Demokrasi, demokratik yönetim, demokrat insan, özgürlük

1876 yılındaki Birinci Meşrutiyet’i başlangıç sayarsak zaman zaman
kesintilere uğrasa da yaklaşık yüz elli yıllık bir demokrasi geçmişimiz bulunmaktadır.
Demokrasiye, en yalın haliyle, insanların kendi kendini yönetmesi
denmektedir. Peki yaklaşık yüz elli yıllık demokrasi geçmişimizde
gerçekten hiç kendi kendimizi yönetebildik mi? diye bir soru sorsak, cevabımız
her halde pek müspet olmayacaktır. Oysa anılan dönemde demokrasinin
şekli unsurlarının yerine getirildiğini biliyoruz. Yani periyodik olarak
seçimler yapılmış, parlamento oluşturulmuş, çoğunluğu elde eden partiler
hükümet kurmuşlardır. Demokrasinin şekli unsurları bulunmasına rağmen
toplumun yönetimi belirleyemiyor olması, ortada başka bir sorun olduğunu
bize göstermektedir. Biz bu sorunu, insanların demokrat olmamasına ve
toplumda demokrasi kültürünün yerleşmemesine bağlıyoruz. Bu kanaatimize
devlet içerisine çöreklenmiş kudretli bir oligarşik yapının varlığından,
bu yapının ipleri ellerinde tuttuğundan, bu yüzden halkın seçtiği hükümetin
muktedir olamadığından bahisle itiraz edenler olacaktır. Bu itiraza karşı
cevabımız şu şekildedir: “Devlet içinde oligarşik bir yapının olduğu ve ipleri
ellerinde tuttuğu doğrudur; ancak bu yapının devlete sirayeti ve etkin olması
da, ferdin birey haline gelememesi ile toplumda demokrasi kültürünün
eksikliğinden ötürüdür. Fert demokrat olabilse, toplumda da demokrasi anlayışı yerleşik bulunsa, ne fert, ne de toplum böyle bir yapının oluşmasına
izin vermeyecektir. Keza söz konusu yapı da buna cesaret edemeyecektir.”

Eleştirel yaklaşıma cevap

Batı’da gelişen demokratik yönetim tarzının bugüne kadar insanoğlunun
geliştirdiği en iyi rejim olduğu şeklindeki kanaatlere zaman zaman itirazlar
ileri sürülmektedir. Bu şekilde itiraz edenlerin bir kısmı, demokrasinin
en iyi olduğu sonucuna, demokrasinin alternatifi olan monarşi, aristokrasi
veya teokrasi ile yapılan mukayese neticesi ulaşıldığını, bunun ise yanıltıcı
olduğunu belirtmektedirler. Onlara göre yapılacak şey; bir kişinin veya bir
hanedanın mutlak idaresi olan monarşiler veya halkı hakir gören bir avuç
seçkinler sınıfının yönetim tarzı olan aristokrasiler ya da din adamlarından
oluşan teokratik yönetimler yerine, demokrasinin kendi içinde ulaşmak
istediği idealleri gerçekleştirip, gerçekleştirmediğiyle ilgili bir mukayesedir
(geniş bilgi için bk. Ali Bulaç, İslam ve Demokrasi, İz yay. İst. 1995).
Yine demokratlıkla ilgili yapılan toplantılarda bir kısım akademisyenler,
Churchill’in, “demokrasi en iyi yönetim şekli değildir, ama mahzurları en az
olan yönetim şeklidir” ifadesinden hareketle, demokrasiye ve demokratlığa
olumlu bir anlam yüklenmemesi gerektiği yönünde görüş sergilediklerini
müşahede etmekteyiz. Söz konusu yaklaşımların her ikisi de demokrasi
ve demokratlığa yargılayıcı gözle bakmaktadırlar. Bu yaklaşım sahipleri
demokrasi ve demokratlığı yargılarken maalesef aklanmış bir başka yönetim
şekli ortaya koyamamaktadırlar. Esasen demokrasi semadan indirilmiş
lahuti bir yönetim tarzı değil, insanlığın geliştirdiği beşeri bir sistemdir.
İlerde demokrat kişinin özelliklerini tespit ederken ele alıp değineceğimiz
gibi demokrasinin temelinde kendini önemseyen, şuurlu, sorumlu, özgür ve
özerk birey ile toplum vardır ve olmalıdır. Elbette birey ve toplum bu özellikleri
taşıdığı nispette gelişmiş bir demokrasiden bahsedilecek, söz konusu
özelliklerin eksikliği nispetinde de demokratik yönetim özürlü olacaktır.

