The First Constitution of Islamic State: Medinah Document
İslam Tarihinde İlk Yazılı Anayasa:
Hz. Peygamber (s.a.v), Medine’ye varır varmaz ilk olarak yaptığı
işlerden biri, Medine ve çevresinde yaşayan ve birbirine düşman olan
unsurlardan, barış içinde yaşayan, düzenli bir cemaat oluşturmak olmuştu. Deyim
yerindeyse, Resulüllah (s.a.v) bu çalışmasıyla, kendisinin başkanı olduğu bir
şehir devletini kurmak istemişti. Bu amacını gerçekleştirmek için Hz. Peygamber
(s.a.v) Enes b. Malik’in evinde,1 Müslümanların hak ve
sorumluluklarını, ayrıca başta Yahudiler olmak üzere Medine’de yaşayan herkesin
hak ve sorumluluklarını ihtiva eden bir anayasa, aynı zamanda sözleşme
niteliğinde olan bir beyanname yayınlamıştı. Hz. Peygamber’in (s.a.v) Medine’ye
teşrifinden oldukça rahatsız olan Yahudiler, insanî açıdan en ufak detayı bile
ihmal etmeyen ve karşı çıkılması imkânsız böyle bir olumlu hareket karşısında
çaresiz kaldılar. Bu yüzden bazı Yahudi kabilelerinin katılımı geç olmuş olsa
bile, Yahudiler genellikle sözleşmeyi memnunlukla kabul etmek zorunda kaldılar.
İbnu Hişam’ın Siyer’inde aynen yazılı bulunan bu vesika Hz. Peygamber’in gerçek
büyüklüğünü ve bütün dönemlere hâkim olan dehasını açıkça göstermektedir.2
Medine vesikasına dikkatle baktığımız zaman Hz. Muhammed’in
(s.a.v) Allah’ın kendisine öğrettiği siyaset ile insanlığın temel sorunlarını
çözecek esasları ve insanî değerleri asla göz ardı etmeyen bir anayasa
hazırladığını görüyoruz. Bu yüzden denilebilir ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed
(s.a.v) aynı zamanda insanlığa hizmeti ve güvenliği esas alan bir devlet kurmayı
başaran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet
adamıydı. Vicdan özgürlüğünü esas alan ve dünyanın ilk anayasalarından biri
sayılan bu ilk metinde Resulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Bismillahırrahmanirrahim, Resulüllah Muhammed tarafından
verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib Müslümanları ile onlarla müşterek bir
davada olup herhangi bir köke mensup olan insanların tümü bir tek ümmet
olmuştur.” Bu girişten sonra birçok kavim ve kabile tarafından verilecek
diyetlerle Müslümanların kendi aralarında yerine getirecekleri özel görevler
açıklanmıştır.
Devletin iç idaresine ait bir kaç satırdan sonra bu olağanüstü
vesikanın bir yerinde şöyle denilmiştir: “Bu antlaşmayı kabul edenler arasında
vaki olabilecek bütün anlaşmazlıklar Allah’a ve O’nun Resulü’ne takdim
edilecektir.” Bu madde anayasanın en önemli maddelerinden birisidir. Çünkü bu
madde, tüm yetki ve sorumluluğun Allah’ın elçisinde olduğunu açıkça ifade eder.
Bu anayasa ile Arapların terörle karışık geleneklerine kesin bir darbe
indirilmişti. Araplar o güne kadar bir zarar veya felakete maruz kalanların
intikamını alma işini kabile ya da ailenin gücüne bırakmışlardı. Hz. Peygamber
(s.a.v) bu vesikayı yayınlamakla ümmetin en büyük hâkimi durumuna geldiği gibi,
ilk kez sorunları hukukla çözülen bir devletin başkanı da olmuştu.
