The Publication and Interpretation of
the Books of Risale-i Nur with Respect to
the Intellectual Property Rights

GİRİŞ

Bediüzzaman Said Nursî tarafından 1900’lü yılların ilk yarısında telif edil¬miş olan Risale-i Nur Külliyatına dahil eserler, gerek muhtevası ve telif biçimi ve gerekse hukuk düzeni açısından yaşadığı yasaklama ve engelleme gibi zorlu süreçler sebebiyle oldukça özgündür. Bu müstesna niteliğine bir de bu eserlerin her tür engellemeye rağmen çok okunan ve çok kişi tarafından sahiplenilen, çok dile tercüme edilen, üzerinde çok çalışılan ve işlenilen ve dolayısıyla çok satılan eserler olduğu gerçeği eklendiğinde, bu eserler üzerindeki fikrî haklar konusu, kendiliğinden, oldukça önemli bir hale gelmiş olmaktadır.

Diğer ifadeyle Risalelerin kendisi kadar, bu eserler üzerindeki telif hakları konusu da ilginç ve müzakereye muhtaç bir konudur. Konu hakkında bu güne kadar hukukçularca herhangi bir akademik çalışma yapılmamış olması da ihti¬yacı artırmaktadır.

Okuyacağınız makale, tarafımızdan, Ankara’daki Fikrî ve Sınaî Haklar Hu¬kuk Mahkemelerinde bilirkişilik de yapan bir Ticaret Hukuku öğretim üyesi olarak ve bu alandaki uzmanlığımız sebebiyle kaleme alınmıştır. Ancak çalışma¬larımız sırasında gördük ki konu maddî hukuk alanındaki uzmanlık yardımıyla kolaylıkla açığa kavuşturulamayacak kadar özgün ve farklıdır. (Bu sebeple konu ile ilgili gördüğüm bazı “nur talebeleri”nden özel destek almış bulunuyorum. Kendilerine bu vesileyle teşekkür ediyorum).

Bütün bu sebeplerle, aşağıda görülecek olan üslubumuz da tekliflerimiz de klasik bilimsel makale yaklaşımından hayli uzaktır.

İNCELEME PLANI

Ana konumuz Risaleler üzerindeki telif hakları ve diğer fikrî haklardır. An¬cak okuyucunun zihnini bu konuya hazırlamak üzere birinci başlıkta önce Nur Risaleleri açısından fikrî hak kavramını ele alacağız (Bu başlığı okumaktan sıkı¬lacak okuyucularımızın doğrudan ikinci başlığa geçmelerini tavsiye ederiz).

Ardından, ikinci başlıkta, Risaleler üzerindeki fikrî mülkiyet hakkı ile mü¬ellifi arasındaki ilişkiyi ve müellifinin vefatından sonra bu eserler üzerindeki hakkın kime ya da kimlere ait olduğunu ve olması gerektiğini Risalelerden yola çıkarak tesbit edeceğiz. Bu başlıkta bilhassa Risalelerdeki vasiyetnameler ve vârislik konularını ele alacağız.

Daha sonra üçüncü başlıkta Risaleler üzerindeki yayın haklarının malî hak ve manevî hak boyutlarını hukukî yönden değerlendireceğiz.

Dördüncü başlıkta Risalelerin neşri hususundaki hukukî ve fiilî durumu in¬celeyeceğiz.

Son olarak beşinci başlıkta ise Risalelerin şerh, tanzim, sadeleştirme, v.s. bi¬çimde “işlenmesi”nin hukukî sınırlarını değerlendireceğiz.

Sonuç kısmında ise küçük bir özetle makalede ulaştığımız sonuçları sırala¬yacağız.

1. NUR RİSALELERİ AÇISINDAN FİKRÎ HAKLAR KAVRAMI

a) Genel olarak fikrî hakların niteliği

1. Bu günkü modern hukuk düzeni kişinin eşyası üzerindeki haklarını başka¬larının tecavüzüne karşı korurken maddî varlık türünden eşya ile maddî varlığı olmayan (gayr-ı maddî) varlıkları birbirinden ayırmakta ve ayrı koruma kuralları öngörmektedir.

Bu kural farklılığını Köprü dergisi okuyucularının yakından bileceğini dü¬şündüğümüz meşhur bir kavramlaştırma olan “mânâ-yı harfî ve mânâ-yı ismî” kavramları yardımıyla ve bir örnekle şu şekilde ifade edebiliriz:

2. Bir kitabı açtığımızda iki şey görürüz. Bu iki şey aslında iki ayrı bakış açısının ürünü olan iki algıdır:

Birinci tür bakışta, bakanın aklına, kâğıt ve kâğıdın üzerinde yer alan ve boya ile yazılmış harfler görünür. Gerçekten, “sadece harfler”e bakan harfleri görür ve biliyorsa harflerin ismini aklına getirir. Harfleri tanıyan yani okuyabilen bir kişi¬nin, bilmediği bir dil ile yazılmış bir kitaba bakışında durum budur. Buna, harfle¬re mânâ-yı ismî ile bakmak denir. Harfler sadece ve bizzat kendilerini gösterirler

İkinci bakış türünde, kitaba bakmak ve harfleri okumakla değil kitabı oku¬makla elde edilen şey, yani kitabın satırlarında, cümle ve kelimelerinde saklı fi¬kirler akla görünür. Bunlar kitaptaki harflere tek tek harf olarak bakanın göre¬meyeceği, ama kitaptaki harflerin yan yana geliş biçimine bakanın görebileceği mânâlardır. Harfleri tanıyan ve müellifin (harfleri birbirine telif edenin) dilini bilen kişinin kitabı “okuması” bu şekildedir. Buna da harflere mânâ-yı harfî ile bakmak denir. Burada harfler kendilerini değil, müellifin fikrini yani o harfleri, kelimeleri ve cümleleri o biçimde bir araya getirmesinin ve birbiriyle telif etme¬sinin sebebini (ideyi-ideayı) gösterirler.

3. Elle yazılmış bir kitabı–ki esasen kitap ketebe’den gelir ve elle yazılandır, matbaa sonraki bir icattır–ilk yazan yani telif eden kişi, bu yazıyı tanıyan birine bu kitabı verdiğinde ya da gönderdiğinde (mektup ettiğinde), maksadı, alanın bu mektuba mânâ-yı harfî ile bakması yani kitabın mânâsını okumasıdır.

Aynı şekilde matbaada tab’ edilen bir kitabı piyasaya çıkaran da kitaptaki mânâların anlaşılmasını ister.

4. O halde, kitabın maddesi, harflerin biçimi-şekli ve kelimelerin lafzı, mânâ içindir.

Kitabı telif eden, te’lifâtına sahip çıkmakla kitaptaki mânâyı korumak is¬ter. Kitabı elinde tutan da kitabın maddesini korumakla aslında yine kitabın mânâsını kendisinde muhafaza etmek ister. Her ikisi de kitaba mânâ-yı harfî ile bakmaktadır. Kitabın muhtevasındaki mânâsı ile değil de kâğıdı ve mürekkebi ile ilgilenen bir antikacı ise kitaba kitap olarak değil, madde olarak değer ver¬mektedir ve dolayısıyla mânâ-yı ismî ile bakmaktadır.

5. “Bu kitap kimin?” sorusunda “kimin” kelimesi mülkiyeti ifade eder.

Bir kitabın, soruda kastedilen mânâda iki sahibi vardır. Birincisi “bu kitap kimin eseri” sorusunun cevabı olarak, “kitabın müellifi” yani kitabın mânâ’sının “sahibi”dir. İkincisi “bu kitap kimin malı” sorusunun cevabı olarak da bu kitabı kitapçıdan satın alan ve zilyedi olan kişi, yani kitabın madde’sinin malikidir.

Bir kitabın mânâsına tecavüz ile kitabın maddesine tecavüz farklı fiillerle gerçekleşir. Bu hak ihlâlleri, sahibinin hakkına farklı şekillerde etki eder. Dola¬yısıyla, tecavüzü engellemek ve sonuçlarını ortadan kaldırabilmek için de farklı koruma kurallarına ihtiyaç vardır.

6. Kitap örneğinden yola çıkarak anlattığımız bu ikili ayrım, varlık değeri maddesi ile sınırlı olmayan başka tür varlıklarda da kendisini gösterir.

Meselâ bir buluşu içeren ya da bir buluşun sonucu olan ürünü düşünelim. Buluş ile buluş kullanılarak yapılan ürün farklı koruma kurallarına tabidir. Buluş patentlenerek, ürün ise mülkiyet kuralları yardımıyla korunur.

Meselâ bir ticari ürünü benzer diğerlerinden ayırt eden alâmet-i farika duru¬mundaki “marka” ile, markanın üzerinde kullanıldığı “markalı eşya”yı düşünelim. İkisi farklı şeylerdir ve farklı şekillerde korunurlar.

b) Fikrî hakların kaynağ

1. Devlet ve hukuk düzeni açısından kıymet ifade eden haklar kanunla tarif edilir ve korunurlar. Böylece haklar bir mânâda kanundan kaynaklanmış olur.

Belirtelim ki “hakkın kaynağı” derken aslında hakkın devlet tarafından tanı¬nan sınırlarını görünür-bilinir hale getiren ve çoğu yazılı olan kurallar kastedil¬mekte, kurallar “kaynak” olarak ifade edilmektedir.

2. Ancak bu yaklaşım sığdır ve yetersizdir. Zira kurallar kaynak ise “onların kaynağı nedir” sorusu kaçınılmazdır. İlk ve basit cevap “kural koyanlar”ı kaynak olarak göstermektir. Bu halde de “kural koyanların varlığının ve kural koyma yetkisinin kaynağı nedir” sorusu kaçınılmaz olacaktır.