Demokrat Özellikler

Demokrasinin en basit ve yalın tarifi; toplumun kendi kendini yönetmesidir.
Demokrasinin bu yalın tarifini tekil insana taşıdığımızda demokrat
insan tarifine ulaşmak mümkün olacaktır. Söz konusu yalın tariften hareketle
diyebiliriz ki demokrat: kendi kendini yönetebilen insandır. Kendi
kendini yönetmek başlı başına bir iştir. Pek çok haklarla donatılmayı ve
sorumluluklar üstlenmeyi gerektirir. Bu da ferdin birey haline gelmesi demektir.

İsterseniz demokrat kimliğin ayrıntılı bir şekilde özelliklerini belirleyelim.
Bu özelliklerin neler olduğunu iki tariften hareketle tespite çalışacağım.
Birinci yaklaşım Benjamin Barber’e aittir. Barber, demokrasi için:
“diktatörlüklerin büyük önderlere, demokrasilerin ise her şeyden önce kendilerini
ciddiye alan, bilinçli, sorumlu, büyük vatandaşlara ihtiyacı vardır.”
ifadesini kullanır. İkinci yaklaşım Sami Selçuk’a aittir. Selçuk demokrasiyi:
“özgür, özerk, eşit bireylerden oluşan, bilgilendirilmiş özgür halkın, hukukun
egemenliği altında, sivil toplumun özgürlükçülüğe, çoğulculuğa ve katılımcılığa yaslanan normlarına göre, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetilmesidir.” şeklinde tarif eder. Her iki tarif bize demokrat kişinin özelliklerini
vermektedir. Bunları; kendini ciddiye almak, şuurlu, sorumlu, özgür
ve özerk olmak diye sıralayabiliriz. Demokrat kişide bulunması gereken
bu özellikleri tek tek ele almadan önce referansımızı da belirtmek isterim.
Söz konusu nitelikleri Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşlerini referansla
ortaya koymaya çalışacağız. Bunun sebebi İslamî bakış açısına sahip olan
Bediüzzaman’ın eserleri, gerçek manada demokrat insanın altyapısını tespit
açısından zengin bir kaynak oluşturmasıdır. Bilindiği gibi Bediüzzaman
Said Nursî ikinci meşrutiyetin ilanını memnuniyetle karşılamış, ancak bu
tarz özgürlükçü bir yönetimin devam edemeyeceği konusunda endişeye kapılmıştır.
Bediüzzaman, hürriyetçi bir yönetimin ancak hak ve hukukunu
bilen, ödev ve sorumluluklarına müdrik, birbirinin haklarına saygılı, özgür
fert ve topluluklar ile gerçekleşebileceğini, oysa toplumun bu yapıda olmadığını
görmüştür. Endişesi bu yüzdendir. Bediüzzaman alim olmanın verdiği
sorumlulukla meşrutiyetin başarısı için kolları sıvamış, topluma çoğulcu
ve özgürlükçü bir yönetimin özelliklerini sayarak, bu şekilde bir idarenin
alt yapısını oluşturmak üzere halkı irşad faaliyetine koyulmuştur. Münazarat
isimli kitabı söz konusu çalışmanın ürünüdür. Eserlerinde demokrat
kimlikle ilgili verilerin fazlalığı bu çalışmalarından dolayıdır. Meramımızı
bu şekilde ifade ettikten sonra artık demokrat kişinin özelliklerini incelemeye
geçebiliriz.

A- Kendini ciddiye almalı

Kendini ciddiye almak varlığımızı önemsemektir. İnsan varlık kategorisi
içerisinde mümkünül vücuttur. Mümkün; varlık kazanmaya istidatlı anlamındadır.
Yani insan ancak var olmak, kendini var kılmak yönünde tercih
kullanmakla fiilen varlık kazanacaktır. İnsanın varlık kazanmasının önünde
engeller bulunmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bunların en önemlilerini
yeis, gurur, ucb ve su-i zan diye sıralar. Söz konusu hastalıklar insanın içsel
potansiyelinin ortaya konulmasına ve kendisine sunulan dış imkanlardan
istifadesine mani olmaktadır.

