Democraticity and its Relationship with the State of Law

A. Güvenlik, Hürriyet ve Adalet

1. Güvenlik Devleti – Güçlü Devlet

Modern devletin 16. yüzyılda Batı’da ortaya çıkışıyla birlikte merkezi
iktidar Max Weber’in deyimiyle meşru fiziki güç kullanımını kendi inhisarına
alarak o ana kadar toplum ile hükümdar arasında var olan ve adeta
tampon vazifesi gören diğer sosyal, siyasi ve dini ara veya ikincil güç
odaklarını (kilise, şehirler, baronlar, loncalar, kayser gibi) ortadan kaldırarak
halkı doğrudan doğruya merkezi otorite ile karşı karşıya bıraktı. [1] Bu durum
devletin elindeki iktidarın bir taraftan merkezde yoğunlaşmasına diğer
taraftan da bütün ülke sathında engelsiz bir şekilde yaygınlaşmasına yol açtı
(teritoriyal devlet ilkesi). Bu devlet şekli mutlak monarşi olarak adlandırıldı.

Böyle bir gelişme Batı için elzemdi, çünkü merkezi otoritenin diğer ara
güç odaklarına karşı zayıf olması ülke içindeki siyasi, toplumsal ve dini çatışmaları
önleyemediği gibi bu çatışmaların geniş toplumsal kesimler arasında
yaygınlaşmasına da engel olamamıştır. 16. ve 17. yüzyılda yaşanan
mezhep savaşları bunun en belirgin örneğidir. Bu durum ülke sınırları içinde
barışı ve hukuk güvenliğini tehdit etmekteydi. Düzeni sağlamak için
güçlü bir merkezi iktidara ihtiyaç duyuldu ve sonunda mutlak monarşilerin
tesis edilmesiyle birlikte hedeflenen amaç büyük ölçüde gerçekleşti. [2]Bu devlet anlayışı “liberal karşıtı Hobbes’cu Devlet” olarak da tanımlanabilir.

2. Hürriyetçi Devlet – Liberal Devlet veya Şeklî Hukuk Devleti ile Demokratik Hukuk Devleti

Devlet ülke içerisindeki barışı sağlamakla birlikte diğer bir sorunla karşı
karşıya geldi: Bireylerin hürriyeti meselesi.

Batı’da 17. yüzyıldan itibaren bilhassa İngiltere’de yeni bir toplumsal
güç olarak ortaya çıkan burjuva sınıfı hükümdarın keyfi ve otoriter yönetim
biçimine karşı direnmeye başladı. Burjuvayı ortaya çıkaran amiller bir taraftan
iktisadi zenginleşme diğer taraftan da eğitimin yaygınlaşmasıydı. Onun
için bu yeni sınıfa “iktisadi ve eğitimli burjuva” denir. Bunların ana gayeleri
siyasi iktidarı bireylerin temel hak ve hürriyetleri lehine sınırlamaktı. [3]

Böylece özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde bir taraftan
doğal “insan hakları” fikri ve diğer taraftan da “kuvvetler ayrılığı” tasavvuru
çerçevesinde liberalizm denilen hareket gelişti. Bu iki ilke aracılığıyla
merkezi yönetimin tekelinde temerküz etmiş devlet iktidarını sınırlandırarak
ve farklı devlet kurumları arasında dağıtarak bireyler devlet aygıtı karşısında
daha güvenceli bir konuma kavuşturulmaya çalışıldı.

Eğer bir devlet düzeni sadece kuvvetler ayrılığına yer veriyor ve anayasasında
“insan haklarına” yer vermiyorsa “şekli hukuk devleti” olarak adlandırılır.
Burada yürütme ve yargı kanunlara bağlıdır, fakat yasama hukuk
normlarıyla sınırlandırılmamıştır. [4] Bu devlet biçimi aslında bir “kanun
devletinden” ibarettir.

Buna karşılık anayasasında “insan haklarına” yer veren bir devlet “demokratik
hukuk devleti” olarak nitelendirilir[5]. Burada da “insan hakları”
gerçek manada “temel hak ve hürriyetlere” dönüştürülmemiştir. (Bunun
gerçekleşebilmesi için, insan haklarının, devlet otoritesi tarafından ihlal
edilmesini önleyecek -yasal değil- yargısal güvencelere kavuşturulması gerekir).

Demokratik hukuk devletinde insan haklarının güvencesini yine yasama
organı sağlamaktadır. Yasama anayasa gereği insan haklarına aykırı
bir kanun çıkartmamalıdır. Bunun aksine davranırsa denetimi bağımsız
mahkemeler değil yine meclisin kendisi yapacaktır. Böyle bir yaklaşım biçimi
insan haklarına gerçek bir güvence sağlamaz. Fakat bununla birlikte
bu devlet şeklinde liberal geleneğin etkisiyle devlet iktidarı büyük ölçüde
sınırlandırılıp insanların temel hakları genelde güvence altına alındığından
ötürü, “hürriyet”, kavramı kamu otoritesi karşısında esas itibariyle sağlanmış
olur.
[6]

Bu devlet tipinde negatif statü hakları (kişisel haklar) ile aktif statü hakları
(siyasi haklar) bireylere genel hatlarıyla verilmiştir. Fakat pozitif statü
hakları (sosyal haklar) ve siyasi haklar çerçevesinde eşitlikçi adalet ilkesi tam olarak tesis edilemediği (eşit oy, genel oy, vergi adaleti, konut hakkı, eğitim hakkı, genel eşitlik ilkesi, ilh.) ve insan haklarının bağımsız mahkemeler vasıtasıyla güvencesi henüz gerçekleştirilemediği için bu devlet aşamasında
da henüz demokratik anayasal devletten bahsedilemez.

3. Adalet – Demokratik Anayasal Devlet

Yasama organının işlemlerinin insan hakları lehine etkin bir biçimde denetlenebilmesi
için yaptığı yasama işlemleri aleyhinde mahkemelerde iptal
davası açma imkanı tanınmalıdır. Eğer böyle bir usul kabul edilirse bu durumda
“insan hakları” “temel hak ve hürriyetlere” dönüşür. Artık temel haklar
evvelemirde devlet iktidarının müdahalesine karşı güçlü bir korumaya kavuşmuştur.
Demokrasilerde de meclisler insan haklarına uygun kanun yapmalıdır,
aksi takdirde “yanlış bir kanun veya hukuk” tesis etmiş olurlar. [7] Dolayısıyla
demokratik anayasal devlette yasama organı veya başka bir kamu otoritesi
insan haklarını ihlal ederse buna karşı hakları ihlal edilen bireylere veya belirli
siyasi makamlara mahkemelerde anayasa yargısı üzerinden dava açma
yetkisi verilmiştir. Bu devlet şeklinde hem negatif statü hakları, hem aktif
statü hakları hem de pozitif statü hakları tanınmış ve güvence altına alınmıştır.
Ayrıca “demokrasi” ile “hukuk devleti” veya “temel haklar” arasında
bir bağ kurulmuştur.