O halde gerçek mânâda hakkın kaynağı, bütün varlıkların ve bir varlık olarak hakkın Yaratıcısıdır. Diğer ifadeyle hakkın kaynağı Cenab-ı Haktır.

3. Yine bu sebeple tüm hakların nihai ve esas sahibi de Cenab-ı Haktır. Do¬layısıyla, her bir hak ihlali, önce o hakkın görünüşte sahibinin hakkını ihlal edi¬yor gibi görünse de hakların sahiplerinin de bir Sahibi olduğuna göre her bir hak ihlali aslında Cenab-ı Hakkın hakkını ihlâl etmektedir.

Yine bu yaklaşıma göre insanların kendi haklarını korumada acze düştükleri ya da haklarını korumaya ihtiyaç duymadıkları her durumda hakkın gerçek sa¬hibi olan Cenab-ı Hak o hakkı koruyacak ve sahibine verecektir. (Bu yaklaşımın önemli bir sonucunu, aşağıda, “Risale-i Nur Kur’ân’ın malıdır” hükmünü tarif ederken göreceğiz).

4. Bu ön bilgilerden sona fikrî haklara ilişkin koruma kurallarına gelecek olursak;

Maddî varlıklara ilişkin koruma kuralları Medenî Kanunun Eşya Hukuku Kitabında mülkiyet hakkı çerçevesinde düzenlenirken, gayrı maddî iktisadî var¬lıklara ilişkin koruma kuralları Fikrî ve Sınaî Haklar Mevzuatında yer almakta¬dır.

Kitap ve benzeri fikir ve sanat eserlerine ilişkin fikrî hak koruması ilk olarak 8 Mayıs 1910 tarihli Hakk-ı Telif Kanunu ile ve daha sonra da bu kanunu ge¬liştiren 05.12.1951 tarihli ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK) ile düzenlenmiştir.

Risale-i Nur Külliyatı bir küçük kitaplar (risaleler) külliyatı olduğuna göre hukuki koruma rejimi bu Kanundaki kurallara tabi olacaktır. Biz de aşağıda bu kanundaki yaklaşımı ele alacağız. Ancak kanunî durumu incelemeden önce Bediüzzaman’ın iradesini ve fiilî durumu açıklayacağız.

2. RİSALELER ÜZERİNDEKİ FİKRÎ HAKLARA
RİSALELERDEN BAKIŞ

a) Nur Risaleleri kimin “malı?” (Eserlerin sahibi kim?)

1. FSEK kapsamında korunan “eser”, Kanunun 1. maddesinde şu şekilde tarif edilmiştir: “Eser: Sahibinin hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat, musikî, güzel sanatlar veya sinema eserleri olarak sayılan her nevi fikir ve sanat mahsul¬lerini” ifade eder.

Nur Risalelerinin bu kapsamda “eser” olduklarında şüphe yoktur.

2. FSEK 8/1 “Bir eserin sahibi, onu meydana getirendir” demektedir. “Mey¬dana getirmek,” “ortaya çıkarmak” gibi bir mânâya gelir (Kanunda “yaratma” ke¬limesinin kullanılmamış olması kayda değer bir husustur).

Bir eserin ilham ürünü mü yoksa çalışma ve gayret ürünü mü olduğu husu¬su, eserin sahiplenilmesi açısından, kanun nazarında önem taşımaz. Buna kar¬şılık uygulamada–kanundan da ilhamen–ilhamî eserlere genellikle “sanat ve edebiyat eserleri,” çalışma ürünü (kesbî) olan eserlere de genellikle “ilmî” ya da “bilimsel” eserler denmektedir. Ancak bu ayrım, ayrı bir eser grubu olarak kabul edilebilecek olan “dinî eserler” için bir mânâ ifade etmemektedir.

Zira bilhassa feyz ve ilham eseri olan dinî eserler, kâr ve menfaat değil ihlas ve hamiyet esası üzerine otururlar: Bediüzzaman (Mektubat, s. 72) bu hususu şöyle tarif eder:

“Hakaik-i imaniye ve esâsât-ı Kur’âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabi¬linde, dünya muamelâtı suretine sokulmaz. Belki, bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyetle ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.”

3. Risale-i Nur Külliyatına dahil Risalelerin müellifi, Bediüzzaman Said Nursi’dir. Yazıya geçirme genellikle bizzat kendisinin el yazısıyla ya da daktilo, v.b. ile yazması biçiminde değil, söyleyip yazdırma biçiminde gerçekleşmiştir.

Said Nursî ismi, Bediüzzaman’ın hukuken bilinen mânâda “mahlas”ıdır. Be¬diüzzaman adı da Said Nursî’nin lâkabıdır. Bediüzzaman’ın Cumhuriyet dö¬neminde nüfus kütüğüne kayıtlı resmi adı Said Okur’dur ve fakat te’lifâtını bu isimle değil “Bediüzzaman Said Nursi” adıyla neşretmiştir.

Bu bilgiye göre ve şeklen, Nur Risaleleri Bediüzzaman’ın malıdır.

4. Ancak Bediüzzaman Risalelerde çok defa “Risale-i Nur Kur’an’ın malıdır” demektedir. Bu hükmün farklı mânâları bulunabilir:

Birinci olarak “Risale-i Nur benim malım değil, Kur’ân’ın malıdır, dolayısıyla muhataplar benim şahsî ve indî fikirlerimi okur gibi değil, Kur’ânın bir tefsirini okur şekilde okusunlar” demektir.

İkincisi “Risale-i Nur sadece bir grubun malı ya da el kitabı değil, Kur’ân’ın malıdır, dolayısıyla Kur’ân’a sahip çıkan herkes bu eserlere de sahip çıkabilir, müşteri ve muhatap olabilir” demektir.

Ancak her halde bu söz, “Ben bu kitaplara ve fikirlere sahip çıkmıyorum, di¬leyen dilediği şekilde neşredip para kazanabilir, dönüştürebilir, üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilir” mânâsına gelmez. Zira her eser gibi bu eserler de tahrif veya tecavüze uğrayabilir ve tahriflerden korunmalıdır.

Aynı şekilde, bu söz, “Kur’an’ı kim koruyorsa bu eserleri de o korur, do¬layısıyla başka bir koruma sistemine veya hak-hukuk düzenine gerek yoktur” mânâsına da gelmez. Zira Kur’ân’ı da Allah korur, ama bu koruma, bir devletin, Kur’ân’ı tahriften korumak üzere düzen kurmasına, mesela Mushafların asla uy¬gunluğunu kontrol ederek mühür vurmasına mani değildir.

5. Bediüzzaman bazı eserlerinde de “Risaleler umumun malıdır” veya “mal-ı umumidir” demektedir. Mesela Birinci Emirdağ Lahikası s. 140’taki mektubun¬da yer alan “Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umu¬mun malı olması cihetiyle” ifadelerinde durum böyledir.

Burada umuma ait olmak, bir gruba ya da tarafa ait olmamak mânâsındadır. Herhalde maksat, herkesin istifadesine sunabilmenin ancak herkesin sahiplene¬bilmesi ile olduğunu ifade etmektir.

Nitekim Bediüzzaman (Mektubat, s. 412’de) bu hususta şunları yazmaktadır:

“Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, katî delillerle size ispat etmiştir ki, meydan-ı istifadeye vaz edilen eserler mîrî malıdır, yani Kur’ân-ı Hakîmin tereşşuhâtıdır. Hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez. Haydi, farz-ı muhâl olarak, ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum; benim bir kardeşimin dediği gibi, madem bu Kur’ânî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler”.

Bu paragrafta geçen mîrî malı olmak, herkesin istifadesine açık olmak mânâsında olsa gerektir.

6. Yine Birinci Emirdağ Lahikasında (s. 251) “Esâsen Risâle-i Nur ise, ona şâkirt olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir” denilmektedir. Aynı mek¬tupta, bazı âlimlerin ve yayıncıların, Risalelerden bazı parçaları, müellif olarak Bediüzzaman’ın adını da zikretmeden yayınlamalarına da itiraz edilmemekte ve hatta “İnşaallah bir zaman onlar resmen neşrine mecbur olacaklar” denilmekte¬dir.

Bu beyanlar da Risalelerin daha fazla kişiye ulaştırılması hedefinin basamak¬ları olarak görülmelidir. Yoksa müellifinin eserini sahiplenmekten vazgeçmesi ve umuma “terk etmesi” mânâsında değildir.

7. O halde Bediüzzaman’ın telifi olan Risale-i Nur Külliyatının ve Külliyata dahil etmediği diğer eserlerinin FSEK mânâsında “eser sahibi” Bediüzzaman Said Nursi’dir. Vefatından önce bu sahiplik tartışma konusu olmadığı gibi bir mânâda “ateşten gömlek” gibi idi.

Ancak vefatından sonra sahipliğin ve dolayısıyla hakların kime geçeceği ve geçtiği önemlidir ve ayrı bir husustur. Aşağıda ele alınacaktır.

b) Bediüzzaman’ın malvarlığı ve terekesi

1. Bediüzzaman, mal-mülk, bilhassa gayrimenkul sahibi olmamıştır. Tale¬belerinin hatıralarında geçen “Üstadın evi,” “Üstadın arabası” gibi varlıklar ya hakikaten ya da hükmen talebelerine ait olmuştur.

2. Bediüzzaman kitaplarının satışından elde edilen gelirleri kendi şahsî ser¬veti olarak görmemiş, Risalelerin neşrine hizmet eden hizmet ehli talebelerinin iaşesine ve neşir hizmetlerine vakfetmiştir. (Bu haliyle bu gelirler bir tür vakıf döner sermayesi olarak düşünülebilir).