1- Yeis (Ümitsizlik)

Ümitsizlik; insanın kendi hayatı ve içinde yaşadığı toplum için etkili bir
şeyler yapma konusunda kendini güçsüz hissetmesidir. Bu his insanın potansiyelini
ortaya koymasına en büyük manidir. Kullanıldıklarında vücut ve
varlık kazanan akıl, irade ve kesp gibi insan ruhunun en önemli donanımları
söz konusu hastalık sebebi ile atıl kalmaktadır. Bu donanımlar kullanılmaya
kullanılmaya zaman içinde kadükleşmektedir. Ezcümle, söz konusu
donanımlar atıl hale gelince insan temyiz ve tesir edemez, tahsiste bulunamaz
olur. Bu durum ise insani açıdan bir sukuttur. Bediüzzaman Hazretleri
ümitsizliği 20. yüzyılda Müslümanların en büyük hastalığı olarak görmüş
ve göstermiştir. Esasen bu hastalık 20. yüzyılda sadece Müslümanlara münhasır
bir hastalık olarak kalmamış, tüm insanlığa şamil olmuştur. Ümitsizliğin
yaygın bir hastalık halini alması sebebiyle Leslie Farbes, geçen yüzyılı
“bozuk irade çağı” diye nitelendirmiştir.

2- Ucb (Amelini yeterli görmek)

Ucb; insanın yaptığı çalışmayı yeterli görmesi, bu çalışmaya güvenmesidir.
Oysa insan sınırları olmayan, emelleri sonsuza uzanan bir varlıktır. Ucb
insanı sınırlayan, onu sonsuzluktan alıkoyan nakıs ve hastalıklı bir bakıştır.
Bediüzzaman Hazretleri insanın önüne alayı illiyinden, esfeli safiline uzanan
sonsuz derece ve mertebeden oluşan bir yolun açıldığını, insanın bu
sonsuz yolu katetme liyakatinde bulunduğunu belirtir. Hz. Peygamberin
“iki günü birbirine eşit olan zarardadır” hadisi insanın bu sonsuz potansiyelini
ortaya koymasını temin ve teşvik sadedindedir.

3- Gurur (Zaafının farkına varmama)

Gurur; insanın zaaflarını görmemesi, keza zaafı kendine yakıştırmaması,
yine kendini kendine yeterli zannetmesidir. Bu şekilde bir zan insanı
sosyal ilişkilere girmekten, kendisi dışındaki insanların ve varlıkların güç ve
tecrübesinden mahrum bırakır. Gurur nefsin büyük bir yanılgısı olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri “Sözler” isimli insanı tanıtan
temel eserine, nefsin bu hastalığına işaretle başlar. Kur’an okumaya nasıl ki
istiaze ile başlanıyorsa, insanı tanımanın da ilk adımı da nefsin gurur takıntısının
farkına varmakla olur. Gurur insanı ele alan tüm kadim öğretilerin
istiaze ettikleri manevi bir hastalıktır. Bilindiği gibi Hristiyanlığın kerih
gördüğü yedi ölümcül günahtan biri de gururdur.

4- Su-i zan (Kötü zan)

Su-i zan; insanın kendi dışında başka kimseye güvenmemesidir. Su-i
zan ruhsal bir hastalıktır. İnsanı kolektif faaliyetlere girmekten alıkoyar.
Oysa insan büyük hedefleri diğer insanlarla oluşturduğu organizasyonlarla
gerçekleştirir. Hatta gerçek kişilerin ortak faaliyetindense, gerçek kişilerin
dışında kurgusal olarak vücuda getirilen tüzel kişiliklerin çok daha büyük
atılım gerçekleştirdiği görülmüştür. Bu yüzden kolektif, komandit, limited
ve anonim gibi gerçek kişiliği olmayan tüzel kişiliğe sahip şirketler, ticaret
hayatının lokomotifi haline gelmişlerdir. Ticari hayatımızda geçerli olan
bu durum, insani değerlerin oluşmasında ve insanlık diye mükemmel bir
şahsiyetin vücuda gelmesinde de aynen geçerlidir. Ticari hayatımızda tüzel
kişilerin kazançları ortaklara hisseleri oranında dağıtılırken, manevi tüzel
kişiliklerin tüm hasılası bölüştürülmeksizin tüm katkı sağlayan insanlara
aynen verilmektedir. İşte su-i zan tek başına bir insanın asla ulaşamayacağı
böyle büyük hedeflerden, onu mahrum bırakan marazi bir haldir.

