Giriş

Cumhuriyet; hayatlarını tek başlarına sürdüremeyen, ancak topluluk
hâlinde yaşayacak şekilde yaratılan canlıların fıtratlarına, hilkatlerinde yerleştirilen
fıtrî bir idare şeklidir

Koloniler hâlinde yaşayan karıncalar ve arılar da onlardandır. Her kovanda
veya yuvada binlerce, on binlerce efradı bulunan arıların ve karıncaların
yaşayışlarında Tevhid delili sayılacak mucizevî intizamın yanı sıra,
cumhuriyeti tedai ettiren mükemmel bir içtimaî işleyiş de vardır.

“Rabbin balarısına ilham etti: Dağlardan, ağaçlardan, insanların kurduğu
kovanlardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de
Rabbinin sana has kıldığı, şaşırmayacağın yaylım yollarına çık. Onların
karnından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için bir şifa
bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.” (Nahl
Sûresi, 68-69)

Kur’ân-ı Kerim’de bu mealdeki âyetlerle de ifade edildiği gibi oğul salan
kovandan çıkan arılar, kendilerine ilham edilen emirlere göre hareket
ederler. Başlarındaki ana arının peşinden giderek yeni kovanda toplandıkları
zaman, aralarında cumhurî bir sistem işlemeye başlar. Her arı müşterek
faaliyetlerde kovandaki işleyişe tâbi olurken fert olarak vazifesini hür bir
şekilde yapar.

Meselâ işçi arı günün bir vaktinde, çiçek tozu toplamak ve bal özü almak üzere ‘Rabbinin ona has kıldığı ve şaşırmayacağı yaylım yollarına’ çıktıktan
sonra ne kadar uzağa gidip hangi çiçekten nasıl çiçek tozu, hangisinden ne
şekilde bal özü alacağına bir bakıma kendisi karar verir.

Ona ilham edilen İlâhî programa uyarak bazen kilometrelerce uzağa
gider, kendisine has vızıltısı sayesinde hem diğer arılarla haberleşir, hem
çiçeklere vazifesini hatırlatır. İlahî emre musahhar olan çiçeklerden renkli
şerbetler çıkarır, çiçek tozlarını alır, kovana gelip peteğe yerleştirir.

Bu içtimaî işleyiş öylesine muntazam ve mükemmeldir ki, aynı zaman
içinde binlerce muhafız arının, on binlerce işçi arının çalıştığı kovanda herhangi
bir karışıklık, kaos, kargaşa meydana gelmez.

Karıncaların yuvalarındaki içtimaî işleyiş de arı kovanlarındakinden pek
farklı değildir. Bir karınca yuvasındaki sevk ve idare ana karıncanın kontrolündedir.
Her karınca, kendisine verilen vazifeyi Rabbinin ilhamı sayesinde
hür olarak mükemmel bir şekilde yapar.

Yalnız bir yerdeki değil, dünyanın her tarafındaki arı kovanlarında ve
karınca yuvalarında, istisnasız aynı cumhurî sistemin işlemesi; onlara hilkatlerinde
yaratıcıları tarafından fıtratlarına yerleştirilen, yaşarken de ilham
edilen İlâhî programa tâbi olmanın tezahürüdür.

Kur’ân-ı Kerim’in iki sûresine Nahl (arı) ve Neml (karınca) adlarının
verilmesi, o sûrelerin ‘Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil
vardır’ meâlindeki âyetlerinde ‘topluluk’ tabirinin geçmesi, toplulukların da
düşünmeye teşvik edilmesi manidardır.

‘Karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler’(Nursî, Şualar, 570) diyerek
arıların, karıncaların fıtrî cumhuriyetçiliklerini nazara veren Said Nursî’nin
onları, aynı soydan gelen insan topluluklarını anlatmak için kullanılan ‘millet’
tabiri ile tavsif etmesi de o Kur’ân’î hakikatin bir başka ifadesidir.