İdeal bir demokraside tercih edilen kanun yapma yolu, normların bütün
yurttaşların katılımı ile etkin bir istişare süreci sonucunda kabul edilerek
yürürlüğe girmesidir. Dolayısıyla bu düzende insanlar birbirlerinin temel
haklarına riayet ederler, fikir teatisinin etkinliği sayesinde bunlara aykırı
kanun çıkartmazlar. Fakat fiiliyatta demokratik süreç insan haklarının korunmasında
yetersiz kalır. Seçimlerin önemli bir yer tuttuğu bütün “parlamentolu
yasama devletlerinde” bile her zaman demokrasi ile temel haklar
arasında çatışma çıkacaktır. [8] Onun için halkın egemenliğine dayalı bir demokraside
de egemenlik netice itibariyle sınırlı bir egemenliktir.

Burada bahsedilen sınır siyasi değil hukuki bir sınırdır. Yani egemen de
yetkisini kullandığında insan haklarına riayet ederek bu salahiyetini kullanmalıdır. [9] Seçilmiş siyasi iktidar, atanmış bürokratik, askeri ve kazai (yargısal)
güç odakları tarafından vesayet altına alınamaz Bu demokratik halk
egemenliği ilkesinin gereğidir. Bu bağlamda egemenlik “bilakaydü şart”
halka aittir. Fakat halk ve onun adına kullanan kamu otoritesi bu egemenlik
yetkisini ancak insan onuru, insan hakları ve hukukun evrensel ilkelerine
uygun olmak koşuluyla kullanabilir.

Bu bağlamda demokratik bir anayasal devlette yasama organının tesis
ettiği normun iki boyutlu bir meşruiyeti haiz olması gerekir: siyasi ve hukuki
meşruiyet.

4. Normun Siyasî Meşruiyeti

Demokrasilerde egemenlik halka ait olduğundan devletin iktidarını
teşkil eden üç kuvvet olan yasama, yürütme ve yargı, meşruiyetini halktan
almaktadır. Yani bu üç kuvvetin işlemleri son tahlilde halka dayanmalıdır.
Aldıkları kararlar halkın rızasına uygun, yani kamu yararı odaklı olmalıdır. Ayrıca halk siyasi irade oluşum süreci vasıtasıyla yönetime katılmalıdır. Bunun
en etkin yolu genel seçimler aracılığıyla yasama ve yürütmeyi belirlemektir.
Seçimlerden sonra da yarı-doğrudan demokratik araçlarla -referandum,
halk vetosu, halk teşebbüsü ilh.- ve sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla
siyasi iktidarı etkin bir biçimde yönlendirmelidir.

Dolayısıyla ülke yönetimi seyirci demokrasiye göre değil katılımcı demokrasiye
göre inşa edilmelidir. Böylece yasamanın, yürütmenin ve yargının
işlemleri ile normları halk egemenliği ilkesi gereğince zincirleme bir
süreçle halka kadar geri götürülerek siyasi meşruiyet kazanır. Bilhassa hukuk
düzeninin omurgasını teşkil eden kanunlar halkın temsilcileri vasıtasıyla
yapılarak normun demokratik gerekçesi sağlanmış olur.

Bununla birlikte yine eşitlik/adalet ilkesi gereği yurttaşlar arasında ayırım
yapılmadan herkes genel oy ilkesi çerçevesinde siyasi iktidara katılabilmelidir.
Siyasi meşruiyet umdesi gereği demokraside çoğunluk kaidesi
geçerlidir. Yurttaşların desteklediği parti veya partiler çoğunluğu sağlıyorsa
ülkeyi yönetme hakkını haiz olur. Burada meşruiyeti sağlayan husus sadece
usul kurallarıdır. Bilhassa yasama ve yürütme, kararlarını hukuk düzeninin
öngördüğü usul kurallarına uyarak vermişse demokratik meşruiyet gerçekleşmiş
demektir. Ancak demokratik bir hukuk devletinde bir normun sadece
çoğunluğun menfaatine ve şekil ilkelerine uygun olması onun doğru ve
adil olduğu anlamına gelemez. İkinci bir kritere ihtiyaç vardır.

5. Normun Hukuki Meşruiyeti

Demokratik anayasal devlette usul kurallarına uygunluk bir normun
meşruiyet kazanması için gereklidir, fakat yeterli değildir. Usul kaideleri
yanında normun içeriği de önem kazanır. Yasama ve yürütmenin verdiği
kararların muhtevası da birtakım kayıtlara ve denetime tabidir. Bunların en
önemlisi temel hak ve hürriyetlerdir. [10] Bir parti toplumun kahir ekseriyetiyle
yürütme ile yasamayı denetimi altına alsa bile, aldığı kararların meşruiyet
kesbedebilmesi için hukukun temel ilkelerine, yani insan onuruna,
insan haklarına ve evrensel hukuk ilkelerine uygun olmak zorundadır. O
halde demokratik bir hukuk devletinde veya anayasal devlette kararlar ve
normlar hem usulî hem de maddi yönden aranılan şartlara uygun olmalıdır.

Demokratlık Hakkında Ara Değerlendirme

Yukarıda anlatılanlardan yola çıkılarak günümüzde devletlerin veya siyasal
iktidarların meşru sayılabilmeleri için bir taraftan demokrasi diğer
taraftan da hukuk devleti/anayasal devlet ilkelerine uygun hareket etmeleri
gerektiği sonucuna varılabilir. Bu iki kavram birbirine tamamlar niteliktedir.
Bu şartlar yerine getirildiği takdirde devlet çağdaş toplumun ihtiyaçlarına
ve beklentilerine büyük ölçüde cevap verebilir.

Bir iktidar toplumun çoğunluğunun desteği ile seçilmiş bile olsa son
tahlilde bir makamı temsil eder. Yani iktidarın kullandığı yetki hukuk tarafından
verilmiş ve çerçevesi çizilmiş bir salahiyettir; doğrudan, kurucu ve asli değildir. Otorite ve salahiyet makama bağlıdır, kişiye değil; kaynağı ise
hukuktur. [11]Dolayısıyla demokratik anayasal devlette iktidar meşruiyetini
bir taraftan demokrasiden diğer taraftan da hukuktan alır.