B- Şuurlu olmalı

Bütün semavi dinler gibi İslam da, insanın serüveninin yasak meyveyle
başladığına vurgu yapar. Yasak meyveyi yiyen, yani başına şuuru takan beşer,
çıplaklığının, yani diğerlerinden ayrı bir varlık olduğunun farkına vardı.
Esasen bu farkındalık başkasına kıyasla gelişen bir sonuçtur. Başkası olmazsa,
o zaman bu şuur oluşmayacaktır. Şuur en yalın haliyle farkında olmak
demektir. Bu farkındalık hem kendini, hem de diğerini kapsar. Kendini fark
etmek ve vücud kazanmak için başkasına ihtiyaç vardır. Başkasından maksat
tüm maddi ve manevi varlıklar ve diğer insanlardır.

1- İnsan dışındaki diğer varlıkları mahal almak

Tasavvufta vücud: bir şeyin kendisini veya başkasını kendisinde veya
başkasında bulmasıdır. Bu noktada “başkası” mahal veya mertebe olabilir.
Yine mantık ilmine göre de bir varlığı tarif için yakın cins ve yakın ayrım
ilkesi kullanılır. Bu kurala göre insanı tarif için insana yakın, ancak insanı
ondan ayırabileceğimiz bir cins varlık gereklidir. Bu varlık üzerinden ancak
insan tarif edilebilir. İnsana en yakın cins hayvan olduğu için de, insan,
hisleri ile temayüz etmiş hayvana nispetle “insan, düşünen bir hayvandır”
şeklinde tarif edilmiştir. Bu tarifte insan kendini hayvana göre konumlandırmakta
ve yerini tayin etmektedir. Mahal ve mertebe tayininde hayvan
esas alınmaktadır. Hayvanla sınırlı bir tarif ve mertebe tayini, Allah’ın insan
için tayin ettiği mertebeyi ortaya koymakta oldukça yetersiz kalmaktadır.
İnsanın gerçek tarifi ve mertebesini tayin için başka cins, mertebe ve mahal
sahibi varlıklara ihtiyaç olduğu açıktır. Bu eksiklik melek ve cinlerle
giderilmiştir. İnsan, şuuruyla temayüz etmiş nurani varlık olan meleklerle,
iradesiyle ön plana çıkan ateşten yaratılmış cinlerle kendini kıyasladığında
çok farklı bir konumda olduğunu derk edecektir.

2-İnsanı mahal almak

Hegel’e göre insan benliği ancak ötekini, yani diğer insanları yaşayarak
ve öteki tarafından yaşanarak, onu tanıyıp onun tarafından tanınarak
hayat bulur; bir karşılıklı tanıma süreciyledir ki benlik inşa edilir. Hegel,
insanın kendi bilincine ancak bir başkası tarafından tanınmakla varacağını
ileri sürmektedir. Tanınma arzusu engellendiğinde bir çatışma, bir mücadele
doğar. Karşısındakini tanımak ihtiyacı duymaksızın tanınan efendi,
muhatabı tarafından tanınmadan onu tanıyan da köle olur (geniş bilgi için
bk. Kemal Sayar, Ruhun Labirentleri, Kara Kalem Yay, İst. 2007). Hegel’in
insan benliğinin inşası için ortaya koyduğu gerçekler, insan topluluğu için
de aynen geçerlidir. Kolektif benlik, ancak bir başka kolektif benliği tanıyarak
ve onun tarafından tanınarak, inşa edilebilir. Kolektif benliğin tanınma
arzusu engellendiğinde ortaya çatışma ve mücadele çıkar. Bir topluluğun
diğer topluluğu tanımaksızın kendini ona tanıtmaya kalkması efendilik
taslamaktır. Keza bir topluluğun kendini diğer topluluğa tanıtmadan onu
tanıması köleliktir. İnsan olarak takınacağımız tavır, kolektif bilincimizi
başkalarına tanıtmak, diğer kolektif bilinçleri de tanımaktır; yani ne köle
olmak, ne de efendilik taslamaktır.