Kendi sağlığında, telif ücretinden elde edilen parayı bu şekilde harcamıştır.

Vefatından sonrası için de birikmiş olan telif ücretlerini, “kendi mirasının bir parçası” olarak görmemiş, “Risale-i Nurun şahs-ı manevisi” dediği bir tür tüzel kişilik oluşturarak hem kitaplarını, hem de gelirlerini vakfetmiştir. Vakfın idaresini ise aşağıda üzerinde durulacak olan vasiyetname ile belirlediği ve yine “nur talebelerinin şahs-ı manevisi” dediği ve bir tür tüzel kişilik olarak tarif ettiği talebelerine bırakmıştır.

Risalelerden elde edilmiş olan mevcut gelirlerin Bediüzzaman’ın vefatı sı¬rasında kimin elinde bulunduğu, ne kadar olduğu ve hangi amaçla nerelere sarf edildiği hususunda bazı hatıra beyanlarında bazı bilgiler vardır. Ancak bu paralar konumuzun dışında olduğundan ayrıntıya girmiyoruz.

3. Bediüzzaman’ın eserlerinin kendisine gelince;

Bediüzzaman’ın 23 Mart 1960’da Şanlıurfa’da vefatından sonra Terike Ha¬kimliğince listesi düzenlenen terekesinde, vefatı esnasında yanında bulunan menkul eşyası kaydedilmiş, ancak telifatı listeye dahil edilmemiştir.

Sonraki tarihte de eserlerinin bir listesi çıkarılmış ve resmen beyan ya da tescil edilmiş değildir. Bu durum kanaatimizce bir “unutma”dan değil, aşağıda ele alacağımız vakfetmeye bağlı olarak, yanında bulunan talebelerince ortaya ko¬nulan bilinçli bir tercihten kaynaklanmaktadır.

c) Bediüzzaman’ın vasiyetnameleri

1. Bediüzzaman vefatından önce vasiyetname yazmış ve manen vakfettiği eserlerinin “neşri işini” yine manen ve vasiyeten görevlendirdiği bazı talebelerine bırakmıştır. Böylece Risaleler üzerinde var olan ve kapsamını aşağıda açıklayaca¬ğımız fikrî mülkiyet hakkını “kanuni mirasçılarına intikal edecek bir malvarlığı hakkı” olarak kendinde tutmamış, mirasının dışına çıkarmıştır.

Ancak Bediüzzaman bunu yaparken o günün şartlarında mümkün olan hu¬kuka uygun yolu tutmayı ya bilhassa tercih etmemiş ya da buna gerek duyma¬mıştır. Şöyle ki;

2. Yenisinin 2002 yılında kabulü ile yürürlükten kalkan 1926 tarihli Medenî Kanuna göre vasiyetname ancak resmî vasiyetname veya el yazısıyla vasiyetname şeklinde düzenlenir. Ancak çok istisnaî hallerde sözlü vasiyet de caizdir.

Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikasının 2. cildinde yayınlanmış olan vasiyet¬nameleri “resmî vasiyetname” türünden değildir. Şu halde elyazısıyla vasiyetna¬me olarak geçerliliği üzerinde düşünülebilir.

El yazısıyla vasiyetnamenin geçerli olması için eski MK. 485 gereğince, vasi¬yet edenin (musanın) kendi el yazısı ile yazılmış ve “imza” edilmiş olması, gün ay ve yıl biçiminde tarih atılmış olması (ve düzenlendiği yerin de yazılmış olması) gerekir. Bir de müteveffanın ölümünden sonra da olsa ilgilisinin bu vasiyetname¬yi sulh hakimine tevdi edip tenfizini istemesi gerekir.

Araştırmalarımızdan anladığımız kadarıyla Bediüzzaman vasiyetnameleri¬nin devlet katında da (hukuken de) geçerli olması için özel bir gayret sarf etmiş değildir. Diğer ifadeyle Risalelerin telif ve neşrinde gösterdiği fevkalade ihtimamı, vasiyetnamesinin resmiyeti ve muteberiyeti konusunda göstermemiştir.

3. Bu durumun en önemli sonucu, en mühim metrukatı (terekesi) duru¬munda olan Risalelerin neşir haklarının kime ait olacağı meselesinin, resmî ve dünyevî hukuk nazarında, ortada ve belirsiz (muallakta) kalmış olmasıdır.

4. Bu durumun vasiyetnameye ve Medenî Kanuna ilişkin hukuki bilgi ek¬sikliğinden kaynaklanmış olamayacağını düşünüyoruz. Zira Bediüzzaman’ın bilhassa 1950’den sonra avukat talebeleri vardı, isteseydi en azından onlara danı¬şarak hukuka uygun bir vasiyet düzenleyebilirdi.

Muhtemel bir sebep 1950’li yıllar itibariyle hukuk düzeni açısından henüz “akredite” olamamış bir külliyatın ve talebelerinin hukuki statülerinin en azın¬dan o tarih itibariyle önemli olmayışıdır.

Başka bir sebep, Bediüzzaman’ın, devletin düzenine ve güvenilirliğine itimat etmek ve Risaleleri de bu güvene tevdi etmek yerine, talebelerine itimat ve onlara eserlerini tevdi etmeyi daha uygun görmüş olmasıdır.

Diğer bir muhtemel sebep de şu olabilir: Risalelerin neşri yetkisinin ahlâken ve vicdanen ve dolayısıyla “fiilen” kime ait olduğu, “kanunen” kime ait olduğun¬dan daha önemlidir. Bu açıdan bakıldığında kim Risalelere “talebe” olarak sahip çıkarsa o neşredebilecek demektir.

Nitekim “nur talebesi”nin tarif edildiği cümlede (Mektubat, s. 329) “Tale¬beliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin” denilmek¬tedir. Bu tarifte, “Risalelere (Sözler’e) kendi malı gibi ya da kendi telif ettiği eser gibi sahip çıkmak” ve “hayatını Risalelerin neşredilmesine vakfetmek”, birlikte anılmaktadır.

d) Bediüzzaman’ın vasiyetnamelerine göre risaleler üzerindeki hak sahipleri

Emirdağ Lahikasında yayınlanmış olan vasiyetlerden, neşir hakkı hususunda yetkinin kimde ya da kimlerde olduğu, dolaylı da olsa anlaşılmaktadır.

Şöyle ki;

1. Bediüzzaman Emirdağ Lahikası’ndaki (s. 118) ilk vasiyetinde şunları söy¬lemektedir:

“Aziz, sıddık kardeşlerim ve varislerim,

“Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukatım ve Risale-i Nurdan olan benim hususi kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve sair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikaların heyetine, başta Hüsrev ve Tahiri olarak o heyetten on iki kahraman kardeşlerime (Kardeşim Abdülme¬cid, Zübeyir, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüştü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Atıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih) vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak olan ecelim geldiği za¬man, benim arkamda o metrukatım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.”

Bu vasiyetten çıkan en önemli mânâ, Bediüzzaman’ın, vasiyetini, dünyevî hukuk kuralları karşısında hukuken değer taşısın diye değil, Allah katında ve Risalelerin kıymetini bilecek kişiler nezdinde kıymet ifade etsin diye ve sünnet olarak yazmış olduğudur.

2. Telif gelirlerinin harcanma metodu ile ilgili olarak yine Emirdağ Lahikası¬nın ikinci cildindeki (s. 417) diğer bir talimatı (vasiyeti) da şu şekildedir:

“Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayınlarına vermek, husu¬san nafakasını çıkaramayanlara vermek lâzımdır.

“Şimdiye kadar birkaç senedir tayınatları verilen Nur talebeleri, haslara ma¬lum olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de muhafaza etsinler.”

Bu vasiyette Bediüzzaman yeni ya da ilave isimler belirtmediğine göre as¬lında yeni bir vasiyet değil, belki bir teyid ve tekid yazısıdır. Şu hükümler çıka¬rılabilir:

-Risale-i Nurun neşir gelirleri neşriyat hizmetinde bulunan ve fakat kendi iaşesini teminden aciz bulunan tüm talebelere tahsis edilmiştir.

-Bu tahsisatın dağıtılması işi de doğrudan neşir işi ile ilgili ve görevli tale¬belere aittir.

-Gelecek yıllarda hizmetkâr talebe sayısı artacak, ama gelirler de artacak ve yine denk biçimde dağıtılmaya devam edilecektir.

Bilhassa bu son hüküm, gelirlerin toplanması, muhafazası, nemalandırılması ve ilgililerine dağıtılması konusunun kurumsallaştırılmasını gerektirmektedir.

3. Emirdağ Lahikasında ikinci cillte daha sonraki sayfalarda (s. 446) yer alan diğer bir vasiyet şudur:

“Eski Said gibi şimdi Risale-i Nur kendi hakikî talebelerinin tayınlarını neşriyatıyla mükemmel vermeye başlamış. Âzamî ihlâsı kırmamak için, Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemeyenleri tam tamına ida¬re edecek derecede Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle, şimdi elli altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor. Benim (biçare Said’in) içinde hiçbir hakkı yoktur. Yalnız Risale-i Nur’un kıy¬mettar hâsiyeti ve şakirtlerinin şahs-ı mânevisinin kemâl-i sadakati bu mânevî Nur bayramına vesile oldu.

“Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hiz¬metimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuur¬suz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak va¬siyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bu¬günlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat’î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.”

Üsttekilerle birlikte düşünüldüğünde, bu mektup-vasiyetten çıkan mânâlar şunlardır:

-Vekil ya da varislerin isimleri kısmen değiştiğine göre, Bediüzzamanın Ri¬salelerle ilgili tüm yetkisi, vefatından sonra, isimleri verilen ve verilmeyen “tale¬belere” ait olacaktır.

