Islamic Democracy: A Democracy with Two-Parameters

1. Demokrasinin Tanımı ve İlkeleri

Demokrasi Yunanca bir kavram olup demos ve kratia kelimelerinden
oluşur. Demos, halk; kratia ise idare ve iktidar anlamına gelir. Buna göre
demokrasi “halk iktidarına dayanan hükümet şekli” demektir. Demokraside
egemenlik kayıtsız şartsız milletin sayılır. Yönetime topluca katılması mümkün
olmadığı için halk egemenlik hakkını milletvekilleri aracılığıyla kullanır.

Vatandaşların yönetime katılması, yöneticiyi seçmesi ve yöneticinin kendi
adına iş görmesi haklarını içermesi bakımından demokrasinin şu ilkeleri
öne çıkar:

a. Millî Egemenlik:Yönetme yetkisi halka aittir. Dolayısıyla demokraside
egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.

Halkın iradesi ve egemenliği, belirledikleri temsilciler aracılığıyla gerçekleşir.
Halk temsilcilerini seçer; temsilciler de halk adına yasalar yapar. Ülke
bu yasalara göre yönetilir.

b. Seçme ve Seçilme Hakkı:Halkı teşkil eden fertlerden her birinin yönetime
fiilen katılması mümkün değildir. Halk bu hakkını seçim aracılığıyla
kullanır. Seçimde seçme hakkı olduğu gibi seçilme hakkı da vardır. Halk seçimle
yönetime getirdiği idarecilere belirli bir süre için kendi adına yönetme
yetkisini devretmiş olur.

c. Katılım:Demokraside vatandaşlar yönetime katılım haklarını iki şekilde
kullanırlar: Birinci olarak seçme ve seçilme haklarını kullanmak suretiyle yönetime iradesini yansıtırlar. İkinci olarak da sivil toplum kuruluşlarındaki
etkinlikleriyle bu hakların takipçisi olurlar.

d. Özgürlük ve İnsan Hakları: Bireyin yönetime katılım hakkının bulunması
aynı zamanda onun özgür bir varlık olmasını gerektirir. Başkalarının
haklarına zarar vermeden birey istediğini yapabilme hakkına sahip olmalıdır.
Özgürlüğün bulunması da bir özgürlük alanının bulunmasını, yani
insan haklarının olması gerektirir. Netice itibariyle demokrasi, insan hakları
temeline dayanan bir yönetim biçimi olmaktadır.

e. Eşitlik: Demokraside her vatandaşın yönetime eşit seviyede katılma
hakkı olduğu için, sonuç itibariyle bütün vatandaşlar haklarını kullanmada
ve yasalar önünde eşit konumdadır. Yasalar herkese aynı biçimde uygulanır;
herhangi bir kişiye, aileye, zümreye ayrıcalık tanınmaz.

f. Farklı Görüşlere Saygı: Demokraside her vatandaşın eşit konumda
olması, her görüşe, her anlayışa ve her inanışa saygı gösterilmesi gereğini
doğurur. Görüş, anlayış ve inanç farklılıkları da ayrı siyasî partiler yoluyla
kendilerinin temsil edilme hakkını tevlid eder. Dolayısıyla seçimlere birden
fazla siyasî partinin katılma hakkı olur. Böylece farklı görüş ve düşünceler
yönetimde kendilerini ifade imkânını bulmuş olurlar.

g. Çoğunluğun Yönetimi: Demokraside herkesin fiilen yönetime katılması
mümkün olmadığı gibi siyasî partilerin de katılması mümkün olmayabilir.
Bu durumda demokraside çoğunluk ilkesi öne çıkarılmıştır. Buna göre
seçimlerde çoğunluğu elde eden parti iktidar olur; diğer partiler de muhalefeti
oluşturur. Yönetimi iktidar partisi veya partileri elinde bulundurmakla
birlikte muhalefetin de taleplerini yeterince ortaya koyma hakkına sahiptir.

h. Hoşgörü: Demokrasi çoğunlukta olanlara düşüncelerini uygulama,
azınlıkta olanlara da eşit haklar ve düşüncelerini özgürce ifade etme hakkı
tanıdığı için, her iki tarafın anlaşamadıkları konularda birbirlerine karşı hoşgörülü
olmalarını gerekli kılmaktadır. Demokrasi ancak bu hoşgörü sayesinde
problemsiz yürüyebilir. Bu yüzden demokrasi bir hoşgörü ve bir fazilet
rejimi olarak kabul edilmiştir. Demokraside farklılıklar vasıtasıyla insanlar
birbirlerine tahammül etmeyi ve birbirleriyle uzlaşmayı öğrenirler. Farklılıklar
bir zenginlik unsuru kabul edilir.

ı. Hukukun Üstünlüğü: Yönetim çoğunluğun elinde olmakla birlikte
devlet idaresi hukukun üstünlüğü prensibine uygun şekilde gerçekleştirilir.
Yöneticiler işlerini hukuk çerçevesinde yürütürler ve vatandaşlar için de
hukuk güvenliğini sağlarlar. Demokrasi ile yönetilen bir ülke hukuk devleti
olmak zorundadır. Devletin yaptığı bütün işler yargı denetimine açıktır. Hukuk
devletinde güç hükümette değil, kanundadır, hukuktadır. Kanunlar insan
haklarına; uygulama da hukukun üstünlüğü prensibine uygun olmalıdır.
İktidar hiçbir kimse ya da grubun tekelinde olmamalıdır.

i. Kuvvetler Ayrılığı: Montesquieu’den beri demokrasilerde kuvvetler
ayrılığı ilkesinin uygulanması önem kazanmıştır. Yasama, yürütme ve yargının
tek elde toplanması iktidar tekeli oluşturacağı için, bu kuvvetlerin ayrılıp
birbirinden ayrı organlar tarafından temsil edilmesi demokratik yönetimin
en önemli ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir.

Demokrasilerde bu ilkelerin uygulanması için bazı kurumlara ihtiyaç duyulur. Ana hatlarıyla bu kurumlar parlamento, siyasi partiler, anayasa, sivil toplum örgütleri ve kolluk kuvvetleridir. Demokrasinin ilkeleri bu kurumlar
aracılığıyla uygulama alanına taşınır. Bir ülkede kurumlar arasındaki ilişkiler
ne kadar iyi olursa, demokrasi kalitesi de o kadar yüksek olur.

