“Musibet” Konusunu Âlemin Varlık Kaynağı Açısından Anlamak ya da Kur’an’da “Musibet” Kavramının Çerçevesi -Deprem Örneği-

Understanding the Subject of “Calamity” in Terms of the Source of Existence of the Realm or The Framework of the Concept of “Calamity” in the Qur’an -Earthquake Example-

İlyas ÜZÜM, Prof. Dr. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Emekli

 

Özet

Tarih boyunca insanlar hem şahsî hayatları itibarıyla hastalık, acı ve sıkıntılarla hem sosyal hayat planında sel, deprem, kuraklık gibi bela ve afetlerle karşılaşmışlardır. Genel olarak “musibet” diye anılan bu olaylar felsefeden teolojiye kadar birçok alanda tartışılmıştır. İslamolojik bakımdan Yaratıcının açıklamaları demek olan Kur’an da bu konuyu çeşitli boyutlarıyla ele almış olup önemli işaretlemelerde bulunmuştur. Kur’an’a göre insanların başına gelen güzellikler Allah’ın ihsanı, kötülükler “kesp etme” açısından kulların tavrının neticesidir. Yine Kur’an ekonomik darlık çekme, korku, mal, can ve ürünlerden eksiltme gibi musibetleri zikrederek bunların ilahi imtihan vesilesi olduğunu belirtmiştir. Öte yandan ayetler, Allah’ın insanların her hatasına ceza vermeyip çoğunu affettiğini ancak -en azından- bazı musibetlerin insanların yaptıklarıyla yani kusurlarıyla ilgili olduğunu dile getirmiştir. Buradaki kusurlar Yaratıcının yükümlü kıldığı dinî emirlere yönelik olabileceği gibi -deprem örneğinde açıkça gözlemleneceği üzere- fiziki âleme koyduğu emirlere (yasalara) aykırı tutum sergilemenin bir sonucu olarak da anlaşılmıştır. Ayrıca Kur’an musibetlerin Allah’ın ilmi ve izni ile geçekleşeceğini belirterek, bu anlamda- onun kaderî boyutuna işaret etmiştir.

Anahtar Kelimeler: Musibet, Deprem, Kuran’da deprem

 

Abstract

Throughout the history, people have faced sickness, pain and distress in their personal lives and also disasters such as floods, earthquakes and droughts in their social life. These events, which are generally referred to as “troubles”, have been discussed in many areas from philosophy to theology. The Qur’an, which means the explanations of the Creator in terms of Islam, also deals with this issue in various dimensions and make important markings. According to the Qur’an, the good things that happen to people are Allah’s favor/gift, and the bad things are the result of the attitude of the servants in terms of “committing”. Again, the Qur’an mentions calamities such as economic hardship, fear, loss of goods, lives and crops, and states that these are the means of divine testing. On the other hand, the verses state that Allah does not punish people’s every mistake and forgives most of them, but -at least- some tribulations are related to what people do, that is, their faults. The flaws here may be related to the religious orders that the Creator has made obligatory, or as a result of displaying an attitude contrary to the orders (laws) that he has placed in the physical world, as can be clearly observed in the earthquake example. In addition, the Qur’an indicates that calamities will occur with Allah’s knowledge and permission, pointing to its fateful dimension in this sense.

Keywords: Misfortune, Earthquake, Earthquake in the Qur’an

 

 

Giriş

İnsan ferdî hayatı bakımından sıkıntı, hastalık, ölüm vb. üzücü olaylarla karşılaştığı gibi toplumsal hayatı bakımından da sel, kuraklık, deprem gibi üzücü olaylarla karşılaşabilmektedir. Gerek ferdî hayat gerekse toplumsal hayat planında karşılaşılan bu olaylar acı, dram, ölüm, afet, bela, şer gibi hangi kelimelerle anılırsa anılsın hep tartışılmış, felsefeden teolojiye kadar birçok ilmî disiplininin konusu olmuştur. Felsefe genel olarak konuyu “şer problemi/kötülük problemi” olarak “teodisi” yani Tanrı’nın adaleti bağlamında ele almış, teoloji aynı bağlamda fakat biraz daha genişleterek Yaratıcının “hikmet, rahmet ve takdiri” etrafında değerlendirmeye tabi tutmuştur. Öte yandan diğer kutsal kitaplarda olduğu gibi Kur’an’da da farklı kelimeler kullanılarak insan hayatını olumsuz etkileyen olayların sebebi, hikmeti ve sonuçlarına dair ayet-i kerimeler yer aldığı gibi Resulullah’ın (asm) hadislerinde de aynı minvalde birçok rivayet nakledilmiştir. İslamî ilimler ya da disiplinler açısından özellikle İslam filozofları ile kelâm âlimleri konuyla yakından ilgilenmiş, ayrıca modern dönemde amatör ve akademik nitelikli birçok çalışma ortaya koymuştur.

Bu çalışma özgün terimi itibariyle “şer problemi” üzerine odaklanan bir çalışma olmayıp onunla ilgili fakat Kur’anî bir tabir olarak “musibet” kavramına ilişkin deprem olayına atıflar yaparak genel bir çerçeve sunmayı hedeflemiştir. Esasen Kur’an’da musibet kavramının kullanımıyla ilgili birtakım çalışmalar bulunmakla beraber[1] bu çalışmada hem bunları belli oranda ikmal edici hem de özellikle günümüzdeki musibet algısına -yaşadığımız 6 Şubat 2023 depremi dolayısıyla- deprem olayı özelinde değinerek bu algının Varlık Kaynağı bakımından değerlendirmesine temas edilecektir. Başka bir ifadeyle bu makalenin amacı Kur’an’da musibet kavramının geçtiği ayetleri belli bir kategorik sınıflandırma içinde aksettirmek değil fakat bunun günceldeki düşüncelerin tashihine ilişkin boyutlarına -kısa da olsa- işaret etmek olacaktır.

Sözlükte musibet kelimesi “hedefini bulmak, ulaşmak” anlamındaki “isabet” kökünden gelip insan ve insan topluluklarına dokunan olumlu-olumsuz, zararlı-faydalı, iyi-kötü bütün olayları ifade etmekte, ancak isim olarak musibet daha ziyade olumsuz, istenmeyen, zararlı durum ve fiilleri belirtmek için kullanılmıştır. Nitekim insanlara isabet eden “hasene” yani iyiliğin Allah’tan, “seyyie” yani kötülüğün insanın kendinden olduğunu belirten ayet[2] bu fiilin hem olumlu hem de olumsuz olaylar için kullanıldığını göstermektedir. Dil bilimciler musibet kelimesinin daha çok “insanın istemediği ve beklemediği olaylar için kullanıldığını ifade ederler.[3] Türkçeye de bu yönüyle yansımıştır. Nitekim Türkçe sözlüklerde bu kelime “felaket, ansızın gelen bela, afet, hastalık, dert, sıkıntı, başa gelen acı verici olay”[4] şeklinde açıklanmıştır.