Siyasi otorite demokratik yetkisini hukuka uygun kullanmak zorundadır.
Seçilmiş bir iktidar, ülkeyi, demokratik meşruiyetine dayanarak, çoğunluğun
menfaatleri doğrultusunda ve siyasi programı çerçevesinde yönetmek
hakkına sahiptir. Fakat çoğunluk ilkesine göre yönetimin de siyasi olmasa
bile hukuki sınırları mevcuttur. Hükümet programını uygularken kendisini
destekleyen seçmenlerin dışında azınlıkta kalan toplumsal kesimlerin “siyasi
menfaatler”ini dikkate almak zorunda değildir[12] , fakat temel hak ve
hürriyetlerini gözetmesi hukuki bir zorunluluktur.

Demokratlığın izahı için demokrasi ile doğrudan ilgisi olmayan bir
konu çerçevesinde bu kadar uzun bir girişin niçin yapıldığı sorusu akla gelebilir.
Bunun cevabı aslında yukarıda verilmiştir. Fakat ehemmiyetinden
dolayı bir daha vurgu yapmakta fayda vardır: “Demokratlık” kavramı eğer
kısaca demokrasiperverlik[13] olarak tanımlanırsa yukarıdaki izahtan sonra
bunun yetersiz olduğunun kabul edilmesi gerekir.

Diğer ifadeyle demokratlık bir taraftan demokrasiperverlik ise diğer taraftan
da hukukperverlik olmalıdır. Yani demokratlık bir taraftan demokrasinin
diğer taraftan da hukuk devletinin ilke ve kurallarının kabul edilip
içselleştirilmesidir. Dolayısıyla günümüzde genel itibariyle artık siyasal düzenler
ancak demokrasi ve hukuk devletinin veya anayasal devletin koşullarına
göre oluşturulurlarsa halk nazarında meşruiyeti haiz sayılırlar.

Bundan ötürü, yönetici konumunda olanlar, ancak her iki tasavvuru birlikte
kabul ederlerse “demokrat” olarak nitelendirilebilirler.

Tanımı böylece belirginleştirdikten sonra aşağıdaki bölümde artık “demokratlık”
sıfatı üzerine farklı açılardan durulabilir.

B. Demokratlık ile Otoriterlik Bağlamında Yönetim Anlayışı

Bir siyasetçi acaba ne zaman “demokrat” bir kimliğe sahip olur. Bu soruya
doyurucu bir cevap verebilmek için kavramın mefhum-u muhalifinden
yola çıkılarak izahatının yapılması uygun olacaktır. Giovanni Sartori’nin
de doğru bir şekilde tespit ettiği gibi demokrasinin zıddı otoriterlik veya
otokrasidir. [14]

Aşağıda “demokratlık” ve “otoriterlik/otorkratlık” kavramları önemli
bazı alt kavramlar bağlamında birbiriyle kıyaslanacak ve böylece iki mefhum
arasındaki fark belirginleştirilmeye çalışılacaktır.

Hürriyet Bağlamında

Demokrat, hürriyeti esas alır. Hürriyetin tanınması asıl, sınırlan dırılması
ise istisnadır. Hürriyet sadece kendisine yakın olan siyasi
gruplara değil, eşitlik ilkesi gereği herkese ve bilhassa siyasi rakiplere
tanınır. Temel hak ve hürriyetlere etkinlik kazandırıldığı için bu
hürriyetler kamu otoritesini ve siyasi otoriteyi sınırlar. Demokrat,
bireylere hürriyetin sadece devlet düzeni içinde sağlanmasını yetersiz
bulur. Hürriyetin aynı zamanda devlet otoritesini kullanan
makamlara karşı da güvence altına alınması ister.

Otokrat, hürriyeti değil daha çok hegemonik egemenlik kavramını
öne çıkartır. Bu egemenlik kavramını halka ve/veya devlete dayandırır.
Bunları kullanarak bilhassa muhalif olanların hürriyetlerini
kısıtlamaya çalışır. Otokratın devlet/siyaset ve hukuk teorisinde
baskın olan kavram hürriyet değil egemenliktir. Temel hak ve hürriyetlere
edilgen bir konum biçildiği için devlet otoritesi etkin bir
şekilde kayıtlanamaz. Otokrat, devlet içinde hürriyetin tanınmasını
yeterli görür, aynı zamanda kamu otoritesini kullananlara karşı
güvence altına alınmasını gereksiz addeder; çünkü ona göre devlet
otoritesi düzeni sağlar ve bu sebeple üstündür, geniş yorumlanmalıdır.
Dolayısıyla otorite asıl, hürriyet ise istisnadır.

Hukuk Devleti Bağlamında

Demokrat, hukuk devleti bağlamında temel hak ve hürriyetler lehine
sınırlı bir devleti ve iktidarı savunur. Bu bağlamda egemenlik
tasavvuru (ister halka, isterse devlete dayansın) hukuk ilkeleri, bilhassa
insan hakları tarafından sınırlandırılmıştır. Otoritenin menşei
hukuktur. Tabir yerindeyse hukuk kurallarının otoritesinden yola
çıkılarak yönetim şekillenir. Demokrat, kişilerin değil kurallar ve
kurumların yönetimini esas alır. Pozitif hukukun yanında doğal
hukukun (İlahi hukukun) ilkelerine de yer verir. Demokrata göre
ikincisi birinciyi denetler. Yasamanın ve yürütmenin kararları pozitif
hukuka uygun olsa bile doğal hukukun ilkeleriyle, yani insan
onuru, insan hakları ve hukukun evrensel ilkeleriyle çelişiyorsa bunların
mahkemelerce iptal edilmesi gerektiğini kabul eder. Yine bu
çerçevede hukuka güvendiği için, hukukun, devleti ve otoritesini
şekillendirmesi gerektiğini kabul eder. Yani onun nazarında devlet
hukukun izin verdiği oranda var olur (Lex facit Regem) [15]

