Rights and Obligations arisen due to Gender

Giriş

Köprü Dergisi, bu sayısında, yazar adayları için en zor konuyu dosya
yapıyor. Zorluk şurada:

“Kadın”ı bir erkek yazarsa bu yazı nakıs olur, zira taraf durumundadır
ve içinden bakmadığı bir kavram-obje hakkında yazmaktadır.

“Kadın”ı bir kadın yazarsa bu yazı da noksan olur, zira taraf durumundadır
ve kendi içinden baktığı bir kavram-subje hakkında yazmaktadır.

Bu iki yazıdan hangisinin “daha nakıs” olacağı ise kanaatimizce
önemli değildir.

Bu vesileyle, zihninizdeki tartışmaya da ışık tutacak bir hatırayı
naklederek başlamak isterim.

Ülkemizde 2002 yılında yürürlüğe giren ve aile içi ilişkiler ve
kadın erkek ilişkileri gibi konularda öncekine nazaran daha demokratik bir kanun
olarak lanse edilen yeni Medeni Kanun, ailenin idaresi hususunda karı kocanın anlaşamaması
halinde eşlerden birine üstünlük vermemekte ve meselenin mahkemeye giderek halledilmesini
öngörmektedir. 1926 tarihli eski Medeni Kanun’da ise anlaşmazlık halinde erkeğin
reyinin daha üstün olacağı yazılı idi.

Bu yeni kanunun hazırlandığı ve “bilim” çevrelerinde tartışıldığı
dönemde, bir sempozyumda, bu değişiklik hararetli tartışmalara konu edilmekte iken,
paneli yöneten bilim “adamı” araya girerek “heyecana gerek yok hanımlar, beyler,
nasıl olsa hakimlerimizin çoğu erkek” deyip gevrek gevrek gülmüş ve meseleyi sulandırmak
yoluna gitmişti.

A. Adaletin Cinsiyetle İlişkisi

1. Girişte de ifade ettik: Cinsiyet farkları üzerine akıl yürütmek
(hikmet) zordur. Cinsiyet farklarının hukuk düzenine etkisini yani adalet ile cinsiyet
arasındaki ilişkiyi tesbit, tarif ve tatbik etmek (hükmetmek) de aynı şekilde zordur.

O halde önce şu soruyu soralım: Hikmetli ve adaletli hüküm kime/neye
dayanmalı? Hüküm kimden çıkmalı? Hüküm kim tarafından infaz edilmeli?

Ya da; adaletin ve hukukun cinsiyeti var mıdır?

Kaide koyanın ve o kaideye göre hükmedenin cinsiyeti meselesi aslında
Hakîm’in ve Hâkim’in cinsiyetinin olup olmadığı ile ilgilidir. Bu mesele esasen
varlığın ve Yaratıcısının tarifi ile ilgilidir ve zannedildiğinin aksine basit ve
sıradan bir mesele değil, diğer tüm varlık algılarını yönlendirecek ve kuşatacak
ölçüde mühim bir meseledir.

Rusça, Almanca, Fransızca ve özellikle Arapçada ve diğer bazı dillerde
eşyanın ve isimlerin eril/dişil (masculine/féminine) olarak ayrılması yani tüm eşya
için cinsiyet (gender) tasavvur ediliyor olması ve bu dillerden bazılarında, Lafzullah’ın
yerine ikame edilen Gott, Dieu vb. için dahi bir tür cinsiyet tasavvur edilmiş olması,
bu tartışma ile ilgilidir1.

İstanbul kuşatma altında iken papazların meleklerin cinsiyetini
tartışmayı sürdürmüş olması da belki bu konunun ehemmiyetinin bir sonucudur.

2. Vahiyden sapma göstermiş olan Doğulu ve bilhassa Batılı ilahi
hukuk felsefecileri, zulmetmeye, Allah’a “baba” sıfatı, toprağa da “ana” doğurganlığı
vermeye kalkarak; yani cinsiyeti olmayacak varlıklara cinsiyet atfederek başladılar.
İslam öncesi Araplarının Lat, Menat ve Uzza adlı putları da dişi tasvirli idi.

Böylece, deyim yerindeyse vahiy dediğimiz yazılım virüs kaptı, onarılamaz
hale geldi, üstelik donanımın yenilenmesi karşısında güncelliğini de yitirdi. Nihayet
bütün bu eksiklikleri telafi için Kur’an nazil oldu, vahyin “versiyonu” yenilendi,
antivirüsle tahkim edildi.

İşte bu son vahye sadakatten vazgeçmeyen ilahi hukuk doktrini, kadınlar
ve erkekler hakkında ve her konuda “hüküm (söz) Allah’ındır ve hüküm (karar) Allah
içindir” derken Allah’ın cinsiyetsiz oluşuna da işaret etmiş olmaktadır.

O halde kadın için de erkek için de verilecek tek gerçek “tarafsız”
hüküm ancak Allah’ın vereceği hükümdür. O hüküm ise tam olarak, ancak ahirette,
cennet ve cehennemde ve “ilahi adalet” biçiminde tecelli edecektir.

Yine o halde, “biz cinsiyetli”lerin cinsiyet ve hukuk hakkında yazıp
söyleyecekleri, ancak o ilahi adalete yüzümüzü döndürmekten ibaret olursa “hikmetli
ve hükümetli” olabilecek, aksi halde haddi aşacaktır.

3. Hak’ı sadece bu dünyada ve ancak kısmen alınabilecek sınırlı
bir varlık olarak algılayan adalet anlayışı laik olmaktan öte bir anlayıştır, sekülerdir,
nakıstır.

Hakkı “sadece bu dünyada” tam olarak tecelli ettirmeye çalışan ve
bunda ısrar-inat eden adalet anlayışı, laikçe de olsa teokratikçe de olsa, aslında
gayr-i makuldür, akıldışıdır. Aynı şekilde Hak’ı bu dünyada asla tecelli etmeyecek
bir hayal olarak gören adalet anlayışı intiharı netice verir ve dolayısıyla kendi
içinde ciddi bir paradoks içerir.

Hak’ı hem bu dünyada hem öte dünyada tecelli edecek bir olgu ve
bir “mutlak varlığın işi” olarak anlayan adalet anlayışı, varlığı doğru anlamlandırmaktadır.

Buna göre insani adalet ancak ilahi adalete yakınlaştığı ölçüde
adalettir.

4. Girişteki örnek olaydan da anlaşılacağı üzere, insanlar için
hakkın sınırlarını belirleyen ve adalet dağıtan dünyevi otoriteler, bunu yaparken,
otokratik ve otoriter biçimde “kendi aklı”na dayanırsa, kendisi istese de istemese
de cinsiyetini de işe karıştırmış olur. Zira akıl hislerden ve his de kültürel cinsiyet
kalıplarından (gender) ve fiziki/hormonal cinsiyet unsurlarından (sexuality) uzak
kalamaz.2

İnsanlar için hakkın sınırlarını belirleyen ve adalet dağıtan dünyevi
otoriteler, kendi akıllarına değil de, demokratik biçimde çoğulcu anlayışla tecelli
eden ortak akla (halkın aklına ve sağduyusuna) dayanırsa cinsiyetle ilgili tarafsızlık
problemi şeklen bitmiş olur. Zira bu halde artık otoriteye güç veren unsur, doğrudan
cinsiyet değildir.