Topluluk ve millet tabirleri, tıpkı karıncalarda, arılarda ve ancak topluluk
hâlinde yaşayan diğer canlılarda olduğu gibi yeryüzünde bazı ortak
değerler etrafında birleşerek yaşayan milletlerin fıtratlarına da cumhurî bir
idare sisteminin yerleştirildiğini göstermektedir.

Fıtrattaki cumhurî sistemin işleyişi insan topluluklarında, diğer canlılardan
farklı olarak insanların iradelerine, isteklerine bırakılmıştır. İçtimaî
bünyesinde bu fıtrî hassanın varlığını bilip tatbik eden milletlerin âdil,
muntazam, huzurlu, mutlu, verimli hayatlar yaşayacakları muhakkaktır.Tıpkı Asr-ı Saadette olduğu gibi.

Beşerin cumhuriyetçilikteki rehberleri

Beşeriyetin, cumhuriyetçilikte de rehberi peygamberlerdir.

Peygamberler Allah’ın sevdiği ve seçtiği kullardır. Onlar peygamber olmadan
önce, bir beşer olarak yaşadıkları müstesna hâlleri, hareketleri; peygamber
olduktan sonraki maddî mânevî kemalâtları, faziletleri, rehberlikleri
ile o İlâhî sevgiye ve tercihe layık olduklarını göstermişlerdir.

Şayet onların, peygamberlik sıfatına mazhar olmadan önce içinde bulundukları
toplulukları sevk ve idare etmek için insanlar tarafından seçilmeleri
medar-ı bahs olsaydı, hiç şüphesiz halkın kahir ekseriyetinin reyleri
ile reis-i cumhur seçilirlerdi.

Meselâ Hazret-i Musa ve Hazret-i Davud, peygamber olarak gönderildikleri kavimlerin ileri gelenleri tarafından idareci olarak da seçilmişlerdi.
Saltanatı yeryüzünü ihata eden Hazret-i Süleyman, mahlûkatın dilini bildiğinden
idarî icraatlarında yalnız insanların değil, hayvanların ve bitkilerin
de lisân-ı hâlleri ile söyledikleri isteklerini nazar-ı itibara almıştı.

Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i Süleyman’ın ‘Büyüklük taslamayın ve emrime
girin’ meâlindeki mektubunu alan Saba melikesi Belkıs’ın, karar vermeden
önce kavminin ileri gelenlerini toplayarak mesele hakkında fikirlerini
sorup görüşlerini almasının methedilmesi de (Neml sûresi 26, 35) cumhurî
idare sistemi olan cumhuriyetin veya demokrasinin teyidinin, takdirinin
ifadesidir.

Nitekim Hazret-i Muhammed de (asm) peygamber olmadan önce örnek
hâl ve hareketleri ile herkesin takdirini, sevgisini, itimadını kazanarak
‘Muhammedü’l Emin’ sıfatı ile iştihar etmişti. Peygamberliğini ilân ettikten
sonra mü’minler zaten onun risaletine iman, idaresine ittiba etmişlerdi.
Müşriklerse, putlarına söz söylememesi şartı ile kendisine, mallarından hisse
vererek içlerindeki en zengin kişi yapmayı, isterse kendisini bütün Arap
yarımadasına reis seçmeyi teklif etmişlerdi.

Peygamber Efendimiz (asm) amcası vasıtası ile yapılan bu teklifi, ‘Güneşi
sağ elime, ayı sol elime verseler ben yine bu dinden, bu dini tebliğ
etmekten vazgeçmem. Ya Allah bu dini hâkim kılar, ya da ben bu uğurda
canımı veririm’ diyerek reddetmişti. (Suruç, s: 255)

Peygamberimiz (asm) Medine’ye hicret ettiğinde kendisini yalnız az sayıdaki
Müslümanlar değil, Medinelilerin ekseriyeti karşılamıştı. Medine’nin
büyük kabile reislerinin isteği üzerine onlarla ve Müslümanların ileri gelenleri
ile toplanmışlar ve şehrin idaresinde uyulacak esasları hâvi 48 maddelik
bir sözleşme hazırlamışlardı.