Hukuk Devleti Bağlamında
• Demokrat, hukuk devleti bağlamında temel hak ve hürriyetler lehine
sınırlı bir devleti ve iktidarı savunur. Bu bağlamda egemenlik
tasavvuru (ister halka, isterse devlete dayansın) hukuk ilkeleri, bilhassa
insan hakları tarafından sınırlandırılmıştır. Otoritenin menşei
hukuktur. Tabir yerindeyse hukuk kurallarının otoritesinden yola
çıkılarak yönetim şekillenir. Demokrat, kişilerin değil kurallar ve
kurumların yönetimini esas alır. Pozitif hukukun yanında doğal
hukukun (İlahi hukukun) ilkelerine de yer verir. Demokrata göre
ikincisi birinciyi denetler. Yasamanın ve yürütmenin kararları pozitif
hukuka uygun olsa bile doğal hukukun ilkeleriyle, yani insan
onuru, insan hakları ve hukukun evrensel ilkeleriyle çelişiyorsa bunların
mahkemelerce iptal edilmesi gerektiğini kabul eder. Yine bu
çerçevede hukuka güvendiği için, hukukun, devleti ve otoritesini
şekillendirmesi gerektiğini kabul eder. Yani onun nazarında devlet
hukukun izin verdiği oranda var olur (Lex facit Regem)[15]. rat, halkın egemenliğini devletin otoritesinin vesayetine tabi kılar.
Yasama ve yürütmenin aldığı kararların pozitif hukuka uygun olmasını
yeterli görür. Ayrıca doğal hukukun denetiminden geçmesini
gerekli görmez. [16] Kamu otoritesinin kararlarına güvenir. Devlet
hükümranlığına ve bürokrasiye güvendiği için hukukun siyaset ve
devlet düzeninde ancak bunların izin verdiği oranda etkin olmasını
ister (Rex facit legem) [17] .

Devlet Bağlamında

Demokratın siyasi tasavvurunda devlet bir araç, insan ise amaçtır.
Devlet, vatandaşlara hizmet götüren önemli bir vasıtadır. Devleti
“hadim devlet” olarak tanımlar. Bu bağlamda demokratın hedefinde
“sivil bir devletin” tesisi vardır. Siyasi ve bürokratik kurumsallaşma
aşağıdan yukarıya doğru şekillenir. Devlet ona göre “Hegelci
ve Hobbscu” bir şekilde toplumun üzerinde yer alan soyut ve üstün
bir otorite değildir, toplumun siyasi yapılanmasının bir ürünüdür; o
insana hakim değil insanlar ona hakimdir.

düzeni sağlamakla yükümlü olduğu için siyasete ve hukuka egemendir.
Öncelik devlete verildiği için hukuk devlete nazaran edilgendir.
Hobbs’un savunduğu “auctoritas, non veritas facit legem”[18]ilkesini
kabul eder. Devlet otoritesinin bireyin üzerinde vesayet kurmasını
yadırgamaz, çünkü onun nazarında devlet iyi, güzel, doğru ve adil
olan erdemli değerleri gerçekleştirmek için inşa edilmiştir. Tarafsız
ve toplum üstü bir güç olarak kamu yararını gerçekleştiren en
önemli aygıttır. Bu sebeple, otokrat, devletin hukuka değil kuvvete
ve otoriteye dayanması gerektiğine inanır. Almanların “Machtstaat”
dedikleri “güce dayalı bir devlet” tasavvurunu savunur.

Siyaset Bağlamında

Demokrat, sivil siyaseti tercih eder ve bu bağlamda genel oya güvenir.
Yine bu bağlamda bireye itimat eder ve vatandaşların siyasete
ve devlet yönetimine egemen olmasını ister. Temel hak ve hürriyetlerin
etkinliğinin arttırılarak sivil bir yönetimi tesis etmeye çalışır.
Yönetim anlayışında “halkın iradesini” dikkate alır. Fakat sadece çoğunluğun
değil azınlığın da haklarını savunur ve bu hakların hukuk
devleti tarafından korunmasını ister. Çoğunlukçu değil, çoğulcu
ve rekabetçi bir siyasi yapının tesisi için çaba sarf eder. Demokrat,
icraatlarının hesabını siyaseten topluma karşı vermesi gerektiğini
içselleştirmiştir.

Otokrat, vesayetçi bir siyaset anlayışını savunduğundan genel oya
kuşkulu yaklaşır. Bireye güvenmez; devlet otoritesinin bireye hakim
olmasını ister. Hobbs’un “homo homini lupus” [19]ilkesinin doğruluğuna
inanır. Düzenin sağlanabilmesi için güçlü ve hükümran bir
devletin siyasi hayatta egemen olmasını müdafaa eder. Bu bağlamda
sivil topluma şüpheyle yaklaşır, çünkü ona göre siyasal düzenin temel
gayesi devlet odaklı bir kamu düzenini ve kamu yararını tesis
etmektir. Sivil toplum güçlenirse kamu otoritesi zayıflayabilir ve
hedeflenen nizam bundan zarar görebilir. Bundan ötürü otokrat, siyasi
tasavvurunda “halkın rızası”nı değil devletin menfaatini önceler.
Çoğulcu ve rekabetçi bir düzenden ziyade çoğunlukçu bir siyasi
yapılanmayı tercih eder. İcraatlarının hesabını toplumdan daha çok
devlet otoritesine ve onun bürokratik temsilcilerine karşı vermesi
gerektiğine inanır. Makamını genel oydan ziyade “devletlu”lara
borçlu olduğunu düşündüğünden mümkün mertebe iktidarını güçlendirmeye
ve uzun süre yönetimde kalmaya çalışır. Bunu sağlamak
için gerektiğinde gayri hukuki ve anti demokratik yöntemlere başvurmaktan
da çekinmez.

Ara Değerlendirme

Demokratlığı izah etmeğe çalıştığımız bu makalede “demokrasi” ve
“hukuk devleti” kavramı üzerinde durduk. Bu mefhumların Batı kökenli
olduğu ortadadır. Tanzimat’tan beri ülkemiz Batı Medeniyetinin nüfuzu
altına girmiştir ve Cumhuriyet’ten sonra bu anlayış resmi politika haline
gelmiştir. Bu aşamada, ‘acaba Garp kökenli seküler bu iki kavram, çoğunluğu
Müslüman olan bir toplumun ihtiyaçlarına yeterince cevap verebilir m?’i
sorusu akla gelir.

Birçok meseleye olduğu gibi bu konuya da mutedil yaklaşılması gerektiği
düşüncesindeyim.

