yüce Türk
Devleti”ni korumak olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, “hiçbir faaliyet” böylesi
bir değer karşısında koruma görmeyecektir.
Devletçi tezin Anayasadaki ifadelerinden bir başkası, Anayasanın
Başlangıç kısmında ve diğer birçok maddesinde yer alan “Devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesidir. Bu ilkenin ifadelendirilişinde,
devletin millete atıfla değil, milletin devlete atıfla tanımlandığı
görülmektedir. Milletin, devletin varlık nedeni oluşturan bir sosyo-kültürel
formasyon olarak değil de, devletin sahip olduğu bir sosyal varlık olarak
tanımlanması13, devleti önceleyen ve üstün tutan bir anlayışı ifade
etmektedir.
Son olarak, devletçi felsefenin Anayasaya yansımasının sembolik
bir ifadesinden de söz etmek gerekir. Anayasada devlet kelimesinin geçtiği her
yerde küçük harfle başlayan “devlet” yerine, büyük harfle başlayan “Devlet”
kelimesi kullanılmaktadır. Ayrıca Anayasada 200’e yakın sayıda “Devlet”
sözcüğüne yer verilmekteyken, “vatandaş” sözcüğüne ancak 27 kez yer verildiği
görülmektedir.
b) Milliyetçilik ve Dayanışmacı Korporatizm
Resmi ideolojinin temel ilkelerinden birini oluşturan
“milliyetçilik” ilkesi, Anayasada “Atatürk milliyetçiliği” şeklinde ifade
edilmektedir. Anayasanın 2. maddesine göre, “Türkiye Cumhuriyeti (…) Atatürk
milliyetçiliğine bağlı (…) bir (…) devlet”tir. Anayasanın Başlangıcında, “hiçbir
faaliyetin (…) Atatürk Milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları karşısında koruma
göremeyeceği” söylenerek bu ilke güçlendirilmekte; 4. maddeyle de
değiştirilemeyecek anayasal değerlerler arasında sayılmaktadır. Bu ilke ve bunun
önemli bir parçası olan “devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesi,
Anayasanın birçok maddesine de serpiştirilerek, milliyetçilik konusundaki
duyarlılığa vurgu yapılmıştır.
Resmi teze göre, Atatürk milliyetçiliği sübjektif nitelikteki
bir milliyetçilik olup, kökeni ne olursa olsun, bireyin kendisi gibi olanlarla
birlikte kaderde, kıvançta ve tasada ortak ve bölünmez bir bütün oluşturdukları
duygu, düşünce ve inancına dayalıdır. Anayasada geçen “Türk” ve “Türklük” gibi
kavramlar herhangi bir etnik kökene ya da ırka gönderme yapmamakta; Türklük,
etnik kökeni, dili ve dini ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti Devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi ifade etmektedir. “Türk vatandaşlığı”nı
düzenleyen Anayasanın 66. maddesi, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkes Türk’tür” demek suretiyle bu gerçekliği dile getirmektedir.
Kuşkusuz, tek başına Anayasa metninden hareketle bu tezin
doğruluğunu test etmek güçtür. Ancak, Anayasanın 2001 değişiklikleri öncesi
metninde yer alan iki hüküm ile hâlâ Anayasada mevcut olan iki düzenlemenin,
resmi tezin doğruluğu konusunda kuşku yaratıcı bir nitelik taşıdıkları ileri
sürülebilir. Anayasanın eski metninde yer alan “(d)üşüncelerin açıklanmasında ve
yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” (m. 26/3)
ve “(k)anunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamaz” (m. 28/2)
hükümleri, esas itibariyle, Türkiye’de konuşulan yerel dillerin kanuni
düzenlemelerle yasaklanabilmesini mümkün kılmak amacıyla konulmuştur14.