2. Eski Yunan Demokrasisi

Doğuşundan itibaren demokrasi yukarıda niteliklerini saydığımız özellikleriyle
ortaya çıkan ve uygulanan bir sistem değildi. Demokrasinin nasıl
bir gelişme kaydettiğini anlamak için ilk örneklerine bakmamız lazımdır.

En eski demokrasi uygulaması Yunan şehir-devletlerine dayanır. En iyi
uygulayıcısı, o dönemde en güçlü şehir olan Atina idi. Bu sebeple Atina demokrasisi
olarak da adlandırılmıştır. Belli başlı tüm kararlar, bütün vatandaşların
üye olduğu meclis veya Eklesya tarafından alınıyordu. Bu meclis senede
en az kırk defa toplanıyordu. Tam zamanlı çalışacak kamu görevlilerine ihtiyaç
duyulduğunda, bütün vatandaşları temsil eden küçük bir örnek olmaları
için kura usulü ile veya dönüşümlü olarak seçiliyorlardı ve mümkün olan en
geniş katılımın sağlanması için görev süreleri kısa tutuluyorlardı. Meclisin
yürütme komitesi olarak faaliyet gösteren ve beş yüz vatandaştan oluşan bir
konseyi vardı, elli kişilik bir komite de bu konseye teklifler hazırlardı. Komite
başkanlığı görevi sadece bir günlüktü. Neredeyse bütün vatandaşların
katılımını sağlayan bu uygulamaya bakarak “bu ne mükemmel demokrasi”
diye düşünebilirsiniz. Fakat gerçekte bu bir demokrasi değil, bir oligarşi idi.
Yani belirli bir grubun ülkeyi yönettiği bir yönetim biçimi idi.

Zira, o günün koşullarına göre kadınlar, köleler ve o şehir-devletinde
doğmamış olanlar (metikler, yerleşik yabancılar) bu haklara sahip değillerdi.
Bu sistemin en güçlü uygulayıcısı olarak Atina’yı ele alırsak: M.Ö. 4. yüzyılda
nüfusun 250.000-300.000 arasında olduğu tahmin edilir. Bu nüfusun
100.000’i Atina vatandaşı ve Atina vatandaşları arasında da sadece 30.000’i
oy verme hakkına sahip yetişkin erkek nüfusu bulunduğu tahmin edilmektedir.
Atina demokrasisinde vatandaşlar büyük bir iştiha ile yönetime katılmak
istiyorlardı. Çünkü onlarda yönetime katılmak demek, kadınlara, şehirli olmayanlara
ve kölelere yeni görevler yüklemekten ibaretti. Atina demokrasisi
tam tamına sorumsuz insanların başkalarına sorumluluk yüklemesinden ve
belirli bir grubun hâkimiyetinden ibaretti. Bir oligarşi idi. Bu yüzden Aristo
ve Eflatun gibi eski Yunan filozofları demokrasiyi eleştirmişler ve bu uygulamayı
“ayak takımının yönetimi” olarak görmüşlerdir. Fakat daha sonra
bu vahşî demokrasi ehlîleştirilerek günümüzde “ideal bir yönetim biçimi!”
haline getirilmiştir.

3. Cumhuriyet – Demokrasi İlişkisi

Demokrasi halkın iktidarına dayanan bir yönetim biçimi olarak ifade
edilmekle birlikte hiçbir devletin yönetim şekli doğrudan “demokrasi” olarak
nitelendirilmez, en iyi ihtimalle “demokratik cumhuriyet” olarak nitelendirilir.
Yani demokrasi, cumhuriyetin bir sıfatı olarak gösterilir. Bu nedenle biraz
da cumhuriyet-demokrasi ilişkisi üzerinde durmamız gerekmektedir.

Cumhuriyet, Arapçada “cemiyet, toplum, kamu” anlamına gelen cumhûr
kelimesinden türetilmiştir. 18. yüzyıl Avrupa’sında monarşi ile yönetilmeyen Hollanda, İsviçre (ve 1789 Devrimi sonrasında Fransa) gibi ülkeleri tanımlayan
Latince respublica ile Fransızca république sözcüğünün Türkçe çevirisi
olarak benimsenmiştir. Latince res publica klasik kullanımda “kamusal olan”
anlamındadır. Bir topluluğa onları birleştirmek suretiyle halk olma özelliğini
kazandıran, kamusal nesne anlamına gelir.

Bir yönetim şekli olarak cumhuriyet, “milletin, egemenliği kendi elinde
tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı
yönetim biçimi” olarak tanımlanır. Bu tanım yaklaşık olarak demokrasinin
de tanımıdır. Ancak hemen bütün ülkelerde cumhuriyeti tanıtan en önemli
ve tek ortak özellik, “devlet başkanlığı makamının babadan oğula veya aile
yakınlarına miras kalmaması” şeklindedir. Yani genellikle cumhuriyet “ne olduğu”
ile değil “ne olmadığı” ile tarif edilmeye çalışılmıştır.

Türkiye’de “devlet kuran parti” olarak nitelenen Cumhuriyet Halk
Fırkası’nın ideolojisini oluşturan “cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık,
devletçilik, devrimcilik ve laiklik” şeklinde ifade edilen “altı ok”unda demokrasi
yoktur. Halkçılık dışındaki ilkeler totalitarizmi simgeler. Esasen “halkçılık”
da “Kendi ideolojimiz istikametinde halkı yönlendirmek” anlamında
olduğundan bu ilke de totalitarizm kokmaktadır. Cumhuriyet, demokrasi ile
beslenmediği zaman sadece iktidar savaşında “siyasal” bir manevra olarak
kalır. Cumhuriyetçilik bazen demokrasiden o kadar uzak olur ki M. Şükrü
Hanioğlu gibi bazı akademisyenlerin cumhuriyetçiliği “demokratikleşmenin
önünde engel” olarak tanımlamasına sebebiyet verir.