Batı medeniyeti karşısında ne toptancı bir kabul ne de toptancı bir ret
tavrı sergilenmelidir. Müslümanlar Tanzimat’la birlikte başlayan ve bugüne
kadar da devam eden -Sezai Karakoç’un deyimiyle- büyük bir medeniyet
krizini yaşıyor. [20] Dolayısıyla bu bunalıma bir çözüm ararken ister istemez
“deneme yanılma yöntemini” de kullanmalıdır. Zaten İslam tarihi boyunca
İslam toplumu model geliştirirken öz medeniyet verilerinden yola çıkarak
kendi ihtiyaçların gidermeye çalıştığında diğer kültür ve medeniyetlerden
yararlanmasını da bilmiştir. Dışardan aldığı kurumları kendi medeniyet
değerleri ve anlayışına uyarlamıştır. Bunu yaparken eleştirel ve seçici bir
yaklaşımı benimsemiştir. Sahip olduğu medeniyetin temel değer ve inançlarıyla
çelişmeyen aksine faydalı olan hususlara karşı kapalı kalmamıştır;
medeniyetin güçlü olduğu dönemlerde aslında “açık toplum” ilkesini benimsemiştir.

Eskiden ortada kurumsal olarak bir İslam toplumu vardı ve bu cemiyet
karşılaştığı sorunlara kendi bakış açısına göre çözüm arıyordu. Bunu yaparken
de başka medeniyet ve toplumlardan faydalanılıyordu. Örneğin İslam fıkhı ve devlet yönetimi böyle gelişmiştir.[21]

Fakat günümüzü geçmişimizle karşılaştırdığımızda farklı bir durumla
karşı karşıyayız. Bugün kurumsal olarak bir İslam cemiyetinden bahsetmek
epey zor gözüküyor. Dolayısıyla öncelikle müesseseleşmiş bir İslam toplumu
kurulmalıdır; daha doğrusu Müslümanların arasında böyle bir bilinç
gelişmelidir. Ancak bundan sonra bu şuurla kendi değerleri ve kaynaklarından
yola çıkarak günümüzde mevcut sorunlarına siyasi, iktisadi ve hukuki
çözümler bulmaya gayret sarf etmeleri mümkün olacaktır.

Bu düşünceden hareket edilirse aslında ham bir “İslam Hukuku”, “İslam
İktisadı” veya “İslam Yönetimi” teriminin doğru olmadığını kabul etmek
gerekir. Bunların yerine “İslam Toplumunun Hukuku”, “İslam Toplumunun
İktisadı” ve “İslam Toplumunun Yönetimi” kavramı daha doğru ve yerinde
bir yaklaşımdır. [22] Çünkü biri diğerinin koşulunu teşkil ediyor.

Yani öncelikle ortada bir kurumsal İslam cemiyeti olacak veya en azından
bu şuurda hareket eden bir Müslüman kitle olacak, sonra bu kitle kendi
medeniyet tasavvuru çerçevesinde kendi meselelerine çözüm arayacaktır.
Bunu yaparken geliştirdiği model başka medeniyetlerin düzenlerine benzediği
gibi farklılıklar da gösterebilir. Müslümanlara düşen, ön yargılardan
uzaklaşmaktır. Ne kendi medeniyetine ne de başka medeniyetlere peşin hükümle
yaklaşmamalıdır.

Faydacı ve nesnel bir tavır ve tutum alışla, kendi sorunlarımıza çare
aramalıyız. Bunu yaparken kendi medeniyetimizin değerlerinden ve birikiminden
yola çıkmalı, fakat diğer kültür ve toplumlardan da faydalanmalıyız.
Yani uzun ve orta vadede kapalı değil, açık bir İslam Toplumunu inşa ederken,
kısa vadede de karşı karşıya kaldığımız meselelerimize deva ararken
hem yine kendi tarihî birikimimizden ve hem de Batı’dan faydalanmalıyız.
Yeter ki yöntemimiz nesnel olsun, bilimsel verilere dayansın ve her türlü ön
yargı ve zilletten ve aşağılanmışlık duygusundan uzak duralım.

Bu açıklamadan sonra yukarıda konumuzla ilgili sorduğumuz soruya
tekrar geri dönelim: Acaba “demokrasi” veya “hukuk devleti” İslam’ın temel
kaynaklarıyla çelişir mi çelişmez mi? Batı medeniyetinin son 200 yıldır
güçlenmesi ve İslam coğrafyasını istila etmesiyle birlikte Müslümanlar öz
medeniyetini sorgulamaya başladı. Bu bağlamda Osmanlı’da da Tanzimat’la
birlikte devlet adamlarının Batı’dan hukuki ve siyasi kurumları iktibas etmeye
başladıkları andan itibaren, alınan kurumların İslam’la bağdaşıp bağdaşmadığı
konusunda hayli tartışmalar yapılmıştır. Bilhassa 1876 yılında
Anayasa’sının kabul edilmesiyle birlikte meşruti yönetim, hürriyet, temel
haklar, eşitlik gibi kavramlar etrafında münakaşalar yapılmıştı.[23] Bugün de
bu kavramlar etrafında tartışılmaktadır.[24]

Şahsen, “demokrasi” veya “hukuk devletinin” temelde İslam’ın hükümleriyle
çelişmediği kanısındayız. Sezai Karakoç’un da belirttiği gibi İslam’ın
ana kaynakları devlet ve siyasi yönetim ile ilgili genel ve soyut birtakım
ilkeler öngörmüş, diğer detaylarını İslam toplumunun yorumuna ve bakış
açısına bırakmıştır:[25]

“Esasen Kur’anı-ı Kerim bütün zamanlar için gelmiş kitap olarak devletin
şekli bakımından çok detaylı ve kati bir rejim önermiyor, daha çok
yönetimin özü ve bu yönetimin sonuçlarının olumlu olması için ilkeler vaz
ediyordu. Şura “danışma” ilkesi, adalet, yani zulmetmeme ilkesi, görevlerin
ehline teslimi ilkesi, servetin hep aynı kişiler arasında dolaşmaması ilkesi
gibi ilkelerin hakim olması şartıyla yönetim biçiminin insanların kendi
akıllarıyla seçmesine açık kapı kalıyordu. Gerçi, Peygamber Efendimiz ve
halifelerin tercihi açıktı. Devlet başkanı bir nevi seçimle iş başına gelmeliydi.
Biat müessesesi de bu tercihin kaçınılmaz sonucuydu. Ama dediğimiz
gibi, insanlar, ne denli yararlarına olursa olsun, radikal nitelikte yeniliklerin
seviyesine zamanında yükselemiyor. Nitekim sonunda … doğuda ve batıdakiler
gibi, İslam dünyasında da hanedan sistemi hüküm sürdü.”