Ayrıca yürürlükteki Anayasa, Türkçeden başka hiçbir dilin, eğitim ve öğretim
kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamayacağını ve
öğretilemeyeceğini öngörmektedir (m. 42/9). Bunun yanı sıra aynı Anayasa’nın
“Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” kenar başlıklı 134. maddesinde
geçen “Türk” ibaresinin etnik bir kökene atıf yaptığı anlaşılmaktadır15.
Vatandaşların kendi ana dillerinde düşünce açıklamasını, yayılmasını ve
yayınlanmasını yasaklayan yasal düzenlemelere cevaz veren, anadilde eğitimi
yasaklayan ve “Türklük”ü etnik bir kümeye atıfla tanımlayan bir anayasanın
sübjektif milliyetçilik anlayışını kabul ettiğini söylemek güçtür.
Anayasada yer alan bu düzenlemeler, konuya ilişkin anayasa altı
mevzuat, mahkeme kararları, kurucu elitin açıklamaları ve uygulamayla birlikte
değerlendirildiğinde, Atatürk milliyetçiliğinin, milleti yekpare bir bütün
olarak görme ve farklılıkları tanımama gibi bir eğilimi de içinde barındırdığını
söylemek mümkündür16. Zaten, Atatürk milliyetçiliğinin bir parçasını
oluşturan ve onu tanımlayan “devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesi de
bu eğilimi destekler bir nitelik taşımaktadır. Temel bir anayasal değer olarak
kabul edilen bu ilke, milleti, farklılaşma içermeyen türdeş bir varlık olarak
kabul etmektedir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi de, “devletin ülkesi milletiyle
bölünmez bütünlüğü” ilkesine aykırılıktan dolayı açılan siyasi parti kapatma
davalarına ilişkin verdiği kararlarında, söz konusu ilkeyi ve bunun
somutlaştırılmış ifadesi olan Siyasi Partiler Kanunu’nun 81. maddesini17
yorumlarken geliştirdiği “Türk milleti” tanımı; farklı etnik, dilsel ve kültürel
kimliklere kapalı “türdeş bir topluluk olarak millet” tanımını temsil
etmektedir. Anayasa Mahkemesinin millet tanımı, daha çok bir “etnik topluluk
olarak Türklük” tanımını çağrıştırmaktadır18.
Türdeş, kaynaşmış ve farklılaşma içermeyen millet yaklaşımı,
Kemalizmin dayanışmacı-korporatist düşüncesiyle bir paralellik arz eder.
“Korporatizm, toplumu (…) birbirlerini uyum içinde tamamlayan organlardan
(meslek zümrelerinden) oluşan bir organizma olarak görür. Hem liberalizmin
bireyciliğini, hem de sosyal sınıfların varlığını, sınıf çatışmasını,
emek-sermaye çelişkisini reddeder”19. Buna göre nasıl ki millet
etnik, dilsel ve kültürel olarak homojen bir yapıya sahipse, sınıfsal olarak da
farklılaşma içermeyen bir niteliğe sahiptir.
Toplumu dayanışma içinde türdeş bir yapı olarak öngören bu
anlayışın izlerini Anayasanın Başlangıç kısmında yer alan “(t)opluca Türk
vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli
varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her
türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı,
karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla (…) huzurlu bir hayat
talebine hakları bulunduğu” (par. 7) şeklindeki ifadede görmekteyiz. Ayrıca
Başlangıç kısmında “(h)içbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin (…) karşısında
korunma göremeyeceği” (par. 5) denilerek, “Türk milli menfaatleri” değişmez
içerikli, sabit bir kategori olarak sunulmaktadır20. Anayasanın 2.
maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan “toplumun huzuru” ve “milli
dayanışma” kavramlarını da, aynı anlayışın anayasal karşılıkları olarak
değerlendirmek mümkündür.
Öte yandan, Anayasanın 135. maddesinde “kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşları”na “İdare” başlığı altında yer verilmiş olması
ve bunlar üzerinde devletin idari ve mali denetiminin öngörülmüş olması da, bu
kuruluşları idarenin ayrılmaz parçası olarak kabul eden aynı korporatist
anlayışı yansıtmaktadır.