Ama bu ihtimalde de karar mekanizmasını, sosyo-kültürel kalıplar
şekillendirir. Bu kalıpların oluşum biçimi üzerinde rol oynayan ataerkil-anaerkil
gibi cinsiyet temelli unsurlar –girişteki hikayede de aktardığımız gibi- hem hükmü
hem de hakimi, en azından dolaylı olarak etkiler. Tarafsızlık problemi de aslında
sürer gider.

Buna karşılık, “hükmeden dünyevi otorite”nin güç aldığı demokratik
çoğunluk kendi iradesini (ortak aklı) oluştururken vahye dayanırsa cinsiyet atfı
ve riski bitmiş olur. Zira “Allah doğmamıştır, doğurulmamıştır” yani cinsiyet onun
sıfatı değildir.

Buna göre cinsiyet O’nun yarattıklarının bazılarına ait bir sıfattır
ve esasında üreme ve çoğalma içindir, cinsellikteki lezzet ve şehvet kısmı bir tür
peşin ücrettir.

Yine bunun sonucu olarak cinsiyet ve cinsiyete dair yaklaşımlar,
hükmetme için kullanılacak bir araç, bir kıstas, bir telakki, bir önkabul değildir.

5. Cinsiyetin akletme (hikmet) ve hükmetme (hükümet) üstünlüğünün
aracı olmaması için, dünyevi adaletin aracılığını yapmak adına akleden ve hükmeden,
hükmü cinsiyet sahibi varlıklar adına değil, Allah adına vermelidir.

Hatırlayalım ki “batılcı Batılılarca” adalet tanrıçası olarak tasvir
edilen “thémis”, elinde kılıç ve terazi tutan, gözleri bağlı bir “dişi” idi.3

Oysa adaleti bir tanrı-insan heykeliyle ve dolayısıyla “cinsiyet”le
ifade etmek, “bu tanrı” ister kadın ister erkek olsun, buna inananlar için dahi,
başlı başına bu sebeple problemli ve hatta zalimcedir.

Bu, ucu sivriltilmiş kılıçlı “tanrıça sembolü”nü sol yakasında ve
kalbinin hemen üzerinde taşıyanların, o rozetin manevi iğnesinin manevi kalbi kanattığından
habersiz yaşaması ise ne hüzünlüdür.

Günümüzde bir kısım ilahiyatçılar da dahil olmak üzere hukukçularca
yapılan ilmi ya da kazai içtihatlar işte bu sebeple gerçek içtihattan uzaklaşmaktadır.
Bilhassa “vahyi çağa uyarlamak adına” yapılan feminist yorumlar, aslında vahyin
ve dolayısıyla içtihadın semaviliğini görmezden gelmekte, içtihadı arzileştirmektedir.4

B. Adaletin Kıdemle ve Kudretle İlişkisi

1. Aslında hüküm ve cinsiyet tartışması, adalet teorisi kitaplarına
da alınan bir örnek olaydaki temalarla da ilişkilidir.

Bireyden topluma geçişi, çok dolaylı biçimde, ince ve oldukça tehlikeli
bir felsefi bakış açısıyla anlatan bir klasik roman olan Issız Ada’yı biliriz. Hikayede,
deniz kazasından kurtulan ve bir ıssız adaya ilk çıkan “kıdemli” Robinson Crusoe
beyaz bir hür idi ve fakat adaya yine bir deniz kazasıyla daha sonra gelen kişi
bir zenci idi. Roman boyunca da efendisi Robinson’a bağlı ve ona nazaran kıdemsiz
ve ikinci sınıf birey olarak kaldı. Hatta onun adını dahi Robinson koydu ve o da
razı oldu. Üstelik yanlış koydu, takvim hatası yapmış, günleri yanlış saymıştı.
“Zavallı” zenci, o adaya Pazar (Sunday/güneşlenme günü) günü çıkmış olmasına rağmen
Robinson o günü “Cuma” (friday/serbest gün) sandığı için çömez zencinin adı Cuma
kaldı.

2. Bu romandaki “kaza” ve “tesadüf” miti insanın dünyadaki varlığının
tesadüfiliği iddiasına gönderme yaparken; kıdem, tecrübe ve bilgelik miti insanın
sosyal statüsüne işaret eder.

Romandaki beyaz ve zenci olma farkı aslında cinsiyete işaret eder.
Adem’in Havva’dan kıdemli olmasının, ona “Havva’ya karşı” ve “Havva’ya nazaran”
bir üstünlük sağlayıp sağlamadığını sorgulamamızı ister.

Romanda kıdemli beyazın kıdemsiz zenciyle ilk karşılaştığında ona
ismini sorup onun fıtrî ismine ve ilmine hürmet etmek yerine, gayrı fıtri bir davranışla
ona isim koyması da kıdemin “tabii” ve fakat “gayri fıtri” bir sonucudur. Bu tartışma
da aslında diğer mukaddes kitaplarda ve Kur’an’da geçen talim-i esma (Adem’e eşyanın
isimlerinin öğretilmesi) meselesine gönderme yapar.

3. Sosyologlar bu romanda Robinson’un beyaz olmasını, romanın yazarı
Daniel Defoe’nun da beyaz bir İngiliz olmasına bağlar ve bunu psikolojinin sosyolojiye
“gayrıiradi” bir yansıması olarak görürler.

Pozitivist ve ateist sosyologlar ise bu noktadan hareketle ve bilhassa
dinî kaynaklarda “var” saydıkları “erkek egemen kültür” sabununa basarak bir-bin
basamak aşağı kayarlar: Çok tanrılı dinlerde “esas” tanrının “baba-erkek” olarak
tasvir edilmesini de delil göstererek “tabiatının sevkiyle egemen olan erkeğin,
kendince uydurup güç için atıf yaptığı tanrıları da erkek olarak tasvir etmesi”
olarak tarif ederler. Bu fikre göre, roman romancıyı var etmiştir, ama olsun, o
da ateizmin küçük (!) kusuru artık.

(Keşke Defoe’nun çağında Kur’an’ın Latinceye ya da İngilizceye çevirisi
yapılabilmiş ve yayılabilmiş olsaydı ve Defoe okuduğu çok sayıda kitap yanında Kur’an’ı
da okumuş olabilseydi. Ortaya nasıl bir romanın çıkacağını merak etmemek mümkün
değil.)

4. İşte Kur’an’daki “İhlas Suresi” bu sebeple manen büyüktür ve
insanın, kainatla ve Yaratıcısı ile arasındaki bağı doğru biçimde kurmayı öğrenip
öğrenemediğine dair samimiyet testinin aracıdır.5

C. Cinsiyetin Fıtri (Yaradılışsal) Niteliği

1. Bilimin kabul etmesi gereken şudur: Ne kâinatta ve ne de mukaddes
metinlerde, gerçekte “erkek”, “egemen” değildir.

Buna karşı “ama erkeğin egemen olduğu sosyolojik ve bilimsel bir
tesbittir” denilecektir. O da doğrudur.

Erkek egemen bir kültürün ve sosyal hayatın sosyolojik bir tesbit
olarak yani bir vakıa-varlık olarak varlığının tesbiti, aslında bir sapmanın tesbitinden
ibarettir.

Bu sapma “azıcık ve sanal kudret” sahibi insanın fıtratından kopmasını,
kendi gücüne tapmasını ve böylece kavilerin zayıflara zulme sapmasını anlatır. Bu
vakıa-varlığın algılanması ve basamak olarak kullanılması, aslında cinsiyeti de
kapsayan ve fakat vicdanın kontrolünden geçmemiş olan tüm duyguların akla taarruz
ve müdahale etmesidir.