-İsimleri verilen talebeler, “neşir hizmetinde talebe olarak” diğer talebelerin “fevkinde (üstünde)” değildir.

-Telif gelirinden elde edilecek olan paraların hizmette bulunanlara iaşeleri için nafaka olarak aktarılmasında uzun süreli ya da ömür boyu tahsis söz konusu değildir, “fiilî durum” önemlidir.

4. Aynı sayfadaki diğer bir mektup da şöyledir :

“Aziz, sıddık kardeşlerim, Ecel muayyen olmadığı için, benim şiddetli has¬talığım her vakit gelebilir diye, evvelce yazdığım vasiyetnamelerimi teyiden bu vasiyetname de şiddetli, dahilî bir hastalığımdan ihtar edildi. Ben de beyan ediyorum ki:

“Benim vefatımdan sonra, benim emaneten elimde bulunan Risale-i Nur sermayesi, hem mu’cizâtlı Kur’ânımızı tab ettirmek için Eskişehir’de muhafaza edilen sermaye, o Kur’ân’ın tevafukla ve fotoğrafla tab’ına ait. Yanımızdaki ser¬maye ise, Risale-i Nur’un sermayesidir. O sermaye, Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükür olsun ki, yetmiş küsur sene evvel, o zamanın âdetine muhalif ola¬rak, kendim fakirliğimle beraber onların tayınlarını verdiğime bir ihsan ve lütf-u Rabbânî olarak, o zamandan elli altmış sene sonra Cenab-ı Erhamürrâhimîn o örfî âdete muhalif kaidemi mânevî ve geniş Medresetü’z-Zehranın hâlis ve nafakasını temin edemeyen ve zamanını Risale-i Nur’a sarf eden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlâhî neticesi olarak şimdi yanımızdaki sermaye onların tayınlarıdır ve tayınlarına sarf edilecek. Ve kaç senedir benim yaptığım gibi, benim mânevî evlâtlarım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum. İnşaallah tam Risale-i Nur intişara başlasa, o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur’a vakfeden şakirtlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve mânevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye çok yerlerde açıla¬cak. Benim bedelime bu hakikate, bu hale mânevî evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nura kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kar¬deşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum. Risale-i Nur itiba¬rıyla bana hiç ihtiyaç kalmadığı için, âlem-i berzaha gitmek benim için medâr-ı sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki, zahmetten rahmete gidiyorum.

“Çok hasta Said Nursî

“Evet, biz Üstadımızın bu vasiyetine şahidiz.

“Emirdağlı Çalışkan, Mustafa Acet,

“Safranbolulu Hüsnü, Ermenekli Zübeyir,

“Çoğollu Bayram”

Bu vasiyetname de yukarıdaki iki vasiyetnamenin hükümlerini teyit etmek üzere kaleme alınmıştır.

5. Emirdağ Lahikasında (s. 432) yer alan ve konu ile ilgili olan diğer bir mektup şu şekildedir:

“Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, yasak olmayan daktilo makinesiyle intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile, şimdi mânevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilâyetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bu¬lamayan fedakâr Nur talebelerinin tayınatına acip bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşaallah Risale-i Nur’un tab’ serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder.

“Medâr-ı hayrettir ki, o eski zamanda evkaftan beş talebenin tayınatını Van’da Eski Said kabul etmiş, o az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayınatını kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tâhir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düstur-u hayatının, bir işaret-i gaybiye ile alt¬mış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğnanın bir meyvesi inâyet-i İlâhiye ile ihsan edildi ki, o kadar mahkemeler ve yasaklar ve müsadereler ve eski hurufla izin ver¬memekle beraber, kaç senedir dört beş vilâyet vüs’atindeki mânevî Medresetü’z-Zehranın fedakâr talebelerinin tayınatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.

“Halbuki, o nüshaların bir kısm-ı mühimmini hediye olarak mukabelesiz etrafa ve âlem-i İslâm ve Avrupa’ya gönderdiği ve elindeki nafakasını Nurun teksirine sarfettiği halde, yine Nurun nüshaları acip bir tarzda hem kendine, hem o hâlis fedakârlarına kâfi gelmesi, eski zamandaki işaret-i gaybiyesinin bir güzel meyvesi ve bir hikmeti olduğuna kat’iyen kanaatim geldiğinden, vasiyet¬namemin âhirinde beyan ediyorum:

“Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayınat içinde de konulsun, tâ ki bazı insafsız insanlar ‘Bu Said günde beş on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?’ dememek için bu hakikati izhar etmek münasip olur.

“Şimdi mânevî evlâtlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyir, Ceylân, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nurun kahra¬manları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zatların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum.”

Bediüzzaman bu vasiyetnamesinde de isimler konusunda bir sınırlama ge¬tirmemekte, “gibi zatlar” diyerek, ismi verilenlerin diğerleri için “örnek kişiler” durumunda olduğunu göstermektedir.

6. Sikke-i Tasdik-i Gaybî’deki bir mektup ise konu hakkında bilhassa ışık tutucudur (s. 61):

“Ben vasiyetnamemi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar, benim itimad ettiğim hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten men ettikleri aynı vakitte, fırsat bulup, tanımadığım birisiyle, sabık dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular

“Hem aynı zamanda, Tunuslu ve alim kardeşlerimizden ve buraya kadar ge¬çen sene beni görmek için gelip görüşmeden giden Hoca Haşmet, Yozgat’tan buraya yazıyor ki: ‘Said vefat etmiş, Risale-i Nur’un yüz otuz Risalesi muhafaza edilsin. Ta ki, ileride tab edeceğiz.’ Hem aynı zamanda Halil İbrahim’in vefatım hakkında bir hazin mersiye hükmündeki parlak mektubu, şakirtleri ağlattırdı.”

Vasiyetnamelerde adı geçmeyen ve fakat Risaleleri neşretmek isteyen bir ta¬lebenin bu mektubunun neşrine Bediüzzaman’ın izin vermesi, sayılan isimlerin sınırlı sayı olmadığını gösterir, denilebilir.

7. Gerçekten, Bediüzzaman’ın, talebelerine genel olarak yazdığı bazı mek¬tuplarına “varislerim” hitabı ile başlaması da bu durumu göstermektedir.

Mesela Emirdağ Lahikasındaki (s. 122) bir mektubuna “Çok aziz, çok sıddık ve sadık kardeşlerim ve Risale-i Nur cihetinde emin ve halis varislerim”, diğer bir mektubuna (s. 337) “vârislerim olan Medresetü’z-Zehra erkânları”, yine bir mektubuna da (s. 115) “Aziz, sıddık kardeşlerim ve mübarek varislerim ve emin vekillerim” hitabıyla başlamaktadır.

Yine Emirdağ Lahikasındaki bir mektubunda, (s. 262) “benim vârislerim genç Said’ler” demektedir.

Aynı eserdeki diğer bir mektubunda ise (s. 267) şunları yazmaktadır:

“Bayramdan bir miktar sonraya kadar burada kalmaklığımın bir sebebe bi¬naen lüzumu var. Bir iki ay sonra Medresetü’z-Zehra erkânlarının kararıyla ve İstanbul ve Ankara üniversitelerindeki genç Said’lerin de muvafakatiyle nereyi benim için münasip görürseniz orayı kabul edeceğim. Madem hakikî vârislerim sizlersiniz ve şahsımdan bin derece ziyade dünyada vazifemi de görüyorsunuz. Bu hayat-ı fânideki son menzili sizin reyinize bırakıyorum”

Bu mektuplarda “vârislerin” kimler olduğu ve daha da önemlisi sınırlı sayıda kişiden ibaret olmadığı geniş biçimde izah edilmiş olmaktadır.

8. Bütün bu bilgilerden, Bediüzzaman’ın, Risalelerin neşri konusunu “talebe¬lerinin umumuna” tevdi ettiği ve gelirlerin harcanması hususunda da yine onları görevlendirdiği sonucu çıkarılabilir.

e) Vasiyetin vakfiye niteliği

Bediüzzaman’ın Risalelerin mülkiyeti ile ilgili beyanlarından ve vasiyetna¬melerinden ortaya çıkan sonuç şu olabilir: Risaleler vakıf maldır ve bu vakıf mal kendisinin vefatından sonra, risaleler ona sahip çıkıp sadık kalacak olan talebe¬lerinin tasarrufunda olacaktır.

Bu tasarruf yetkisi ve görevi, bir tür tüzel kişilik olan nur talebelerine aittir.

Ancak burada dikkat çeken üç husus vardır:

1. Birincisi, Bediüzzaman, Risaleleri vakfederken, “Risale-i Nurun şahs-ı manevisi” dediği manevî şahsiyet için bir hükmî şahsiyet (tüzel kişilik) kurma¬mıştır.

Türk Hukuku açısından, 1940’lı 50’li yıllar itibariyle, bir kitabın ya da bir külliyatın bir malvarlığı bütünü olarak vakfedilebilirliği ve vakıf tüzel kişisi için gerekli asgarî malvarlığını oluşturmak için yeterli olup olmadığı önemli bir me¬seledir. Bilinen bir emsal de yoktur.

Ancak, o günün şartlarında, hukuk düzeni açısından şeklen de olsa “yasak kitap” ya da “yasaklı bir kişinin kitabı” muamelesi gören Risalelerin, resmî sicile kayıtla vakfedilebilirliğinin mümkün olmadığı açıktır.

Bu durumda, tüzel kişilik kurulmamış olması bir tercihin değil, bir mecburi¬yetin sonucudur denebilir.

2. İkincisi Bediüzzaman “nur talebelerinin şahs-ı manevisi” dediği ikinci bir manevi şahsiyetten daha bahsetmekte ve Risalelerin neşri vazifesini yani Risale-i Nurun şahs-ı manevisini idare ve temsil görevini bu talebelerin oluşturduğu he¬yete vermektedir.