Burada iki noktaya vurgu yapılacaktır: Birincisi, yapılan bir çalışmada ifade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim’de “musibet” kelimesiyle yakın anlamlı olarak “bela”, “durr”, “azab”, “hızy”, “be’s” ve “fitne” gibi birçok kelime kullanılmaktadır.[5] Ancak buradaki amaç bu kelimeler arasındaki nüansları göstermek olmadığından ilgili kelimelerin kullanımına ve bu vesile ile verilen mesajlara değinilecektir. İkincisi musibet kelimesi hem ferdî hayat hem toplumsal hayatla ilgili olumsuz olayları kapsamakla beraber ağırlıklı olarak toplumsal olaylar yani afet ve felaketler için kullanılmaktadır. Bu çalışmada daha çok musibetin ikinci anlamındaki kullanım dikkate alınacaktır.

Musibetlerle ilgili en temel soru musibetlerin kaynağı konusudur. Başka bir ifadeyle musibetin ya da musibetlerin kaynağı doğa mıdır yoksa Gaybi bir Kudret midir? Bu soru esasında adına ister doğa, ister tabiat, ister daha geniş kapsamda kâinat denilsin varlık âleminde gerçekleşen fiillerin ya da olayların haricî bir Faili var mıdır yoksa iç bünyede olup biten olaylar mıdır sorusuna dayanmaktadır. Eğer kâinatta gerçekleşen olay ya da fiiller kâinatın iç bünyesinde olup biten fiil ve olaylar ise musibetler de iç bünyede gerçekleşen olay ve fiillerdir demektir; yok eğer, âlemdeki fiil ve olaylar haricî bir Failin veya “Muharrik”in eseridir denilir ise, zorunlu olarak musibetin de kaynağının haricî bir Fail olmasına hükmedilir. Bu tartışmanın teizm ile ateizm arasındaki en temel tartışma olduğu aşikârdır.

Ateizm, âlemin işleyişi ve âlemdeki fiil ve olayların haricî bir Kudretten bağımsız vuku bulduğunu iddia eder. Teizm ise âlemdeki hem her bir olayın kendi müstakilliği hem de âlemin diğer parçalarıyla ilgili olarak düzenli, uyumlu, amaçlı olduğunu, varlıkların kendisinde bu düzen, uyum ve amaçlılığı sağlayacak özellik bulunmadığını gerekçe göstererek haricî bir Kudretin varlığını zorunlu görmektedir. Dolayısıyla ateist anlayışa göre musibetler doğada gerçekleşen, haricî faili olmayan olaylar; teist anlayışa göre ise doğada gerçekleşen ancak doğanın Yaratıcısının kudretiyle vukua gelen olaylardır.

Ateist anlayış âlemdeki diğer fiil ve olaylar gibi musibetin kaynağını da doğaya atfettikten sonra tartışma fiilen sona ermesi gerekirken gerçekte bitmemiş, bu konu teizme karşı en güçlü argüman ya da silah olarak kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Burada musibet kelimesi yerine yakın anlamlı olarak “kötülük/şer” kelimesi tercih edilerek meşhur örneği ile dilem mantığı içinde şöyle denilmiştir: Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? Eğer öyleyse “O” güçsüzdür. Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü engellemek mi istemiyor? Öyleyse “O” iyi niyetli değildir. Hem güçlü hem de iyi ise bu kadar kötülük nasıl var oldu ve var olmaya devam ediyor?[6] Teist filozoflar ise Yaratıcının hem Kudret sahibi hem mutlak iyi olduğu fikri içerinde bu yaklaşıma çeşitli açılardan yola çıkarak cevap vermeye çalışmışlardır. Birkaç cümle ile özetlemek gerekirse mesela şer veya kötülük denilen olayların; fizikî kötülükler, ahlaki kötülükler olarak iki grup olduğu; zulüm, haksızlıklar, soykırım, savaşlar gibi ahlaki kötülüklerin insan menşeli olduğu belirtilmiştir. Sel, kuraklık, deprem gibi kötülüklerin ise insanların ders almasını sağlamak, insanın ruhî bakımdan olgunlaşmasını temin etmek, iyiliklerin fark edilmesine katkı yapmak gibi dolaylı yararlara yol açması sebebiyle olumlu sonuçlar doğurduğu dile getirilmiştir.[7]

Yapılan felsefi tartışmalar ne olursa olsun, Kur’an-ı Kerim hem âlemdeki bütün fiil ve olaylar gibi musibetlerin de Allah’ın fiili ve eseri olduğunu hem de Onun bütün diğer fiil ve eserleri gibi musibetlerin de irade ve hikmet temelli olduğunu açıkça beyan etmektedir. Kur’an’da musibet kelimesi on ayette geçmekle beraber “isabet” fiili çeşitli türevleriyle birçok ayette geçmektedir. Bu ayetlerin kendi bağlamlarında ifade ettiği anlamlar bu çalışmanın hacmi dışındadır. Burada bir fikir vermek üzere ayetlere topluca bakıp güncel çağrışımlar dikkate alınarak Kur’an’ın musibet kavramına ilişkin çizdiği çerçeve beş madde hâlinde yansıtılacaktır:

  1. Musibetlerin Halk Cihetiyle Allah’ın Fiili Olması

Musibetlerle ilgili olarak iman ile inkâr yahut iman ile şirk arasındaki en büyük fark bu fiil ya da fiillerin kaynağı konusudur. Mümin bu fiilleri kaynak olarak Allah’a atfeden, münkir ya da kâfir bu fiillerin Allah’a izafesini kabul etmeyen, müşrik de Allah’a iman ettiği hâlde diğer bazı fiilleri olduğu gibi musibetleri de tabiata, sebeplere vs. izafe eden kimse demektir. Kur’an-ı Kerim bu konuya ayrı bir hassasiyet göstererek kâinatta olup biten her fiili yaratma, meydana getirme, gerçekleştirme açısından Allah’a izafe etmekte, bu çerçevede musibetlerin de Allah’ın fiili olduğunu beyan etmektedir.

Genel anlamda bütün fiillerin Allah’ın eseri olduğuyla ilgili olarak pek çok ayetten mesela, Nebe suresinde “yeryüzünün hayata elverişli hâle getirilmesi, dağların yeryüzüne kazık gibi çakılması, insanların erkek ve dişi olmak üzere eşler hâlinde yaratılması, uykunun dinlenme zamanı olması, gecenin elbise gibi örtücü yapılması, gündüzün geçim zamanı kılınması, üstümüzde yedi semanın bina edilmesi, (güneşin) aydınlatıcı ve ısıtıcı bir kandil kılınması, yağmurun yağdırılması, o vesile ile topraktan türlü türlü sebze ve meyvelerin çıkarılması” Allah’ın fiilleri olarak açıkça dile getirilmektedir.[8] Kur’an ayetlerinin bu konudaki mesajları o kadar açıktır ki mesela gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğu ifade olunurken, insanların yüz şekillerine intikal edilerek “Size anne karnında şeklinizi O verdi ve şekillerinizi de güzel yaptı.” buyrularak sahip olduğumuz simamızın da Onun tarafından gerçekleştirildiği vurgulanmaktadır.[9]