Kabile reisleri, şehrin idaresini içlerinden biri ele aldığı takdirde diğerlerinin
ona karşı çıkacağını ve aralarında yine kabile kavgalarını başlayacağını
düşünerek Peygamberimizi (asm) idareci seçmişlerdi. O da hazırlanan sözleşmeye
uymuş, şehrin idaresiyle ilgili meselelerde hep Ensar’la meşveret
ederek karar vermişti.

Peygamberimiz (asm) Uhud Muharebesi öncesinde yapılan istişarede
olduğu gibi meşveretten kendi kanaatinin aksine bir karar çıktığı hâlde karara
riayet ederek istişarenin gereğini yapmış ve bir bakıma reis-i cumhur
vasfını da hakkıyla îfâ etmişti.

“Hulefâ-i Râşidîn, hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber
(ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur
hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti
ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-i dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
(Şualar 571)

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözlerle de ifade ettiği gibi Hazret-i
Muhammed’in (asm) ahirete irtihalinden sonra halife seçilen Hazret-i
Ebubekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali de devletin
idaresinde Resulullah gibi hareket etmişler ve hakiki mânâda birer reis-i
cumhur vazifesi görmüşlerdi.

Bu gerçeği, hadis âlimi Kâmil Miras da “Meşveret esası Kur’ân’ın bir
sûresiyle tesis buyurulup Resul-i Ekrem tarafından da istişare edilmek suretiyle tatbik olunmuştur. Bu meşveret sistemine Hulefâ-i Râşidîn tarafından
da devam edilmiştir ve devlet reisi demek olan halifeler milletçe seçildiğinden
İslâm medeniyetinde idare şekli cumhuriyettir” (Güleçyüz, s: 180)
sözleri ile dile getirmiştir.

Meşrutiyet, hürriyet, cumhuriyet, demokrasi tabirleri siyasî hayatta çok
kullanılmaya başlanınca bazı Müslüman fikir adamları, bilhassa cumhuriyet
ve demokrasi kelimelerinin Batı’daki yanlış uygulamalarına bakarak şeriata
muhalif sistemler olduğunu iddia etmişlerdir.

Buna mukabil Said Halim Paşa, Mehmed Akif, Eşref Edip, Tunuslu
Hayreddin gibi pek çok İslâm alimi ve fikir adamı da o kelimelerin hakiki
mânâları ile Kur’ân’a, sünnete, icma-i ümmete dayanan mezkûr mülahazaları
nazara alarak cumhuriyetin, demokrasinin İslâm dinine aykırı olmadığını
ortaya koymuşlardır.

Meselâ Diyanet İşleri eski başkanlarından merhum Ahmed Hamdi Akseki,
Sebilürreşad’ın 48. sayısında yazdığı yazıda “İslâm dini mükellefiyeti
temsil ettiği için istibdadın ve müstebitlerin en büyük düşmanıdır. İdare
bakımından onun takip ettiği rejim cumhuriyet ve halkçılıktır. Bu günkü
ifade ile demokrasidir” demiştir.

Bekir Topaloğlu da bu husustaki kanaatlerini “Şeriat, çoğunluğun tercihine
dayalı bir devlet modeli önerir. Bunu cumhuriyet olarak niteleyebiliriz.
Bu model insanların temel hak ve hürriyetlerini tanıyıp benimser. ‘değişmez
anayasa’ diyebileceğimiz sınırlı ilkeler mahfuz kalmak şartıyla demokrasiyi
de kabul eder” (Topaloğlu, s: 52) sözleri ile ifade etmiştir.