Bütün bunların dışında, Anayasanın 42. maddesiyle “eğitim ve
öğrenim hakkı”, 130. maddesiyle de “yükseköğrenim” üzerinde “devletin gözetim ve
denetim”inin öngörülmesi ve öğrenim-öğretim özgürlüğüne kısıtlamalar
getirilmesi; siyasi partilerin faaliyet özgürlüklerine ilişkin çeşitli ideolojik
sınırlamaların kabul edilmesi ve Anayasanın eski metninde sivil toplumun bir
dizi sınırlamaya tabi tutulmuş olması, hep bu birlikçi ve türdeşleştirici
korporatist anlayışın birer gerekleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Farklı
bir söyleyişle, sınırlayıcı, denetleyici, şekillendirici ve yönlendirici
niteliklere sahip olan bu düzenlemeler, Anayasanın “türdeş toplum tasarımı”nın
birer ifadesi olarak belirmektedirler.
Anayasada ifadesini bulan bu dayanışmacı düşünce modelini,
toplumsal ve siyasal çoğulculuğu öngören çağdaş demokrasi ve insan hakları
anlayışlarıyla bağdaştırmak güçtür. Zira, dayanışmacı-korporatist anlayış,
milleti/toplumu duygu ve düşünceleriyle türdeş bir bütün olarak görerek
çoğulculuk karşıtı bir duruş sergilemektedir.
c) Laiklik
1982 Anayasanın toplum tasavvurunun ana bileşenlerinden birini
de, resmi ideolojinin laiklik ilkesi oluşturmaktadır. Anayasanın bu ilkeyi ele
alış ve düzenleyiş biçimi, dini açıdan nasıl bir toplum tasarlandığına ilişkin
önemli ipuçları vermektedir.
Anayasanın laiklik ilkesine ilişkin düzenlemelerine
bakıldığında, “nev-i şahsına münhasır” bir laiklik anlayışının kabul edildiği
görülmektedir. Anayasada, bir yandan dinin toplumsal/kamusal alandan
dışlanmasına yönelik aşırı bir hassasiyetin, diğer yandan da gayrıresmi bir
dinin devlet eliyle -özel alana hasredilmek koşuluyla- toplumda
yaygılaştırılmasına yönelik bir isteğin var olduğu anlaşılmaktadır. Paradoksal
gibi görünen bu iki eğilim, “Türkiye’ye özgü laiklik anlayışı”nın temel
parametrelerini oluşturmaktadır.
“Türk tipi laiklik” anlayışının şekillenmesinde ve anayasal
ifadelendirilişinde belirleyici olan üç faktörden söz etmek mümkündür. Bunlar;
1. Dinin toplumsal (kamusal) yaşamdan dışlanması. 2. Dinin, vatandaşlık
kimliğinin inşasında önemli bir unsur olarak kabulü ve kullanılması, 3. Devletin
dini inancı ve dini alanı kontrol altına alması.
Dinin kamusal alandan dışlanması amacına yönelik olarak
Anayasada şu ifadelere rastlamaktayız: “(L)aiklik ilkesinin gereği, kutsal din
duyguları devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılama(z)” (par. 5);
“Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri (…) laik Cumhuriyeti ortadan
kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz” (m. 14/1); “(K)imse,
devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din
kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama
amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut kutsal
sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz” (m. 24/5)21;
“(s)iyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri (…) lâik Cumhuriyet
ilkelerine aykırı olamaz” (m. 68/4).
Ancak ulusal bütünleşmenin bir aracı olarak din ve dini
değerler, -yukarıda sınırları çizili olan alan içinde kalmak koşuluyla- devlet
ve toplum hayatı açısından önemli ve gerekli görülmüştür. Bunun bir ifadesi
olarak Anayasanın Başlangıç kısmında, “Türkiye Cumhuriyetinin (…) maddi ve
manevi mutluluğu”ndan (par. 2), “Türklüğün tarihi ve manevi değerleri”nden (par.