Kur’an-ı Kerim’de kâinattaki bütün fiiller yaratma açısından Allah’a izafe edildiğine, bizim musibet diye andığımız sel baskını, tsunami, deprem gibi olaylar da içinde yaşadığımız fiziki âlemde meydana gelen olay ya da fiiller olduğuna göre mantıki bir sonuç olarak musibetlerin de Allah’ın meydana getirdiği olay ya da fiiller olduğunu belirtmek gerekir. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’de hayır-şer, nimet-nikmet, olumlu-olumsuz ayırımı yapılmaksızın Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğu şu ayette çok açık olarak ifade olunmaktadır: “İşte sizin Rabb’iniz olan Allah! O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır!”[10]. Durum böyle olmakla beraber münhasıran insanın başına gelen olayların yani musibetlerin de -yaratma açısından- Allah’a ait olduğu Nisa suresinin 78. ayetinde belirtilmektedir. Mekke’deki itirazcı kesimlerden (münafıklar veya Yahudiler) söz eden ayet-i kerimede onların kendilerine isabet eden iyiliğin Allah’tan geldiğini söyledikleri, kendilerine isabet eden kıtlık, zorluk gibi sıkıntıların -haşa- Peygamber yüzünden başlarına geldiğini ifade ettikleri belirtildikten sonra, “De ki, hepsi Allah’tandır, bu topluma ne oluyor ki neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar.” buyrularak sebebi ne olursa olsun, insanlara isabet eden bütün olay ve fiillerin de Allah’tan olduğu bildirilmektedir.

Şunu bir kez daha ifade edelim ki burada bizim söz konusu yaptığımızı söylediğimiz musibetler Türkçede afet, felaket gibi sözcüklerle anılan ve insan iradesinin söz konusu olmadığı musibetlerdir. Ancak bu afetlerin musibete dönüşmesinde insan iradesinin yanlış kullanılmasının payına da işaret etmek gerekir. Mesela Japonya’da, bizdeki 6 Şubat depreminden çok daha şiddetli depremler olduğu hâlde can kaybının bulunmaması, bizde türlü ihmaller dolayısıyla binlerce insanın yitirilmesini bu açıdan da düşünmek gerekir. Hastalık ve kaza gibi ferdî musibetlerin ortaya çıkmasında ise insanların hata ve kusurları çoğu kez aşikâr biçimde müşahede edilmektedir. Nitekim bu hususta, mesela Hz. İbrahim Allah’ın kendisine ihsanlarından söz ederken, “Ben hasta olduğumda O şifa verir.” diyerek hasta olmayı iradesindeki ihmallere işaret ederek kendi üzerinden dile getirmiş, şifa vermeyi Allah’a izafe etmiştir.[11] Ancak insan iradesinin söz konusu olmadığı (trafik kurallarına uyduğu hâlde karşı tarafın ihmalinden dolayı kazaya maruz kalmak veya genetik rahatsızlıklara duçar olmak gibi) birtakım hastalık ve sıkıntıların olduğunu da biliyoruz.

Kur’an’ın bütün fiilleri yaratma açısından Allah’a izafe eden, musibetlerle ilgili olarak da “De ki, bunların hepsi Allah’tandır.” ayetine dönersek, kanaatimizce, bunun iyi anlaşılması için âlemdeki yaratılış düzenine ve Yaratıcının yaratmadaki sebepleri araya koymasına değinmek icap eder. Yaşadığımız âlemde adına tabiat kanunları, doğa yasaları denilen gerçekte Yaratıcının yaratma biçiminin ve yaratma süreçlerinin adı olan fiziki bir düzen, fiziki bir işleyiş vardır. Olaylar ve fiiller bu işleyişe, bu yaratılış düzenine uygun şekilde meydana gelmektedir. Fizikten kimyaya, biyolojiden astronomiye kadar bütün bilimler kendi alanlarıyla ilgili olarak yaratılış düzenindeki kanunları tespit ve tasvir etmeye çalışır. Bu tespit ve tasvirleri insani donanımımızla sorguladığımızda bütün bunların arkasında gaybi/görünmeyen fakat varlığı zorunlu olan bir Kudretin varlığını anlarız. Ulaştığımız bu sonuçla âlemdeki olay ve fiillere baktığımızda bilimsel açıklamalarla Kur’ani açıklamaların her hangi bir tezat söz konusu olmaksızın birbiriyle örtüştüğünü fark ederiz. Eğer böyle bir sorgulama içine girmezsek dinî anlatımı kuru bir iddia, bilimsel açıklamaları da inkâra kapı aralayan izahlar olarak görürüz. Bu yüzden Kur’an âlemdeki bazı olay ve fiilleri gündeme getirirken bunların “düşünen kimseler için ayet olduğunu” yani Yaratıcının varlığı, birliği ve diğer özelliklerine işaretler olduğunu sıklıkla dile getirir.

Bu bağlamda mesela bir ayette şöyle buyrulur: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için ayetler/deliller vardır”.[12] Görüldüğü gibi burada fiziki âlemdeki olaylara temas edilip bunlarda düşünen topluluklar için ayetler yani Yaratıcının varlığına ve birliğine deliller bulunduğu belirtiliyor. Eğer bu olaylardaki düzen, amaca uygunluk ve hikmet gibi boyutlar dikkate alınarak “Bütün bunlar eşyanın kendisine ya da etrafındaki sebeplere verilebilir mi, eşyanın kendisi veya sebepler bunu yapabilir mi?” diye sorgulama söz konusu olmazsa tahkiki imana ulaşılamaz. Bilimsel açıklamalar bize sorgulamada yardımcı olur zira bu çalışmalarda olay ya da fiillerin meydana gelişiyle ilgili süreçleri detaylandırır. Ama bu açıklamalara “sorgulama boyutu” ihmal edilerek bakılırsa bilim sonuçları bir dogma hâline getirilmiş olurken, harikuladelikler eşyanın kendisine veya sebeplere izafe edilerek inkâra kapı aralanmış olur.

Kanaatimizce musibetlerin kaynağına dair en büyük yanılgı konusu tam da budur. Musibet konusundaki örneğe geçmeden önce “yağmurun yağması” olayına işaret edilebilir. Kur’an birçok ayette “Biz gökten su indirdik.”[13] diyerek yağmuru Allah’a nispet etmektedir. İlgili bilimsel çalışmalar ise yağmurun yağış sürecini tasvir etmektedir. Birkaç cümle ile göndermede bulunmak gerekirse şöyle denmektedir: İlk olarak su ve su kaynakları aldığı güneş ısısı sonrası buharlaşır. Oluşan su buharı gökyüzüne yükselerek yoğunlaşma aşamasına gelir. Bu aşamadan sonra ise su damlacıkları ortaya çıkar. Bu su damlacıkları çarpışma veya kristalleşme yoluyla yağmuru meydana getirerek yeryüzüne düşmeye başlar”. Biraz daha somutlaştırarak belirtmek gerekirse yağmurun oluşumuyla ilgili bu süreçleri insan olarak sorgulamamız gerekiyor. Canlıların temel ihtiyaçlarının karşılanması açısından hayati önem taşıyan yağmur bu süreçlerin ürünü müdür, yoksa bu süreçler perde arkasında bilen, tasarlayan, onun en uygun şekilde inmesini sağlayan bir Kudrete mi işaret etmektedir? İşte Kur’an çok açık şekilde yağmuru Yaratıcının eseri olarak sunmakta, ilgili bilimsel çalışmalar da bu olayın gerçekleşmesiyle ilgili süreçleri ortaya koymaktadır. İnsan olarak bu olayı sorguladığımızda vahyin açıklamasıyla bilimsel açıklamaların birbirine ters düşmediğini görmekteyiz. Şu kadar var ki günümüzde yaygın olan bilimsel dil maalesef felsefi anlamda pozitivist bir yaklaşıma sahip olduğu için Gaybi Kudreti inkâr eden bir söylemle karşımıza çıkmakta, dikkatli olunmadığı takdirde bu da müminlerin imani anlayışına zarar verebilmektedir. Bilim ya da bilimsel çalışmalar elbette Gaybi Kudreti gösteremez, çünkü Yaratıcı mutlaktır, kâinat cinsinden değildir, fiziki anlamda görülebilen olmaktan münezzehtir, ancak Onun varlığı akli bakımdan fiziki âlemin varlığından daha kesin olarak görünmektedir.