Aristo, cumhuriyeti; “umumun menfaatini gözeten halk idaresi” diye tarif
etmiştir. Montesquieu ise, cumhuriyet rejiminde üç ana kuvvet (yasama, yürütme,
yargı) bulunduğunu; bunların birbirine karşı bağımsız ve denetleme
esasına göre işleyen, başında seçimle gelmiş yöneticilerin olduğu siyasi rejim
olarak ifade etmiştir. 1789 yılında Fransa’da vuku bulan ihtilalle Avrupa’daki
zalim krallık rejimlerine tepki olarak doğmuş bulunan cumhuriyet rejimi,
zamanla cumhuriyete tamamen zıt rejimler tarafından, gerçek yüzlerini örtmek
için kullanılmıştır Sosyalist ülkeler isim olarak cumhuriyet kelimesini
benimsemişler, fakat “halka rağmen halk için” düsturunu uygulamışlardır.
Cumhuriyet ilk olarak ABD’de 4 Temmuz 1776’da, Fransa’da ise 1789’da
ilan edilmiştir.

Şüphesiz bir dilde iki ayrı kavram hiçbir zaman aynı anlama gelmez. İki
kavram % 90 aynı anlama gelse bile, % 10 farklı anlamda kullanılır. Cumhuriyet
ile demokrasi arasındaki ilişkide de aynı durum söz konusudur. Nitekim
cumhuriyetin niteliklerine bakıldığında yaklaşık olarak demokrasinin
nitelikleriyle örtüşen şeyler zikredilir. Ama her ikisi tam tamına aynı şey değildir.
Cumhuriyet daha çok bir rejim, demokrasi ise cumhuriyetin uygulanış
şekillerinden biri olarak algılanmıştır.

Bu uygulanış biçimlerinden yola çıkarak sloganik bir biçimde cumhuriyet-
demokrasi farkını şu şekilde ortaya koyabiliriz:

Cumhuriyet devlettir, demokrasi halktır.

Cumhuriyet rejimdir, demokrasi yönetim ilkeleridir.

Cumhuriyet bedendir, demokrasi ruhtur.

Cumhuriyet toplumdur, demokrasi bireydir.

Cumhuriyet kurumdur, demokrasi insandır.

Cumhuriyet iktidardır, demokrasi hukuktur.

Cumhuriyet kanundur, demokrasi hakkaniyettir.

Cumhuriyet çoğunluktur, demokrasi azınlıktır.

Cumhuriyet güçtür, demokrasi haktır.

Cumhuriyet seçimdir, demokrasi adalet ve eşitliktir.

Cumhuriyet laikliktir, demokrasi din ve vicdan hürriyetidir.

Cumhuriyet üstten bakıştır, demokrasi hoşgörüdür.

Cumhuriyet otoritedir, demokrasi özgürlüktür.

Netice itibariyle cumhuriyet, sırf bu ismi taşıdığı için iyi veya değerli
olamaz. Onun iyi veya kötü, değerli veya değersiz oluşu, dayandığı değerlere,
benimsediği ilkelere, peşinden koştuğu amaçlara, kullandığı yöntem
ve araçlara bağlıdır. Bir şeyde aslolan o şeyin mahiyetidir; o şeyin mahiyeti
ise onun hakikatidir. İsimlerin değişmesiyle hakikat tebeddül etmez. Zülme
adalet külahını giydirmekle zulüm adalete dönüşmez. Bu bağlamda
Bediüzzaman’ın “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir”
diyerek tarif ettiği cumhuriyet; istibdad-ı mutlak olarak uygulanan birinci
kısımdaki cumhuriyet değil, demokratik bir cumhuriyettir.

4. İslâm ve Demokrasi

Öncelikle İslâm’ın, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen
ilahî kaynaklı bir din; demokrasinin ise, insanların kendi bilgi birikimlerine
dayalı olarak ortaya koydukları bir yönetim biçimi olduğunu vurgulamak gerekir.
Bu vurguyu yapmanın maksadı, bu iki kavramın, birbirinin zıddı veya
birbirinin alternatifi ya da birbiriyle tamamen uyuşan unsurlar gibi takdim
etme gayretlerinin doğru olmadığını belirtmektir. Bu yüzden, İslâm’ı, bir din
olarak kendi kulvarında, demokrasiyi de bir yönetim şekli olarak kendi kulvarında
değerlendirmek gerekir. Bunu yaparken, sadece kavramlara takılıp
kalmadan, bu kavramların muhtevasını, objektif bir bakış açısıyla karşılaştırmak
zarureti vardır.

İslâm, çerçevesi belli bir yönetim biçimi öngörmemekle birlikte, Kur’an,
Sünnet ve Hz. Peygamber’in (sav) uygulamalarından yönetimle ilgili bazı
evrensel prensipler çıkarmak mümkündür. Bu prensiplerden hareketle dünyanın
herhangi bir bölgesinde, dönemin ihtiyaçlarına, insanlarının kültürel
yapısına, oluşan siyasî şartlara, zamanın ve coğrafyanın getirdiği imkân ve
zorunluluklara göre, yeni bir yönetim modeli geliştirilebilir.

Sözlük anlamı itibariyle halîfe, “öncekinin yerine geçen” anlamına gelir.
Hz. Peygamber (sav) savaş maksadıyla (gazve) şehir dışına çıktığında
Medîne’de yerine vekil olarak bıraktığı kişilere halîfe denildiği gibi, vefatından
sonra devlet başkanı hüviyetiyle onun yerine geçen Hz. Ebû Bekir’e
de halîfe denilmiştir. Hz. Ömer, halife olunca da ona “Halîfetü halîfeti
Resûlüllah (=Resûlüllah’ın halifesinin halifesi)” denmiştir. Fakat bu söyleniş
biraz garip ve uzun olduğu için sonradan Hz. Ömer’e “Emîrü’l-Mü’minîn
(=Mü’minlerin Emîri)” denilmeye başlanmıştır. Halîfelik İslâmî yönetimin
mutlak adı olmadığı gibi, ilke ve sınırları belirlenmiş bir yönetim şekli de
değildir. Genel yönetim prensiplerinden taviz vermemek şartıyla İslâmî yönetiminin
adı ve şeklinde zamanın şartlarına göre değişiklik olabilir. Esasen
yönetim şekillerinde isim ve kavramlara pek takılmamak gerekir. Günümüzde pek çok krallık (monarşi) vardır, fakat yönetim şekli demokratiktir. Adı
cumhuriyet olan pek çok devlet vardır, fakat gerçekte yönetim şekli monarşi,
oligarşi, totalitarizm veya despotluktur. Çok partili döneme geçinceye kadar
Türkiye’de de rejimin adı cumhuriyetti, fakat mahiyeti monarşi veya oligarşi
idi. Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra Padişah’ın yerine tek adam (monarşi),
daha sonra da ideolojik bir kadro (oligarşi) gelmiştir.