Karakoç’a göre parlamentarizm İslam’daki şura müessesesinin “Batı’da
teknikleşmiş bir benzeridir”.[26] Bu bağlamda İslam farklı bir medeniyeti
teşkil etse de İslam’ın devlet ve yönetim biçimi Batı demokrasisi ile benzerlik
gösteriyor. [27]

Aynı şeyler genel hatları itibariyle hukuk devleti veya anayasal devlet
için de geçerlidir. Muhammed Hamidullah’a göre dünyanın ilk yazılı
anayasasını zaten Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra Müslümanlar
kaleme almıştır. [28] Nitekim Osmanlı da 1808 Sened-i İttifak ile
başlattığı anayasacılık hareketini 1876 yılında kabul ettiği modern yazılı
anayasasıyla sürdürmüştür. Yine İslam medeniyeti 8. yüzyıldan itibaren eşŞafi’nin
öncülüğünde geliştirdiği hukuk bilimiyle[29] hukuk devleti geleneğine
yakın olduğunu kanıtlamıştır.

İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren yöneticilerin Kur’an ve Sünne’te uygun
hareket etme zorunluluğu kaidesi kanunilik ilkesine önem verilmesine
yol açmıştır. Nitekim II. Mehmed’in ve II. Süleyman’ın kanunnameleri bunun
kanıtıdır. Günümüzdeki hukuk devleti tasavvuru İslam’da yer alan bu
fikrin geliştirilmiş bir şeklidir.

Temel hak ve hürriyetlere gelince, bu düşünce de 8. yüzyıldan itibaren
İslam hukuk geleneğinde tartışılmış ve kabul görmüş bir konudur.[30]Bu
fikir çekişmelerinden iki farklı ekol doğmuştur:

Bunlardan birincisi “Evrensel Hukuk Okulu”dur ve kurucusu Ebu
Hanife’dir. [31]Ona göre “ismet[32] ademiyettendir”. [33] Yani dokunulmaz haklara sahip olabilmek için insan olunması yeterli. [34] Dini, rengi, ırkı, cinsiyeti
dikkate alınmadan herkes temel haklara sahiptir.

Bunun karşısında yer alan görüş ise Cemaatî Hukuk Okulu’dur. [35] Bu
mektebin kurucusu eş-Şafii’dir. Maliki, Hanbeli ve Caferi mezhepleri de
bu öğretinin görüşüne katılırlar. Bu okula göre “ismet, iman ve eman” [36]
dandır. [37] Burada diğer yaklaşımdan farklı olarak kişinin temel haklardan
faydalanabilmesi için iki şart öngörülmektedir: Müslüman olması veya
zimmî komundan bulunması. Bu akım temel hakları evrensel bir boyutta
algılamamaktadır, onları sınırlandırarak -bugünkü kavramlarla ifade edersek-
sadece İslam devletinin vatandaşlarına hasretmektedir. Bilhassa Evrensel
Hukuk Okulu’nun temel hak kavramı Batı’nın bugün savunduğu
“insan hakları” kavramı ile uyumludur.

Sonuç

Çağdaş siyasi kuram bağlamında “demokratlık” kavramını izah edebilmek
için sadece demokrasi kavramından yola çıkmak yeterli değildir. Bu bir
“gerek şart”tır fakat “yeterli” değildir. Çünkü demokratlığın aynı zamanda
hukuk devleti kavramıyla da yakın bir ilişkisi vardır.

Dolayısıyla, bir siyasetçinin demokrat olup olmadığını irdelerken, onun
hem demokrasiperverliği hem de hukukperverliği tetkik edilmelidir. Eğer
bu iki koşulu aynı zamanda yerine getiriyorsa demokrat sayılabilir. Sadece
demokrasinin kurallarına uygun hareket ediyor olması yeterli değildir; bunlara
riayet etse bile hukuk devletinin ilkelerine aykırı davranıyorsa demokrat
olarak nitelendirilemez.

Siyasetçi, anılan her iki şarta uygun hareket etmiyorsa -demokratlığın
zıddı olan- otokrat sıfatını haiz hale gelmiş olabilir. Bilhassa temel hak ve
hürriyetleri dikkate almıyorsa, keyfi bir şekilde yönetiyorsa, çoğulculuk ilkesine
riayet etmiyorsa, genel oya kuşkuyla yaklaşıyorsa, devlet otoritesini
hukuktan ve sivil toplumdan üstün tutuyorsa, insanı araç devleti amaç haline
getiriyorsa, kamunun menfaatleri için hukuk kurallarını göz ardı ediyorsa
vs. demokrat değil, otokrat bir yönetim usulünü takip ediyor olabilir.

Bu bağlamda İslam Medeniyeti’nin de demokrasi ve hukuk devletine
yabancı olmadığı, bunlara ait temel destekleyici kavram ve ilkelerin ana
kaynaklarda bulunduğu görülmektedir. Fakat Batı Medeniyeti karşısında
bir de İslam Medeniyeti’nin bulunduğu göz ardı edilmemelidir. Batı’yı yüzeysel,
taklitçi, ön yargılı ve eleştirisiz bir biçimde iktibas etmek uzun vadede
faydadan ziyade zarar verecektir.

Sorunlarla karşılaştığımız zaman kendi medeniyetimizden yola çıkarak
çözüm aramalıyız. Ardından, ulaştığımız sonuçları çağdaş yöntem ve
kurumlarla da karşılaştırarak varsa eksikliklerimizi giderip ihtiyaçlarımıza
daha etkin ve verimli cevap verebilmesini sağlamalıyız. Bunu yaparken elbette
Garp’tan da faydalanılacaktır. Ne öz medeniyetimizin geçmiş kurumlarını
ne de Batı’nın müesseselerini küçümsemeliyiz. Kendi tarihî birikim
ve kurumlarımızdan yola çıkarak açık bir toplum inşa etmeliyiz. Topluma
faydalı olabilecek yabancı kurum ve ilkelerden faydalanmaktan çekinmeyelim,
yeter ki peşin hükümle değil akl-ı selim ve kalb-i selim ile hareket
edelim ve iktibasta eleştirel yaklaşımı terk etmeyelim.

Özet

Siyasi literatürde “demokratlık”, demokrasi kavramından yola çıkılarak
izah edilmektedir. Oysa bu kavramı izah edebilmek için sadece demokrasi
kavramı yeterli değildir. Çünkü demokratlığın aynı zamanda hukuk devleti
kavramıyla da yakın bir ilişkisi vardır. Dolayısıyla, bir siyasetçinin demokrat
olup olmadığını irdelerken, onun hem demokrasiperverliği hem de hukukperverliği
tetkik edilmelidir. Buradan hareketle bu yazıda demokratlık ve
hukuk devleti ilişkisi ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler

Demokrasi, demokratlık, hukuk devleti, hürriyet, adalet, otoriterlik

Abstract

In political literature, democraticity is explained by means of the concept
of democracy. However the concept of democracy doesn’t suffice to explain
democraticity, because it has at the same time a close relationship with the
concept of the state of law. Therefore while deciding if a politician is democrat
or not, we should take into account both his/her love for democracy
and law together. Moving from this point, we investigate the relationship
between democraticity and the state of law in this article.