Bu ikinci şahs-ı manevinin de, “şahıs topluluğu türünden tüzel kişiler” olarak tarif edilen derneklere kıyasen, bir tür dernek olarak tüzel kişi haline gelmesi teorik olarak mümkünse de hem rejim ve ideoloji meseleleri sebebiyle pratikte mümkün değildi ve hem de mümkün olsa idi dahi Bediüzzaman’ın böyle bir resmiyeti istemesi herhalde beklenmezdi.

3. Üçüncüsü ve daha da önemlisi Bediüzzaman Risalelerin devlet (Diyanet dairesi) eliyle yayınlanmasını çok önemsemiş, 1950’den sonra Demokrat Parti iktidarından ve Başbakan Adnan Menderes’ten bunu ısrarla talep etmiştir. Böyle bir yayın gerçekleşmiş olsa idi telif hakkı meselesi nasıl olacak idi, belirsizdir. Bu belirsizlikten, Bediüzzaman’ın telif hakkı ve mali haklar konusunu tali bir konu olarak gördüğü ve bu meseleyle özel olarak ilgilenmediği de anlaşılmak¬tadır. (Ancak yine de yukarıdaki vasiyetnamelerdeki bilgilerden de görüleceği üzere yayın çoğaldıkça gelir de artacak ve bu gelirler yeni hizmetkarların iaşesine sarfedilecektir. Böylece, yarıresmi yayın halinde de, gelirler, bir tür döner sermaye geliri gibi, Risalelerin neşir hizmetinde kullanılacak gelirlere katılacaktır.).

Diğer ifadeyle Bediüzzaman bir yandan Risalelerin neşri işini talebelerine vermekte, diğer taraftan Diyanet’in neşretmesini de istemek suretiyle bir tür ka¬musallaşmayı da arzu etmektedir. Bu durum ilk bakışta çelişki gibi görünse de kanaatimizce Bediüzzaman’ın bu tercihinin asıl sebebi, Risalelerin sıradan bir mülkiyet tartışmasının mevzuu olmasını önlemek ve sağlıklı bir biçimde neşri¬nin kendisinin vefatından sonra da devamını teminat altına almaktır. Bu amaç için gerekli olmadığından, resmiyete önem vermemiştir.

f) Bediüzzaman’ın vefatından sonraki fiilî durum ve önemi

1. Bediüzzaman’ın vefatından sonra yukarıda tesbit ettiğimiz genel kural iş¬lemiş, bilhassa 80’li yıllardan itibaren Risalelerin aslını ve çeşitli dillere tercüme¬sini Türkiye’de ve diğer bazı ülkelerde neşreden çok sayıda yayınevi, birbirinden farklı tarzlarla, ama esas olarak aynı metne sadık kalarak yayıncılık yapmışlardır. Bu yayıncılar birbirleri ile bazı hususlarda kısa süreli ihtilaf içinde olmuşlarsa da bir telif hakkı mücadelesine girişmemişlerdir.

Bu durum bu yayıncıların tümünün bu işi “Risalelerin neşri hizmeti” denile¬bilecek bir hizmet şuuru ile yaptıklarının var sayılmasından kaynaklanmaktadır. Böyle olup olmadığını da Risale piyasası yani yayınların potansiyel alıcıları de¬netlemiş olmaktadır.

2. Daha da önemlisi internet ve e-kitap çağında Risaleler sesli ve görüntülü elektronik yayıncılık usulleriyle yayınlanmakta ve bu yayınlara ücretsiz-bedelsiz ulaşılabilmektedir. Dolayısıyla telif hakkı bedeli söz konusu olmamaktadır.

Ancak bu web sayfalarını ve uygulamaları yapanların reklam gelirlerinden elde ettikleri paraların kimin tasarrufunda olması ve nasıl harcanması gerektiği de önemli bir husustur.

3. Gelinen aşamada, konu, aşağıda ele alınacak malî haklardan ziyade, oriji¬nalliğin korunması ve eser sahibinin adının zikredilmesi hakkı gibi manevî hak¬lar üzerinden tartışılmaya başlanmıştır.

Yine gelinen aşamada, gerekirse hukukî mevzuat değişikliğine de gidilerek, hem malî meselelerde ve hem de aşağıda anlatılacak olan manevî haklar konu¬sunda Risale yayıncıları arasında işbirliğini ve kontrolü sağlayacak bir tür meslek birliğinin kurulmasının gündeme gelmesi de kaçınılmaz görünmektedir.

3. RİSALELER ÜZERİNDEKİ FİKRÎ HAKLARA
FSEK’TEN BAKIŞ

Bu başlıkta, yukarıda ele aldığımız iradenin ve tatbikatın hukuk düzeni açı¬sından karşılığını tesbit etmeye çalışacağız.

Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun (FSEK’in) kabul ettiği hak rejimi, bir yazılı eser üzerinde müellifinin iki tür hakkının olduğunu kabul etmektedir: Manevi haklar ve malî haklar.

Aşağıda Risaleleri bu haklar yönünden inceleyeceğiz.

a) Risaleler üzerindeki manevî haklar

1. Eser üzerindeki manevi haklar da denilen birinci grup haklar; umuma arz salahiyeti, eserde adının belirtilmesini istemek hakkı ve eserde değişiklik yapıl¬masını menetme hakkıdır.

Bu haklar münhasıran eser sahibine ve vefatından sonra da kanuni veya va¬siyetle atanmış mirasçılarına aittir.

2. İlgili hükümler şu şekildedir:

II – Manevî haklar:

1. Umuma arz salahiyeti:

Madde 14 – Bir eserin umuma arz edilip edilmemesini, yayımlanma zama¬nını ve tarzını münhasıran eser sahibi tayin eder.

2. Adın belirtilmesi salahiyeti:

Madde 15 – Eseri, sahibinin adı veya müstear adı ile yahut adsız olarak, umuma arz etme veya yayımlama hususunda karar vermek salahiyeti münhası¬ran eser sahibine aittir.

3. Eserde değişiklik yapılmasını men etmek:

Madde 16 – Eser sahibinin izni olmadıkça eserde veyahut eser sahibinin adında kısaltmalar, ekleme ve başka değiştirmeler yapılamaz.

Kanunun veya eser sahibinin müsaadesiyle bir eseri işliyen, umuma arzeden, çoğaltan, yayımlıyan, temsil eden veya başka bir suretle yayan kimse; işleme, ço¬ğaltma, temsil veya yayım tekniği icabı zaruri görülen değiştirmeleri eser sahibi¬nin hususi bir izni olmaksızın da yapabilir.

(Değişik: 21/2/2001 – 4630/9 md.) Eser sahibi kayıtsız ve şartsız olarak izin vermiş olsa bile şeref veya itibarını zedeleyen veya eserin mahiyet ve hususi¬yetlerini bozan her türlü değiştirilmeleri menedebilir. Menetme yetkisinden bu hususta sözleşme yapılmış olsa bile vazgeçmek hükümsüzdür.

3. Bu hakları kullanma yetkisinin Bediüzzaman’ın “varislerim” dediği tale¬belerine ve “Risale-i nura talebe olarak” öncekilerden bu yetkiyi devralmış olan kişilerle onların kurdukları kurumlara ait olduğunu yukarıda açıkladık.

Bu haklardan, bilhassa eserde değişiklik yapılmasını men etmek hakkı, işin niteliği gereği, önemli bir haktır ve günümüzde ve gelecekte kim ya da kimler tarafından kullanılacağı önemli bir meseledir.

4. Fikir ve edebiyat eserlerinde, eserde değişiklik yapmak, eserin mânâsına müdahale etmektir. Uygulamada Risale yayınlayan bazı yayınevlerinin diğer bazı yayınevlerine göre farklı metinler yayınladıkları görülmektedir. Bu durumun eserde değişiklik yapmak mânâsına gelip gelmediği ve manevi hakkın sahibi olan Bediüzzaman’ın ve varislerinin buna izin verip vermediği zaman zaman müzakere ve hatta münakaşa konusu olmaktadır.

Görebildiğimiz kadarıyla, nüsha farkları, imla-dizgi-tapaj hataları dışında bilhassa iki sebepten kaynaklanmaktadır:

5. Birincisi, Kur’an harflerinden Latin harflerine aktarmada okuyuştan kay¬naklanan farklılıklardır.

Bu konudaki tipik ve örnek tartışma konusu bazı Latince baskılarda “put kır¬mak” şeklinde yazılmış olan metnin yerine diğer bazı baskılarda, Arap harflerin¬de aynı harflerle yazılan “pot kırmak” kelimesinin konulmuş olmasıdır. Mânâyı değiştiren bu harf değişikliği önemlidir.

Bediüzzaman Latin harflerini okuyamamaktadır. Ancak bu “okuyamama” hali bir bilgisizlikten yani cehaletten değil, Latinî harf inkılabı adındaki lâdinî kıyımdan sonra bir protesto tavrı olarak bu harfleri okumayı reddetmesindendir. Yoksa Bediüzzaman gibi harika zekâ sahibi biri için Latin harfleri ile okumayı öğrenmek herhalde en çok birkaç saatlik iştir. Öte yandan çeşitli vesilelerle Av¬rupa seyahati de yapmış biri için bu harfleri tanımamak mümkün olmadığına göre, Latin harflerini okuyamamak hali “zaten bildiğini bilerek unutmak” şek¬linde de tarif edilebilir.

Bu okumama hali sebebiyle Bediüzzaman kendi sağlığında basılan Risale¬lerin Latince baskılarını okuyarak değil “okutup dinleyerek” kontrol etmiş ve tashihlerden sonra baskılara onay vermiştir.