A- Vesikada Yer Alan Kavramlar:
1-Müslümanlar:
“Müslüman” ifadesinden, Mekke’den hicret eden Muhacirler ile
onlara kucak açan ve onlara yardım eden Medineli Ensar anlaşılmaktadır. Bu iki
grup hiç şüphesiz İslam’ın rükünleriydi. Bunların Hz. Peygamber’e (s.a.v)
bağlılıkları sonsuzdu. Muhacirler, evlerini ve yurtlarını terk etmişler, bütün
Arap geleneklerine aykırı bir şekilde dinleri uğruna akrabalık bağlarını
çiğnemiş olan bu değerli insanlar tüm zahmet ve meşakkatlere göğüs gererek sırf
Allah rızası için her türlü tehditlere karşı koymuşlardı. Medine-i
Münevvere’deki Müslümanlar da bu din kardeşlerine kucak açmışlar, onların
fakirlerine mal-mülk vererek diğer ihtiyaçlarını da temin etmişlerdi. Bu
Müslümanlara “Ensar” denmiştir. İslam’ın kurduğu din kardeşliği bir takım
çekememezliklerin ortaya çıkmasına engel olduğu gibi Allah ve Resulü uğrunda en
büyük fedakârlığı seçmek konusunda Muhacirler ile Ensar arasında bir fazilet
yarışının doğmasına da vesile olmuştu. Erkek ve kadın Müslümanların bu yeni
uyanış yolunda gösterdikleri büyük arzu ve kaynaşma, hayatlarını feda edebilecek
kadar duydukları heyecan, dünyada benzeri görülmemiş bir olaydı.
2- Medineli Araplar:
Medine’deki ikinci grup henüz Müslüman olmamış putperest
Araplardı. Medine’de, Evs ve Hazrec olmak üzere başlıca iki Arap kabilesi vardı.
Bu iki kabilenin de kolları ve şubeleri vardı. Evs ile Hazrec, Harise b.
S’alebe’nin iki oğlu olup anneleri Kayle bint Cefne’den dolayı Araplar arasında
bunlara “Beni Kayle” de denilmektedir. Kahtanî’lerden olup asıl vatanları
Yemen’dir. Seylü’l-‘Arim denilen sel felaketinden sonra kuzeye gelmişler. Daha
sonra Evs ile Hazrec’in babaları olan S’alebe Yesrib’e yerleşti (M. 492). Burada
bir müddet Yahudilere bağlı olarak yaşayıp onların baskısına maruz kaldılar.
Daha sonraları Gassanilerin desteğiyle Yahudilere karşı bağımsızlıklarını
kazandılar. Fakat yine de Yahudiler Evs ve Hazrec kabilelerini birbirine
düşürmeyi başardılar.3 Bu yüzden cahiliye döneminde aralarında çok
savaşlar çıkmıştır. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.v) Medine’ye teşrifinden
itibaren bu iki kabile arasındaki ihtilaf da sona ermişti. Ne var ki, bu iki
kabilenin tümü Müslüman olmuş değildi. Hatta Evs ve Hazrec’ten Yahudi olanlar
bile vardı.
3-Yahudiler:
Üçüncü grubu oluşturan Yahudiler de Medine’nin sakinleri
arasında yer alıyorlardı. Aslında Yahudiler Müslümanlar için büyük bir tehlike
unsuru sayılıyordu. Zira Yahudilerin Mekkeli Kureyş kabilesi ile sıkı ticaret
ilişkileri vardı. Ayrıca İslam dinine düşman olan herkesle kolayca ittifak
edebiliyorlardı. Bunlar önceleri Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vaazlarını hoşgörü
ile karşılamışlardı. Fakat “Beklenen Mesih” olarak görmek istedikleri Hz.
Peygamber’i sonunda “Beklenen Mesih” olarak kabul etmemişlerdi. Yahudiler, Hz.
Peygamber’i (s.a.v) hayalci ve uydurmacı bir vaiz sanarak ona iltifat etmek
istememişlerdi. Hatta kolay yutulacak bir lokma diye eski düşmanları olan Evs ve
Hazrec’in başına geçen Hz. Muhammed’le (s.a.v) işbirliği yapabileceklerini
düşünerek Arabistan’ı fethetmek ve yeni bir Yahudi devletini kurmak için büyük
bir ümide kapılmışlardı. Onlar bu ümitle Medine halkının Hz. Peygamber için
tertipledikleri karşılama törenlerine katılmışlardı. Yahudiler bir müddet Hz.
Peygamber’e (s.a.v.) karşı bir barış çizgisi takip etmişlerdi. Fakat bir ay
geçmeden, kendilerine gönderilen peygamberi çarmıha geren eski isyancı
ruhlarıyla hareket ederek açık saldırılar ve gizli su-i kastler tertip etmeye
başladılar.
4- Sahife-Kitab:
Medine Vesikasının 1. maddesinde yer alan ifade,4
yasanın kendi kendisini “Kitab” şeklinde tanıttığını göstermektedir. İfade
şöyle: “Bu kitap (yazı) Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli
müminler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla, yine onlara sonradan iltihak
etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim
edilmiştir).” Bundan başka vesikanın ileriki maddelerinde yasa, sekiz yerde
kendisini “Sahife” olarak da tanımlamaktadır.