Key Words

Democracy, democraticity, state of law, freedom, justice, authoritativeness

Kaynaklar

Alexy, Robert, Die Institutionalisierung der Menschenrechte im demokratischen Verfassungsstaat
(İnsan Haklarının Demokratik Anayasa Devlette Kurumsallaştırılması), Philosophie
der Menschenrechte (İnsan Haklarının Felsefesi), Editör, S. Gosepath ve G. Lohmann,
Suhrkamp, 1998

Dahl, Robert, Democracy and its Critics, 1989

Dreier, Ralf, Recht und Gerechtigkeit (Hukuk ve Adalet), Einführung in das Recht I. Aufgaben,
Methoden, Wirkungen (Hukuka Giriş I. Ödevler, Usuller, Etkiler), Editör Dieter
Grimm, UTB C.F. Müler, 1985

Grimm, Dieter, Die Zukunft der Verfassung (Anayasanın Geleceği), Suhrkamp, 1991

Hamidullah, Muhammed, İslam Anayasa Hukuku, Beyan, 1998

Karakoç, Sezai, Demokrasi, Demokrasi ve Halk, Günlük Yazıları IV, Gün Saati, Diriliş 1986

Karakoç, Sezai, Devlet Başkanlığı I, Düşünceler II, Kurumlar, Devlet Başkanlığı, Üniversite,
Televizyon, Sinema, Diriliş 1997

Karakoç, Sezai, Devlet Biçimi, Günlük Yazılar I, Farklar, 4. Baskı, Diriliş 1986

Karakoç, Sezai, İki Türlü Demokrasi, Günlük Yazılar I, Farklar, 4. Baskı, Diriliş 1986

Karakoç, Sezai, Demokrasi ve Biz, Günlük Yazılar I, Farklar, 4. Baskı, Diriliş 1986

Karakoç, Sezai, Model, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, Doğum Işığı, 2. Baskı,
Diriliş 1998

Karakoç, Sezai, Diriliş Dergisi, Medeniyetimizin Büyük Krizi, Yıl 29, Dönem 7, Sayı 13-29

Kriele, Martin, Einführung in die Staatslehre. Die geschichtliche Legitimitätsgrundlagen
des demokratischen Verfassungsstaates (Devlet Öğretisine Giriş. Demokratik Anayasal
Devletin Tarihi Meşruiyet Temelleri), 6. Genişletilmiş Baskısı, Kohlhammer 2003

Nursi, Said, Eski Said Dönemi Eserleri (bilhassa Münazarat Bölümü, s. 213-312), Yeni Asya,
2012

Rahman, Fazlur, İslam, 2. Baskı, Selçuk 1992

Sartori, Giovanni, Demokratietheorie (Demokrasi Kuramı), 3. Baskı, WBG 2006

Schulze, Hagen, Staat und Nation in der europäischen Geschichte (Avrupa Tarihinde Devlet
ve Millet), C. H. Beck 1999

Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve İslam, Sosyolojik ve Fıkhi Yaklaşım, Etkileşim 2006

Zippelius, Reinhold, Allgemeine Staatslehre, Politikwissenschaft (Genel Devlet Öğretisi,
Siyaset Bilimi), 16. Baskı, C.H. Beck 2010

1. Schulze, Hagen, Staat und Nation in der euoropäischen Geschichte (Avrupa Tarihinde Devlet ve
Millet), C. H. Beck 1999, s. 19 ve devamı.

2
. Kriele, Martin, Einführung in die Staatslehre: Die geschichtliche Legitimitätsgrundlagen des demokratischen
Verfassungsstaates (Devlet Öğretisine Giriş: Demokratik Anayasal Devletin Tarihi Meşruiyet
Temelleri), 6. Genişletilmiş Baskısı, Kohlhammer 2003, s. 8-75.

3. Grimm, Dieter, Die Zukunft der Verfassung (Anayasanın Geleceği), Suhrkamp 1991, s. 38 ve devamı.

4. Alexy, Robert, Die Institutionalisierung der Menschenrechte im demokratischen Verfassungsstaat (İnsan Haklarının
Demokratik Anayasa Devlette Kurumsallaştırılması), Philosophie der Menschenrechte (İnsan Haklarının Felsefesi),
Editör, S. Gosepath ve G. Lohmann, Suhrkamp 1998, s. 258-259.

5. Alexy, s. 259 ve devamı.

6. Kriele, s. 76-176

7. Alexy, s. 262.

8. Alexy, s. 263.

9. Kriele, s. 102 ve devamı.

10. Zippelius, Reinhold, Allgemeine Staatslehre, Politikwissenschaft (Genel Devlet Öğretisi, Siyaset Bilimi), 16. Baskı,
C.H. Beck 2010, s. 236; Dreier, Ralf, Recht und Gerechtigkeit (Hukuk ve Adalet), Einführung in das Recht
I. Aufgaben, Methoden, Wirkungen (Hukuka Giriş I. Ödevler, Usuller, Etkiler), Editör Dieter Grimm, UTB C.F.
Müller 1985, s. 113-114.

11. Kriele, s. 10 ve devamı.

12. Devlet aklı gereği hükümette çoğunluğa sahip bir siyasi parti veya partiler aslında azınlığın menfaatlerini
de dikkate alarak siyasi çözümler üretmelidirler. Bu, devletin sürekliliği kaidesinin bir sonucudur. Fakat demokrasilerde
hükümetler ülkeyi her zaman devlet aklına göre değil siyasi çıkarlarına göre yönettikleri için sıklıkla
bireylerin ve bilhassa azınlığın temel haklarını ihlal eden icraatlara girişirler. Bunu önlemenin yolu devleti hukuk
vasıtasıyla denetlemektir.