C- Sorumlu olmak

Sorumluluk; hakkaniyet ve adaletin birey ve toplum yaşamında hayat
bulması için üzerimize düşen davranışı gerçekleştirmektir. Bediüzzaman
Hazretleri toplum hayatına katılan bir müminin ihtiyaç ve emellerini gerçekleştirme
noktasında imanının gereği sergilemesi gereken davranışları üç
noktada toplar. Bunlar; izzetini muhafaza etmek, şefkatli olmak ve hakka
hürmette kusur etmemektir. Söz konusu noktaları açtığımızda sorumluluk;
kendini gerçekleştirme, başkasının hakkına riayet ve üçüncü kişilerin
ilişkilerinde adil hakemlik diyebiliriz. Bediüzzaman Hazretleri insanı değerlendirdiği bir yazısında, “insanlık denilen değerleri bir kapı olarak kabul
edersek, o kapıyı açıp içine baktığımızda karşımıza çıkan şey Hakk ismi
olacaktır” der. Esasen insani sorumlulukların tamamı, hakkın farklı makamlarda
ortaya çıkan, farklı tezahürlerinden başka bir şey değildir.

1- Kendine haksızlık yaptırmamak

İzzetli olmak; başkalarıyla kurulan ilişkilerde kendine haksızlık yapılmasına
müsaade etmemeyi gerektirmektedir. Bu insanın kendisine olan
sorumluluğunun ve saygısının bir sonucudur. Esasen bu tarz bir karşı duruş
güce teslim olmayan bireyin varlık nedenidir. Var oluşun düşünmeye, hissetmeye
ve baş kaldırmaya bağlı olduğunu dile getiren Descartes, Andre
Gide ve Albert Camus insanın bu hakikatine parmak basmaktadırlar. İnsanın
tüm erdemlerinin altında yatan temel ve onlara gerçeklik kazandıran
duygu kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesi olan cesarettir. Hakkı değil,
gücü esas almak ve ona teslim olmak ruhsal bir hastalıktır. Zilleti kabullenmektir.
Mazoşist bir tavırdır.

2- Başkasına haksızlık yapmamak

Şefkatli olmak; insanın başkalarıyla münasebetinde, ona haksızlık yapmamasını
gerektirir. Bilindiği gibi gücü ele geçirenin, bu gücü er geç kötüye
kullanacağı varsayılır. Bu yüzden “Güç insanı bozar, mutlak güç ise insanı
mutlaka bozar” denmiştir. İnsanın bu eğilimi sebebiyle gücün kötüye kullanımının
engellenmesi bir zaruret olarak belirmiştir. Pozitif hukukun büyük
bir bölümü bu zaruretten naşidir. Adalete uygun oluşturulmuş kanunlar
medeni bir insanın hem haksızlığa uğramamasının güvencesi, hem de
haksızlık yapmasının engelidir. Ancak insan ruhunun şuunatı zatiyesi olan
şefkatın düğmesi açılıp, harekete geçirilmişse, bu duygu, kişinin, ne kadar
güçlü olursa olsun, yasalar cevaz verse dahi başkasına haksızlık yapmasına
engel olacaktır.

3-Üçüncü kişilerin ilişkilerinde hakim veya hakem olmak

Hakka hürmet; başkasına haksızlık yapmama ve kendine yapılacak haksızlığa
karşı durmadan maada, üçüncü kişilerin kendi aralarındaki ilişkilerde
birinin diğerine haksızlık yapması durumunda, haklının yanında yer
almayı gerektirir. Mümin insan, imanının gereği olarak hem kendi, hem de
toplumun velayetini üstlenmiştir. Müminin her gün en az kırk defa kendi
dışındaki varlıkların, bu arada diğer insanların adına yaratıcıdan yardım
talep etmesi söz konusu toplumsal velayetinin gereğidir. Bu velayet sadece
kavli olarak ifade edilmekle yerine getirilmiş sayılmaz. Dış dünyada fiilen
icrayı da içinde barındırmaktadır. Bir kişiden münker sadır olduğunu gördüğünde,
mümine, söz konusu münkeri eliyle veya diliyle düzeltmeye çalışması,
bunlara gücü yetmezse kalbiyle buğz etmesi yönündeki İslami emir,
velayetinden ötürüdür.