Hülasa, Adalet eski bakanı İsmail Müftüoğlu’nun tabiri ile “Demokrasi
ve insan hakları, kaynağını şeriatın düzenlediği sistemden alır.” (Müftüoğlu,
s: 147)

Said Nursî ve Mustafa Kemal

Osmanlı’nın, Avrupa’daki değişen siyasî, içtimaî, iktisadî şartların icbarıyla
zoraki de olsa mutlakiyetten meşrutiyete geçtiği yıllarda, meşrutiyet
muhtevası içinde cumhuriyet kelimesini ilk telaffuz eden isimlerdendi
bunlar. İkisi de cumhuriyet telâkkilerini çeşitli vesilelerle dile getirmişlerdi.
Neticede iki ayrı cumhuriyetçiden iki farklı cumhuriyet anlayışı tezahür
etmişti.

Said Nursî, 1894 senesinde henüz on altı yaşlarında iken Tillo yakınlarındaki
hücrede inzivaya çekildiği zaman, bir karınca yuvasında, karıncaların
cumhuriyeti tedai ettiren intizamlı işleyişlerini seyretmiş ve ‘cumhuriyetperverliklerine
hürmeten, yemeğinin tanelerini karıncalara vermişti.’ (
Nursî, Şualar s: 570 )

Kâinat kitabında müşahede ettiği bu cumhurî hakikati, kâinat kitabını
tefsir eden Kur’ân-ı Kerim’in Şûrâ sûresinde, Kur’ân’ı yaşayarak tefsir eden
Hazret-i Muhammed’in (asm) hayatında, onu aynen takip eden Hulefâ-i
Râşidînin idarî icraatlarında da görmüş ve her meselede olduğu gibi cumhuriyet
fikrinde de Asr-ı Saadeti kaynak ittihaz etmişti.

Daha sonra cemiyeti meydana getiren farklı meslek gruplarına ve fikir
hareketlerine mensup insanların, meşrutiyete kendilerince değişik mânâlar
vererek kanaat kargaşasına sebep olmaları üzerine, kendi tabiri ile ‘cumhuriyet ve demokrasi mânâsındaki meşrutiyeti’ (Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi s:
53 ) anlatarak kargaşaya mani olmaya çalışmıştı.

Bu gibi hakikatleri her vesile ile dile getirmekle kalmamış, İslâm
âleminin dağılmaya yüz tuttuğu bir zamanda Şam’daki Emeviye Camii’nde
verdiği hutbede ‘İslâm âleminin üstadları, imamları, mücahitleri’ olarak
gördüğü Araplara ve Türklere cumhurî telkinlerde, tekliflerde bulunmuştu.

“Ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar!
En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünkü bizim ve bütün
İslâm taifelerinin üstadları ve imamları ve İslâmiyetin mücahidleri sizlerdiniz.
Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.
Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz
de gayet büyük ve ulvîdir. Husûsan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri
Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette
kalan hakimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki
ekserîsinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz.”
(Nursî, Tarihçe-i Hayat s: 87 )

Mustafa Kemal, Said Nursî’den çok daha sonraları, harp akademisinde
okuduğu yıllarda telaffuz etmeye başlamıştı cumhuriyet kelimesini. 1919
yılında da yaverine, ‘Zaferden sonra şekl-i hükümet cumhuriyet olacaktır’
diye yazdırarak kanaatini kayda geçirmişti.

Her meselede olduğu gibi cumhuriyet anlayışında da İslâm dini yerine
Avrupa felsefesine bakan M. Kemal; Hulefâ-i Râşidînden ziyade
Montesque’den, Jan Jac Russo’dan etkilenmiş ve sömürgeci Avrupa’nın, sadece
kendi halkına münhasır saydığı cumhuriyet tarzını benimsemişti.

İşleyişinde halka pek yer vermeyen, Bediüzzaman’ın tabiri ile sadece
‘mânâsız isimden ve resimden ibaret olan’ bu sözde cumhuriyeti gerçekleştirmek
için de sosyalist cumhuriyetlerin kanlı ihtilâllerle, zecrî tedbirlerle
uyguladıkları ‘halka rağmen halk için’ tarzını takip etmişti.