Bu temel noktanın vurgulanmasından sonra yaşadığımız çok ağır bir musibet olarak “6 Şubat Depremi” olayına değinebiliriz. Görebildiğimiz kadarıyla bu olayla ilgili olarak yazılı medyada yazılıp çizilenler, basılı medyada konuşulanlar bu olayı -hâkim bilim dili olan- “pozitivist bir dille” açıklamaktadır. Kur’an’ın açık ve ikna edici delilleriyle bakıldığında bu dilin imani dile tercüme edilerek anlaşılması zorunludur. Sismolojinin verdiği bilgiler olayı tamamıyla “sebepler planında” ele alıp tasvir ettiği için zahiri yönünü ortaya koyma bakımından yanlış olmamakla beraber, gerçek Failini yani Kaynağını zikretmemesi açısından sorunludur.[14] Dolayısıyla bugün bu dili değiştirmek kolay görünmediği için en azından bunun ötesine geçerek akıl ve öteki insanî özelliklerimizle gerçek Faili olan Allah’ı anarak değerlendirmek zaruridir.

Çok kısa olarak değinmek gerekirse depremin meydana gelişi ile ilgili yapılan açıklama şudur: “Depremler, yer kabuğu ya da taş küre adı verilen yerkürenin en üstünde bulunan tabakada fay hattı adı verilen kırıkların çeşitli hareketleri ile meydana gelir. Fay hatları, taş küredeki kayaların gerilme, sıkışma gibi yüksek basınç oluşturan şartlar altında kırılması ile oluşur. Depremler ise bu kırıklarda vuku bulan basınç dengesinin ani bir hareketle değişmesi ile meydana gelen sismik dalgalardır. Daha basit anlatmak gerekirse depremler yer altında bulunan fay hatları arasındaki enerjinin anlık olarak ortaya çıkmasıdır diyebiliriz. Tektonik plakalar arasında bulunan fay hatlarındaki bu hareketlenme, deprem dalgalarını oluşturur ve asıl yıkıcı güce sahip olan enerji türüdür. Bu deprem dalgaları aynı havada yayılan ses dalgaları gibi yerküre de hareket eder ve yüzeye çıkan bu dalgalar depremi meydana getirir.[15]

İnsan; düşünen, muhakeme eden ve sebep-sonuç ilişkisini kurabilen özellikte bir varlık olarak depremin meydana gelişiyle ilgili bu açıklamaları sorguladığında, bunların failsiz, kendi kendine ya da tesadüfe bağlı bir olay olamayacağını, arkasında Gaybi bir Kudretin bulunması gerektiğini fark etmede zorlanmayacaktır. Zira dev levhaların oluşması rastlantının eseri olmayacağı gibi bunların birbirleriyle sürtünmesine bağlı yüksek bir enerji dalgasının kendi kendine, ölçüsüz, hesapsız, rastlantılara bağlı olarak gelişemeyeceği de aklıselimin kabul edeceği bir gerçeklik olarak görünmektedir. Nitekim Kur’an’da aynı zamanda bir sureye ad olan deprem konusunda doğrudan bir ifade bulunmamakla beraber yerkürenin ilahi vahye mazhar olduğunu belirten ayet ile hem onun kendi ekseninde ve Güneş etrafında yaptığı hareketin hem de bazı zamanlarda ve bazı bölgelerde deprenmesinin ilahi emir ve talimata dayandığına işaret edilmektedir.[16]

  1. “Kötülüklerin” İnsandan Olması

Musibetlerle ilgili olarak Kur’an’ın altını çizdiği temel hususlardan birisi de “kötülüklerin insandan olduğunu belirten” mesajdır. İlgili ayetin meali şöyledir: “Sana gelen iyilik Allah’tan, başına gelen kötülük ise nefsindendir…”[17] Burada iyilik olarak meallendirilen kelimenin aslı “hasene”, kötülük olarak meallendirilen kelimenin aslı “seyyie”dir. “Güzel olmak anlamındaki “hüsn” kökünden türemiş “hasen”in müennesi olan “hasene” hem isim hem sıfat olarak iyilik, iyi hâl, iyi nesne” demektir. Bunun zıddı olan ve kötülük etmek anlamındaki “sev” kökünden gelen seyyie ise aynı şekilde hem sıfat hem isim olarak “kötülük, günah, çirkin iş” manasına gelmektedir.[18]

Söz konusu ayet-i kerimede “kötülük, çirkinlik, günah” anlamındaki seyyie kelimesinin musibet kavramıyla eş anlamlı olmadığı aşikâr olmakla beraber, kullanılan fiilin “esâbe” (masdarı musibettir) şeklinde gelmesi konumuz açısından dikkate değerdir. Ayet-i kerime bu bağlamda insanın başına gelen olayları “hasene ve seyyie” yani iyilik ve kötülük diye ikiye ayırmakta, hasenenin Allah’tan geldiğini, seyyienin ise insanların nefislerinden/kendilerinden geldiğini ifade etmektedir. Müfessirlerin dikkat çektiği üzere bu ayet, bir önceki ayet olan ve bizim birinci başlıkta değindiğimiz “De ki, hepsi Allah’tandır.” ayeti ile tenakuz arz etmemektedir. Zira her şeyin Allah’tan olduğunu beyan eden ayet olayı “yaratma” açısından tasvir etmekte, bu ayette ise hasenede Allah’ın ihsanına, seyyiede insanın iradesine vurgu yapılmaktadır. Zira geniş anlamı itibarıyla; mutlak iyi ve güzel fiil, davranış ve hâl, iyiliklerin karşılığı olarak nimet, mükâfat, refah, iyi ve mutlu sonuç anlamına gelen “hasene”[19] yaratma, vücuda getirme, gerçekleştirme ve ihsan etme açısından tamamıyla Allah’a aittir. Bundan dolayıdır ki İslam ahlakında mümin yaptığı iyilikler dolayısıyla gururlanamaz, bunların Allah’ın ihsanı olduğunu düşünüp Ona karşı şükür ve minnet içeren bir hâl üzere olur. Seyyie yani kötülüğe gelince bu da kötülük, günah, zorluk, darlık, eziyet gibi ihtiva ettiği terim anlamı itibariyle[20] -yaratma açısından değil- tercih etme, iradeyi o yönde kullanma, talep etme açısından insana aittir.