Bu durumda kendi sağlığındaki Latince baskıları asıl kabul etmekte bir mahzur olmasa gerektir.

6. İkincisi Bediüzzaman, bizzat kendisi, bilhassa sosyal ve siyasî hayata dair olan ve çoğu Birinci Said döneminde telif edilmiş olan eserlerin sonraki baskıla¬rında güncellemeler, haşiyeler-ilâveler ve değişiklikler yapmıştır.

Risale basan bazı yayınevleri, yayınlarında eserin aslına ve müellifin tasar¬rufuna sadakat gerekçesiyle sonraki baskıları esas alırken, diğer bazıları, eserlerin tarihî süreçte geçirdiği değişimi ve gelişimi göstermek gibi sebeplerle ya da kendilerince geçerli diğer çeşitli sebeplerle önceki baskıları esas almakta ya da eski-yeni mukayeseli yayınlar yapmaktadırlar.

7. Yayıncılar arasındaki bu farklar, her bir yayıncının alıcı çevresinin oluş¬masında nisbî bir rol oynamıştır. Zira her bir yayıncı az ya da çok, küçük ya da büyük bir gruba ya da cemaate istinat etmektedir.

Ancak bilebildiğimiz kadarıyla bu farklar bir dava ve yargı-hüküm konusu olmamıştır.

8. Risalelerin şerh, izah ve kısaltma gibi usullerle “işlenmesi” ise manevi hak¬larla değil, malî haklarla ilgili ayrı bir konudur ve aşağıda o kısımda ayrıca ele alınacaktır.

b) Malî haklar

1. Malî haklar üçüncü kişilere sözleşme ile devredilebilen haklardandır. Bun¬lar sırasıyla işleme, çoğaltma ve neşretme hakkıdır. (İşleme hakkı aşağıda ayrıca ele alınacaktır).

2. Tatbikatta “telif hakkı” denilen hak, bir eseri neşretme hakkının mali bo¬yutudur.

Telif hakkı bir mali hak olarak, eseri telif edenin eseri yayınlayandan istemek hakkına sahip olduğu telif bedelini/payını ifade der. Genellikle bir neşir muka¬velesinin (yayın sözleşmesinin) esas edimini oluşturur.

Siparişle yazılan, edisyon ürünü olan ya da–armağan, dergi, ansiklopedi gibi–çok yazarlı olan eserlerde, malî hakların, kanunen müelliften başkasına ait olması da mümkündür. Ancak Risalelerde, işin niteliği gereği telif hakkı müellife aittir .

3. FSEK. 63 gereğince “Bu Kanunun tanıdığı mali haklar miras yolu ile inti¬kal eder. Mali haklar üzerinde ölüme bağlı tasarruflar yapılması caizdir.”

Yukarıda da anlattığımız üzere Risaleler üzerindeki mali haklar, Bediüzzaman’ın akrabalarından oluşan kanunî mirasçılara intikal etmemiş, Be¬diüzzaman tarafından, ölüme bağlı tasarrufla yani vasiyetle, “nur talebeleri”nden oluşan varislere bırakılmıştır. Fiilen de bu şekilde kullanılmaktadır.

4. FSEK. 26 gereğince “Eser sahibine tanınan malî haklar zamanla mukay¬yettir”. Dolayısıyla “46 ve 47’nci maddelerdeki haller dışında koruma süresinin bitiminden sonra herkes, eser sahibine tanınan mali haklardan faydalanabilir”.

FSEK. 27’ye göre de “Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 70 yıl devam eder”.

Bu durumda 2031 yılında Risaleler üzerindeki malî haklar sona erecek ve Risaleler dileyen herkesin basabileceği eserler haline gelecektir. Bu konuda tipik örnek “Türk ve Dünya klasikleri” adıyla anılan birçok eserin, müellifinin mirasçı¬larına telif hakkı ödemek söz konusu olmaksızın, dileyen her yayıncı tarafından basılmasıdır.

5. FSEK. 47’ye göre “Bir kararname ile memleket kültürü için önemi haiz görülen bir eser üzerindeki malî haklardan faydalanma salahiyeti, hak sahiple¬rine münasip bir bedel ödenmesi suretiyle koruma süresinin bitiminden önce kamuya maledilebilir.”

Ancak bunun için eser üzerindeki malî hak sahibinin eseri yayınlamaktan vazgeçmiş olması gerekir. Zira bu hükmün amacı, halkın ve kamuoyunun ihtiyaç duyduğu bir esere, malî hak sahibi mirasçıların yayınlamakta ihmal göstermeleri ya da yayınlamaktan kaçınmaları sebebiyle ulaşılamamasının önüne geçmektir.

Risale-i Nurun neşir hakkı bir malî hak olarak vefatından sonra Bediüzzaman’ın “varislerim” dediği talebelerine geçmiştir ve bu hak yetmiş yıl boyunca sürecektir. Mali hak sahiplerince yani mevcut naşirlerce yetmiş yıldan önceki süre içinde yayınlanmaktan vazgeçilmesi beklenmeyeceğinden 47. mad¬de kapsamında Bakanlar Kurulu Kararı ile kamuya maledilme ihtimali de gün¬deme gelmeyecektir.

Yetmiş yıldan sonra ise Risaleler hukuken de “umumun malı” haline gele¬cektir.

6. Öte yandan gelinen noktada çok sayıda yayıncı Risaleleri basılı metin olarak basıp satmakta veya bedelsiz dağıtmaktadır ve yine çok sayıda yayıncı da Risaleleri elektronik ortamda okunabilir ve/veya dinlenebilir metinler olarak bedelsiz biçimde yayınlamaktadır.

Bu yayıncılar arasında telif hakları ile ilgili olarak bu güne kadar bazı hukuki tartışmalar (niza) çıkmış ise de kazaî hükme bağlanmış değildir.

4. RİSALELERİN NEŞRİ KONUSUNDA HUKUKİ VE FİİLİ
DURUMUN DEĞERLENDİRİLMESİ

1. Bundan sonraki süreçte, mevcut yayıncıların herhangi birinin yayın hakkı inhisarının kendisinde bulunduğu gerekçesiyle diğer herhangi bir yayıncıyı ya¬yından mahkeme vasıtasıyla men etme hakkının bulunmadığını düşünüyoruz.

Bunun iki sebebi vardır: Birincisi böyle bir talepte bulunmaya kalkacak olan yayıncı, kendi yayın hakkının inhisarî hak olduğunu ispat edebilecek hukukî de¬lil veya belgeden mahrumdur. Dolayısıyla dâvâsının hukukî dayanağını bulmak¬ta zorlanacaktır.

2. İkincisi de dâvâcı yayıncı kendi inhisarî hakkını ispat edecek olsa dahi bu dâvâda kendisine karşı dâvâ açılacak olan yayıncının çok kuvvetli bir savunması ile karşılaşacaktır:

Buna kötüniyet def’i ya da “sessiz kalmak suretiyle hak kaybı” denmektedir. Uzun süre sessiz kaldıktan sonra dâvâ açan, dâvâsında esasen haklı da olsa bazı hallerde dâvâsı reddedilebilir. Bu red gerekçesine “dâvâ hakkının kötüye kulla¬nılması sebebiyle dâvânın reddi” de denmektedir. Şöyle ki:

3. İnhisarî nitelik taşıyan fikri haklarda bu tür bir hakkı ihlâl eden davranış devam ettikçe zamanaşımı söz konusu olmaz. Diğer deyişle herhangi bir kitabın yayın hakkına sahip olan bir yayıncı bu hakka tecavüz eden ve kitabı yetkisiz olarak yayınlayan diğer bir yayıncıya karşı, izinsiz yayınlama faaliyeti sürdüğü sürece “men dâvâsı” açabilir. Dâvâlının zamanaşımı savunması yapması mümkün değildir. Zira eylem sürmektedir.

Ancak dâvâ açacak olan yayıncı dâvâ edeceği yayıncının yayın faaliyetini bi¬liyor olmasına rağmen uzun süre sessiz kalmış ise ve bu sessiz kalma hali zımnen bir izin ya da icazet mânâsına da geliyorsa, men dâvâsı açma hakkını artık kay¬betmiş sayılacaktır.

Zira hukukun genel prensiplerinden biri olan ve Medenî Kanunun 2. mad¬desinde de zikredilen “haklarını kullanırken ve borçlarını ifa ederken iyiniyetli davranma yükümlülüğü”, hakların kötüye kullanılmasını da yasaklamakta ve do¬layısıyla “çelişkili davranış yasağı” getirmektedir.

Bir hak sahibi, hakkının ihlaline uzun süre sessiz kalır ve muhatabında ve üçüncü kişilerde bu sessizlik sebebiyle hukuken kabul edilebilir bir güven duy¬gusu oluşturursa, dâvâ hakkını artık kaybetmiş sayılmalıdır. Zira bu güvenden sonra dava hakkını kullanması, çelişkili bir davranış oluşturur. Kendi uyandır¬dığı güvene aykırı davranmak kötüniyetli ve hukuken korunmaması gereken bir eylemdir.

4. O halde sonuç olarak mevcut yayıncılar arasında bir dâvâ artık mesmu olamaz.

5. Mevcut yayıncılar arasında dava görülemeyecek olması yeni müteşebbisle¬re Risaleleri basılı metin olarak yayınlamak hususunda kendiliğinden yetki verir mi?

Risale yayıncısı kişi ve kuruluşlar, bu güne kadar, sessiz kalmak suretiyle bir¬birlerini akredite etmiş ve yetkilendirmiş olmaktadırlar. Yoksa Risale yayını, “di¬leyen herkesin” yapabileceği bir yayın faaliyeti haline gelmiş değildir. Bu sebeple yeni bir yayıncı ancak zımnî icazet biçiminde bir akreditasyonla bunu yapabilir.