“İktidara geçersen ilk yapacağın iş ne olacak?” sorusuna “İlk yapacağım
icraat, bu millet ve devletin bu hâle gelmesinde en büyük sorumluluğu
taşıyan yobazları, sarıklı softaları sarıklarından yakalayıp ibret-i âlem için
sokaklarda dizi dizi asmak olacaktır” (Atat. Anskl. May. yay. C:1, s: 148)
cevabını vermişti.

İktidarı ele geçirip devlet imkânlarını ve makamlarını kullanarak idareye
hakim olmaya çalışmış, Said Nursî’yi de bu maksatla İstanbul’dan
Ankara’ya çağırmıştı. Cumhuriyeti; ‘adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı
kuvvetten ibarettir’ diye tarif eden ve hakiki şekliyle uygulanmasını isteyen
Bediüzzaman’ı, çeşitli makamlar, imkânlar vererek susturmak istemişse de
o kabul etmemiş ve Ankara’dan ayrılıp Van’a gitmişti.

Bazı büyük memurların Said Nursî’ye sordukları soruda “Mustafa Kemal
sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilâyât-ı şarkiyeye Şeyh
Sünusî yerine vaiz-i umumi teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin,
ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatını kurtarmaya sebep
olurdun” (Nursî, Emirdağ Lahikası s: 12) sözleri ile de ifade edildiği gibi M.
Kemal gerçekten dediğini yapmış ve onun istediği şekilde bir cumhuriyetin
gerçekleşmesi, yüz binden fazla adamın hayatına mâl olmuştu.

Defalarca zehirlenerek hayatına kastedilmesine, ilden ile sürülmesine, mahkemelerde süründürülmesine, zindanlara atılmasına, kimse ile görüştürülmemesine
rağmen Said Nursî, hayatı boyunca bu yanlış cumhuriyet
anlayışına karşı çıkmıştı. Lâkin muhalefetini, ‘dinde hassas, muhakeme-i
akliyede noksan’ diye tarif ettiği bazı kişilerin yaptığı gibi silaha sarılarak
veya siyasete atılarak değil, müsbet hareket edip Risale-i Nur külliyatı adını
verdiği Kur’ân tefsirlerini yazarak yapmıştı.

“Muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar istibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’
namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahat-ı
mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye ‘kanun’ ismini
takmakla bizi perişan ederek hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana
ecnebi hesabına darbe vuruyorlar.” (Nursî, Şualar 457)

Her vesile ile böyle ifadeler kullanarak ortaya koymuştu, muarızları tarafından
cumhuriyet adı altında yapılan idarî yanlışlıkları; kendisine, talebelerine,
diğer Müslümanlara reva görülen eziyetleri ve ecnebiler hesabına
memlekete, dine, millete verilen zararları.

Cumhuriyeti dinsizliğe âlet eden, kendisini cumhuriyet düşmanı gibi
göstermeye çalışan, mesnetsiz iddialarını mahkemelerde aleyhinde delil
olarak kullanmak isteyen muarızlarına ‘Ben dindar bir cumhuriyetçiyim”
diye cevap vererek cumhuriyeti din adına sahiplendiğini göstermişti.

Kendisinin zecrî tedbirlerle gerçekleştirmeye çalıştığı cumhuriyet anlayışının
dışında bir fikre müsaade etmeyen M. Kemal ve ekibi; Said Nursî’yi
mahkûm ederek dine, imana hizmet eden, cumhuriyete demokrasiye destek
veren Nur hareketini dağıtmanın yollarını aramıştı.