5. Demokrasi İlkelerinin İslâm Açısından Değerlendirilmesi

a. Millî Egemenlik Açısından: Demokraside egemenlik kayıtsız şartsız
millete ait iken, İslâm’da hâkimiyet Allah’a aittir. İslâm ile demokrasi arasında
en temel fark bu husus görünmektedir. Fakat bu husus zannedildiği
kadar önemli bir fark doğurmamaktadır. Zira Allah bir hüküm vazederken
bunu kendisi için değil, kulları için koyar. Allah kullarını, kulların kendilerini
bilmesinden daha iyi bildiği için bu hüküm insan fıtratına daha uygun olur.
Allah’ın insanlar için hüküm koyması, büyüklerin kreş çocukları için düzen
koymasına benzer bir durumdur.

Kur’an’da hukuk için esas alınacak 300 kadar âyet vardır. Bunların da
büyük bir kısmı kaide niteliğinde hüküm içerir. Kaynak olarak kullanılan
hadislerin sayısı da 800 civarındadır. Bunların dışındaki kitaplar dolusu hükümler
tamamen genel kurallardan çıkarılmıştır. Buna göre İslâm hukukunun
büyük bir kısmının beşerî ağırlıklı olduğunu söyleyebiliriz.

b. Seçme ve Seçilme Hakkı Açısından: Demokraside olduğu gibi
İslâm’da da seçme ve seçilme hakkı vardır. Ancak İslâm’da bir kişinin devlet
başkanlığına doğrudan aday olması hoş karşılanmamıştır. Devlet başkanı
olacak şahsın, ehl-i hal ve akd denilen kurul tarafından aday gösterilmesi
uygun görülmüştür.

Diğer taraftan geçmişte seçilen devlet başkanları ölünceye kadar başkan
seçilirdi. Günümüzde bir kişinin ömür boyu devlet başkanlığı koltuğunda
oturması, bir hayli problemli görünmektedir. Ayrıca seçilen devlet başkanının
bu görevi ömür boyu sürdürmesi gerektiğini ifade eden herhangi bir
âyet, hadîs ve Sünnet yoktur. Bu görüş tamamen Hz. Peygamber’den sonraki
uygulamalara dayanmaktadır. Günümüz İslâm hukukçularının büyük
çoğunluğu devlet başkanının belli bir süreyle seçilebilmesinde bir mahzur
görmemektedirler

c. Katılım Açısından: Demokraside olduğu gibi İslâm’da da vatandaşlar
yönetime katılım haklarını, hem seçme ve seçilme haklarını kullanmak, hem
de sivil toplum kuruluşlarındaki etkinlikleriyle bu hakların takipçisi olmak
suretiyle kullanırlar. İslâm tarihinde Müslümanlar, sivil toplum kuruluşları
etkinlikleri vasıtasıyla yönetime katılımın en yüksek örneklerini vermişlerdir.
İslâm tarihinde vakıfların, ahîlik teşkilatlarının, medreselerin, tekkelerin,
imârethânelerin, kütüphanelerin, hatta mescidlerin yaygınlığı bu durumun
en açık göstergesidir. Öyle ki vakıflar söz konusu olduğunda hemen herkes
“İslâm bir vakıf medeniyetidir” sözünü dile getirmeden edemez. Günümüzde
bu katılım daha da çeşitlendirilebilir ve yaygınlaştırılabilir.

d. Özgürlük ve İnsan Hakları Açısından: Demokraside halkın yönetime
katılımı ve bu hususta eşit haklara sahip olmasından çok, hangi hak ve
özgürlüklere sahip oldukları daha önemlidir. İdeal anlamda hiçbir düşünceve rejim İslâm’la yarışamaz. Demokrasinin en önemli ayağı hak ve özgürlükler
olduğu için bu konuyu aşağıda “İki Ölçütlü Hak ve Özgürlük Teorisi”
başlığı altında inceleyeceğiz.

e. Eşitlik Açısından: Demokraside olduğu gibi İslâm’da da, her vatandaş,
haklarını kullanmada ve yasalar önünde eşittir. Yasalar herkese aynı biçimde
uygulanır. Ancak İslâm, dinî inançları varoluşsal bir gerçeklik olarak kabul
ettiği için, dinler kendi mensuplarına farklı hükümlerin uygulanmasını öngörürse,
İslâm bu farklılığı kabul eder. Bu hususta İslâm belli bir oranda
çok hukuklu bir sistem öngörür. İslâm insanlara inandıkları gibi muamele
edilmesini teklif eder. Ne Müslüman olmayanlara İslâm inançlarının, ne de
Müslüman olmayanların inançlarının Müslümanlara dayatılmasını kabul etmez.
İnançlar karşısında eşitlik ilkesini öne çıkarır.

f. Farklı Görüşlere Saygı Açısından: Demokrasilerde olduğu gibi
İslâm’da da her görüşe, her anlayışa ve her inanışa saygı gösterilmesi gerekir.
Demokrasilerde insanlar görüş ve inanışlarını siyasî partiler yoluyla ortaya
koyarlar. İslâm’da siyasî partilerin varlığını bütünüyle reddetmek mümkün
olmamakla birlikte, bu durum İslâm’ın geniş anlamdaki tevhid ve uhuvvet
anlayışıyla pek uyumlu olmadığı için, bu görüşlerin partiler yoluyla değil,
günün şartlarına uygun başka araçlarla ortaya konması gerekir. Hz. Ömer,
Hıristiyanları ilgilendiren bazı konularda onlarla danışırdı. Müslümanların
yaşadığı ülkede başka inançtan olanlar varsa, -ki her zaman olmuştur- şura
meclisinde onlara da yer verilmesi gerekir. Ayrıca hangi inançtan olursa olsun
bütün vatandaşlar sivil kuruluşlar vasıtasıyla kendi taleplerini yönetime
bildirme hakkına sahiptirler.