5- Ümmet:
Anayasanın 1. maddesi, düzenli bir İslam topluluğunu meydana
getirmeye yönelik ifadeler taşımaktadır. Bu toplumun, Muhacirler, Ensar ve bir
savaş durumunda Müslümanlarla birlikte saldırgana karşı koymayı kabul eden gayri
Müslimlerden meydana geleceğinin işaretini vermektedir. Anayasada ayrıca bu
vasıfları taşıyan bir topluluk, diğer insanlardan ayrı özelliklere sahip olduğu
için 2. maddede, “İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil
ederler” şeklinde, “Ümmet” gibi daha seçkin bir kavramla ifade edilmiştir.
B- İçerik:
Medine vesikası 47 madde gibi kısa sayılacak bir metin olmakla
beraber içerik bakımından toplumun her türlü ihtiyacına temas eden ve bütün
sorunları çözme istidadında olan bir sözleşmedir. Ana konuları itibariyle
metinde şu konular ağırlık kazanmıştır:
1-Adalet:
Medine Anayasasının birçok maddesinde herkese eşit bir şekilde
adalet götürülmesi açıkça öngörülmektedir. Aslında Medine Anayasası, adaletle
hükmetme ve adlî işlerin idaresi konusunda gerçek bir inkılâp yapmıştır,
denilebilir. Çünkü adaletle hükmetme konusunda yetkiler tamamen şahıslardan
alınmış ve merkezî otoriteye bırakılmıştır. Hatta kendi kabilesi, ailesi yahut
akrabası bile olsa, her suçlunun cezalandırılması ve her mağdurun merkezî
otorite tarafından gözetilmesi esasa bağlanmıştır. Vesikanın 13. maddesinde:
“Takva sahibi müminler kendi aralarında saldırgana ve haksız bir fiil yapmayı
tasarlayan, bir cürüm, bir haksız tecavüz yahut müminler arasında bir karışıklık
çıkarmayı düşünen kimseye karşı olacaklar ve bu kimse müminlerden birinin evladı
bile olsa hepsinin elleri onun aleyhinde kalkacaktır” denilmektedir. Bu maddeye
göre bütün müminler suç işleyen bir kimseye karşı merkezî otoriteye yardım
etmekle mükelleftirler.
Denilebilir ki, Yahudileri bu topluluğa girmeye ikna eden tek
şey, adaletin dağıtılması konusunda herkesin eşit muamele görecek olmasıdır.
Vesikanın 16. maddesi bu konuda açıktır: “Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme
uğramaksızın ve onlara muarız olanlarla yardımlaşmaksızın yardım ve
muzaheretimize hak kazanacaklardır.” Vesikanın 22. maddesi, “Allah’a ve ahiret
gününe inanan bir müminin bir katili himaye edip ona eman vermesi helal
değildir” şeklinde özetlenebilir. Buna göre suçluyu himaye etmek otoritenin
nazarında suç sayıldığı gibi, ahirette de cezası büyük olan bir günahtır.
Vesikanın 23. maddesinde, kim olursa olsun, aralarında ihtilaf
çıkanların başvuracakları tek merciin Allah olduğu, en yüksek hakemin de
Allah’ın Resulü olduğu açıkça ifade edilmiştir. Böylece vesika, herkes için
ihtilaflı olayları çözme makamının, şahsiyetler değil merkezî otorite olduğunu
vurgulamaktadır. Otoritenin kabile reislerinden alınıp bir merkeze tevdi
edilmesi, adalet duygusunun toplumda meydana getireceği rahatlama bakımından çok
önemlidir.
2- Suçun Şahsiliği:
Medine Anayasasının birçok maddesinde suçun şahsiliği prensibine
kuvvetli bir şekilde vurgu yapılmıştır. 25/B maddesinde: “Kim ki haksız bir fiil
irtikâp eder veya bir cürüm işlerse o sadece kendisine ve aile efradına zarar
vermiş olacaktır” denilmektedir. Burada “…ve ailesine” kaydı, diyetin ödenmesi
halinde ailenin buna katkı sağlamakla yükümlü olduğuna yönelik bir uyarıdır.
Yoksa katil olan bir kimsenin ailesinin de cinayetle yargılanacağı anlamında
değildir. Vesikanın diğer bazı maddelerinde bu anlam desteklenmiştir. Nitekim
36/B maddesinde, “Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir.
Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendisini ve aile
efradını mesuliyet altına sokar. Aksi halde haksızlık olacaktır. (Yani bu kurala
uymayan bir kimse haksız olacaktır). Allah bu yazıya en iyi şekilde riayet
edenlerle beraberdir” denilmektedir. Bu prensip, “Herkesin kazandığı yalnız
kendisine aittir. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez”5
ayetinin hükmü ile paralellik arz etmektedir.
3- Sigorta:
Vesikada yer alan birçok madde (3–12) harpte esir düşenlerin
hürriyetlerine kavuşturulmaları için kurtuluş akçesi (fidye-i necat) vermek,
öldürme veya yaralama gibi hallerde kısas yerine kan bedelini (diyet)
ödeyebilmek için bir sosyal sigorta kurumunu öngörmektedir. 12. maddede açıkça
şöyle denilmektedir: “Müminler kendi aralarında ağır mali mesuliyetler altında
bulunan hiç kimseyi bu halde bırakamayacaklar; fidye-i necat veya kan bedeli
(diyet) gibi borçların iyi ve makul olan esaslara göre vereceklerdir.” Yeni
oluşturulan sosyal yapıda sadece Müslümanların kendi aralarında birbirilerine
yardım etmeleri değil, her kabile diğer kabilelerin yardımına koşan ve onların
mali ağırlıklarını paylaşan dinamik bir statüye kavuşturulmuştur.
4- Vatandaşlık ve Savunma:
İslam anayasası, “Ümmet” veya “Müslüman Vatandaşlığı” mefhumunu
öne çıkarmış, din, dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin bu belgeye imza koyan
herkesi eşit vatandaş statüsünde kabul etmiştir. Vesikanın 20/B maddesinde şöyle
denilmiştir: “Hiçbir (Medineli) müşrik bir Kureyşlinin mal ve canını himayesi
altına alamaz ve hiçbir mümine bu hususta engel olamaz (Yani Kureyşliye
saldırmasına engel olamaz)”. Bilindiği gibi Müslümanlar Mekkeli müşriklerle
(Kureyş Kabilesi) savaş halindeydiler. Bu durumda Medine’deki müşrik vatandaşlar
Mekkeli müşrikleri himaye edip onlara yardım edemezlerdi.
Birlikte savaşa katılacak olan vatandaşların savaş giderleriyle
ilgili hükümler de ihmal edilmemiştir. 24. maddede, “Yahudiler müminler gibi
savaş devam ettiği sürece savaş masraflarını kendileri karşılamak
mecburiyetindedirler” denilmektedir. Çünkü yapılan saldırı, aynı statüdeki
vatandaşlık haklarına sahip olan Müslümanları ve Yahudileri eşit derecede
etkilemektedir. Saldırgan taraf, her iki grubun vatanına saldırıda bulunmuştur.
Dolayısıyla ne Müslümanlar Yahudiler için, ne de Yahudiler Müslümanlar için
savaşmaktadır. O halde herkes kendi savaş giderlerini karşılamak zorundadır.
44. maddede “Müslümanlar ve Yahudiler arasında, Yesribe
saldıracak kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır” denilmektedir. Çünkü eşit
şekilde vatandaş oldukları bir ülkeye bir düşman saldırısı olmuş ise, bu durumda
vatandaşlar arasında yardımlaşmanın olması kaçınılmazdır. 45. maddede
vatandaşlık mefhumu daha önemli bir netlik kazanıyor: “Yahudiler, Müslümanlar
tarafından bir barış anlaşması yapmaya davet edilirlerse iştirak edeceklerdir.
Yahudiler de Müslümanlara karşı aynı haklara sahip olacaklardır. Ancak din
hususunda yapılan savaşlar müstesnadır.” Bu madde her hususta eşit haklara sahip
bir vatandaşlık profilini çizmektedir.
Beni Nadir, Beni Kurayza ve Beni Kaynuka adlı Yahudi kabileleri,
Medine civarında oturdukları halde ilk etapta, hicretin birinci yılında
imzalanan bu antlaşmayı kabul etmemişlerdi. Hatta Ebu Davud’un Süneninde yer
alan bir rivayete göre6 bu anlaşma, Bedir savaşından sonra, yani
hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. Gerçekten de Mekkeli müşrikler Bedir’de
hiç beklemedikleri bir yenilgiye uğrayınca bu yenilginin intikamını almak üzere
yeni bir savaşın hazırlıklarına başladılar. Yahudilerin önemli bir şairi olana
K’ab b. Eşref de onlara yardım etmek üzere Mekke’ye gitmişti. Hatta K’ab b.