Tefsir kaynaklarında bu ayet etrafında başlıca iki noktaya dikkat çekilmiştir. Birincisi bu ayetin “her şeyi Allah’a izafe eden” ayetle çelişki arz etmemesi, ikincisi seyyie kelimesinin ilk ayetteki (Nisa 4/78) kullanımı ile bu ayetteki kullanımının farklı olduğudur. Birincisi ile ilgili olarak mesela Elmalılı birkaç nokta üzerinde durur. Ona göre evvela seyyienin insanın kendi kusuru, eksikliği, hatası dolayısıyla meydana gelmiş olmasıdır. Yani kötülüğün kula râcî olması “sebebiyet” açısındandır. İkincisi başa gelen seyyie beşerin bilerek veya bilmeyerek onu kendi nefsinden (kendisine verilmiş olan) bir irade ve ihtiyar ile talep etmiş olmasıdır. Allah da kulun bu talebine ilgisiz kalmamış ve onu meydana getirmiştir. Dolayısıyla burada iradesiyle talep eden kul, yaratan ise Allah’tır. Bu bakımdan ayette bir taraftan haseneyi Allah’a atfederek müminleri ucbe düşmekten korumaya yönelik mesajlar verilirken bir taraftan da insanı iradesini doğru kullanmak ve bundan sorumlu olduğunu hatırlatmak gibi mesajlar da verilmektedir.[21]

İkinci hususa gelince bazı müfessirler ayetteki seyyie kelimesinin “masiyet, günah” anlamına geldiğini, dolayısıyla hangi çeşit masiyet ya da günah olursa olsun, bunun tamamıyla kulun irade hürriyeti ile ilgili olduğunu kaydederler. Zira eğer masiyet yahut günah kula değil de Allah’a râcî olsa bunu sorumlulukla, ilahi adaletle, hesapla ilişkilendirmek mümkün olmaz. Şu hâlde ayet gayet açık olarak kulun işlediği günahlarını (talep olarak) bizzat kulun kendisinden kaynaklandığını ifade etmektedir.[22]

Öte yandan ayette kulun kendisinden olduğu ifade olunan seyyie kelimesi ister başa gelen geçim darlığı, hastalık vs. gibi olaylar ister masiyet ve günah olarak ele alınsın sonuçta tercih edenin kul, yaratanın Allah olduğu açıkça anlaşılıyor. O hâlde bu ayet mutlak olmayıp “mukayyet” bir ayettir.

Son olarak konuyu depremle ilişkilendirerek açıklamak gerekirse, “depremden zarar görmek bir seyyiedir” denirse, bu seyyienin “sebebiyet” boyutuna bakmak gerekir. Mesela yaptığı binalar inşaat tekniği açısından birtakım kusurlar içerdiği için yıkılan bir kimse, bundan dolayı maddi ve manevi zarara uğramışsa (mal kaybı veya hukuki takibe maruz kalmak gibi), hiç şüphe yok ki bu tamamıyla kendisinden kaynaklanmıştır. Ama öte yandan gerçekleşen bu büyük seyyieden veya afetten hiçbir kusuru olmadığı hâlde zarar görenler masum oldukları için -hadislerde açıkça beyan olunduğu gibi- ahirette özel ilahi mağfiret ve mükâfata nail olacaklardır. Bu, bir bakıma trafikte hiçbir kusuru olmadığı hâlde malına zarar gelmek, canına zarar gelmek gibi bir “seyyie” ile karşılaşan kimsenin durumuna benzemektedir. Suçlu olan cezaya maruz bırakılırken suçsuz olan uhrevi hayatında özel bir uygulamaya mazhar olacaktır.

  1. Musibetlerin Kendi Ellerimizle Yaptıklarımızın Sonucu Olması

Kur’an’ın musibet kavramıyla ilgili olarak dikkat çektiği önemli işaretlemelerden birisi de onun “musibet” ile “insan hataları” arasında kurduğu bağlantıdır. Kur’an bazı ayetlerinde Allah’ın geçmişte işledikleri günahlarından dolayı nice toplulukları şiddetli fırtına, korkunç sayha, selde boğulma gibi çeşitli şekillerde cezalandırdığını ifade etmektedir.[23] Yine Kur’an asıl ceza yerinin ahiret olduğunu, ahiretteki cezanın daha büyük olacağını belirtmekle beraber dünyadaki azaplardan da söz etmektedir. Mesela müşriklerden bahseden bir ayetin hemen peşinden gelen ayette, “Onlara dünya hayatında bir azap vardır; ahiret azabı ise daha ağırdır…”[24] ifadesi bunun bir örneğini teşkil etmektedir.

Musibetlerin insanlara, insanların kendi elleriyle yaptıklarından geldiğini dile getiren ayet-i kerime -meal olarak- şudur: “Başınıza her ne musibet gelirse kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir, O yine de çoğunu affeder.”[25] Bu ayet sarih lafzı itibarıyla her hangi bir kayıt getirmeksizin iki hususu beyan etmektedir:

  1. a) Başımıza gelen musibetlerin kendi ellerimizle “kesp” ettiklerimiz yani işlediklerimiz yüzünden olması,
  2. b) Allah’ın her işlediğimiz günaha da ceza vermeyip çoğunu affetmesi.

Söz konusu ayetin altını çizdiği birinci husus lafzi beyan olarak gayet açık görünmektedir. Buradaki “musibet” genel anlamda musibet olup hem ferdî hayatımızla ilgili olan hem de toplumsal hayatımızla ilgili olan olumsuzlukları kapsamaktadır. Ayetteki “kesp” kelimesi ise fiillerin irade etme, talepte bulunma, verilen donanımla işleme açısından bize bakan boyutunu ifade etmektedir. “Kesp” fiilinin faili olarak zikrolunan “el” ise belagatteki “zikr-i cüz, kasd-ı küll” kaidesi çerçevesinde sadece bir organımız olan eli değil, bütün azalarımıza işaret etmektedir. Ayetteki “fe bimâ” ibaresindeki “be” harf-i cer’i “sebebiyet” ifadesi olup ayetin anlamı yukarıda meallendirildiği şekilde olmaktadır.

Ayette belirtilen ikinci husus ise Allah’ın ellerimizle yaptığımız her hataya ve günaha ceza ile karşılık vermeyip çoğunu affetmesidir. Bu nokta şu ayette daha vurgulu şekilde dile getirilmektedir: “Eğer Allah insanları yapıp ettikleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yerkürenin sırtında hiçbir canlı bırakmazdı…”[26]

Musibetleri insanların hatası ile ilişkilendiren ayet-i kerime tefsir kaynaklarında da bu çerçevede anlaşılıp yorumlanmıştır. Nitekim mesela, klasik tefsirlerdeki bilgileri özetleyip nakleden Mehmet Vehbi “Size isabet eden her musibet sizin kesp ettiğiniz günahlarınızın cezasıdır. Hâlbuki Allah Teâlâ çoklarını affeder. Eğer günahlarınıza musibet verse musibetten hâlî bir zamanınız olmamak lazım gelirdi.” dedikten sonra şunu dile getirir: “Musibetle murat; insanın sevmediği hastalık, ağrı, sızı, yangın, zelzele gibi birtakım belayadır. Bunların ekserisi insanın kendi kesp ettiği günahın bazısının şeametiyle olduğuna bu ayet delalet eder. Çünkü insan günahtan hâlî olamaz. Hatta ibadetinde bile birçok günah işle(yebili)r. Zira şeraitine bihakkın riayet edemez. Lakin ahirette azabını azaltmak için Allah Teâlâ bazı kullarını bu dünyada günahının bazıları mukabilinde muaheze eder ki yevm-ı kıyamette yükü azalsın.”[27]