13. Robert Dahl’ın geliştirdiği yedi özellikten yola çıkılarak bir siyasal düzenin asgari düzeyde demokratik sayılabilmesi
için şu koşulları yerine getirmesi gerekiyor:
Devlet yönetimi anayasa tarafından seçilmiş makamlara tevdi edilmelidir.
Seçilmiş makamlar belirli aralıklarla adil ve hür seçimlerle yönetime gelmelidir.
Bütün reşit vatandaşlar seçme hakkını haizdir.
Bütün reşit vatandaşlar seçilebilme hakkını haizdir.
Vatandaşlar (geniş manada) siyasi hadiseler ile ilgili düşüncelerini herhangi bir ceza takibatına maruz kalmadan
ifade edebilmelidir.
Yurttaşlar bilgi ve habere (hukuk düzeni tarafından güvence altına alınmış) farklı kaynaklardan ulaşabilmelidir.
Vatandaşlar bağımsız dernek, parti ve sivil toplum örgütü kurabilme hakkına sahip olmalıdır.
Dahl, Robert, Democracy and its Critics, 1989, s. 221.

14. Sartori, Giovanni, Demokratietheorie (Demokrasi Kuramı), 3. Baskı, WBG 2006, s. 187-192, 206-211.

15. Hukuk hükümdarı (yani devlet ve iktidarını) inşa eder veya meydana getirir.

16. Bununla her pozitivist hukuk ekolü temsilcisinin otokrat olduğunu savunmuyoruz; hadiseye otokratın zaviyesinden
bakıldığında bu sonuca varılır. Çünkü otokrat, iktidarını güçlendirmek ve herhangi bir sınırlamaya tabi
tutmamak istediği için, doğal hukuk gibi kendi otoritesi dışında bir kaynaktan beslenen tabi hakları, hükümranın
iktidarının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandığını bildiği için kabul etmeyecektir. Pozitif hukuk insan ürünü
olduğundan yasama ve yürütmede çoğunluğu elde ederse ona kolay hakim olabilecektir. Fakat doğal hukuk
beşeri hukukun dışında devlet ve anayasa öncesi bir özelliğe sahip olduğundan otokrat onlara pozitif hukukla
tasarruf edemeyecektir.


17. Hükümdar (yani devlet ve iktidarı) hukuku inşa eder veya meydana getirir.

18. Hakikat değil hükümranlık veya otorite hukuku oluşturur.

19. İnsan insanın kurdudur.


20. Karakoç, Sezai, Diriliş Dergisi, Yıl 29, Dönem 7, Sayı 13-29.

21. Hanefiler misal olarak örfü ikiye ayırırlar: fasit örf ve sahih örf. Eğer bir yerde (bu yeni fethedilmiş bir yer de
olabilir) bir örf var ise ve İslam’ın temel kaynaklarıyla çelişmiyorsa mer’i hukukun bir normu olabilir, yani hakim
o örfe göre karar verebilir.

22. Nitekim Sezai Karakoç’un bir kitabının adı “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü”dür.

23. Örneğin Said-i Nursi’nin de bu kavramlarla ilgili yazıları vardır. Bakınız: Eski Said Dönemi Eserleri (bilhassa
Münazarat Bölümü, s. 213-312), Yeni Asya 2012.

24. Bakınız Karakoç, Sezai, Model, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, Doğum Işığı, 2. Baskı, Diriliş
Yayınları 1998, s. 108 ve devamı; Demokrasi, s. 195-196, Demokrasi ve Halk, s. 197-198, Günlük Yazıları IV, Gün
Saati, Diriliş 1986; İki Türlü Demokrasi, s. 54-56, Demokrasi ve Biz, s. 57-59, Günlük Yazılar I, Farklar, 4. Baskı,
Diriliş 1986; Devlet Başkanlığı I, s. 7-14, Düşünceler II, Kurumlar, Devlet Başkanlığı, Üniversite, Televizyon,
Sinema, Diriliş 1997.

25. Karakoç, Düşünceler II, s. 10.

26. Karakoç, Sezai, Devlet Biçimi, Günlük Yazılar I, Farklar, 4. Baskı, Diriliş 1986, s. 60.

27. Karakoç, Devlet Biçimi, s. 60.

28. Hamidullah, Muhammed, İslam Anayasa Hukuku, Beyan 1998, s. 87 ve devamı.

29. Rahman, Fazlur, İslam, 2. Baskı, Selçuk 1992, s. 106.

30. Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve İslam, Sosyolojik ve Fıkhi Yaklaşım, 2006 Etkileşim, s. 21 ve devamı.

31. Şentürk. s. 25, 176 ve devamı.

32. Yani dokunulmazlık veya dokunulmaz temel hak.

33. Şentürk, s. 176.

34. İmam-ı Ebu Hanife’nin bu görüşü İslam’ın aslında bireyi ontolojik anlamda reşit ve özerk bir birey veya
varlık olarak kabul ettiğini gösteriyor. Batı’da Aydınlanma felsefesinin üzerinde durduğu en önemli husus bireyin
akılla donatılmış reşit bir özne olduğunun kabul edilip edilmeyeceği konusudur. Dolayısıyla Kant’ın “Aydınlanma
Nedir” makalesinde “sapere aude” ilkesini ileri sürmesi, yani aydınlanmış bir kişinin başkasının vesayetine ihtiyaç
duymadan kendi aklını kullanabilme cesaretini göstermesi gerektiği görüşü, bunun bir sonucudur. Batı Medeniyeti
demokrasi, hürriyet, hukuk devleti, sivil toplum vs. kavramlarını aslında aydınlanma felsefesinin savunduğu
bu “akılla donatılmış özerk birey” kavramı üzerine bina eder. Dolayısıyla Batı’ya göre akıl ve özerk birey gibi
sıfatlara dayanan bir insan tasavvuru yukarıda anılan demokrasi, sivil toplum gibi müessese ve kavramların inşa
edilebilmesi için bir ön şarttır. Böyle bir insan tanımını kabul etmeyen medeniyetler Garplıların nazarında bu kurumları
tesis edemez. Bu görüşün doğru olup olmadığı konusuna yer ve zaman darlığı sebebiyle giremiyoruz. Fakat
İslam’ın temel kaynakları da insanı “akılla donatılmış özerk bir birey” olarak kabul ediyor. Kur’anı-ı Kerim’de
insanın üstün ve şerefli kılınması (İsra, 70), Adem’in önünde Meleklerin secde etmesi, yani saygı sunmaları (A’raf
11) gibi hususlar bunu teyit eder mahiyettedir. Yine birçok ayette insanın aklına hitap edilmektedir (Bakara 44,
73, 164; En’am 32; A’raf 169) ilh. Dolayısıyla ontolojik ve siyasi anlamda İslam da bireyi reşit kabul eder.

35. Şentürk, s. 25, 182 ve devamı.

36. Dokunulmazlıktan ancak Müslümanlar ve zimmîler yararlanabilir.

37. Şentürk, s. 25.