2. Peki “erkek” “egemen” değilse “egemen olan” nedir ya da kimdir?
Yani hakimiyet kime aittir?

Görüldüğü üzere yine baştaki soruya döndük.

Bu aşamada artık sorunun cevabını varlığın nasıl algılandığını inceleyerek
vermemiz gerekir. Yardımcı kaynak ise yine hilafet-i arz ve talim-i esma ile ilgili
kabullerimizdir.

Kâinatın tesadüfiliği varsayımı ile başladığımız fikrî yolculuk
bizi zulme-zulmete ve çıkmaza sürüklediğine göre, kainatın Ehad ve Samet bir yaratıcısının
olduğunu kabul ederek başlayalım:

3. Kâinatın sahibi vahid-i Ehad’dır yani Tek’tir(Bir), cinsiyet
ise iki ile başlar ve “iki”yi gerektirir. O halde O’nun cinsiyeti de, cinsiyete
ihtiyacı da yoktur. Esasen O Samed’dir yani O’nun hiç “bir” şeye ihtiyacı yoktur.

Kadın-erkek farkı dahil bütün farklılıklar onun birliğini göstermek
için yani “malumu ilam” içindir. Zira “gerçek” ilmin kendisi de “ilim” sahibi de
O’dur. O halde kadın-erkek farkı dahil olmak üzere tüm farklara dair tüm bildiklerimiz
onun öğrettiklerinden ibarettir.

Tek “tarafsız ve mutlak güç sahibi” O’dur. Erkekliğimizden ya da
kadınlığımızdan doğan bütün zayıflıklarımız, düşkünlüklerimiz, taraflılıklarımız,
kusurlarımız O’nun kudretini anlamak içindir.

Özetle adaleti aramamız da, şefkate koşmamız da, rızka yönelmemiz
de hep O’nu anlamak içindir.

4. O halde erkek “egemen” değildir, “tapılacak bir kudret” sahibi
de değildir. Erkek, kudretini Allah’ın kudretiyle yarıştırmamalı, gerekmedikçe göstermemelidir,
aksi halde sınavı kaybetmiş olur.

O halde kadın “şeytan” değildir, “tapılacak bir güzellik” sahibi
hiç değildir. Kadın da güzelliğini Allah’ın güzelliği ile yarıştırmamalı, gerekmedikçe
göstermemelidir, aksi halde sınavı kaybetmiş olur.

Özetle, Allaha kul olmak istemeyen bir nefsin sahibini sürüklediği
yer; düzensizlik, kaos, fanilik, yokluk ve hiçliktir. Allah’tan başkasına kul olmayı
reddeden ve sadece Allah’a kul olan ise “tek ve gerçek egemen”i tanır, kendi cüz’i
iradesiyle O’nun muradına ve külli iradesine bağlanır, O’nun varlığında mutlak varlığı
ve O’nun huzurunda hakiki mutluluğu ve huzuru bulur.

D. Cinsiyetin Fıtri (Yaradılışsal) Amacı

Allah’ın cinsiyetle ilişkisi nedir?

1. Allah bizzat Hak’tır ve Adil’dir. (Allah’ın bir cinsiyeti olsa
idi adaleti olmazdı dedik.)

Allah’ın adaletinin –hikmet ve iradesi ile birlikte- tecellisi için,
adil ya da zalim olma riski bulunan, irade sahibi ve “birbirinden farklı” mahlûkların
bulunması ve aralarında bir müsabakanın açılması gereklidir.

2. İrade sahipleri için sınav sorularından biri de Allah’ın yarattıklarının
arasındaki cinsiyet farklarıdır. Cinsiyetten kaynaklanan içsel eğilimler (temayülât)
ve cinsiyete dair dışsal gözlemler ve bilmeler, bu bilgiyi doğru şekilde kullanma
sınavını başlatmaktadır.

Allah Hz. Adem’e (ve dolayısıyla kendisi yönünden aynı anda ama
Adem ve Havva yönünden daha sonraki bir vakitte olmak üzere Hz. Havva’ya) kainatı
nasıl kullanacağını öğretti. Bu öğrendiklerini insan nesline öğretme (tebliğ) görevini
de ona verdi.6

Allah onlara ilmi verdikten sonra onları yine bir sınava tabi tutarak
cennette onlara şeytanı musallat etti. Sınav onların ikisinin Allah’ın iradesine
karşı irade koymaları ile ilgili idi. Yani batıl dinlerde inanılanın aksine Adem
Havva ile sınanmadı. Sınav, Adem’in cinsiyet algısına ve cinsiyet meyillerine dair
değildi. Zira cinsiyet (cinsellik) yönünden sadece birbirlerini tanıyorlardır.

Onlar gerçek sınavın başlayabilmesi için kurgulanan sembolik sınavı
sembolik olarak kaybettiler.7 Ama böylece asıl sınav Ademler ve Havvalar
üzerinden, yeryüzünde ve zor görevin ifası hususunda sürüyor.

3. Ademoğlunun (ve “Ademkızı”nın8) sınavında görev, varlıkları
(eşyayı) anlamak ve doğru biçimde anlamlandırmaktır. Bu göreve yeryüzünün halifesi
olmak da deniyor.

Eşya aynı zamanda esmadır (isimleridir). Zira bir şeyin (eşyanın)
gerçek ismi onun kendisidir. Bir şeyin kendisi yani aynısı isminin aynasıdır. Aynanın
görevi ise, kendisini değil, parlak “sır”rının da yardımıyla aynanın karşısındakini
göstermektir.

Şeytan ayna olmayı reddedip de sınavı kaybettiği içindir ki ayna
değildir; Allah’ı değil kendisini göstermektedir.

Onun dışındaki tüm varlıklar ise kendilerinin; yani aynlarının;
yani aynalarının şeytandan uzak kalabilmesi nisbetinde nisbi bir hüsün ve kuvvetle
karşılarındaki “Mutlak”ı göstermektedirler. Yani Allah kendi kendisini, yarattığı
aynalardan izlemekte, bundan bir tür “mukaddes bir lezzet” almakta ve “memnun” olmaktadır.9

4. İnsan cinsine gelince, insanlar bu aynalık vazifesini elbette
tüm fıtri özellikleriyle -mesela ırkı ya da diliyle- yapacaktır. Bu da insana, insanî
lezzeti verecektir.

İnsanın fıtratının bir parçası cinsiyeti olduğuna göre insan Allah’ın
isim ve sıfatlarını yansıtma görevini, kendi cinsiyetini ve cinsiyetinden kaynaklanan
farkını da göstererek yapacaktır.

Eşyadaki esma aynı zamanda Allah’ın Esmasına (isimlerine) da işarettir.
O halde bu farklar aynı zamanda Allah’ın insanda tecelli eden isimleri itibariyle
de farktır.

Allah’ın bazı isimleri bazı eşyada diğer bazılarına nazaran daha
fazla tecelli eder ve aslında bu da bir sınav sorusudur.

5. İşte insan cinsinde de bu yönden, mesela yaşlı ve genç arasında
fark olduğu gibi, kadın ve erkek arasında da fark vardır. Allah’ın bazı isimleri
erkeklerde daha açık tecelli ederken, diğer bazı isimleri ise kadınlarda daha net
biçimde tecelli etmektedir.