g. Çoğunluğun Yönetimi Açısından: Demokrasi çoğunluğun yönetimidir.
Çoğunluk, yönetimi, azınlığın haklarını koruyacak biçimde gerçekleştirmek
zorundadır. Ancak hem yasama hem yürütme çoğunluğun elinde
olduğu zaman, azınlık aleyhinde bazı uygulamalar olabilir. İslâm’da yürütme,
çoğunluğun elinde de olsa, Kur’an, Sünnet ve İcmâ ile ortaya çıkan kesin hükümlerin
dışına çıkılamaz. Yani İslâm’da azınlık hakları daha ziyade koruma
altındadır.

h. Hoşgörü Açısından: Ahlâkî alanda “hoşgörü” kavramını kullanmak
“hoş” karşılanabilir, fakat hukuk alanında bu kavramı kullanmanın pek de
“hoş olmayacağını” söyleyebiliriz. Hoşgörünün anlamı sözlüklerde müsamaha
ve tolerans kelimeleriyle ifade edilir. Yani hoşgörü, bir şey hoş olmasa da
onu hoş karşılama anlamına gelir. İyi ve güzel olan şeyin hoş karşılanması
söz konusu olamaz. Onlar kendiliğinden iyi ve güzeldir. Onların hoş karşılanmaya
ihtiyacı yoktur. Fakat demokraside hak ve özgürlüklerle ilgili hususlar
“görece doğru” sayıldığı için, kişi “Ben kendime göre haklıyım, karşı taraf
haksızdır; fakat o da kendisini kendine göre haklı saydığı için, onun haksızlığını
hoş görüyorum” demeli ve karşıt görüşler karşısında hoşgörülü olmalıdır.

İslâm’ın konuya bakışı çok daha farklıdır: Bir konuda âyet, hadis ve icmâ
ile sabit kesin bir hüküm varsa, bu hüküm bütün Müslümanlar tarafından
ittifakla “doğru” kabul edilmelidir. İctihadî konularda ise her müctehidin
hem isabet, hem hata etmesi söz konusudur. Bu konularda kişi şöyle demek
mecburiyetindedir: “İctihadıma göre ben haklıyım, fakat hata etmiş olabilirim.
Karşı taraf haksızdır, fakat isabet de etmiş olabilir. Dolayısıyla ben karşıtaraf için mutlak anlamda ‘Sen haksızsın’ diyemem.” Durum böyle olunca,
kendi ictihadının haklılığı ve karşısındakinin de haksızlığı konusunda sahip
olduğu delilleri ortaya koyar, fakat karşı tarafı mutlak haksızlıkla suçlayamaz,
daima onun da haklı olabileceğini ve kendisinin haksız olabileceğini
düşünmelidir. Müslüman olmayanlara gelince, bir Müslüman onların doğru
yolda olmadıklarını kabul eder, ancak onların bu şekilde inanmalarına Allah
müsaade ettiği ve sosyal hayatta onlara bu hakkı Allah verdiği için, kendisinde,
onlara “karışma hakkı” görmez. Onların haksızlığını “hoşgörmek” yerine,
bunun onlar için “kendilerine Allah tarafından verilmiş bir hak” olduğuna
inanır. Dolayısıyla Müslüman olmayanı kabahatinden dolayı “hoş görülecek
bir kişi” olarak değil, bizzat “haklı” bir kişi olarak görür. Bir kişiyi “hoş görmek”
gerçekte “haksız görmek” demektir. Haksızlıklar nereye kadar hoş görülebilir
ki! Fakat bir kişiyi haklı görürseniz, ona karışamazsınız. İşte İslâm’ın
bakış açısı budur. İslâm’ın zuhurundan günümüze kadar İslâm memleketlerinin
her tarafında cami, kilise ve havraların yan yana bulunuşu bunun en
açık göstergesidir. Hiçbir Doğu ve Batı ülkesinde bu “haklı” görüş olmadığı
için, en kısa zamanda istilâ edilen ülkelerden İslâm’ın ve Müslümanların
izi silinmeye çalışılmıştır. Günümüzde de aynı zihniyet devam etmektedir.
Avrupa’nın ortasında Sırpların Bosna’da yaptıkları en kahredici şey, masum
insanları öldürmenin yanı sıra özellikle camileri yıkmak olmuştur. Doğu’da
Arakan Müslümanlarına yapılan zulüm de Sırp vahşetinden geri kalan bir
şey değildir. Hatta bu yüzyılda Müslümanlar Batı zihniyetiyle yetiştikleri
için birbirlerine karşı da aynı vahşeti gösterebilmektedirler.

Demokraside farklılıklar hoşgörü şartıyla bir zenginlik kabul edilirken,
İslâm’da “hak” ve “zorunluluk” olarak görülür.

ı. Hukukun Üstünlüğü Açısından: Demokraside çoğunluğu elinde bulunduran
iktidar, yönetimi hukukun üstünlüğü prensibine uygun şekilde
gerçekleştirmek mecburiyetindedir. Ancak kanunları da koyma yetkisinin
kendisine ait olması, bir nevi hukuku belirleme yetkisinin de kendisine ait
olması neticesini doğurmaktadır. İslâm’da temel haklar, Allah ve Peygamber
(sav) tarafından belirlenir. “Hak yücedir, onun üstüne çıkamaz.” ifadesi hadis
olarak rivayet edilmiştir.