5) ve “(…) milli kültür, medeniyet (…) içinde (…) maddi ve manevi varlığını (…)
geliştirme hakkı”ndan (par. 6) söz edilmiştir. Öte yandan, din kültürü ve ahlâk
öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu ders olarak “devletin
gözetim ve denetimi” altında okutulacağı belirtilmiştir (m. 24/4). Bununla,
sınırları devletçe çizili bir din anlayışının toplumda yaygınlaştırılması
istenmiştir. Farklı bir anlatımla, Anayasa koyucu, “millileştirilmiş din”e
inanan ve bu dini inanışını kamusal alana taşımayan, ortalama bir
dindar-vatandaş tipinin oluşturulmasını hedeflemiştir.
Yine, Türkiye tipi laiklik anlayışının bir gereği olarak, genel
idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal düzenlemeye konu
edilmiş (m. 136) ve bu devlet kurumuna, milli dayanışma ve bütünleşmeyi sağlama
görevi yüklenmiştir. Bu kurumun genel idare içinde yer almasına ve üstlendiği
misyona o kadar büyük önem atfedilmiş ki, Siyasi Partiler Kanunu’nun 89.
maddesiyle, Anayasa’nın 136. maddesinde düzenlenen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
genel idare dışına taşınmasını amaç edinen siyasi partilerin kapatılacağı hüküm
altına alınmıştır. Anayasa koyucunun bu kuruma böylesine önem vermesinin nedeni,
söz konusu kurumun, meşru dini söylem ve ritüelleri belirlemesi, dini
millileştirmeye ve dinsel alanı sıkı bir denetim altında tutmaya çalışmasıdır.
Özetle ifade etmek gerekirse; birey ile Tanrı arasında kalmak,
vicdani bir mesele olarak algılanmak, toplumsal/kamusal alana taşınmamak, siyasi
talep ve iddialara konu edinmemek koşuluyla din, “kutsal” olarak kabul
edilmiştir. Kuşkusuz dine atfedilen bu kutsiyet, dinin, devlet ve toplum
hayatında yerine getireceği önemli işlevlerden kaynaklanmıştır. Devleti ve onun
sembollerini meşrulaştıran, ulusal bütünleşmeyi sağlayan ve depolitizasyona
hizmet ederek pasif bir yurttaşlar topluluğunun oluşumuna katkıda bulunan bir
devlet dini, her zaman için gerekli görülmüştür. Bu nedenledir ki, cumhuriyet
tarihi boyunca din, sürekli olarak devletin yedeğinde tutulmuş ve gerektiğinde
kullanılmıştır. Ancak, dinin (İslam’ın), aynı zamanda birey ve toplum hayatını
tanzim etmeye yönelik bir normatif içeriğe sahip olması, dini alanın denetim
altında tutulmasını beraberinde getirmiştir. Bu amaçla, “Sünni İslam”a endeksli
olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Gerek söz konusu devlet kurumu
aracılığıyla ve gerekse zorunlu din dersleri uygulamasıyla, bir yandan sahih
inanç ve ibadetlerin sınırları tayin edilmeye, diğer yandan da toplumda
Sünni-Müslüman birey tipi yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.
Böylelikle laiklik ilkesi, farklı inanç ve kanaat modellerinin
eşitlik temelinde barışçıl birlikteliğini sağlayan bir formül olarak değil,
milli birlik ve beraberliğin temel bir harcı olarak görülen, ama aynı zamanda
kendisinden çekinilen ve bu nedenle de devlet eliyle kontrol (ıslah) edilen
çoğunluğun dininin toplumda yaygınlaştırılmasının bir aracı olarak kabul
edilmiştir. Bu çerçevede laiklik, dini açıdan türdeş bir toplum yaratılmasının
bir araç-değeri olarak milliyetçiliğe eklemlenen ve onun amaçlarına hizmet eden
bir ilkeye dönüşmüştür.