Mesela Rahim, Rahman ve Rezzak isimleri erkekte de görünür, ama
kadında, hemen hemen daima, açıkça ve ön planda olmak üzere tecelli ve tezahür eder.10
Kadın rahim sahibidir, çocuğunu önce orada büyütür; rahmandır, çocuğuna merhametini
daima kalbinde taşır; rezzaktır, çocuğun rızkını memelerinde taşır. Aslında Bütün
bunlar kadının bizzat kendi varlığından ve kadınlığından değil, Allah’ın Rahim,
Rahman ve Rezzak oluşunun kadın ve çocuğu aynasında görünmesinden ibarettir. Zira
kadının “bizzat kendisi” bir mutlak varlık değil bir “gölge varlık”tır.

Mesela Hakîm, Hâkim ve Kadir ismi erkekte kadına nisbeten daha açık
biçimde tezahür eder. Erkek hikmet sahibidir, aklıyla problemleri çözer; hâkimdir,
ortama vaziyet eder ve hükmeder; kudret sahibidir, düşmanın tecavüzünü durdurur.
Yine bunlar da aslında erkeğin öz malı değil, Allah’ın bu isimlerine ayna olmasının
bir sonucudur.

O halde kadınla erkek arasındaki fıtrî farklar ve buna bağlı olarak
ortaya çıkan hükmî farklar (hüküm farkları) gerçekte bir fark değildir, ancak hükmen
bir farklılıktır. Üstelik bu hükmî farklılıklar da dinî naslarda uhrevi mükafatla
telafi edilmiştir.11 Önemli olan, kadının ve erkeğin birbiriyle ya da
başkalarıyla değil, kendisiyle yarışması, potansiyelini kinetiğe dönüştürmesi, kabiliyetini
harekete geçirmesidir. Buna “kendini gerçekleştirmek” de denmektedir.

O halde insanın kendisini gerçekleştirmesi aslında kendisini içsel
ve dışsal kirlerden arındırarak temizlemesine yani aynanın sırrını kuvvetlendirerek
parlaklığını artırmasına ve camının temizlemesine bağlıdır. Aynanın cinsiyeti de
ırkı da önemli değildir.

Bu yüzden Allah katında üstünlük ancak takva; yani aynayı kirletmeme
(temiz tutma) kabiliyeti ile ölçülür.

E. Cinsiyetin Amaç Dışı Kullanılması

1. Aslında sadece cinsiyet değil, insandaki tüm farklılıklar ve
kuvveler amaç dışı kullanılma riskine açıktır. Temel kaynaklarda; akıl (muhakeme)
kuvveti, menfaate yönelme kuvveti ve zarardan kaçma kuvveti olarak üç ana gruba
ayrılan bu kuvveler için doğrusu, bunları doğru yolda yani sırat-ı müstakimde kullanmak
ve ifrat ve tefritten uzak tutmaktır. Aksi halde sınav kaybedilmiş olur.12

Namazda okunması farz olan Fatiha suresiyle, Allah’tan, kudretimizi
ifrat ve tefritten uzak vasat bir mertebede (sırata’lmüstakim) tutmasını istememizin
sebebi de, bu surenin Kur’an’ın kalbi olarak nitelendirilmesinin sebebi de budur.

2. Kadın ve erkeğin cinsiyetini amaç dışı ve dolayısıyla kötüye
kullanmasına gelince: Mesela kadının çocuğunun dünyevi menfaati uğruna onun ahiretini
feda edercesine yanlış tercihler yapması, onun, şefkat ve merhametini amaç dışı
kullanmasıdır. Yine mesela kadının (ya da erkeğin) Allah’ın rahmetini hak etmeyenlere
Allah’tan rahmet dilemesi de haddi aşmaktır.

Mesela kadının tesettürü kaldırması13 ve kendisini açık
saçıklıkla satmaya çalışması, kadının hüsnünü ve cemalini amaç dışı kullanmasıdır.14
Aynı şekilde kadının şehvetinin kurbanı olması da kadınlığa mahsus lezzetinden sapmadır.

Mesela erkeğin güç kullanarak başkalarının haklarına tecavüz etmesi
ya da başkalarını kendisine kul köle etmesi, onun, kudretini amaç dışı kullanmasıdır.
Aynı şekilde erkeğin (ve elbette kadının) aklını ve hikmeti kendi şahsi menfaatleri
için bencilce ve hileli biçimde kullanması da bir ifrattır ve sapmadır.

Mesela bilhassa kırsal kesimde ana ve babanın, erkek çocuğa, Allah’ın
verdiği haktan fazla hak vermesi ve onu “birinci sınıf evlat” ve “neslini devam
ettirecek gerçek vâris” gibi görmesine karşılık kızını15 ikinci plana
itmesi ve onu cinsiyeti nedeniyle kendisini ele güne rezil etme riski içeren bir
tehlike olarak görme eğilimi bir tür sapmadır. Aynı şekilde, bilhassa şehirli kesimde
sık görülen “elden ayaktan düşersem bana oğlum değil kızım bakar, ona Allah’ın verdiği
haktan daha fazlasını şimdiden rüşvet olarak vereyim ki ileride ele güne muhtaç
olmayayım” çıkarcılığı da, aslında “rızk da hüküm de Allah’ındır, terbiye edici
de merhamet edici de O’dur” hükmüne tam iman edememiş olmaktan kaynaklanan bir sapmadır.

3. Kadın ve erkeğin günlük hayatta ve toplumsal sorumluluğa ait
rol dağılımında yanlış role geçmeleri de aslında fıtrattan sapmadır.

Mesela; toplumsal ilişkilerdeki bozulmaların düzeltilmesinde ve
hatalı davranışların neticelerinin telafisinde adaletle hüküm ve infaza da, şefkatle
affetmeye de ihtiyaç vardır. Adalet; hikmet, hüküm ve kudreti gerektirir. Aynı şekilde
şefkat için de merhamete ihtiyaç vardır.

O halde erkekler, kendilerinde tecelli edecek olan hikmeti, hükmü
ve kudreti geliştirip adaleti tesis ve temin etmeli; kadınlar da merhametini geliştirerek
gerektiğinde affetmeyi bilip/öğretip rahmeti tatbik etmelidir. Bu aynı zamanda fıtri
bir işbölümüdür.

Aksi ise rahmi ve merhameti ile çocuk doğuran ve fakat onu işsiz
kocasına bırakıp hemen mesaiye koşan ve her gün sesi adliye duvarlarında çınlayan
“hakime hanım”ın çığlığının, suni biçimde merhametli olmaya çalışan ve fakat memesinde
süt bulamadığı için bunu hakkıyla başaramayan babanın kucağında ağlayan bebeğin
çığlığı ile yarışmasına sebep olur.

Aynı şekilde iradesine sahip çıkmak adına reyine sahip çıkmakla
yetinmeyip başkalarının ve dolayısıyla başka erkeklerin haklarını aramaya ve dolayısıyla
başkalarını temsil vazifesini de üstlenmeye kalkışan ve birçok yönüyle “mecburen
erkekleşen” kadınlar da aslında bir sapmanın ürünüdür.16

İşte bu sebeple Bediüzzaman, sanayi devrimi denilen sürecin ve bunun
sonucu olan çağdaş medeniyetin, kadını haksız ve gereksiz olarak sun’i bir biçimde17
yuvasından çıkardığını tesbit etmekte ve onlara “yuvaya dön” çağrısı yapmaktadır18

Burada kastedilen kadın, açıktır ki, “fabrikada tütün sarar, ağlar
fabrika kızı” nakaratındaki zavallı kadın ya da erkeklerin zevki uğruna “meta”laşan
hem de “mebzul meta” haline getirilen kadındır. Yoksa burada kadının sosyal hayattan
tümüyle çekilmesi kastedilmekte değildir.