Demokraside hukukun üstünlüğü sadece bu dünyadaki müeyyidelerle
desteklenirken, İslâm’da ahiret inancıyla en kuvvetli desteğini bulur. Demokraside
haksızlık yapan kişiyi yakalayıp cezalandırılmaz, ya da haksızlığı
kanuna karşı hile yaparak gerçekleştirirse, zâlim zalimliğiyle, mazlum mazlumluğuyla
kalacaktır. Fakat İslâm’a göre bırakın bir insana haksızlık yapılmasını
bir hayvana dahi eziyet edilse, kişi mutlaka onun hesabını verecektir.
Dolayısıyla İslâm’da “hukukun üstünlüğü” prensibi, inanç esaslarıyla desteklenen
ve vicdanlarda yerini alan bir husustur. Günümüzde Müslümanların
böyle olmadıklarını biliyoruz. Bu durumda yapılması gereken şey, herkesin
kendisini “ne kadar Müslüman olduğu” hususunda sorgulamasıdır.

i. Kuvvetler Ayrılığı Açısından: Demokraside kuvvetler ayrılığı prensibi
Montesquieu’den beri var olan bur husus olmakla birlikte, zihniyet itibariyle
İslâm’da daha başından beri var olan bir ilke olmuştur. Hz. Peygamber (sav)
döneminden itibaren kadılar serbest hüküm verme yetkisine sahiptiler. Yasamanın
esasını teşkil eden ictihadlar da genellikle hür bir ortamda ortaya konmuştur. Müctehid imamlara yapılan zulümler daha çok itikadî ve siyasî
sebeplerden kaynaklanmıştır. Bu baskılar sebebiyle hatalı ictihadlarda bulunduklarını
ve bu ictihadların da fıkıh kitaplarımızda yer aldığını söyleyemeyiz.

6. İki Ölçütlü Hak ve Özgürlük Teorisi

İnsanın demokratik haklarını sınırlı bir şekilde saymak mümkün değildir.
Zira insan hakları sınırlı sayıda değildir. Demokratik haklar içerisinde insan
için en önemli olanları temel hak ve özgürlüklerdir. Günümüzde bunların
neye göre tespit edileceği önemli bir problemdir. Her ne kadar ilkesel olarak
bu haklarda bir görüş farklılığı yokmuş gibi görünüyorsa da tikel olaylara
inildiğinde görüş farklılıkları hemen ortaya çıkar.

Meselâ insanlar arasındaki cinsiyet farklılığı ister istemez bir düzenlemeyi
gerektirir. İnsanlar yaratılıştan kadın ve erkek cinslerine ayrılırlar ve
her ikisinin en azından biyolojik özellikleri farklı olduğundan, haklarında
farklı hükümler koymak gerekecektir. Sosyologlar “doğru düzen” için, toplumu
referans alırlar. Yani onlara göre bu konuda sabit bir kriter yoktur;
toplumun genel temâyülü hangi yönde ise düzenleme de o şekilde yapılmalıdır.
Toplumlar arasında temâyül farklılıklara varsa, bu konudaki düzenlemeler
de farklı olacaktır. Buna göre “doğru düzen” göreceli bir kavramdır
ve toplumdan topluma değişir; birinin “ahlâklı” dediği düzen, diğerine göre
“ahlâksızlık” olabilir.

Her toplumda yöneticiler kendi “düzen”lerinin doğru olduğunu söyler;
birçok insan hakları savunucusu teşkilatı da bunun “ideolojik bir belirleme”
olduğu iddia eder. Esasen her iki taraf da “kendi ideolojisine veya düşüncesine
göre doğru olanı” dayatmaktadır. Bu farklılıklara rağmen insan hakları
konusunda hedonizme, bedensel hazza doğru bir kayış vardır. Bireysel hak
ve özgürlüklerin “başkalarının hak ve özgürlüğü” ile sınırlandırılmış olması
önemli bir prensip olarak kabul edilmekle birlikte, toplumda bazı değer hükümleri
“değer” olarak kabul edilmiyorsa veya “düşük değer” olarak değerlendiriliyorsa,
bunları “yüksek değer”, “temel değer” olarak kabul edenler zarar
görüyor demektir. Günümüzde “hukuk”un ve “yüksek değer”lerin hedonizm
karşısında gittikçe eridiğini ve hedonistlerin bir “insan hakları emperyalizmi”
doğurduğunu söyleyebiliriz. Bu hedonizm hâkimiyeti, gittikçe o “insan”
denen yüksek değeri yok edip tüketmektedir. Demokrasi, hedonizme yenik
düşmektedir.

İslâm bu noktada şunları söylüyor: “Kendisinin dışında âlem-i gayb ve
âlem-i şehadette ne varsa her şeyin yaratıcısı Allah’tır. İnsanı yaratıp bu dünyaya
imtihan için O göndermiştir. Yaratıcı, insan için neyin iyi neyin kötü olduğunu
daha iyi bilir. Dolayısıyla emrettiği her şey sizin için iyi, yasakladığı
her şey de sizin için kötüdür. İyiliğin ve kötülüğün, doğruluğun ve yanlışlığın
ölçüsü O’nun emir ve yasaklarıdır.”

İslâm’ın, hayatın her alanıyla ilgili teklifleri vardır. Bunlar bazı konularda
özel, ama çoğunlukla geneldir. Bu konularda Allah hiç kimseye insanlar için
hüküm verme yetkisi vermemiştir. İş başına çoğunluğun iradesiyle de gelse,
hiçbir yasama organının Allah’ın hükümlerinin var olduğu bir konuda yeni
hüküm koyma hakkı yoktur. Bu konuda devlet başkanı ile çoban eşittir. Ancak
bu hükümler herkes için geçerli değildir.

İşte burada iki türlü muhatap ortaya çıkıyor: İnananlar ve inanmayanlar.
Allah hükümlerini işte bu iki gruba göre koyuyor: İnananlar için bütün hükümler
geçerli; inanmayanlar için fıtrat kanunları geçerli. Yani İslâm insanlara
iki ölçütlü bir sistem sunuyor: Mümin isen, Kur’an ve Sünnet’in hükümlerine
uyacaksın; mümin değilsen Allah’ın fert ve topluma koyduğu yaratılış
kanunlarına uyacaksın. Dolayısıyla inanmayanların İslâmî hükümlerin kendilerine
tatbik edileceği endişesine kapılmaları boşunadır. Ama onlar da tamamen
serbest bırakılmamışlardır, fıtrat kanunlarına uymakla mükelleftirler.