D- Özerk olmak

Yasak meyveyi yiyen beşer, çıplaklığının, yani ayrı bir varlık olduğunun
farkına vardı. Bu ilk olarak tabiattan kopuştu. Daha sonra anneden, kabileden kopuşlar birbirini izledi. Her bir kopuş oldukça sancılıydı. İnsanın
yalnızlığını artırıyor ve onu dayanaksız bırakıyordu. Ancak insanın kendi
ayakları üstünde durması, özgünlüğünü ortaya koyması, yani birey olabilmesi
için bu kopuşlar gerekli ve zaruriydi.

Özerklik, bu kopuşlara ve dayanak noktalarını kaybetmesine rağmen
insanın her alanda bağımsız hareket etmesini, kendi başına ayakta durmasını
gerekli kılar. Ancak bağımsızlık büyük bir yüktür, bu yükü taşımak için
sağlam bir içsel güce ihtiyaç vardır. Bu güç hak ve adalet duygusudur. Çoğu
insan ruhunda bu duyguları geliştirmediği için özerk olmaktan kaçmayı
tercih eder. Tüm iplerini dini ve dünyevi otoriteye seve seve teslim eder. Bu
teslimiyet sonucu dünyevi hayatın tanziminde despotik yönetimler, uhrevi
hayatın kazanılmasında aracı dini otoriteler vücut bulmuştur. Özerklikten
kaçış, bir bakıma özgürlükten ve dolayısı ile insanlıktan kaçış demektir.

1- Özerklikten kaçış

Peygamberlerin insanları özerk kılmak için geldiğine, insanların ise
özerklikten kaçındığına dair en güzel tasviri Karamazof Kardeşler isimli romanında
Dostoyevski yapar. Hikaye 16. yüzyılda Sevilla’da kilise karşıtlarının
şehir merkezinde yakılması ile başlar. Hikayeye göre infazın ertesi günü
Hz. İsa şehre gelir. Halkla birlikte kilisenin kardinali Büyük Engizötör’de
O’nu görüp tanır. Hz. İsa’nın gelişi kilisenin varlığı ve kazanımlarını tehlikeye
sokmuştur. Kardinal hemen Hz. İsa’yı yakalatıp hapse attırır. Akabinde
kendi de hapishaneye gider. Hz. İsa’ya hitaben: “Niçin bizi engellemeye
geldin? Sen insanlara, insanların basitlikleriyle ve doğal asilikleriyle anlamayı
bile beceremeyecekleri özerkliği vaat ettin, ama onlar bundan korkar
ve kaçarlar, çünkü bir insan için ve insan toplumu için özerklikten daha
tahammül edilmez bir şey yoktur… Bu talihsiz yaratığın (insanın) doğuştan
getirdiği o özerklik yeteneğini elden geldiğince çabuk ellerine teslim edeceği
bir kimse bulmaktan daha önemli bir ihtiyacı olamaz. Kilise ve biz bu
ihtiyaca cevabız.” der.

2- Özgürlükten kaçışın sonuçları

İnsanın bireysel ve toplumsal hayatında hakkı değil kuvveti esas alması,
özgürlük ve özerklikten bir kaçış ve dolayısı ile insanlıktan bir sapmadır.
Ferdin hak yerine kuvveti üstün tutmasının sonucu vahimdir. Güce teslim
olanlar, yani izzetini koruyamayanlar Karamazof Kardeşler isimli romanda;
özerklikten korkan ve kaçanlar diye tasvir edilen figürlerdir ki, bu insanlara
psikiyatri dilinde mazoşist denir. Gücü egemen olmak için istimal edenler,
yani şefkatli olmayanlar ise, yine aynı romanda kilisenin kardinali Büyük
Engizötör tipiyle okuyucuya sunulmuştur, psikiyatri dilinde bunlara da sadist
denmektedir. Güce tapınma çoğu zaman hem sadist, hem de mazoşist
eğilimleri aynı insanda bir araya getirmektedir ki, bu tiplere sadomazoşist
denir. Tıpkı Bediüzzaman Hazretlerinin “felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur.
Fakat, menfaatı için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir.”
ifadesinde tarif ettiği gibi. Özgürlük ve özerklikten kaçış ferdi nasıl
hasta bir ruh haline getiriyorsa, aynı durum toplum içinde geçerlidir. Toplumun
hak yerine gücü esas alması da bir sapma ve kaçıştır. Bu toplumsal kaçış geçen yüzyılda olduğu gibi Hitler ve Musollino gibi sadomazoşist
liderlerin öncülüğünde faşist devletlerin doğumunu netice vermiştir.