Dolayısıyla, yeni birinin ortaya çıkıp Risale yayıncılığı yapması halinde, teo¬rik olarak, devlet eliyle ve yargı kararıyla men edilmesi mümkündür.

Ancak bunun için, önce dava hakkının kime ait olduğu yolunda çıkabile¬cek bir tartışmanın hukuken veya fiilen bitmesi lâzımdır. Bunun için ise mevcut yayıncıların kendi aralarında anlaşması ve haklarını korumak üzere bir tür adi şirket kurarak müştereken dâvâ açmaları gerekir.

Ya da daha iyi bir yol, mevcut yayıncıların tümünün ya da bir kısmının, bir tür meslek birliği çatısı altında birleşip örgütlenerek yayın işini bir disiplin ve düzen altına almalarını sağlamak olabilir.

6. Risale yayınlayan bazı gerçek ve tüzel kişilerin işletme adından ya da işlet¬meci adından yola çıkarak markalaşması ve bilhassa Risale adlarını marka olarak tescil ettirmeleri yaygın bir uygulamadır.

Ancak yukarıda ayrıntılı olarak anlatılmış bulunan hukukî ve fiilî sebepler¬den dolayı, bu marka tescilleri, tescil belgesi sahiplerine Risale yayıncılığı konu¬sunda inhisar hakkı vermez.

Bununla birlikte kuruluş amaçları arasında Risaleleri yayınlamak da bulunan bir “vakıf enstitü” durumunda olan ve Risalelerin derlenmesi ve işlenmesi nite¬liğindeki makalelerden oluşan “Köprü dergisi”ni uzun yıllardan bu yana düzenli olarak yayınlayan “Risale-i Nur Enstitüsü” kendi adını “yayıncılık” alanında mar¬ka olarak tescil ettirmek istemiş ve bazı engellere rağmen bir mahkeme kararı istihsal ederek bunu başarmıştır.

Bu durum gerek faaliyet alanı ve süreci ve gerekse ismi ve amacı sebebiyle bu enstitüyü Risale yayıncılığı hususunda bir tür “eksper kurum” haline getirebilir.

5. RİSALELERİ İŞLEME HAKKI VE SINIRLARI

Bu başlıkta Risalelerden üretilmiş olan ve risalelerin yayıncılarınca ya da baş¬ka yayınevlerince yayınlanan/yayınlanacak olan işlenme eserlerin hukuki statüsü değerlendirilecektir.

a) İşlenme eser

1. FSEK. 1’e göre “işlenme eser”, “diğer bir eserden istifade suretiyle vücuda getirilip de bu esere nispetle müstakil olmayan ve işleyenin hususiyetini taşıyan fikir ve sanat mahsullerini” ifade eder.

Aynı şekilde 6. maddede de “Diğer bir eserden istifade suretiyle vücuda ge¬tirilip de bu esere nispetle müstakil olmayan ve aşağıda başlıcaları yazılı fikir ve sanat mahsulleri işlenmedir” denilmiş ve işlenme türleri sayılmıştır. Konumuzu ilgilendiren işlenme türleri şu şekildedir:

“1. Tercümeler;

“3. Musikî, güzel sanatlar, ilim ve edebiyat eserlerinin filim haline sokulması veya filime alınmaya ve radyo ve televizyon ile yayıma müsait bir şekle sokulması;

“6. Bir eser sahibinin bütün veya aynı cinsten olan eserlerinin külliyat haline konulması;

“7. Belli bir maksada göre ve hususî bir plan dahilinde seçme ve toplama eserler tertibi;

“8. Henüz yayımlanmamış olan bir eserin ilmî araştırma ve çalışma neticesin¬de yayımlanmaya elverişli hale getirilmesi (İlmî bir araştırma ve çalışma mahsulü olmayan alelade transkripsiyonlarla faksimileler bundan müstesnadır)

“9. Başkasına ait bir eserin izah veya şerhi yahut kısaltılması.”

Yukarıda da ifade etmiş olduğumuz üzere eser sahibinin malî haklarından biri işleme hakkıdır.

2. FSEK 21’e göre “Bir eserden, onu işlemek suretiyle faydalanma hakkı münhasıran eser sahibine aittir.”

Diğer deyişle eser sahibi eserini bizzat işleme hakkına sahip olduğu gibi bu hak devredilebilen haklardan olduğundan, işlenmesi için başkalarına izin verme hakkına da sahiptir.

3. Öte yandan başkasının eserini işleyen kişi de kendi eseri üzerinde bir fikrî hakka sahiptir. Nitekim FSEK. 8/2 şu şekildedir: “Bir işlenmenin ve derlemenin sahibi, asıl eser sahibinin hakları mahfuz kalmak şartıyla onu işleyendir.”

Ancak 20/4. madde gereğince “Bir işlenmenin sahibi, kendisine bu sıfatla tanınan malî hakları, işleme hususunun serbest olduğu haller dışında, asıl eser sahibinin müsaade ettiği nispette kullanabilir.”

Öte yandan FSEK’in “Eğitim ve öğretim için seçme ve toplama eserler” baş¬lıklı 34. maddesine göre “Yayımlanmış musikî, ilim ve edebiyat eserlerinden ve alenileşmiş güzel sanat eserlerinden, maksadın haklı göstereceği bir nispet dahi¬linde iktibaslar yapılmak suretiyle, hal ve vaziyetinden eğitim ve öğretim gayesine tahsis edildiği anlaşılan seçme ve toplama eserler vücuda getirilmesi serbesttir”.

Yine bu maddeye göre “Yayımlanmış musikî, ilim ve edebiyat eserlerinden ve alenileşmiş güzel sanat eserlerinden, iktibaslar yapılmak suretiyle eğitim ve öğretim gayesi dışında seçme ve toplama eserler vücuda getirilmesi ancak eser sahibinin izniyle mümkündür. Bütün bu hallerde eser ve eser sahibinin adı mutat şekilde zikredilmek icap eder.”

b) İşlenme ile ortaya çıkan hak ihlali ve engellenmesi

1. İşleme eser türleri ile ilgili yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere iş¬lenmeler 6/9. maddedeki şerhleri, izahları ve kısaltmaları da kapsar.

Risalelerin çeşitli türlerde işlenmesi söz konusu olmaktadır.

Bunlardan şerh ve izah türünden eserler için bu güne kadar genellikle bir ihtilaf ya da münakaşa çıkmamıştır. Zira bu tür işlenmelerde işleyen kişi kendi adıyla ortaya çıkmakta, anlaşılmasını sağlamaya yardımcı olmak düşüncesiyle, kendi fikrini eserine yansıtmaktadır. Asla müdahale ya da aslı bozma söz konusu değildir.

Risalelerin “tanzim” türünden işlemelerinde, kitap sonuna ya da sayfa altına lügat, ayet-hadis meali ya da indeks ve ansiklopedik bilgi konulması gibi anlama¬yı kolaylaştırıcı ancak asıl metne dokunmayan uygulamalar yapılmakta ve ciddi bir münakaşa yaşanmamaktadır.

Yine “tanzim” türünden bazı işlemelerde de Risalelerde bulunan çeşitli kısım¬lar ya da cümle veya paragraflar belli bir konu ya da kavram sistematiği içinde bir araya getirilmektedir. Bunda da amaç istifadeyi kolaylaştırmaktır ve aslı bozmak şeklinde bir sonuç doğurmadığı için bu konuda da münakaşa yaşanmamaktadır.

Aynı şekilde tercüme şeklindeki işlemeler de Risalelerin neşri ihtiyacının bir sonucudur ve bu işlemeler mânâyı aktarma hususunda “yetersizlik” tartışması dı¬şında bir tartışmaya konu edilmemektedir.

2. Buna karşılık sadeleştirme türünden işlenmelerde, ortaya çıkan yeni eserin, asıl eser durumundaki Risaleleri tahrif etmek sonucunu doğurup doğurmadığı ve dolayısıyla Risaleler üzerindeki hakları ihlal edip etmediği tartışma konusu olmaktadır.

“Eserde değişiklik yapılmasını menetmek” hakkı denilen manevi hak FSEK. 16. maddede şöyle açıklanmıştır:

“Eser sahibinin izni olmadıkça eserde … kısaltmalar, ekleme ve başka değiş¬tirmeler yapılamaz.

“Kanunun veya eser sahibinin müsaadesiyle bir eseri işleyen, … kimse; işle¬me, çoğaltma, temsil veya yayım tekniği icabı zaruri görülen değiştirmeleri eser sahibinin hususi bir izni olmaksızın da yapabilir.

“Eser sahibi kayıtsız ve şartsız olarak izin vermiş olsa bile şeref veya itibarını zedeleyen veya eserin mahiyet ve hususiyetlerini bozan her türlü değiştirilmeleri menedebilir.”

Bir eseri aynı dilde ancak daha sade bir anlatıma dönüştürmek mânâsına ge¬len sadeleştirme de bir işleme biçimidir. Dolayısıyla sadeleştirme de yukarıdaki kurala tabidir.

İşleme hakkı eser sahibine ve varislerine aittir. Bu hakkı dilerse devredebilir. Böyle bir hakkı devralarak ya da devralmaksızın eserde işleme yapan ve “eserin mahiyet ve hususiyetini bozan” kişi hak sahiplerince bundan menedilebilir.

Ancak menettirme konusunda “salahiyetli kimseler birden fazla olup müda¬hale hususunda birleşemezlerse; mahkeme, eser sahibinin muhtemel arzusuna en uygun bir şekilde basit yargılama usulü ile ihtilafı halleder.”