İnsanın biri ferdî, diğeri toplumsal olmak üzere iki özelliği vardır. Meselâ
cinsiyet açısından insanlar kadın ve erkek olmak üzere iki cins olarak yaratılmıştır;
bir üçüncü cins yoktur. Ancak bazı insanlar biyolojik olarak tek
bir cinsin özelliklerini taşıdığı halde psikolojik bir yatkınlık sebebiyle kendi
cinsine yönelme hissine sahip olabilirler. Bu his sebebiyle aynı cins arasında
evliliklere cevaz verilemez. Bu kişilerin tedavisi mümkün ise tedavi edilmelidirler;
[1]
tedavileri mümkün değilse kendilerini karşı cinse ilgi duymaması
itibariyle özürlü gibi kabul edip gerekirse evlenmeden yaşamlarını sürdürmeye
devam ettirmelidirler. İslâm’a göre inanmayanlar için de homo-seksüel
ilişkiler yasaktır ve bunlar insan hakkı çerçevesinde mütalaa edilemez. Çünkü
bu tür ilişkiler fıtrat kanunlarına [2]
aykırıdır. Yine Müslüman olmamakla birlikte bir kişi kız kardeşiyle ve kayınvalidesiyle evlenemez. Bu da toplumsal
fıtrata aykırıdır. İş, yeme içme meselesine gelince insanın bedenine ağır derecede
zarar vermeyen her şey serbesttir. Bu açıdan bakıldığında içki ferdî
açıdan yasaklanamaz. Ancak trafik kazası neticesinde başkasına zarar verme
ihtimalinin yüksek olduğu durumlarda içkili araba sürme yasağı gibi bazı
yasaklar getirilebilir.

Buna göre İslâm, hak ve özgürlükler konusunda iki ölçüt sunmaktadır.
Müslümanlar için Kur’an ve Sünnet; Müslüman olmayanlar için ferdî ve
sosyal fıtrat. İslâm’a göre cinsiyet değiştirme, homoseksüelik ve sübyancılar
için eylem özgürlüğü gibi hususlar insan hak ve özgürlüklerinden sayılamaz.

İslâm’a göre insan eşref-i mahlûkattır, Allah’ın güzel isimlerini
tecellîgâhıdır, yeryüzünün halifesidir, yer ve gök ona musahhar kılınmıştır,
her şey elinde bir emanettir, Yaratıcı’nın koyduğu kanunlar dairesinde emanetten
istediği şekilde istifade edebilir. Ancak emanete ve fıtrata hıyanet
etme hakkı yoktur.

Demokrasi konusunda sıkıntı Müslümanların tutumlarındadır. Aynı
problem diğer din mensuplarında da bulunmaktadır. İnananların bir kısmı lafızcı ve tutucudur. Mezhepleri ve ictihatları din yerine koymakta; diğer
ictihad ve mezhepleri kabul etmemektedirler. Bir kısmı da mümin olmakla
birlikte amelen Müslüman değildir. [3]
Bu grubun sıklıkla sorudukları sorulardan biri “Bir Müslüman, hem Müslüman hem laik olamaz mı?” şeklindedir.

Genel olarak laiklik “devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans
alınmaması ve devletin, dinler karşısında tarafsız olması” şeklinde tanımlanır.
“Devletin, dinler karşısında tarafsız olması” şeklindeki kaydı esas alınırsa
İslâm’ı da, Müslüman’ı da “laik” olarak tanımlamak mümkün olabilir. Çünkü
İslâm, kendisi de dahil olmak üzere bütün dinler karşısında tarafsızdır,
sözgelimi ne Hıristiyanlara, ne de Hıristiyanlığa karşı bir müdahalesi olamaz.
Burada ana duruş “Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” şeklindedir.
Bediüzzaman’ın “bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere
ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlar ve takvacılara da ilişmez bir hükümet
telakki ederim” yaklaşımında sergilediği laiklik anlayışa da bunu ifade
etmektedir.

Laiklik tanımındaki “devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans
alınmaması” şeklindeki kayıt ise birçok yönden problemlidir. Öncelikle bu
kaydın mutlak geçerliliği yoktur. Dinler karşısında kendini tarafsız gören
bir devletin, dinlerle ilgili herhangi bir düzenleme yapmaması düşünülemez.
En azından devlet, dinî günleri ve haftalık tatilleri dinî esaslara göre ayarlar,
dinin hak olarak gördüğü hususlarda geri çekilir ve dine ya özel bir hukuk
alanı bırakır, ya da Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nda olduğu gibi bazı
dini müesseseleri bizzat içine alıp düzenler. Bu uygulamalar karşısında devletin
dini referans almaması gibi bir husustan söz edilemez. İkinci olarak, diğer
dinlere aynı özgürlük tanınmak şartıyla, sözgelimi çoğunluğu Hıristiyan
olan bir ülkede hukukun bu din esaslarına göre düzenlenmesinde ne mahzur
olabilir. Meselâ Hıristiyanlığa göre nikah akdinin kilisede yapılması gerekiyorsa
ve zina yasaksa, Hıristiyanlar için geçerli olmak üzere genel kanunun
bu şekilde hazırlanmasında ne mahzur olabilir? Tabii ki bu durum, inananların
dinlerinde samimi oldukları haller için geçerlidir. Eğer bir Hıristiyanın
bundan şikayeti varsa, bu kişi samimi bir Hıristiyan değil demektir.

Problem laiklik meselesi değil, herhangi bir dine mensup olan insanların
o dinin gereklerini yapmak istememelerindedir. İslâm’ın da gerçek anlamda
laiklikle bir problemi yoktur; ama Müslümanların vardır.

İman, ahlak, ibadet, muâmelat, ukubât, ekonomi ve devlet konuları itibariyle
İslâm bir bütündür, parçalanamaz, bölünme kabul edilemez. Eğer
bir Müslüman’ın uygulamada herhangi bir şikayeti varsa – ki benim dağlar
kadar şikayetim vardır-, İslâm’ın ana kaynaklarını esas alarak çare üretmek
mecburiyetindedir. Tarihte hiçbir zaman Müslümanların sıkıntıları bu kadar
uzun süreli ve çok yönlü olmadı. Bu sıkıntılardan kurtulmak için herkese
düşen bir görev vardır.