Diğer taraftan yine tefsir kaynaklarında zikrolunduğu üzere, bu ayet genel bir mesaj vermekle beraber, bu ayetten yola çıkarak her musibetin mutlaka bir günahtan dolayı vuku bulduğunu düşünmek gerekmez. Zira Elmalı’nın işaret ettiği üzere mesela bir ayette inanların korku, açlık, ekonomik bakımından darlık gibi çeşitli biçimlerde imtihan edildiği belirtilmektedir.[28] Dolayısıyla bu ayetteki hitap mücrimlere olup bazı musibetler kulun sabrederek derecesinin yükselmesine mazhar edilmek gibi sebeplerle mücrim olmayanlara musibetler gelebilir.[29] Bediüzzaman da “Çok zahirî musibetler var ki ilahi birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünûbtur. Ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.”[30] diyerek aynı hakikati dile getirmektedir.

Bütün bunları dikkate alarak söz konusu ayet-i kerime ışığında kısaca deprem olayına işaret etmek gerekirse şunlar söylenebilir: Ayetin genel mesajı çerçevesinde depremi ve depremle gelen can ve mal kayıplarına bağlı büyük musibeti “ellerinizle yaptıklarımız” yani masiyetlerimizle ilişkilendirebiliriz. Ancak masiyetten uzak olan masumlar, çocuklar ve şer’an mükellef olmayan özürlüler bundan müstesna olup bu olay onlar hakkında uhrevi faziletlere vesiledir. Toplum genelini teşkil edip mükellef olanlar için ise masiyeti -ayetteki ifade ile- “ellerimizle yaptıklarımız”ı iki grup içinde değerlendirmek gerekir. Birincisi Allah’ın fiziki âleme koyduğu yasalara (tekvînî emirler) aykırı hareket etmek, ikincisi Allah’ın Peygamberle bildirdiği hükümlere (dinî emirler) aykırı hareket etmektir. Detaylara girmeksizin bu iki tür masiyete yani “ellerimizle yaptıklarımıza” bakıldığında ayet-i kerimenin çok büyük mesaj verdiği görülmektedir. İlk masiyetle ilgili olarak -alan uzmanlarının belirttiği üzere- yıkılan ve ağır can kayıplarına yol açan binaların büyük ekseriyeti müteahhitlik hatalarından kaynaklanmıştır. Başka bir ifadeyle binalar, yer seçiminden zemin ölçümüne, beton kalitesinden kullanılması gereken demir miktarına kadar bir dizi ihmal, hata ve yanlışlığa dayalı olarak inşa edilmesinin sonucu olarak yıkılmış, oturanlara adeta mezar olmuştur (Nitekim bölgede bu tür ihmal ve hataları dolayısıyla birçok hukuki takibat başlatılmıştır.). Aynı bölgede, aynı şiddetteki depreme ilgili yönetmeliğe uygun olarak yapılan binalar rahatlıkla dayanabilmiş, hiçbir can ve mal kaybına yol açmamıştır. Dolayısıyla bu depremde meydana gelen maddi ve manevi korkunç kayıp -bu açıdan baktığımızda- “kendi ellerimizle” yaptıklarınızın neticesi olarak ortaya çıkmıştır.

İkinci tür masiyete gelince, bu konuda da İslam’ın genel prensiplerini düşünerek değerlendirmede bulunmak gerekir. Bunlara şöyle işaret edilebilir:

  1. a) Allah Kur’an’da “Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan bir azaptan sakının…”[31] buyurduğuna göre musibetzedeleri suçlamak asla doğru olmayıp toplum bir bütün hâlinde kendini muhasebe etmeli, hatta her insan muhasebeye kendinden başlamalıdır.
  2. b) Kur’an’a göre en büyük günah ya da zulüm şirk olduğuna göre[32] toplum özellikle şirkin zıddı olan tevhidi doğru anlayıp anlamadığı, hakkını verip vermediği noktalarda kendisini sorgulamaya tabi tutmalıdır.
  3. c) Yine İslam’ın genel prensipleri içinde müminler farzları yerine getirip getirmeme, büyük günahlardan sakınıp sakınmama, günahlardan dolayı sıklıkla tövbe edip etmeme, ayrıca “kul hakkı” irtikâbında bulunup bulunmama, marufu emretme-münkerden sakındırma konusuna hassasiyet gösterip göstermeme, kendisi zulmetmese bile zulme taraftarlık gösterip göstermeme gibi temel dinî hükümler alanında hesaba çekmeli; ardından şartlarına uygun şekilde tövbe etmelidir. Bu bağlamda söz konusu ayetin çok geniş bir çerçeveye işaret ettiği belirtilebilir.
  4. Musibetler ve İlahî İmtihan

Musibetlerle ilgili olarak Kur’an’ın altını çizdiği temel hususlardan birisi de bunların birer imtihan vesilesi olduğu hakikatidir. Ayet-i kerimelerde bazen “fitne”, bazen “bela” veya aynı kökten “ibtila”, bazen “imtihan” gibi kelimeler kullanılarak Allah’ın kullarını denediği, türlü şekillerde imtihana tabi tuttuğu ifade olunur. Mesela bir ayette, “Allah hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için (Sizin açınızdan ortaya koymak üzere zira ezeli ilmi ile Allah her şeyi bilmektedir.) ölümü ve hayatı yaratandır.”[33] buyrularak imtihan gerçeğinin hayatın ve ölümün yaratılmasıyla irtibatına dikkat çekilir. Şekli ya da formatı nasıl olursa olsun, imtihan gerçeği mahiyeti gereği birtakım zorluklar içermekle berber insanın insani bakımdan olgunlaşması, kat ettiği mesafeyi ya da eksikliği görmesi, eksikliklerinin giderilmesi için ne gibi tedbirlere başvuracağını belirlemesi vs. açısından faydalı hatta zorunludur. Bundan dolayıdır ki hadis-i şerifte belirtildiği üzere belanın yani imtihanının en şiddetlisi peygamberlere, sonra kademeli olarak diğer insanlara gelmiştir.[34]

Kur’an-ı Kerim’de “musibet” kelimesi kullanılmaksızın musibet diye anılan bazı olaylar zikredilerek bunların ilahi imtihan vesilesi olduğu şu ayet-i kerimede açık olarak ifade olunmaktadır: “And olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek imtihan etmekteyiz. Sabredenlere müjdele!”[35] Görüldüğü gibi bu ayet önemi dolayısıyla yemin ile başlayarak Allah’ın insanları imtihan ettiği beş olayı zikretmektedir. Bunlar; korku, açlık, mallardan eksiltme, canlardan eksiltme, ürünlerden eksiltme şeklinde sıralanmaktadır. Müfessirler bunları genel anlamda her çeşit korku, her çeşit açlık ya da geçim sıkıntısı, her çeşit mal, can ve ürünlerden eksiltme olarak yorumlamış ve her birerinin deneme vesilesi olduğunu zikretmişlerdir. Bazı müfessirler ise “korku”dan maksadın düşman korkusu, “açlık”ın kuraklık vs. gibi sebeplerle insanın temel ihtiyaçlarını karşılamada karşılaşabileceği sıkıntılar; “mallardan eksiltme” ile arzî ve semavi afetlerle bazı malların elden gitmesi, “canlardan eksiltme” ile savaş vs. gibi sebeplerle insanların yakınlarını kaybetmesi, “ürünlerden eksiltme” ile de ürünlerin hasattan önce çekirge, dolu vurması gibi afetlerle tam olarak hasat edilememesinin kast edildiğini belirtmişlerdir.[36] İmam Şafii’ye atfedilen bir açıklamada ise onun şöyle söylediği belirtilmiştir: Ayetteki “korku”dan maksat Allah korkusu, “açlık”tan maksat ramazan orucu, “mallardan eksiltme” zekât ve sadaka verme, “canlardan eksiltme” hastalık vs gibi durumlar, ürünlerden eksiltme ise kişinin kalbinin semeresi olan evladını kaybetmesidir.[37]