Esasen kadının sosyal hayattan “tümüyle” çekilmesi fıtrî olmadığı
gibi dinin özüne de yabancıdır. Zira kesin hükümler yardımıyla biliyoruz ki İslam’da
erkeklerin ancak cemaat halinde yapabileceği türden bayram ve Cuma namazı gibi ibadetlerde
“cemaate iştirak etmek” kadınlara farz kılınmamış, ama yasak da edilmemiştir. Yine
biliyoruz ki kadın erkek meselelerinde İslam’ın oldukça katı bir yorumuna tabi olan
Suud idaresindeki Kâbe’de, hac mevsiminde, ibadet sırasında, kadın ve erkek, izdiham
sebebiyle mecburen, neredeyse eşitlenmektedir.

Aynı durum Bediüzzaman’ın bizzat kendi yaklaşımları için de geçerlidir.
Nitekim Risalelerin ancak elle çoğaltılarak yayılabildiği yasaklı dönemde kadınların
da bu hizmete girişmeleri bu günkü anlamıyla kahramanca bir “sosyal faaliyet”tir
ve Bediüzzaman bunu “Nurun kahramanı hanımlar” şeklinde tasvir edip alkışlamış ve
desteklemiştir. Aynı şekilde Bediüzzaman kadınları şefkat “kahramanları” olarak
nitelendirmektedir ki bu da bir tür meşru ve makul sosyalleşmenin sonucudur.19

4. Erkeğin kudretini kötüye kullanması ve malikiyet iddiası20
ya da fitne bahanesiyle kadını “kapatıp” ezmesi bir sapma olduğu gibi, kadının da
erkeğin zulmüne karşı direnmesi ve hatta bu amaçla örgütlenmesi bir adalet arayışıdır
ve bir tür meşru müdafaadır.21

Ancak dikkat edilmelidir ki kadın hakları konusunda bu çağdaki mücadeleler
ancak Kur’an’ın verdiği hakları fiilen de almaya yönelik olduğu ve meşruiyet sınırları
içinde kaldığı takdirde bir mânâ ifade eder. Zira “Kurûn-u ûla ve vustadaki zayi
olan kadınlık hukukunu, Kur’an-ı Hakîm gayet ehemmiyetle muhafaza” etmiştir.22

Dolayısıyla, kadının bu hak arayışını abartıp, mesela “erkeksiz
dünya” ya da “nikahsız hayat” raddesine vardırması da haddi aşmaktır. Dünya üzerindeki
bazı feminist örgütlerin, “birey olarak kadın”ı basamak olarak kullanıp iktidar
mücadelesine girişmeleri de bu tür bir bozulmadır.23 Ama daha tehlikelisi,
hürriyet-i nisvan (kadın özgürlüğü) perdesi altında, kadının ve erkeğin fıtrî özelliklerinin
yok sayıldığı mutlak eşitlikçi ve hayvancasına özgürlükçü sun’i bir sosyal düzen
kurma hevesiyle insanı ve neslini ve toplumu tahrip etme şeytanlığıdır.

Unutulmamalıdır ki insan hakları denilen haklar kendi bağlamı içinde
ve sağlıklı biçimde gelişmedikçe kadının hakları bir mânâ ifade etmeyecektir. Bunun
birinci şartı ise bir yandan hakkını aramak ve fakat diğer yandan da hak konusunda
Hakk’a tevekkül etmektir.

Nitekim Bediüzzaman Mücâdele Sûresi’nin “Kocası hakkında defalarca
sana müracaat eden ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitti. Zâten
Allah sizin konuşmalarınızı işitiyordu. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla işitir,
her şeyi hakkıyla görür.” mânâsındaki birinci ayetini tefsir ederken, kadının cinsi
itibariyle şefkatin hakikatine en fedakarca biçimde mazhar oluyor olmasına da vurgu
yaparak, bir kadının kocasından şikayetini Allah’ın da Rahim ismi ile işittiğini
ve bu hakkın gereğini yerine getirmek üzere Hak ismi ile baktığını zikreder.24

Devlete karşı hak arayışında, kadının, “erkeklerle eşitlik” iddia
etmesi de aslında bir tür sapma kaynağıdır. Zira eşitlik iddia etmek çoğu zaman
kadının fıtri hakkını almasına yardımcı olmaya yetmemektedir. Doğrusu, “mukayeseli
üstünlükler teorisinde” olduğu üzere eşitsizliğin bir adaletsizliğe sebep olduğu
her durumda, en azından denklik sağlanıncaya kadar üstünlük ya da ayrıcalık istemektir.
Ki buna pozitif ayrımcılık denmektedir.25

5. Adaletin sadece bu dünyada tecelli edeceğini varsaymak hırçınlığa
ve dolayısıyla başka bir haksızlığa sebep olmaktadır. Oysa gerçek ve tam adaletin
ahirette tecelli edeceğine inananlar için “mazlumun ahı yerde kalmayacaktır.”26
Böyle inananlar, inandığı gibi yaşamalı, yanlış yöntemlerle ve hırçın üslupla adalet
ve hak aramaya yönelmemeli, kendi haklarını korumak adına bilhassa doğmuş ya da
doğmamış çocuğunun haklarını feda etme bencilliğine sapmamalıdır.

Özet ve Sonuç

1. Allah’ın varlığına ve birliğine inananlar için dünya amaç değil,
araçtır. Hak ve yükümlülüklerin nihai hesap yeri ve dolayısıyla adaletin nihai tecelligâhı
da dünya değil, ahirettir.

O halde hak arama mücadelesi elbette bu dünyada da yapılacaktır.
Ama bu mücadele asıl hak ve yükümlülük alanı ve büyük muhasebe günü unutulmadan
yapılmalıdır.

2. Kadınların ve erkeklerin kamusal otorite yani devlet karşısında
sahip oldukları haklara insan hakları diyoruz. Bu haklar devletler için bir yükümlülüktür.
Ancak her hakkın yükümlülük biçiminde bir karşılığının bulunması da dünyanın dengesine
ait bir kuraldır. İnsanların haklarının karşısında yine insanların devlete karşı;
sadakat, kamu düzenini koruma, vergi, savunmaya iştirak gibi yükümlülükleri vardır.

3. Kadın hakları denilen insan hakları grubu ise kadını erkek karşısında
denk ya da eşit statüye getirmeye yönelik ekstra haklardır. Bu haklar şeklen devletten
talep edilmekle birlikte, dolaylı biçimde aslında erkeklerden talep edilmektedir.

Hak aramak meşrudur. Bu uğurda mücadele etmek de meşrudur. Yine
bu yolda örgütlenmek ve bu sayede güçlenmek de meşrudur.

4. Kadınların (ve erkeklerin) Allah’tan hak talep etme ve bu uğurda
Allah’la cedelleşme hakları yoktur. Allah’a karşı “sadece vazifelerimiz” vardır.
Allah’tan istemek (dua) bir taleptir ama bu talep “bir hak talebi” değil, lütfun
ve tecellinin talebidir. Ondan gelene “lütfun da hoş, kahrında hoş” diyebilmek ise
sınavı kazandırır.