Eşref Medine’nin üzerine saldırdıkları takdirde kendilerine yardım edeceği
sözünü de vermişti. Fakat K’ab bir grup Müslüman’ın kılıcıyla öldürüldü. K’ab’ın
ölümü üzerine Yahudiler korkuya kapılarak Müslümanlarla bir savunma anlaşmasına
yanaşmışlardı.7 Buradan yola çıkılarak Medine sözleşmesinin Bedir
Savaşı’ndan sonra yapılmış olabileceği ifade edilmiştir.
Esasen Anayasanın Yahudilerle ilgili maddeleri, bir savunma
savaşı esnasında Yahudilerin yapmakla mükellef oldukları görevleri
sıralamaktadır. Ancak Müslümanların, sadece dışarıdan gelecek bir saldırıdan
değil, aynı zamanda Yahudilerin böyle bir saldırgana karşı besleyecekleri
yakınlık ve sempatiden de endişe edilmekteydi. Bu yüzden İslam anayasası vatan
savunması ve iç emniyet konularında barış anlaşmasının bölünmez bir bütünlük arz
ettiğini, hiçbir müminin diğer müminleri hariç tutarak bir barış anlaşması
imzalayamayacağını 17. madde ile teminat altına almıştır.8 Buna
paralel olarak, savaşa katılan bütün birliklerin sıra ile hizmete koşacakları ve
askerlik hizmetinin tam bir eşitlik altında herkes için mecburi olduğu (madde,
18) açıkça ifade edilmiştir. Diğer taraftan, müminlerin birbirilerinin Allah
yolunda akan kanlarının intikamını almakla mükellef oldukları hususu anayasa ile
güvence altına alınmıştır. (Madde, 19)
Anayasanın muhtelif maddelerinde, tüm vatandaşlara sorumluluk
bilincini yüklemek ve onları güvenlikten sorumlu tutmak amacıyla vurgular
yapılmıştır. 45/B maddesinde ise bu konu açık olarak: “Her bir zümre kendilerine
ait mıntıkadan (gerek savunma gerek sair ihtiyaçlar hususunda) sorumludur”
şeklinde belirtilmiştir.
Kısacası Yesrib şehri hicret-i Nebeviyeden sonra büyük bir
stratejik önem kazanmıştı. Medine, gerek Mekkelilerin Suriye’ye giden ticaret
yolu üzerinde oluşu gerek kuzeydeki Hayber bölgesinin Yemen’e giden ticaret
yolunun üzerinde olması hasebiyle askeri ve ekonomik öneme de sahipti. Yesribli
yerli Müslümanların daha önce Akabe bey’atlerinde Hz. Peygamber’le (s.a.v)
yaptıkları anlaşmaya göre, bütün dünyaya karşı savaşa yol açsa bile Muhacirleri
korumaya söz vermişlerdi. Bu anayasa ile Müslümanlar kadar olmasa da, Medine’de
yaşayan gayri Müslimler de savunma konusunda benzer sorumluluklar altına
sokulmuşlardır.
5-Medine Şehir Devletinin Sınırları:
Bilindiği gibi Medine ahalisi geniş bir ova üzerinde ve gelişi
güzel bir şekilde yerleşmiş bulunuyordu. Yahudi kabilelerin ekserisi kent
dışında ve belli bölgelerde bir arada yaşıyorlardı. Yine de Müslümanlarla
müşrikler ve Yahudiler yan yana ve iç içe yaşamaktaydılar. Yani bir Arap
mahallesinde Yahudi, bir Yahudi mahallesinde de Müslüman Arap yaşıyordu.
Yahudiler Medine Sözleşmesiyle İslam topluluğuna katılınca artık ülkenin
sınırlarına işaretler koymanın zamanı gelmişti. Anayasa metninde İslam ülkesi
ile ilgili ifade Cevfü’l-Medine” (Medine’nin içi) şeklindedir. 39. maddede, “Bu
sahifenin gösterdiği kimseler lehine Yesrib vadisi (cevfi) haram (mukaddes) bir
yerdir” denilmektedir. Bu maddenin işaret ettiği mana, çeşitli kabilelerin
ikamet ettiği Medine ovası yahut vadisinin tamamıdır.