Müfessirlerin ayeti yorumlamaya yönelik tevcihleri ne olursa olsun, sonuçta adı geçen ve bizim musibet olarak gördüğümüz olaylar Allah’ın imtihan şartları olarak önümüze koyduğu hususlardır. Bu ayetin ışığında deprem olayına baktığımızda bunun, içinde hem korku hem açlık hem mal, can ve ürünlerden yana eksiltme olduğu için tam olarak imtihan ve imtihan vesilesi olduğu açıkça müşahede edilmektedir. Burada ayetin fezlekesi olarak gelen “sabredenlere müjdele” ifadesi de müminler için büyük bir teselli kaynağıdır. Zira Resulullah’ın (asm) hadislerinde açıkça buyurduğu gibi bu olaya dolaysısıyla canını yitirenler şehit olduğu[38] gibi zayi olan mallar ve ürünler de sadaka hükmüne geçmektedir.

  1. Musibetler ve Kader

Kur’an’da nihayet musibet kavramının çerçevesiyle ilgili çok önemli bir işaretleme de musibetlerin daha önce Allah tarafından yazılmış olduğunun ve her musibetin Onun izniyle gerçekleştiğinin belirtilmesidir. Buna genel bir ifade olarak musibetin kaderî boyutu diyebiliriz. Resul-i Ekrem’in (asm) “İman nedir?” şeklindeki soruyu cevaplandırırken kaderi zikredip bunu “Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır.” demesi dikkat çekicidir.[39] Sözlükte “ölçü, miktar” anlamına gelen kaderin Resulullah (asm) tarafından bu şekilde tanımlanması hiç şüphe yok ki -daha önce geçtiği üzere- yaratma açısındandır. Fakat Allah aynı zamanda sonsuz ilim sahibi olduğu, Onun ilmi zamanla sınırlı olmadığı, olamayacağı için O her şeyi zaman üstü olarak bilmektedir. Daha açık bir ifadeyle olumlu-olumsuz, hayır-şer bütün olaylar olmadan önce de Onun ilmi kapsamındadır. Bundan dolayıdır ki kader bu yönüyle “İlim nev’indendir.” denmiştir. Bu çerçevede kulların fiilleriyle ilgili olarak da “ilim, maluma tabidir”, yani Allah ezeli ilmi ile kullarının kendilerine verilen iradeyi nasıl kullanacağını bilmekte ve ona göre takdirde bulunmaktadır; dolaysısıyla insanlar iradeleri dâhilinde olan bütün fiillerinden sorumludur şeklinde açıklama yapılmıştır ve yapılmaktadır.[40]

Musibetlerin “kaderî yönünü” açıkça ifade eden ayetlerden birisi şudur: “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan evvel bir kitapta yazmış olmayalım. Şüphesiz bu, Allah’a karşı kolaydır. Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye böyle yaptık. Çünkü Allah kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.”[41] Görüldüğü gibi ayet-i kerime hiçbir istisna söz konusu olmaksızın insanın başına gelecek bütün musibetlerin önceden bilindiğini ve Allah tarafından levh-i mahfuza yazıldığını ifade etmektedir. Müfessirlerin de işaret ettiği üzere burada “yeryüzündeki musibetler” ifadesi ile sel, kuraklık, deprem gibi olaylara “kendi nefislerinizdeki musibetler” ifadesi ile de ferdi hayatımızla ilgili olarak duçar kaldığımız hastalıklara ve sıkıntılara işaret edilmektedir.

Öte yanda kader ilahi takdir, ilahi izin ve ilahi iradeyi de içine almaktadır. Daha açık bir ifadeyle ilahi izin ve iradenin söz konusu olmadığı hiçbir olayın gerçekleşmesi mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim bütün musibetlerin Allah’ın izniyle olduğunu şu şekilde belirtmektedir: “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir şey başa gelmez. Kim Allah’a inanırsa Allah onun kalbini doğru yola iletir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[42] Görüldüğü üzere yine burada hiçbir istisna söz konusu edilmeksizin başa gelen her musibetin Allah’ın izni yani dilemesiyle gerçekleştiği ifade olunmakta, ayetin devamındaki ifadelerde de Allah’a imanın mümini böyle bir hakikate götürmesi gerektiğine işaret edilmektedir.

Son olarak musibet-kader ilişkisine ait çok açık başka bir ayet de şudur: “De ki, bizim başımıza ancak Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim Mevla’mızdır. Öyleyse müminler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.”[43] Görüldüğü gibi bu ayette geçen ve “yazdı” anlamına gelen “ketebe” fiili bazen Türkçede kaderi ifade etmek üzere kullanılan “yazgı” kelimesiyle örtüşmektedir. Bu ayet yine açık olarak başa gelen musibetlerin (ilim açısından, ezeli ilimle bilenme açısından) önceden yazıldığını ifade etmektedir. Ayetteki “Mevla” ifadesi Allah’ın müminlerin “dost”u olduğunu hatırlatmakta, dolayısıyla Ondan gelen kaderî tecellilere müminlerin sabretmeleri ve yine Ona sığınarak, Ona dayanarak tavır takınmaları gerektiğini hatırlatmaktadır.

Burada zikrolunan üç ayet ve benzerleri dikkate alınarak düşünüldüğünde deprem olayının da;  önceden bilinip levh-i mahfuza kaydedildiği, Onun izni ve iradesiyle meydana geldiği, İlahî takdirin gereği olarak yazıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla her musibeti olduğu gibi depremi de bu bağlamda kader, ilahi takdir ve yazgı olarak ele almak ve anlamak gerekmektedir. Ancak bütün bunlar insanların kendilerine yani kendi iradelerine bakan boyutlarıyla söz konusu olabilecek eksiklik hata ve yanlışları örtmenin aracı olmamalı, yapılmamalıdır. Deprem elbette Allah’ın ezeli ilminin sonucu olarak bilinmesi, kayıt altında olması ve gerçekleştirilmesi açısından kaderdir. Ancak bu, binaların yapımında ve kontrolünde ihmali ve hatası olanların sorumluluklarını örtmeleri için başvurdukları bir mazeret ise -bu anlamda- kader değildir.