Tespit ve Öneriler
Homojen bir toplum ve siyaset tasarımını hayata geçirebilme
amacının çok belirgin olduğu Anayasanın eski metni, toplum ve siyasetin kendi
doğal mecrasında gelişiminin önüne çeşitli engeller öngörmüştür. Toplumun kimi
dinamik kesimleri aktif siyasetin dışında tutulmuş; sivil toplum unsurlarının
siyaset yapmaları, kendi aralarında ve siyasal partilerle ortak hareket etmeleri
yasaklanmış; siyasi parti özgürlüğüne ağır sınırlamalar getirilmiş; demokratik
siyaset, resmi ideolojiyle sınırlı bir alana hapsedilmiş ve siyasi katılımın önü
tıkanmıştır. Bütün bunlara bağlı olarak 1982 Anayasası, birey-toplum-devlet
üçlüsünde tercihini devletten yana kullanmış; devleti kutsamış, kutsadığı devlet
karşısında bireyi ve toplumu yeterince koruma altına almamıştır. Toplumu, içinde
farklılıklar barındırmayan yekpare bir bütün olarak gören Anayasa, onun
dinamiklerini köreltmek ve denetim altına almak istemiştir. Böylelikle Anayasa,
kendi tasavvuruna uygun bir toplum modeli inşa etmeye çalışmıştır.
Anayasada, özellikle 1995 ve 2001 yıllarında gerçekleştirilen
kapsamlı değişikliklerle bu olumsuzlukların çok önemli bir kısmı giderilmiştir.
Anayasa’da gerçekleştirilen değişikliklerle, çoğulcu toplum ve siyasetin
sınırları bir ölçüde genişletilmesine rağmen, hâlâ, türdeş toplum ve siyaset
anlayışının izleri, yürürlükteki Anayasada fazlasıyla mevcuttur.
Gerçekten de, mevcut Anayasanın, devletçi, laikçi ve
milliyetçi-korporatist izler taşıyan bir siyasi felsefeyi muhafaza etmesi, her
türlü farklılaşmanın, devletin ve milletin bütünlüğü açısından bir tehdit olarak
değerlendirilmesine yol açmaktadır. Çoğulculuk karşıtı olan bu düşünce biçimi,
toplumu farklılaşma içermeyen türdeş bir varlık olarak görmek istemektedir. Bu
amaçla, toplum mühendisliği çerçevesinde, toplumun kendi iç dinamikleriyle doğal
gelişimine müdahale edilmekte; ona bir yön ve şekil verilmeye çalışılmaktadır.
Böylesi bir düşüncenin Anayasaya içkin olması, devletin, birey ve toplumu bu
felsefe doğrultusunda yoğurma misyonunu üstlenmesi anlamına gelmektedir.
Nitekim, direktif içeren kimi Anayasa maddelerinde bu misyon açıkça devlete
yüklenmektedir. Devletten beklenen, toplumsal, siyasal ve kültürel farklılıkları
resmi ideolojinin potasında eriterek, ideal “bütün”ü yaratmasıdır.
Böyle bir toplum tasavvuru üzerine inşa edilen mevcut Anayasanın
yönlendirdiği değerler ve kurumlar pratiği, bugün yaşanan birçok soruna
kaynaklık etmektedir. Toplumu türdeş kılma çabaları, farklılıklara saygı ve
hoşgörü kültürünü iyice törpülemekte; yabancı düşmanlığı, ötekileştirme,
kendinden olmayana korkuyla karışık şüpheli yaklaşım ve mesafeli duruşlar,
toplumda yaygınlaşmaya başlamaktadır. Bütün bunlar, dışlayıcı ve saldırgan bir
milliyetçi anlayışı beslemektedir. Bunun somut tezahürü ise, “biz” ve “öteki”
ayrımının keskinleştirilmesi, kitlelerin linç histerisiyle sokaklara dökülmesi,
toplumsal olayların kitlesel linç girişimlerine sahne olması, farklı ve aykırı
seslerin susturulması ve hatta zaman zaman cinayetlere kurban edilmesidir.