E- Özgür olmak

Özgürlük, insanın elde edebileceği en büyük bir haktır. Bütün hakların
ve değerlerin de kaynağıdır. Özgürlüğün mahiyeti kendini gürleştirmektir.
Ne olacağına insanın kendisinin karar vermesidir. Paul Tillich, “özgürlük:
kendini saptamaktır” der. İnsanın bir “tabula rasa” yani boş sayfa olduğu, bu
sayfada hikayesini kendisinin yazıp, yine kendisinin oynayacağı kabul edilir.
Dini tabirle ifade etmeye kalkarsak, özgürlük: bütün varlığın kendisinden
kaçtığı emaneti yüklenmektir. Peygamberlerin gönderilme nedeni; insanları
(emanete sahip çıkmaya çağırmak) özgür kılmaktır. Özgürlük her alanda
kesintisiz bir şekilde hakka karşı duyarlı olmayı ve hakkın tahakkuku için
sorumluluk yüklenmeyi gerekli kılar.

1- Özgürlük aşama aşamadır

Özgürlüğün ilk aşaması adalettir. Bu aşama, insanın hem bireysel, hem
de toplumsal yaşantısında hakkı gözetmesini gerektirmektedir. Bediüzzaman
Hazretleri bireysel ilişkilerde izzetli ve şefkatli olmanın gereğine değinir.
İzzetli olmak; kişinin kendisine yönelen haksızlıklara karşı koymasını,
şefkatli olmak ise; kişinin başkasına haksızlık yapmamasını gerektirir. Bu
“ne kendine, ne de başkasına zarar vermeme/verdirmeme” şeklindeki özgürlüğün
ilk kuralının bireysel yaşantımızda hayat bulmasıdır.

İnsanın içinde yetiştiği toplumun da özgürlük için hava toprak ve su gibi
önemli olduğu kabulden varestedir. Dolayısı ile toplum hayatında da adalet
çerçevesinde ilişkilerin yürütülmesini sağlayan kurallar oluşturulmalıdır.
Bu olguya, Bediüzzaman Hazretlerinin “Belki hürriyet budur ki: Kanun-u
adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin
hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun”
sözleri ile tarif ettiği ilke işaret etmektedir.

Ferdin bireysel ilişkilerinde kuvvete karşı hakkı esas alabilmesi için,
insanlığın varlığını muhafazasının hakka bağlı bulunduğu ve hakkın ihtirama
layık olduğu anlayışını içselleştirmesi gerek. Bu durum ferdin Hak
ile irtibat kurmasına gerekli kılmaktadır. Aynı durum toplumsal ilişkileri
düzenleyen kurallar için dahi caridir. Toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralların
adaletle oluşturulması buna bağlıdır. Zira; bilindiği gibi, adalet:
haklıya hakkının verilmesidir. Kimin ne kadar hakkı olduğunu belirleyecek
makamın ise müstağni olması, adalet için lazım şarttır. Bu durum aşkın bir
varlığı ve bu varlığa dayalı oluşturulacak adil kanunları gündeme getirmektedir.
Demek ki hem ferdin bireysel ilişkilerinde hakkı esas alması, hem
de toplumsal ilişkileri adil bir şekilde düzenlemekte, aşkın varlıkla irtibatı
bir mecburiyettir. Gelinen aşama Bediüzzaman Hazretlerinin “ İmân ne
kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar” ifadesinde dile getirdiği
hakikatın tezahürüdür.