Ayrıca “… salahiyetli kimselerden hiçbiri bulunmaz veya bulunup da salahi¬yetlerini kullanmazlarsa yahut ikinci fıkrada belirlenen süreler (yetmiş yıl) bit¬mişse, eser memleketin kültürü bakımından önemli görüldüğü takdirde, Kültür ve Turizm Bakanlığı … eser sahibine tanınan hakları kendi namına kullanabilir.”

3. Bu hükümlerden de anlaşıldığı üzere Risalelerin işlenmesi ve bu kapsamda sadeleştirilmesi, bu güne kadar Risaleleri neşretmiş yayınevi sahiplerinin rızaen ya da kazaen (yargısal yolla) anlaşarak ve müştereken verecekleri izne bağlıdır.

Onlar müdahil olmasalar veya anlaşamasalar dahi Bakanlık “kamu yararı eserin asliyetini ve safiyetini korumayı gerektiriyor” diyerek işlenme esere izin vermeyebilir.

Bediüzzaman 1960’da vefat ettiğine göre yetmiş yıllık sürenin dolmuş ola¬cağı 2030 yılından sonra Risaleler tam mânâsıyla umumun istifadesi için vakıf malı olacak ve yetki tamamen Bakanlığa geçecektir.

Ancak o zamana kadar, neşir hususunda varis olanlar, korumanın kapsam ve sınırlarını müştereken belirlemeye yetkili ve görevli olacaklardır. Zira Risa¬leler, müellifinin vefatıyla kanuni mirasçılarına intikal eden “terike” kapsamında değildir. Müellifi tarafından vakfedilmiş ve yönetimi de “kitabın talebeleri”ne bırakılmış bir “vakıf mal” statüsündedir. Resmî vakıf kaydının olmaması önem taşımamalıdır. Fiilî durum bu şekildedir ve bu fiilî durum kanunun emredici hükümlerine aykırı olmadığına göre hukuken değerlidir.

4. Öte yandan Risaleleri neşretme hakkı konusundaki belirsizlik ya da ser¬bestlik Risaleleri işleme hakkı konusunda sınırsız bir serbestlik içermez. Bu so¬nuç hem yukarıdaki koruyucu hukuki düzenlemelerden ve hem de Risalelerin kendisine özgü yapısından ve müellifinin Risalelere verdiği vakıf eser statüsü sebebiyle “vakfı aynen muhafaza” mecburiyetinden kaynaklanmaktadır.

Bu koruma mecburiyetinin ifası için kanunî imkânlardan faydalanılarak ku¬rulacak ve hatta gerekirse kanunun yetersizlikleri giderilerek kurulacak bir tür “meslek birliği”nin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Bu tür bir birliğin meşveretle işlemesi, neşir hizmetinin de meşverete tevdi edilmiş olduğu nazara alındığında oldukça önemlidir.

SONUÇ

1. Risale-i Nurlar Kur’ân tefsiridir, iman ilmine dairdir. Bu sebeple Risaleler Kur’ân’ın malıdır.

Yine bu sebeple Risaleler üzerinde şeklen müellifinin sahip olduğu ve Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ile korunan malî ve manevî haklar ve bu kapsamda Risaleleri neşir hakları Bediüzzaman’ın kanunî mirasçılarına değil, kendisinin vasiyetname ile belirlemiş olduğu ve “vârislerim” dediği talebelerine aittir.

2. Bediüzzaman’ın vasiyetnamelerine ve Risalelerin genel yaklaşımına naza¬ran, Bediüzzaman’ın vârisleri sınırlı sayıda kişiden ibaret değildir.

Zira Bediüzzaman bir tür tüzel kişilik olarak gördüğü “Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi”ni yine bir tür tüzel kişilik olarak tarif edip teşkilâtlandırdığı “Risale-i Nur talebelerinin şahs-ı manevisi”ne emanet etmiştir.

3. Nur talebelerinin şahs-ı manevisi, risaleleri neşretmek ve telif haklarından elde edilecek bedelin bir kısmını hayatını Risalelerin neşrine vakfetmiş olan ve ihtiyaç sahibi durumunda olan talebelere dağıtıp geri kalanı da Risale neşrinde kullanmakla görevlidir.

4. Nur talebeleri, Risaleleri bu kurallara uygun olarak tek elden ya da elbirliği ile neşretmek hususunda tam bir işbirliğine hiçbir zaman muvaffak olamamış¬lardır. Yayıncı çokluğu ve yayın çeşitliliği bilhassa 1980’den sonra yaşanan hadi¬seler ve 2000’li yıllarda gelişen teknoloji ve internet yayıncılığı sebebiyle artmış ve bu durum Risalelerin makbuliyetine delil olarak görülmüştür.

Nur talebeleri neşir gelirlerini vakfiyeye uygun sarf etmeye genellikle mu¬vaffak olmuşlardır. En azından bu hususta ciddi bir tartışma yaşanmamıştır. Bu durum Risalelerin istinat ettiği en önemli prensip olan ihlas prensibinin de so¬nucudur.

5. Farklı tanzim tarzlarıyla Risale yayıncılığı yapan Nur Talebelerinin ve gruplarının her biri, Risalelerin kıymetini bilen ve dost, kardeş ve talebe halkala¬rından oluşan küçük ya da büyük bir kitleye istinat etmişlerdir. Ticarî olarak da bu kitleye hitap etmişlerdir.

Yayıncı ekipler durumundaki Nur talebeleri, bazı küçük istisnalar dışında birbirlerini genellikle hoş görmüşler ve ihtilaflı konuları yargıya taşımaktan ka¬çınarak risale alıcısı durumundaki kamuoyunun takdirine bırakmışlardır.

6. Bu fiilî durum, salt ticarî sebeple ve kâr amacıyla Risale yayıncılığına gi¬rişecek olan bir müteşebbise de izin verilebileceği ya da bu tür bir teşebbüsün engellenemeyeceği mânâsına gelmemektedir.

Ancak kötü niyetli sayılacak böyle bir teşebbüsün kim tarafından ve nasıl engellenebileceği hususunda hukukî boşluk vardır.

7. Risalelerle ilgili yapılan ve FSEK açısından “işlenme eser” niteliği taşıyan; şerh, izah, tanzim, tercüme yayıncılığı faaliyetlerinde de, asıl metne dokunulma¬mış, genellikle yukarıdaki prensiplere uyulmuştur.

Buna karşılık Risaleleri “sadeleştirerek” ve “bu da Risalelerin aslı gibidir” de¬nilerek yayınlama teşebbüsleri, iyiniyetli de olsa, bilhassa asıl metni tahrip ya da tahrif etme riski sebebiyle, mevcut Risale yayıncısı Nur Talebelerinin tepkisini çekmektedir.

Ancak bu tür bir işlenmenin tümüyle engellenmesi ya da tahrif ve tahrip içermeyecek biçime dönüştürülmesi için hukuku ve adliyeyi yardıma çağırmak hususunda da kısmen hukukî boşluk vardır.

8. Risalelerin ticarî amaçla neşrinin engellenmesi ve aslı tahrif/tahrip eden işlenme eserler üretilerek neşrinin engellenmesi konularında en makul çözüm, mevcut Risale yayıncılarının kendi aralarında bir meslekî birlik oluşturmalarıdır.

Oyçokluğu esası ile ve meşveret prensipleri ile çalışacak olan ve dolayısıyla Bediüzzaman’ın hizmet metoduna da uygun olan bu meslekî birlik, hem üye¬leri arasında otokontrol ve disiplin mekanizmaları işletecek, hem de uzmanlık gerektiren dâvâlarda bilirkişi sıfatıyla mahkemelere ve gerekirse kamuoyuna ya¬pacağı açıklamalarla kötü niyetli ya da iyiniyetli de olsa asıl metni tahrif eden yayıncıları deşifre ve men eden bir otorite (authority) oluşturabilecektir.

9. FSEK’e göre “memleket kültürü için önemi haiz görülen bir eser üzerinde¬ki” hakları korumak Kültür Bakanlığının görevleri arasındadır.

“Memleket kültürü” kavramına jakoben laik bir yaklaşımla bakanlar için Risaleler kültürel bir eser sayılmayacaktır. Ancak ülkemizde demokrasinin ge¬lişmesiyle birlikte laiklik kavramının tarifi de uygulaması da değişmekte ve ma¬kul hale dönüşmektedir. Yeni ve makul yaklaşımda kültür dinden uzak değildir. Memleket kültürünün en önemli yapı taşı dindir. Dinî eserler hiç şüphesiz kül¬türel açıdan önemlidir. En önemlilerinden biri ise hiç şüphesiz, bütün baskılara direnen, bütün olumsuzluklara “rağmen” ayakta kalan ve karşıladığı ihtiyaç sebe¬biyle toplumun gönlünde yer tutan Nur Risaleleridir.

O halde, Kültür Bakanlığı bürokratları Risaleleri korumak hususunda da gö¬rev bilincine kavuşturulmalı, Bakanlık hangi siyasi partinin elinde olursa olsun, memleket kültürüne ve bu kapsamda dinî eserlere karşı vazifesini–Diyanet İşle¬ri Başkanlığı ile de işbirliğine giderek–hakkıyla yapmayı vatandaşına karşı siyasî ve anayasal bir görev bilmelidir.

10. Kültür Bakanlığının görevlerinden biri de Risale yayıncıları arasında kurulması gerektiğini yukarıda bildirdiğimiz meslek birliğinin kuruluşuna yar¬dımcı olmaktır. Zira bu birlik, Risale yayınını denetim altında tutmak suretiyle, Bakanlığa da kendi görevi açısından yardımcı olmuş olacaktır.

Bu amaçla gerekirse mevzuat değişikliği de yapmak ve böylece “Risale Ya¬yıncıları Meslek Birliği”nin kuruluşunun önünü açmak, Bakanlığın görevidir.