Zira başta “yok iken var edilmiş olmak” bir lütuftur, canlandırılmış
olmak da insan olmak da birer lütuf basamağıdır. İnsan olmanın bir adım ilerisi
iç ve dış huzura sahip “güzel insan” olmaktır. Güzel insan Allah’ın güzel isim ve
sıfatlarına en güzel biçimde ayna olan insandır. Zaten insanın da varlık sebebi
kendi benliğini yani kendisinin aynını unutup güzele ayna olmaktır.

Asabiyet (kültürel ve/veya nesebî soybağı) ve cinsiyet gibi kişilik
unsurları kişinin iradesine taalluk etmediğinden zaten övünülebilecek hususlardan
değildir. Zenginlik, yüksek zekâ, sıhhat, mülkiyet ve muvaffakiyet gibi ekstralar
da övünülebilecek değil ancak şükredilebilecek ekstralardır. Bu ekstralardan her
biri, aynen zıtları gibi, şuurla birleştiğinde kişinin Allah’a karşı sorumluluğunu
artıran ekstra sınav unsurlarıdır.

Yaratıcısını tanıyan ve ona hakkıyla kul olan bir mü’min olmak Allah’ın
insana bunların üzerinde ayrıca nasip ettiği bir iltifatı ve bir şereftir. Bu şerefin
zirvesinde evliya olmak vardır. Ama o dahi aslında bir lütuftur. Zira “ben bunu
hak ettim diyen” aslında evliya değildir.

Peygamber olmak ise “iradenin de taalluk ettiği bir hak” değil,
bir vazifedir. Dolayısıyla ne bir erkek ne de bir kadın “ben niçin peygamber olmadım/olamadım”
diyemeyeceği gibi “benim gibilerden neden peygamber yok” da diyemez. Zira nübüvvet
müessesesinin mânâsını bilmek de bir sınav sorusudur. Bunu bilene düşen, nübüvvetin
hakikatini (sıfata, isme ve ilme taallukunu) bilmektir. Yani nebi olmaya –hâşâ-
yeltenmek değil, nebiye layık ümmet olmaya çalışmaktır. Aksi halde, “bilen”, hayat
ve cinsiyet sınavını, üstelik “bilgisi ile” kaybetmiş olur.

Öz

Kadın hakları, cinsiyet-adalet ilişkisi, cinsiyetten doğan haklar
ve yükümlülükler, cinsiyet farklılığının hikmetleri, adalet ve güç ilişkisi, kadın-erkek
eşitliği, erkek egemenliği vb. meseleler tarih boyunca çeşitli kültür ve toplumların
tartışma konuları arasında yer almıştır. Bu çalışma, bu vb. meselelere ışık tutmayı
ve kadın erkek arasındaki hak arama mücadelesinin çerçevesini belirlemeyi amaçlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Kadın, cinsiyet, kadın hakları, insan hakları,
adalet, hak, kudret

Abstract

Matters such as women rights, gender-fairness relation, rights and
obligations arisen due to gender, wisdoms of gender difference, justice and power
relation, women-men equality, male dominance, etc. have been included within discussion
issues of various cultures and communities throughout the history. This study aims
to shed light on above counted matters and identify frame of claiming rights between
women and men.

Key Words: Woman, gender, women rights, human rights, justice,
right, power

Dipnotlar

1. Arapçada Allah lafzı isimlere ait cinsiyet kalıplarına dahil
olan bir kelime/ses değildir. Ayrıntılı bilgi için İslam Ansiklopedisinin “Allah”
maddesine bakılabilir.

Kur’an’da Arapçanın cinsiyet kalıpları genellikle aynen kullanılmıştır.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Kur’an’da Cinsiyet Kalıpları: Sosyolengüistik Bir Yaklaşım,
Ahmet Halil Aziz, (Çev: İbrahim H. Karslı), Din Bilimleri Akademik Araştırma Merkezi
Dergisi, Yıl 2004, Cilt 4, s. 195-204. web ulaşımı için:
http://www.dinbilimleri.com/Makaleler/2135213398-0404100429.pdf

Kur’anda Arapça dilbilgisi kurallarına ve cinsiyet kalıplarına
aykırı bazı kullanımlar da vardır. Bediüzzaman Said Nursi bunlardan ikisinin hikmetleri
hakkında eserlerinde ayrıntılı bilgi vermektedir. Birincisi Lem’alar’da 20. Lem’a’nın
Beşinci İşaret’inde (s. 157) geçmektedir. web ulaşımı için:

http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Lemalar&Page=157

Diğeri de İşaratü’l İ’caz’ın son bahsinde Bakara Suresinin 31-34.
ayetlerinin tefsiri içinde (s. 215) geçmektedir. web ulaşımı için:

http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=IsaratulIcaz&Page=260

2. O kadar ki sun’i akıl sayılabilecek olan computer’in dahi
bir tür cinsiyetinin olduğu ifade edilmektedir.

3. Bu tasvirin terazi ve denge boyutu ile ilgili ayrıntılı değerlendirme
için Köprü Dergisi’nin Adalet sayısında (Güz 2005/92. Sayı) yer alan ve Nuri Çakır’ın
kaleme aldığı “Adalet Terazisi Dengede mi?” başlıklı makaleye bakılabilir.

4. Bediüzzaman, açıklamalarına özetle “dinî sahadaki içtihatları
yenilemek teorik olarak mümkündür ama bu çağda yenileme gerekli değildir” diyerek
başladığı İçtihad Risalesi’nde (Sözler, s. 442) bu hususa işaret etmek üzere özetle
şunları söylemektedir: Kur’an ve sünnetle ve ilk dönem içtihatlarla esasları belirlenmiş
olan hususlarda yeni içtihatlar yapmaya kalkışmak İslam’a bir tür ihanettir. Zira
özellikle bu çağda insanlar için Allah’ın rızasına ulaşmak asıl hedef olmaktan çıkmıştır.
İnsanların ana kavramı siyaset ve dünyevi haklar meselesi olmuştur. Bu taleplerle
gelenlere içtihatla kolaylık göstermek fayda değil, zarar verir.

İlgili kısmın tam metni şu şekildedir:

“Dinin zarûriyâtı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü, katî ve
muayyendirler. Hem, o zarûriyât kùt ve gıdâ hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar
ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikàmesine ve ihyâsına sarf
etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyât kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne
ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde,
onları bırakıp heveskârâne yeni içtihatlar yapmak, bid’akârâne bir hıyânettir.

“Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor,
vakit bevakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimâiyât-ı insaniye
ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer metâ, mergub olup revaç buluyor,
sûk’unda, yani çarşısında teşhir ediliyor; rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona
teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyâset metâı
ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.

“Ve Selef-i Sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub
metâ, Hàlık-ı Semâvât ve Arzın marziyâtlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbât
etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki
saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.”

5. Bu surenin üçüncü ve dördüncü ayetleri olan “Lem yelid velem
yüled” ve “velemyeküllehu küfüven ehad” (Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey
de Onun dengi değildir.) ayetlerinden çeşitli ilim tabakasının alacağı dersle ilgili
olarak Sözler’de yapılan (s. 376) açıklama şu şekildedir: Kesretli tabaka olan avâm
tabakasının şundan hisse-i fehmi: “Cenâb-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve
zevceden münezzehtir.”