Böylesi bir gidişata dur diyebilmenin, toplumsal ayrışma ve
çatışma eğilimlerine son verebilmenin ve toplumsal barışı yeniden tesis
edebilmenin anayasal gereği, kültürel, toplumsal ve siyasal çoğulculuğu güvence
altına alacak yeni bir “sivil anayasa” yapmak olmalıdır. Geçmişin zengin
mirasını “zamanın ruhu”yla yoğurup yeniden canlandıracak ve bütün farklılıkların
barışçıl birlikteliği sağlayacak bir anayasaya, Türkiye toplumunun, her
zamankinden daha çok bugün ihtiyaç duyduğu açıktır. Bu ihtiyacı karşılamak
amacıyla toplumsal mutabakat zemininde hazırlanacak olan anayasa, toplumsal ve
siyasal çoğulculuğu güvence altına almalıdır. Bu bağlamda anayasa,
demokrasi-insan hakları-hukukun üstünlüğü üçlüsü üzerine oturtulmalı; bunların
dışındaki herhangi bir ideoloji, dünya görüşü ya da hayat tarzına atıfta
bulunmaktan kaçınılmalıdır. Devlet, her ideoloji, dünya görüşü, hayat tarzı,
etnik, dinsel, dilsel ve kültürel farklılıklar karşısında tarafsız bir hakem
kılınmalıdır.
Dipnotlar:
1-TANÖR, Bülent/YÜZBAŞIOĞLU, Necmi: 1982 Anayasasına Göre
Türk Anayasa Hukuku, 3. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 46.
2- E.1983/2 (Siyasi parti kapatma), K.1983/2,
k.t.25.10.1983, AMKD, Sayı 20, s. 364.
3- E. 1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989, AMKD, Sayı 25, s.
142.
4- DURAN, Lütfi: Anayasa Mahkemesine Göre Türkiye’nin
Düzeni”, AİD, Cilt 19, Sayı 1, (Mart 1986), s. 10.
5- GEMALMAZ, Mehmet Semih / GEMALMAZ, Haydar Burak:
Ulusalüstü İnsan Hakları Standartları Işığında Türkiye’de Bilgi Edinme,
Düşünce-İfade ve İletişim Mevzuatı, Yazıhane Yayınları, İstanbul, (t.y.), s.
227.
6- ERDEM, Fazıl Hüsnü: “1982 Anayasasını Serüveni”, HFSA,
Sayı 15, İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul, 2006, s. 136.
7- PARLA, Taha: Türkiye’de Anayasalar, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1991, s. 29.
8- ERDOĞAN, Mustafa: Anayasa Hukuku, Genişletilmiş 3. Baskı,
Orion Yayınevi, Ankara, 2005, s. 173.
9- ÇAĞLAR, Bakır: “Anayasa Mahkemesi Kararlarında
Demokrasi”, Anayasa Yargısı-7, Anayasa Mahkemesi Yayını, Ankara, 1990, s. 104.
10- TANÖR, Bülent: İki Anayasa (1961-1982), Beta Basım Yayım
Dağıtım A.Ş., İstanbul, 1986, s. 154.
11- ERDOĞAN: s. 173.
12- HEPER, Metin: Türkiye’de Devlet Geleneği, Doğu Batı
Yayınları, İstanbul, 2006, s. 27.13- ERDOĞAN: s. 174.
14- Nitekim, bu dönemde çıkarılan 19.10.1983 tarih ve 2932
sayılı “Türkçeden Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun”, Kürt
diliyle düşüncelerin açıklanmasını, yayılmasını ve yayınlanmasını yasaklamıştır.
Söz konusu Kanun, 12.4.1991 tarih ve 3713 sayılı Kanunun 23. maddesiyle
yürürlükten kaldırılmıştır.