O zamanki İslam ülkesinin sınırları ile ilgili olarak
kaynaklarda daha detaylı bilgiler de bulunmaktadır. Nitekim Resulüllah’ın
(s.a.v) Medineli sahabilerinden birisi olan Cuşem b. Harise kabilesinden Raf’i
b. Hadic’in şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Mervan b. el-Hakem bir hutbe
irad etti. Hutbesinde Mekke’yi, Mekke ahalisini ve Mekke’nin haramlığını
zikretti de Medine’yi, Medine ahalisini ve Medine’nin haram olduğundan söz
etmedi. Bunun üzerine Raf’i b. Hadic Mervan’a: ‘Bana ne oluyor ki, senden
Mekke’yi, Mekke ahalisini ve Mekke’nin haram oluşunu işitiyorum da Fakat
Medine’yi, Medine ahalisini ve Medine’nin haram olduğunu zikretmiyorsun? Hâlbuki
Resulüllah (s.a.v) onun iki kara taşlığı arasındaki bölgeyi haram kılmıştır. Bu
husus, Havlan’da tabaklanan bir deri parçası üzerinde yazılmış olarak yanımızda
mevcuttur. Şayet istersen onu sana okurum.’ 9
Medineli bir sahabi olan Raf’i b. Hadic’in Medine’nin de Mekke
gibi haram bir bölge olduğu konusuna önem verdiği anlaşılmaktadır. Buhari’de
yaralan bir başka habere göre Resulüllah (s.a.v) K’ab b. Malik’i, kurulmuş
bulunan Medine Şehir devletinin ülke sınırlarını göstermek üzere çeşitli yerlere
sınır taşları dikmek için görevlendirmiştir. Tarih yazarı el-Matarî K’ab b.
Malik’in anlatımını şöyle nakleder: “Resulüllah (s.a.v) beni Medine’nin haram
hudutlarını göstermek üzere yüksek yerlere bir takım işaretler dikmek için
görevlendirdi. Ben bu işaretleri Zatü’l-Ceyş, Müşeyrib, Mahid tepeleri ile
Hufeyya, el-‘Uşeyre ve Teym yükseklikleri üzerine diktim.”10 Bu
hadisten anlaşıldığına göre Resulüllah (s.a.v) Medine harem bölgesinin
sınırlarını doğu, batı, kuzey ve güney istikametlerinde taşlarla belirlemiştir.
6-Din Özgürlüğü ve Takva:
Anayasanın 25. Maddesinde “Yahudilerin dinleri kendilerine,
Müslümanların dinleri de kendilerinedir” denilerek modern anlamdaki din
özgürlüğü dile getirilmiştir. Denilebilir ki, bu madde gayri müslimlerin bir
muhakeme serbestiyetine sahip olacaklarını, yani Yahudilerin Tevrat’a göre
muhakeme edileceklerini öngörmektedir. Bu muhakeme sonucunda bile eğer ihtilaf
devam edecek olursa Resulüllah’a (s.a.v.) başvurulacağı açıktır. Çünkü 42.
madde, üzerinde ihtilaf edilen bir hukuki davanın çözümü hususunda Allah’a
(Kur’an’a) ve Peygamber’e müracaat edileceğini açıkça belirtmiştir. 11
Birçok maddede ise “takva”ya vurgu yapılarak Allah korkusunun
toplum hayatındaki yerine işaret edilmiştir. 20. maddede, “Takva sahibi
müminler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar” denilerek adeta takva
yasanın en temel maddesi olarak kabul edilmiştir. Yine 13. maddede özetle şöyle
denilmiştir: “Takva sahibi müminler, kendi evlatları bile olsa suçlulara karşı
olacaklar ve suçluları asla korumayacaklardır.” Bu ifadeler takvanın, adalet
duygusunun temeli olduğunun en açık delilidir. Yine 36/B maddesinde “Allah bu
yazıya en iyi riayet edenlerle beraberdir” denilerek kanunlara itaatin, takvanın
en üst derecelerinden biri olduğuna işaret edilmiştir.
7- Müslümanlara Yönelik Maddeler:
Anayasanın birçok maddesi, malî konularda birbirilerine yardım
etmekle mükellef bulunan müminlere hitap ediyor. Muhacirlerle ilgili olan 3.
maddede şöyle denilmektedir: “Kureyş’ten olan Muhacirler, kendi aralarında adet
olduğu şekilde kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler.” Yine 12.
maddede, “Müminler kendi aralarında ağır malî sorumluluklar altında bulunan hiç
kimseyi bu halde bırakmazlar” denilmektedir. Bu maddenin devamı sayılan 12/B ve
13. maddelerinde de müminlerin malî problemlerinin çözümü yoluna gidilmiştir.