Daha mutavassıt bir tabaka şundan, “Îsâ Aleyhisselâmın ve melâikelerin
ve tevellüde mazhar şeylerin ulûhiyetini nefyetmektir.” Çünkü, muhâl bir şeyi nefyetmek,
zâhiren faydasız olduğundan, belâgatta medâr-ı fayda olacak bir lâzım-ı hüküm murad
olunur. İşte cismâniyete mahsus veled ve vâlidi nefyetmekten murad ise, veled ve
vâlidi ve küfüvü bulunanların nefy-i ulûhiyetleridir ve ma’bud olmaya lâyık olmadıklarını
göstermektir. Şu sırdandır ki, Sûre-i İhlâs, herkese, hem her vakit fayda verebilir.

Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: “Cenâb-ı Hak
mevcudâta karşı tevlid ve tevellüdü işmâm edecek bütün râbıtalardan münezzehtir.
Şerik ve muînden ve hemcinsten müberrâdır. Belki mevcudâta karşı nisbeti, hallâkıyettir.
Emr-i “kün fe yekûn” (Ol! der; oluverir.” Yâsin Sûresi: 82.) ile, irâde-i ezeliyesiyle,
ihtiyâriyle icad eder. İcâbî ve ıztırârî ve sudûr-u gayr-i ihtiyârî gibi münâfi-i
kemâl herbir râbıtadan münezzehtir.”

Daha yüksek bir tabakanın hisse-i fehmi: “Cenâb-ı Hak ezelîdir,
ebedîdir, Evvel ve âhir’dir. Hiçbir cihette ne Zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde
nazîri, küfüvü, şebîhi, misli, misâli, mesîli yoktur. Yalnız, ef’âlinde, şuûnunda
teşbihi ifade eden mesel var. Velillahil meselül âlâ (“En yüce sıfatlar Allah’ındır.”
Nahl Sûresi: 60.). “Bu tabakàta, ârifîn tabakası, ehl-i aşk tabakası, sıddîkîn tabakası
gibi ayrı ayrı hisse sahiplerini kıyas edebilirsin.”

6. Bu hususta ayrıntılar için bkz, Bakara Suresi 30-34. ayetler
ve Bediüzzaman’ın bu ayetleri tefsiri için bkz. İşaratü’l İ’caz, s. 215. web ulaşımı
için:

http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=IsaratulIcaz&Page=260

7. Sınavın sembolik niteliği hususunda Bediüzzaman’ın açıklamaları
şu şekildedir:

“Hazret-i Âdem’in (a.s.) Cennetten ihracı ve bir kısım benîâdem’in
Cehenneme ithali ne hikmete mebnidir? ”Elcevap: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife
ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin
ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin
bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netâicindendir. Eğer
Hazret-i Âdem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye
inkişaf etmezdi. Halbuki, yeknesak makam sahibi olan melâikeler çoktur; o tarz ubudiyet
için insana ihtiyaç yok.” Mektubat, s. 46. web ulaşımı için:

http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Mektubat&Page=46

8. Dilbilgisi kurallarına ve dil alışkanlıklarımıza göre, Adem
ya da adam (man-men) lafzının geçtiği her yerde Havva’yı ya da kadını (woman) da
zikretme mecburiyetimiz yoktur. Ama maalesef sun’i ve isyankar feminist etki altındaki
dillerde erkek ismin hem erkeği hem dişiyi kapsamasına tahammül edemeyen zihniyet
dili de daraltmaktadır. “Bilim adamı” yanında kullanılmaya başlayan “bilim kadını”,
“işadamı” yanında kullanılan “işkadını” bizi bir süre sonra öğretmen yanında öğretwomen’e(!)
kadar götürecektir. Bir sonraki aşama ise, meşhur fıkradaki komutanın “bölük sağa
dön” emrini “bana emir vermediniz ki” diyerek duymazdan gelen Kandıralı’nın “Bölük
dur, Kandıralı sen de dur” komutunun icadına sebep olması gibi olacaktır.

9. “Lezzet-i mukaddese” ve “memnuniyet-i mukaddese” tabirine
Bediüzzaman’ın yüklediği mânâ için bkz. Mektubat, s. 87: “Şu kâinattaki dehşet-engiz
ve hayretnümâ hadsiz faaliyet, iki kısım esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek iki hikmet-i
vâsia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir: “Birincisi: Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i
Hüsnâsının had ve hesaba gelmez envâ-ı tecelliyâtı var. Mahlûkatın tenevvüleri,
o tecelliyâtın tenevvüünden geliyor. O esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler.
Yani nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışlarının aynalarında cilve-i cemallerini
görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen
feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu,
Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber bütün zîşuurların nazar-ı mütalâasına
göstermek ve okutturmak iktiza ederler.

“İkinci sebep ve hikmet: Nasıl ki mahlûkattaki faaliyet bir
iştah, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hattâ herbir faaliyette katiyen lezzet
vardır. Belki herbir faaliyet bir nevi lezzettir.

“Öyle de, Vâcibü’l-Vücuda lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine
ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına münasip bir şekilde,
hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var.

“Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen
hadsiz bir şevk-i mukaddes var. “Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u
mukaddes var.

“Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tabir caizse, hadsiz bir lezzet-i
mukaddese var.

“Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlûkatın,
faaliyet-i kudret içinde ve istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden
neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahmân-ı Rahîme ait,
tabir caizse, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır
ki, hadsiz bir surette hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.”

web ulaşımı için:

http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Lemalar&Page=87

10. Bediüzzaman bu hususta şunları ifade etmektedir:

Emirdağ Lahikası, s. 40: “Kadınların da en esaslı hassaları
ve fıtri vazifelerinin mayası, şefkattir.”

Lem’alar, 136: “Hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum
validelerde derc edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam mânâsıyla validelerin şefkatleri
mazhardır.”

Lem’alar, 204: “Elhasıl: Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta,
şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara
yetişemiyorlar. Öyle de, o mâsum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere
yetişemezler. Onun için, fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli
korkarlar ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler.”

Barla Lahikası, 188: “Kız, şefkat ve cemalin mazharı olduğundan,
erkek çocuğundan daha ziyade sevilir.”

11. Nitekim loğusa iken vefat eden kadına şehitlik mertebesinin
verileceğine dair hadis-i şerif bunun bir örneğidir. Lem’alar, s. 398.

12. Bu kuvvelerin mânâları ve ifrat-tefrit ve vasat dereceleri
hakkında Bediüzzaman’ın yaptığı açıklamalar için bkz. İşaratü’l İcaz, s. 29 vd.

Kuvvelerin hangisinin üstün olması gerektiği ve sebebi hakkında
bkz. İşaratü’l İcaz, s. 254:

“Cenab-ı Hak, hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i
mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı
halk etmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kadir ve cami olarak dördüncü
kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lazımdır ki, beşerin şeheviye ve gadabiye
kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olursa, beşer, mücahedesinden dolayı
melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde, hayvanattan daha aşağı olur; çünkü özrü yoktur.”

web ulaşımı için:

http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=IsaratulIcaz&Page=254

13. Tesettürsüzlüğün birincil sonucu ahlaki yozlaşmadır: “İnkişaf-ı
nisvandan, medenî beşerde ahlâk-ı seyyie inkişaf eder”. Mektubat, s. 462.