Bu maksatla devlet ihaleleri ile beslenen rejim yanlısı bazı basın-yayın
çevreleri ve gizli istihbarat elemanları, çeşitli iftiralar atarak Nur cemaatini
cumhuriyete karşı, hükümete muhalif siyasî bir hareket gibi göstermeye
çalışmışlardı.

Bediüzzaman Said Nursî, ‘Dünya ebedî olsaydı ve insan içinde dâimî
kalsaydı ve insânî vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı ‘muhalif bir cemiyet-i
siyasiyedirler’ iftiranıza belki bir mânâ bulunabilirdi.’ (Nursî Tarihçe-i Hayat
s: 236 ) diyerek Nur hareketinin siyasî bir maksadının olmadığını, kendisinin
de talebelerinin de siyasete girmeyeceklerini anlatarak muarızlarının
hazırladığı o meş’um plânlarını da akim bırakmıştı.

Zamanın siyasetine ve siyaset adamlarına bakışını ‘Şeytandan ve siyasetten
Allah’a sığınırım’ sözleri ile dile getirirken, siyasî teamüllerin işlemediği,
devletin idaresine tek parti diktasının hükmettiği yıllarda siyasete girmeyerek
bir nevi siyaset yapmıştı. Bu sayede hareketinin rakip telâkki edilip
şiddetli saldırılara maruz kalmasına meydan vermemişti.

Fakat “Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine
hizmet etmek benim için farzdır” ( Nursî, Emirdağ Lahikası s: 193 ) diyen
Bediüzzaman’ın, milletin geleceğini şekillendiren siyaseti tamamen dünyasının
dışında bırakması mümkün değildi.

Nitekim 1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Partinin idaresinde
demokratik teamüller işlemeye başlayınca siyasî gelişmeleri takip etmiş,
bizzat içine girmese ve talebelerinin hizmet adına siyasete girmelerine müsaade
etmese de zaman zaman siyasetçilerle ile görüşüp devlet adamlarına
mektuplar yazarak çeşitli tavsiyelerde bulunmuştu.

O yıllardaki siyasî tavrı üzerine yapılan bir değerlendirmede “Bediüzzaman,
cumhuriyet zamanında çok partili demokratik hayata geçildiğinde
Demokrat Parti’yi destekleyerek hem demokratik bir uygulama olan siyasî
katılımda yerini almış, hem de nazarî olarak demokratik parlamenter sistemin
savunucusu olmuştur.” (Toplayıcı. s: 245) şeklinde de ifade edildiği gibi
ülkenin siyasî gidişatına müsbet mânâda yön vermeye çalışmıştı.

Önceleri, Başbakan Menderes’in ve ‘dindar demokratların’, Said
Nursî’nin tavsiyeleri istikametinde bazı icraatlar yapmaları neticesinde M.
Kemal’in yerleştirmeye çalıştığı sözde cumhuriyet uygulamalarında bazı
değişmeler olmuş, Said Nursî’nin teklif ettiği demokratik cumhuriyet anlayışının
emareleri görülmeye başlamıştı.

Ne var ki, muhalefetini şirretleştiren Kemalist çevrelerin tahrikleri ve
tehditleri, Menderes’e, yaptığı demokratik icraatlarda geri adım attıramadı;
ama o tavsiyeler istikametinde yeni adımlar atmasına mani oldu. Onun müsamahalı
tavrına ve tavizkâr icraatlarına rağmen ordu içinde şekillenen cunta,
ihtilâlle idareye el koyup demokratik cumhuriyete ağır bir darbe vurdu.

Otuzlu, kırklı yılları aratmayan darbe sonrası baskı, Nur Talebeleri ile
mutedil İslâmî cemaatlerin müşterek gayretleri sayesinde altmışlı yılların
sonlarına doğru biraz kırıldı ise de, yetmişli yılların başında verilen Kemalist
muhtıra ülkeyi tekrar siyasî istikrarsızlığın ve anarşi girdabının içine
sürükledi.