Ameli noksan Müslümanların laiklik konusunda sarıldıkları önemli bir
delil “Dinde zorlama yoktur” ayetidir. Bu ayet, Müslüman olmayanı zorla
Müslüman yapmakla ilgili olup, Müslüman olanın üzerine düşen vecibelerini
yapmakla ilgili değildir. Bir öğrencinin bir okula kaydolduktan sonra, “ben
bu okulun şu derslerini kabul ediyorum, şu derslerini ise kabul etmiyorum”
deme hakkı olmaz. Belli bir tahsil seviyesinden sonra özellikle bir fakülteye veya yüksek okula kaydolup kaydolmamak konusunda öğrenciler serbesttir.
Kimse onları belli bir okula gitme hakkında zorlayamaz. Fakat okula kaydolduktan
sonra da, o okulun yönetmeliğine uymak mecburiyetindedirler. Kendi rızasıyla Müslüman olan kişi de İslâm’ın zorunlu hükümlerine uymak
zorundadır. Hemen yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İslâm bir bütündür, parçalanamaz.

Bununla birlikte günümüzde “amelsiz Müslümanlık” revaç bulduğu için,
kanun zoruyla insanları ibadetlere zorlamanın doğru olmayacağı kanaatindeyiz.
Çünkü böyle bir düzenleme insanları mümin seviyesinden münafık
veya kâfir derekesine düşürebilir. Bu da büyük bir vebaldir.

7. Said Nursî ve Demokrasi

Devlete karşı hiçbir şey yapmadığı halde, devlet, kanun, cumhuriyet, rejim,
laiklik adına Bediüzzaman Said Nursî kadar sıkıntı çeken bir başkası
olmamıştır. O devlete karşı gelenleri uyarmış ve sonra bir dağda inzivaya
çekilmiş, devlet onu oradan alıp uzak diyarlarda başka bir dağ başına sürmüş,
orada da insanlar gelip kendisini ziyaret edince ceza dahi veremeden yıllarca
kendisini hapishanelerde çürütmüşlerdir. Bununla birlikte o, milletine hizmet
etmekten geri durmamış, en zor şartlarda Risâle-i Nurları telif etme ve
Nur talebelerini yetiştirme başarısını göstermiştir.

O çok da kaliteli bir demokrasi hayali kurmamıştı. Onun tek istediği
cumhuriyet, demokrasi ve laiklik adına dinin “zehir” olarak görülmemesi ve
din hürriyetinin tanınmasıydı. Cumhuriyet fikir ve vicdan hürriyetinin en
geniş anlamda tatbik edildiği bir rejimdir. Durum böyle ise dini inançları
sebebiyle insanların mahkûm ve muhakeme edilmeleri demokrasi ilkeleriyle
asla bağdaşmazdı. Demokratlar dine taraftar olmak ve halka şefkat ve adaletle
muamele etmek mecburiyetindedir.

Bediüzzaman “dine taraftarlık” anlamında da demokratlardan dine ve
dindarlara yapılan zulüm ve istibdadın kaldırılmasını, ezanın tekrar Arapçaya
çevrilmesini, Risâle-i Nurların neşrine izin verilmesini, dinî değerlere
sahip çıkarak komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almalarını istemiştir.

Netice itibariyle İslâm, insan hakları ve yönetim konularında Müslümanlar
için Kur’an ve Sünnet’i, Müslüman olmayanlar için ise fıtrat kanunlarını
esas alan iki ölçütlü bir demokrasi modeli sunmaktadır. İslâm nur ve
fazilet, fıtrat da insanlıktır.

Özet

Demokrasinin en önemli özelliklerinden birisi, insan hak ve özgürlüklerine
saygılı bir yönetim biçimi olmasıdır. Günümüz dünyasında insanlık
giderek sekülerleşmekte, insan hakları da hedonizm temeline oturtulmaya
çalışılmaktadır. İslâm insan hak ve özgürlükleri konusunda iki ölçütlü bir
sistem sunmaktadır: Müslümanlar için Kur’an ve Sünnet; Müslüman olmayanlar için yaratılış ve fıtrat. Bu sebeple İslâm yönetim biçimini “iki ölçütlü
demokrasi” olarak nitelemek mümkündür. İslâm fazilet; fırtat insanlıktır.

Anahtar Kelimeler

Demokrasi, İslam demokrasisi, cumhuriyet, hak ve özgürlükler, demokrat,
fıtrat

Abstract

A feature of democracy is its being an administrative system respectful to
human rights and freedoms. In our time humanity gets more and more secular
and there are attempts to base human rights on hedonism. Islam presents
a double measure system concerning human rights and freedoms: they are
Quran and sunnah for Muslims and creation and nature for non-Muslims.
Therefore it is possible to consider the Islamic administration system as “a
two-parameter democracy. Islam is virtue and nature is humanity.

Key words

Democracy, Islamic democracy, republic, rights and freedoms, democrat,
nature

Dipnotlar:

[1] Psikolojik hastalığı olanlar genellikle kendilerini hasta kabul etmezler. Bu husus en çok homoseksüellerde
görülür.

[2] Homoseksüellerin neden kendi cinslerine ilgi duydukları bilimsel olarak kanıtlanamamıştır. Ancak bu
temâyüllerin oluşmasında, partnerler arasındaki cinsel olmayan sevgi hareketlerinin ve tatmin edici birliktelik
kurma arzularının tesiri olduğu da genel olarak kabul edilen bir husustur. Bu durumu psikolojik bir sapkınlık
olarak değerlendirebiliriz.

[3] Bediüzzaman Said Nursî Dokuzuncu Mektupta bu problemi şöyle tartışıyor:
Ulema-i İslâm ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahis olmuş. Bir kısmı “İkisi birdir,” diğer
kısmı “İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben
şöyle bir fark anladım ki:
İslâmiyet iltizamdır; İmân iz’andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; İmân ise,
hakkı kabul ve tasdiktir.
Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir
cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm
ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; “gayr-ı müslim bir mü’min” tabirine
mazhar oluyorlar…