2-Özgürlüğün sevgi ile pekiştirilmesi

Özgürlüğün ilk aşaması dürüstlük ve adalet ilkesiydi. Bu ilke “sana nasıl davranılmasını istiyorsan, sende başkasına öyle davran” anlayışının tezahürüdür.
Bu anlayış özgürlüğün korunmasını sağlar. Ancak özgürlüğü
pekiştirmek için bu ilk kuralın arkasından hemen “sevmek” olan ikinci ilkeyi
hakim kılmak gerek. Sevgi üreticidir. Bu özelliği nedeniyledir ki kainat
sevgiden neşet etmiştir. Seven, sevdiği için sorumluluk üstlenir. Onu tezyid
eder. Erıch Froom sevgi için:“sevgi, her şeyden önce özgün bir nesnenin
sebep olduğu bir duygu değil, insanda, yalnızca belli bir nesnenin yaşama
geçirdiği kolay kolay ölmeyen bir duygudur.” der. Bu tariften hareketle diyebiliriz
ki, kişi, özünü, gayra yönelttiği sevgiyle güçlendirmektedir. Sevgi
bir kez faaliyete geçince, karşı taraftaki sevginin de yaşama geçmesini tetikler.
Bu süreç sonsuza dek devam eder. Dolayısı ile hem seven, hem de
sevilen öz(ü)gürleşir.

Hülasa

Yaklaşık yüz elli yıllık demokrasi geçmişimizde halkın iradesinin iktidar
olamamasının altında yatan pek çok etkileyici sebep bulmak ve saymak
mümkün; ancak bize göre belirleyici sebep demokrat insan eksikliğidir.
Demokrasi diğer beşeri sistemlerin aksine büyük önderlerin değil özgür
ve demokrat insanların kurduğu bir yönetim şeklidir. Demokratlık kendini
ciddiye almak, şuurlu, sorumlu, özerk ve özgür olmak demektir. Kendini
ciddiye almayan; bu yüzden kendi potansiyelini ortaya koyamayan, diğer
insanlarla ilişkiye girmeyen ve onlara güvenmeyen fert ve topluluklar demokratik
bir yönetim kuramazlar. Farklılıkların zenginlik olduğunun, benliğin
oluşturulmasında buna ihtiyaç bulunduğunun şuuruna eremeyenler,
çoğulcu demokratik bir yönetimi gerçekleştiremezler. Kendi haklarını bilmeyen
ve onu koruyamayanlar, başkasının hakkına riayet etmeyenler, keza
toplumdaki haksızlıklara karşı duyarlı olmayanlar istikrarlı bir demokratik
yönetim oluşturamazlar. Keza bağımsızlıklarını gerçekleştiremeyen insanlardan
katılımcı bir demokrasi beklenemez. Yine özünü güçlü kılmayan insanlardan
özgürlükçü bir demokrasi asla sudur etmez. Çoğulcu, katılımcı,
istikrarlı ve özgürlükçü bir demokrasi arayışı insanlığın gereğidir. Söz konusu
arayış ve özlemi içinde olanlar, her şeyden önce çabalarını demokrat
insan yetişmesi konusuna teksif etmelidirler. Unutulmasın ki demokrasi
için belirleyici unsur insandır. Gerisi teferruattır vesselam.

Özet

Demokrasiye, en yalın haliyle insanların kendi kendini yönetmesi denmektedir.
Yaklaşık yüz elli yıllık demokrasi geçmişimizde gerçekten hiç
kendi kendimizi yönetebildik mi? Sorusunun cevabı sanırım müsbet değildir.
Demokrasinin şekli unsurları bulunmasına rağmen toplumun yönetimi
belirleyemiyor olması, ortada başka bir sorun olduğunu bize göstermektedir.
Bu yazıda demokrasinin yerleşmesinin önünde önemli bir
engel olarak gördüğümüz demokrat insan tipinin yetişmemesinin nedenleri
Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında ele alınırken demokrat insan tipine duyulan ihtiyaç dile getirilmektedir.

Anahtar Kelimeler

Demokrasi, demokratik yönetim, demokrat insan, özgürlük

Abstract

Democracy in the simplest terms is used to mean the self-governance
of people. Have we ever been able to govern ourselves in our one-and-a
half century democratic past? This question probably has a negative answer.
Despite the existence of the formal elements of democracy, the lack of
self-governance in the society shows the existence of a problem. While the
reasons behind the lack of democratic type of people, which we regard as an
obstacle to the settlement of democracy, are studied under the light of the
views of Bediuzzaman, we also express the need for the people of democratic
type.

Key Words

Democrasy, democratic administration, a democrat person, freedom