14. maddede, hiçbir müminin, bir kâfir için mümin öldürecek
kadar küfür ehline taraftar olamayacağına vurgu yapmaktadır. Bu madde,
müminlerin kiminle hangi düzeyde dostluk kuracaklarını göstermesi bakımından
önemlidir. 15. maddede ise “Müminlerin diğer insanlardan ayrı olarak birbirinin
mevlası (dostu, sahibi) durumunda” oldukları ifade edilmiştir. Bu madde, “Sadece
müminler kardeştirler. O halde ihtilafa düşen kardeşlerinizin arasını
düzeltin”12 ayetinin ifade ettiği hükme uygundur. Bu ayet, dünyanın neresinde
olursa olsun bütün müminlerin kardeş olduğunu ve gerçek kardeşliğin ancak
müminler arasında olabileceğini ifade ediyor.
Yine 17. maddede “Barışın tek ve bölünmez olduğu, hiçbir
müminin, bir grup mümini hariç tutarak kimse ile barış anlaşmasını yapamayacağı”
anlatılmıştır. Buna göre hiçbir mümin, mümin kardeşlerinin zararına olacak
şekilde gayri müslimlerle bir ittifak içine giremez. 22. maddede ise, “Allah’a
ve ahiret gününe inanan bir müminin bir suçluyu koruyamayacağı” ifade
edilmiştir. Bu madde, adalet duygusunu zayıflatacağı ve kamu vicdanını sarsacağı
gerekçesiyle suçluyu korumayı kesin olarak yasaklamıştır.
8- Yürürlük Maddeleri:
Anayasa metninin sonunda iki tane yürürlük maddesi yer
almaktadır. 46. maddede, “Bu sahifede gösterilen kimseler için ihdas edilen
şartlar aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların Mevlalarına, bu sahifede
gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur.
Haksız şekilde kazanç temin edenler sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar.
Allah bu sahifede gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle
beraberdir.” Bu madde özellikle sözleşmenin geçerliliğine ve yazılı naslara
uymanın erdemliğine işaret etmektedir.
47. madde şöyledir: “Bu kitap, bir haksız fiil veya cürüm
işleyen (ile ceza) arasına giremez. Kim ki bir savaşa çıkar veya kim ki
Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir. Haksız bir fiil veya cürüm işlenmesi
halleri müstesnadır. Allah ve Onun Resulü Muhammed himayelerini, (bu sahifeyi)
tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.”
Anayasanın bu son maddesi güvenliğin önemine işaret etmiştir. Ayrıca bir suç
işlenmediği sürece hiç kimsenin itham edilemeyeceğini, sadık vatandaşların
otorite tarafında birinci derecede himaye görmeyi hak ettiklerini vurgulamıştır.
Bu madde, Mecelle’nin bir temel kuralı olan “Beraet-i zimmet asıldır” ilkesine
uygundur.
Sonuç
Bu sözleşme bir şehir devleti için tasarlanan bir anayasa
olmakla birlikte İslam’ın evrensel kurallarını da içermektedir. Fakat özel
anlamda, Medine’de yaşayan topluluğun savunma, kanun koyma, yardımlaşma, adalet
işleri ve savaş hukuku gibi tüm temel ihtiyaçlarını karşılamıştır. Allah’ın
elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) kurulan bu şehir devletinin başı durumundaydı.
Sahabileri de “yöneticiler zümresi” diye ifade edilebilen bir konumdaydılar.
Bazılarının aklına gelebileceği gibi Resulüllah (s.a.v) lüks bir
hayat sürmek ve kendisine bağlı olanları daha müreffeh dünyevî bir hayata
kavuşturmak için bir çaba içinde değildi. Onun amacı insanların güvenliğini ve
herkesin güven içinde istediği yere seyahat etmesini sağlamak ve adaleti
yaymaktı. Bu dönemde başta Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak üzere bütün
Müslümanların hayat düzeyinin daha zahidane ve mütevazı olmak mecburiyeti vardı.