15- GEMALMAZ, Mehmet Semih / GEMALMAZ, Haydar Burak: s. 228.
16- Bu iddiayı destekler mahiyetteki iki çalışma için bkz.
ORAN, Baskın: Türkiye’de Azınlıklar (Kavramlar, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat,
Uygulama), TESEV Yayınları, İstanbul, 2004; ERDEM, Fazıl Hüsnü: “Ulusal Kimlik
İfadesi Olarak Türk Vatandaşlığı Üzerine Kısa Bir Değerlendirme”, Mavi Terazi,
Sayı 4, (Nisan-Mayıs 2007), s. 2-5.
17- Siyasi partiler;
“a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî
kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu
ileri süremezler.
b) Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri
korumak geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde
azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu
yolda faaliyette bulunamazlar.
c) Tüzük ve programlarının yazımı ve yayınlanmasında,
kongrelerinde, açık veya kapalı salon toplantılarında, mitinglerinde,
propagandalarında Türkçeden başka dil kullanamazlar; Türkçeden başka dillerde
yazılmış pankartlar, levhalar, plaklar, ses ve görüntü bantları, broşür ve
beyannameler kullanamaz ve dağıtamazlar; bu eylem ve işlemlerin başkaları
tarafından da yapılmasına kayıtsız kalamazlar. Ancak, tüzük ve programlarının
kanunla yasaklanmış diller dışındaki yabancı bir dile çevrilmesi mümkündür”.
18- KABOĞLU, İbrahim Ö.: “İfade Özgürlüğünün Siyasi
Partilerce Kullanımının Sınırları”, Anayasa Yargısı-16, Ankara, 1999, s. 81.
19- PARLA, Taha: Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de
Korporatizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 1989, s. 7-8.
20- ERDOĞAN: s. 176.
21- “Dikkatle incelendiğinde Anayasa’nın 24. maddesinin son
fıkrası gerçekte dindarların kamu alanında dine herhangi bir biçimde atıf
yapmalarını ve bu sıfatla kamu hayatına ilişkin olarak herhangi bir iddiada
bulunmalarını, kategorik olarak din özgürlüğünün ‘kötüye kullanılması’ veya ‘din
istismarı’ saymakta ve bu suretle bir demokraside makul olmayacak genişlikte
genel bir yasak getirmektedir” (ERDOĞAN, Mustafa: “Anayasa’nın 24. maddesi ve
laiklik”, Zaman, 29 Nisan 2006).
Öz
Anayasaların nasıl bir toplum tasavvuruna sahip oldukları,
onların siyasal felsefelerinden hareketle ortaya konur. 1982 Anayasasının
siyasal felsefesini, onun ideolojik tercihine bakarak ortaya koymak mümkündür.
Bu ideolojik tercih, Anayasanın siyasal felsefesinin temel kodlarını ve
şifrelerini oluşturmaktadır. Bu makalede; 1982 Anayasasının dayandığı ideolojik
tercihler gözler önüne serilerek bu Anayasanın toplum tasavvurunun eleştirel bir
analizi yapılmakta ve toplumsal barışı yeniden tesis edebilecek, kültürel,
toplumsal ve siyasal çoğulculuğu güvence altına alabilecek yeni bir “sivil
anayasa” önerisi ortaya konmaktadır.
Anahtar Kelimeler: 1982 Anayasası, devlet, toplum, resmi
ideoloji, sivil anayasa
Abstract
The society concept of constitutions can be defined according to
their political philosophy. The political philosophy of the 1982 Constitution
can be described according to its ideological preference. This ideological
preference is establishing the basic principles and codes of the political
philosophy of the Constitution. In this article, a critical analysis of the
society concept of the constitution had been made by considering the ideological
preferences of the constitution and a new "civilian constitution" proposition
has being made which can cover the cultural, social and political pluralism and
re-establish the social peace.
Keywords: 1982 Constitution, state, society, formal ideology,
civilian constitution