“İttihad-ı İslâm Partisi; yüzde altmış, yetmiş tam mütedeyyin olmak
şartıyla şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki
siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i
İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete
âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”
(Nursî, Emirdağ Lahikası 386)

Said Nursî’nin bu gibi veciz ikazlarına rağmen dinî cemaatlerin ekseriyetinin,
din adına ortaya çıkan bir partinin yanında yer alması camianın,
siyasî sahada sözünün tesirinin kırılmasına sebep oldu. Nur Talebelerinin
siyasî tavır ve telkinleri, yetmişli yılların sonlarında demokratik parlamenter
sistemin tekrar işlemeye başlamasına zemin hazırladı.

Said Nursî’nin; fıtrata, Kur’ân’a, sünnete, icma-i ümmete ve Asr-ı
Saadet’e dayanan demokratik cumhuriyet anlayışının hayat bulmasına fırsat
vermemek için 1980 yılında yapılan ihtilâl, demokrasinin tekrar cumhuriyet
namı altındaki Kemalist diktatörlüğün girdabına sürüklenmesine sebep
oldu.

Ondan sonra yapılan seçimlerde milletin reyi ile iktidara gelen siyasî
kadrolar, mecbur kaldıkça bazı demokratik kararlar alıp çeşitli kanunlar çıkarsalar
da ülkeyi ihtilâl anayasası ile idare edilmekten kurtaramadılar.

Bilhassa hakiki cumhuriyette olmadığı, demokratik teamüllere uymadığı
hâlde, yaptıkları maddî mânevî her icraatı M. Kemal’e atfetmek, sık
sık ilkelerine inkılâplarına bağlılık andı içmek ve onun gösterdiği hedeflere
doğru gittiğini söylemek gibi siyasî zaaflarla muzaaf oldukları için de girdapta
çırpınış devam ediyor.

Cumhuriyetin kuruluşunun doksanıncı yılında, Türkiye hâlâ Said
Nursî’nin temel esaslarını ortaya koyduğu ve kaynaklarını gösterdiği‘mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi
taşıyan mânâ-i dindar cumhuriyetin’ esasları ile şekillendirilecek demokratik
bir anayasaya ve idarî sisteme muhtaç.

Hem de hâhişle.

Özet

Cumhuriyet; hayatlarını tek başlarına sürdüremeyen, ancak topluluk
hâlinde yaşayacak şekilde yaratılan canlıların fıtratlarına, hilkatlerinde
yerleştirilen fıtrî bir idare şeklidir. Peygamberler de bu noktada insanlığın
rehberi olmuşlardır. Asr-ı saadet döneminde cumhuriyet manasındaki uygulamalar
buna delil teşkil etmektedir. Bu yazıda Bediüzzaman’ın görüşleri
ışığında cumhuriyet kavramı incelenmektedir.

Anahtar Kelimeler

Cumhuriyet, demokrasi, millet, hürriyet

Abstract

Republic is a natural administrative system inherently placed in the creation
and nature of the living beings who cannot survive alone but only in
society and community. Prophets acted as guides to humanity at this point.
The practices in the Era of Happiness within the framework of republic
constitute the evidence for this end. In this article we analyze the concept of
republic under the light of the views of Bediuzzaman.

Key Words

Republic, democracy, nation, freedom

Kaynaklar

Atatürk Ansklopedisi, . May. yay. İstanbul 1981, C:1,

Said Nursî, Divan-ı Harbi-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2011

Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2011

Said Nursî, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2011

Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2011

Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, İst.

Bekir Topaloğlu, Şeriat ve Demokrasi, Yeni Asya Neşriyat, İst.

İsmail Müftüoğlu, Şeriat ve Demokrasi, Yeni Asya Neşriyat, İst.

Kazım Güleçyüz, Şeriat ve Demokrasi, Yeni Asya Neşriyat, İst.

Mesut Toplayıcı, Şeriat ve Demokrasi, Yeni Asya Neşriyat, İst.