14. Bu sapmanın kaynağı, fıtri ihtiyacı yanlış yollarla giderme
ya da “sahip olma” arzusunun yanlış biçimde tatmini olabilir. Nitekim Bediüzzaman
da Lem’alar’da (s. 204) bu hususta şunları söylemektedir. “Maişet derdi için, serseri,
ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat
ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları
nevinden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan
bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah,
rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere
boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize
yakışmaz.”

15. Bunu babanın yapması cinsî tarafgirlikten kaynaklanabilir.
Bunu annenin yapması ise kendi kendisinin “rahmet timsali olma” yönünü yani kendi
kendisini inkar edip, erkekteki güce tapacak derecede sahip çıkmasından kaynaklanan
bir sapma olsa gerektir. Bu sapma ise aslında fıtrata (yaradılışa) bir tür isyanla
ortaya çıkan “keşke erkek olsaydım” duygusunun erkek evlat üzerinden tatminidir.

16. Bu vesileyle belirtelim ki kadınlara seçme ve seçilme hakkının
verilmesi ile ilgili olarak, ülkemizde, her 5 Kasım’da tam mânâsıyla bir aldatmaca
yaşanmaktadır. Güya bu tarihte kadınlara bu hak verilmiştir ve güya 1 Mart 1935’te
toplanan meclise 18 kadın “millet”vekili girmiştir. Oysa o tarihte Türkiye’de demokrasi
yoktur. Cumhuriyet “mânâsız, isim ve resimden ibaret”tir. Gerçek bir seçim yapılmamakta,
CHP yönetimince belirlenen tek liste seçime girip her nasılsa kazanmaktadır ve elbette
CHP yönetimi erkeklerin ve onların kadınlarının elindedir. Kısacası erkek seçmenin
dahi gerçekte seçme hakkı yoktur ki kadının seçme ve seçilme hakkından söz edilebilsin.
O halde yapılan ve yaşanan nedir? Bu konu tarih ve siyaset bilimi uzmanlarınca ancak
tam özgürlük ortamında ve tam bilgilerle donandıklarında değerlendirilebilecek bir
konu gibi görünmektedir.

17. Bu sun’i sosyalleşme aynı zamanda ciddi bir riski de içerir:
“Mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte
dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye
içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu
mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin
şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.” Lem’alar, 204.

18. Bu konuda Lemaat’taki (Sözler, s. 668) açıklama şu şekildedir.

“Mim”siz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri
de kırmış, mebzul metâı yapmış.

“Şer’-i İslâm onları Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına.

“Hürmetleri orada; rahatları evlerde, hayat-ı âilede.

“Temizlik zînetleri; Haşmetleri hüsn-ü hulk, lûtuf ve cemâli
ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı.”

19. Nitekim Bediüzzaman Lem’alar’da, (s. 202) hanımların şefkat
kahramanlığını ihlasla da birleştirerek şöyle açıklar:

“Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve amâl-i uhreviyeden en kıymetli
ve en lüzumlu esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor.
Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük
bir saadete medar olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor;
belki yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar. Fakat
maatteessüf biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden
kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa
giriyorlar.”

20. Burada kastettiğimiz, erkeğin kadını mülkü saymasıdır. Günümüzde
bunun yaygın olmadığı düşünülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki Birleşmiş Milletler
verilerine göre dünya üzerinde kayıtlı mülkün %90’dan fazlası erkekler üzerindedir.
Mülk edinmeye bu ölçüde meraklı ve istekli bir cinsin, kadını da kendisiyle eşit
mülkiyet hakkına sahip bir özne olarak değil, mülk olarak edinilebilecek (temellük
edilebilecek) bir nesne gibi görmesi yadırganmamalıdır.

21. Kanaatimizce bu mücadelenin bu asırda bilhassa şiddetlenmesinin
bir sebebi de insanlık alemindeki sosyolojik değişimlerdir: Mektubat’ta (s. 456)
ifade edildiği gibi “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine
terk-i mevki ediyor. Zira, beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.”

Dolayısıyla beşerin kadın tabakasının erkek tabakasına karşı
mücadelesi insani ve fıtri bir süreçtir.

Bu konu yine Mektubat’ta (s. 353) ayrıntılı biçimde şu şekilde
açıklanmaktadır:

Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı
içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye îtibâriyle,
beşer, birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri, ikinci devri
memlûkiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecir devri, beşincisi mâlikiyet
ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle tebdil edilmiş; nimmedeniyet
devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını
abd ve memlûk ittihaz edip, hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler dahi
bir intibâha düşüp, gayrete gelerek, o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten
kurtulup, fakat “el hükmü lil ekser” olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri
zaiflerine esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, ihtilâl-i kebîr gibi çok inkılâplarla,
o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı
ve fukarâyı ücret mukâbilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i
sa’yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukâbil istihdam etmeleridir. Bu devirde sû-i
istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla
bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’1-arz
mâdenlerde çalışıp, kùt-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor.
Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan
etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr
ü zeber edip, geçer Harb-i Umûmiden istifadé ederek, her yerde kök saldılar. Şu
bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fıkrini
verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret
vermiş.”

22. Tarihçe-i Hayat, s. 224.

23. Bediüzzaman’ın Lem’alar’da (s. 202) söylediği “başka bir
tür riyakarlık” bu şekilde ortaya çıkıyor olabilir:

“maatteessüf biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin
şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve
aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa giriyorlar”.

24. Sözler, 391: İşte, Kur’ân der: “Cenâb-ı Hak, Semî-i Mutlaktır,
her şeyi işitir, hattâ en cüz’î bir mâcera olan ve zevcinden teşekkî eden bir zevcenin
sana karşı mücâdelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en latîf cilvesine mazhar
ve şefkatin en fedâkâr bir hakikatine mâden olan bir kadının haklı olarak zevcinden
dâvâsını ve Cenâb-ı Hakka şekvâsını umûr-u azîme sûretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle
işitir ve Hak ismiyle ciddiyetle bakar.”

İşte, bu cüz’î maksadı küllîleştirmek için, mahlûkatın en cüz’î
bir hâdisesini işiten, gören kâinatın daire-i imkânîsinden hariç bir zât, elbette
herşeyi işitir, herşeyi görür bir Zât olmak lâzım gelir. Ve kâinata Rab olan, kâinat
içinde mazlum küçük mahlûkların dertlerini görmek, feryadlarını işitmek gerektir.
Dertlerini görmeyen, feryadlarını işitmeyen, Rab olamaz.”

25. Aslında devletler, sadece kadın erkek meselesinde değil,
her konuda, kendisini köşeye sıkışmış yani azınlıkta kalmış hisseden herkese el
uzatarak onları bulundukları o köşeden çıkarmalı, bunun için de o köşeden çıkıncaya
kadar kendilerini ekstra haklarla desteklemelidir. Modern azınlık teorisi de bu
insanî ve fıtrî noktaya doğru gitmektedir. Diğer deyişle artık azınlık, “az hakka
sahip olan” değildir, aksine azınlık, “ekstra haklarla desteklenerek sosyal statüsü
düzeltilmesi gereken” demektir.

26. Hatta ahiretteki mahkemedeki ince terazide, boynuzlu koç
ile boynuzsuz koyun arasında dahi boynuzluluk ve boynuzsuzluk farkından kaynaklanan
haksızlıklar sebebiyle bir hesaplaşma olacağına göre; kudretli erkekle zayıf kadın
arasında ve merhametli kadınla katı kalpli erkek arasında hesaplaşma da kaçınılmazdır.