Çünkü kadın, erkek, genç, ihtiyar her Müslüman günde beş vakit namaz kılmak
zorundaydı. Mekke döneminde farz olmayan oruç ibadeti Hicretin 2. yılında farz
kılınmıştı. Müslümanlar yaz kış demeden her yıl Ramazan ayında oruçlu olmak
mecburiyetindeydiler. Ayrıca varlıklı olan Müslümanlar fakir olan Müslümanlara
zekat vermek zorundaydılar. Her gün beş vakit namaz kılmak, yılda bir ay oruçlu
olmak ve fakirleri gözetlemekle yükümlü olan bir topluluğun hayatında lüks yaşam
izlerini aramak beyhudedir. Aslında bu sözleşme ile Müslümanların maddi ve
manevi hayatları dengelenmişti. Dolayısıyla Müslümanların lüks bir hayat sürmek
gibi bir talepleri zaten olamazdı.
Resulüllah’ın (s.a.v) devlet başkanı olması, asayişi ve
güvenliği sağlama ve toplumun hayatını hukukî bir düzene sokması açısından
önemlidir. Eğer böyle bir devlet nizamı kurulmamış olsaydı, özellikle Hz.
Peygamber’in (s.a.v.) Medine’ye teşrifinden sonra Medine sokakları ve çevresi
tamamen güvensiz olacaktı.
Dipnotlar:
1- İbnu Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 222, 223, Beyrut,
1985.
2- Vesika için bkz. İbni Hişam, Siret, II, 147; İbnu Kesir,
el- Bidaye ve’n-Nihaye, III, 223.
3- TDV İslam Ansiklopedisi, XI, 541, İst., 1995.
4- Türkçe Metin İçin bk. Muhammed Hamidullah, İslam
Peygamberi, II, s. 206; YeniŞafak Yayınları, Ankara, 2003.
5- En’am, 6/164.
6- Ebu Davud, Sünen, 19/23.
7- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 195, 196.
8- Geniş bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, İslam
Peygamberi, II, 193.
9- Müslim, Sahih, Hac, 457; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,
141.
10- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 195.
11- Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 46,
İrfan Yayınevi, İst., 1969.
12- Hucurat, 49/10.
Öz
Bir sözleşme, bir beyanname ve bir anayasa mahiyetindeki Medine
vesikasına dikkatle bakan herkes, Hz. Muhammed’in (s.a.v) bu belge ile
insanlığın temel sorunlarını çözecek esasları ve insanî değerleri asla göz ardı
etmeyen bir anayasa hazırladığını görecektir. Bu yüzden denilebilir ki, Allah’ın
elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) aynı zamanda insanlığa hizmeti ve güvenliği esas
alan bir devlet kurmayı başaran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz
ve güçlü bir devlet adamıydı. Vicdan özgürlüğünü esas alan ve dünyanın ilk
anayasalarından biri sayılan bu ilk metinde Resulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Bismillahırrahmanirrahim, Resulüllah Muhammed tarafından
verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib Müslümanları ile onlarla müşterek bir
davada olup herhangi bir köke mensup olan insanların tümü bir tek ümmet
olmuştur.” Bu girişten sonra birçok kavim ve kabile tarafından verilecek
diyetlerle Müslümanların kendi aralarında yerine getirecekleri özel görevler
açıklanmıştır. Belki de vesikanın en önemli maddesi, ihtilafların çözümü için
Kur’an ve Hz. Peygamber’in tek çözüm mercii olarak kabul edilmesidir. Çünkü bu
madde ile Resulüllah (s.a.v) merkezî otoritenin tek sahibi olarak
gösterilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Sözleşme, Anayasa, vesika, Medine,
Muhacir, Ensar, Yahudiler, Evs ve Hazrec.
Abstract
Everyone who analyse carefully the Medinah Document which is an
agreement, a statement and a constitution, can see that Prophet Muhammad (pbuh)
had prepared a constitution which is considering the humanitarian values and the
solutions of the basic problems of the humanity. For that reason, we can say
that Allah’s messenger Prophet Muhammad (pbuh) was a unique and powerful
stateman who had succeed to establish a state predicated on serving to humanity
and security and had established a social community. Prophet Muhammad (pbuh) had
said in that statement predicated on freedom of conscience, which is considered
as the first constitution of the world:
"In the name of God, the most Merciful the most Compassionate,
With this statement which is given by Prophet Muhammad, Kuraish and Yesrib
Muslims and all the people whoever related with them in any case, in any roots,
all will be considered as one community." After this introduction, the taxes
which will be given by many tribes and hordes and the special duties which
Muslims will apply among themselves had been explained. The most important
article of the statement was the decleration of Holy Qur’an and Prophet as the
only solution authority. Because with this article The Prophet (pbuh) had been
declared as the only owner of the central authority.
Keywords: Agreement, Constitution, Statement, Medinah,
Muhajeer, Ensar, Jewishes, Evs and Hazrej