Sonuç

Musibet hayatın kendisi kadar bariz “gerçek” olduğu için insanlık tarihinde bu kavram felsefeden teolojiye kadar birçok disiplin tarafından konu edilmiş ve tartışmaya tabi tutulmuştur. Bu tartışmalar içinde şüphesiz en öncelikli husus musibetin kaynağı konusu olmuştur. Yaşadığımız âlemdeki bütün varlık, fiil ve olayları tabiata, sebeplere ve varlıkların kendisine atfederek Yaratıcı fikrini kabul etmeyen ateizm, musibetleri de eşyanın kendisine nispet edip “tabiat olayları”, “doğal olaylar” şeklinde adlandırmıştır. Hem her bir varlık ve olayda hem varlık ve olayların birbiriyle ilişkisinde inkârı mümkün olmayan düzen, uyum, amaca uygunluk gibi özelliklerin eşyanın kendisinden, çevresel faktörlerden ve öteki sebeplerden kaynaklanamayacağını gören teizm ise, her varlık, olay ve olgu gibi musibetleri de Varlık Kaynağı ile irtibatlandırarak açıklamıştır. İnsan aklını ve kalbini tatmin eden teist anlayış “Varlık Kaynağı’nın aynı zamanda mutlaka insanlara bir mesajı, bir açıklaması olmalıdır.” fikri etrafında vahiy gerçekliğini benimsemiş ve öteki konular gibi musibet konusunu da vahyî mesaj doğrultusunda yorumlayıp temellendirmiştir.

İslam vahyi olan Kur’an-ı Kerim muhtelif ayetlerinde musibet konusuna değinmiş, musibetin kaynağı, arkasındaki hikmetler ve birtakım sonuçlarına dair önemli işaretlemelerde bulunmuştur. Her şeyden evvel Kur’an kâinattaki diğer fiil, olay ve olgular gibi musibetin -görünürdeki sebepleri ne olursa olsun- gerçekte Allah’ın kudretinin eseri olduğunu beyan etmiştir. Dolayısıyla musibetler doğada meydana geldiği için mecazen “doğal olay” diye anılsa bile kaynağı itibarıyla doğal değil, “ilahi Kudretin eseri” olarak açıklanmıştır. Öte yandan insan hayatı ile ilgili olan hastalık vs. gibi musibetler mecazi olarak kula nispet edilse bile hem ferdî hayatla ilgili musibetler hem genel anlamda fiziki âlemde gerçekleşen musibetler yaratma açısından tamamen Allah’ın fiili; “kesp etme”, “irade etme”, “talepte bulunma” açısından kulların kendilerine nispet edilmiştir.

Kur’an’ın musibet kavramıyla ilgili olarak çizdiği çerçevede özellikle şu temel işaretlemeler öne çıkmaktadır:

  1. a) İnsanların başına gelen güzellikler Allah’ın ihsanı, kötülükler “kesp etme” açısından kulların tavrının neticesidir.
  2. b) Ferdî hayatımız yahut toplumsal hayatla ilgili olarak ortaya çıkan musibetler sebep olma açısından “kendi ellerimizle” yaptıklarımızdan kaynaklanmaktadır ancak Allah her hata yahut masiyetimize mutlaka musibet vermemekte çoğunu affetmektedir (buradaki masiyet Onun fizikî âleme koyduğu ve adına “tabiat kanunları” denilen, gerçekte “sünnetullah” diye tanımlanan yasalara aykırı hareket etmek olduğu gibi yine Onun gönderdiği dinî yükümlülüklere aykırı hareket etmek şeklinde anlaşılmalıdır).
  3. c) Musibet kavramı ile Allah’ın insanları imtihan etmesi arasında ilişki olduğundan, bazı musibetler tamamıyla imtihan eksenli olarak ortaya çıkmaktadır,
  4. d) Musibetler hiçbir istisna söz konusu olmaksızın Allah’ın ilmi, izni ve yazısının sonucu olarak, gerçekleşmektedir. Yani başka bir ifadeyle musibetler Allah’ın ezeli ilmi ile bilip takdir etmesi açısından kaderdir; ancak bazı kişi ya da çevrelerin kendi sorumluluklarını perdelemek için bu hakikati çarpıtmaları doğru değildir.

Kur’an’ın musibet kavramıyla ilgili çizdiği çerçeveyi dikkate alıp “deprem” olayına uyarladığımızda şunları söylemek mümkündür:

  1. a) Depremin oluşumuyla ilgili olarak sismolojik açıklamalar bunun “süreçlerine” ilişkin tasvirleri olup deprem kesinlikle ilahi Kudret ve İradenin eseridir.
  2. b) Deprem yaratma açısından Allah’ın fiili olmakla beraber, büyük mal ve can kayıpları Allah’ın fiziki âleme koyduğu yasalara aykırı bina yapmaktan kaynaklandığı için “kesp” açısından insanlara râcidir, ayrıca İslami teoloji açısından Allah’ın fiilleri hikmet ve rahmet temelli olduğu için depremde insanların daha doğrusu toplum genelinin Allah’ın emirleri (hem tekvînî emirler hem dinî emirler) karşısında kendisini sorgulamaya tabi tutması, ders alması, hatalarını fark edip tövbe etmesi genel Kur’ani mesajlara uygundur.
  3. c) Deprem Allah’ın ezeli ilmi dolayısıyla önceden bildiği ve yazdığı bir olay olması bakımından “kader”dir; ancak bunun kulun kusur ve sorumluluğunu kapatması için dile getirmesi sorunludur.
  4. d) Deprem Allah’ın fiili olduğu, Allah da aynı zamanda hikmet ve rahmet sahibi olduğu için bu olayda ölenlerin şehit olması, zayi olan malların sadaka hükmüne geçmesi, kalanların günahlarına kefaret olması, insanlarda hem dünyevi sorumluluklarını hem uhrevi sorumluluklarını hatırlamaya vesile olması gibi açılardan bilinen ve bilinmeyen çok hikmet ve rahmet cilveleri bulunduğu söylenebilir.

 

 

Kaynakça

Hâzin, Lübâb fî maâni’t-tenzil [Kitabu Mecmua mine’t-tefâsir içinde, I-VI], Beyrut ts. (Dârü ihyâü’t-türâsi’l-Arabî);

Beydâvî, Envârü’t-tenzil ve esrârü’t-te’vil [Kitabu Mecmua mine’t-tefâsir içinde, I-VI], Beyrut ts. (Dârü ihyâü’t-türâsi’l-Arabî);

Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I-IX, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul, 1979

Mehmet Vehbi, Hulâsâtü’l-beyân, I-XVI, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1979

Atabey, Eşref, Deprem, Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2000

Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020

Nursi, Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020

Kara, Necati, “Kur’an ve Sünnette Belâ ve Musibet”, EKEV Akademi Dergisi, Kasım 1998, I, sy. 3, s. 33-58;

Kiriş, Nurten, “Tarihsel Olarak Kötülük Problemi ve Çözüm Yolu Olarak Teodise”, Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi, 1(5), 2008, s. 81-99

Çağrıcı, Mustafa, “Hasene”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi [DİA], XVI, 376-377

Çağrıcı, Mustafa,  “Musibet”, DİA;

Çağrıcı, Mustafa, “Seyyie”, DİA, XXXVII, 78-79;

www.luggat.com (erişim tarihi 11 Mart 2023).

 

[1]       Mesela bk. Necati Kara, “Kur’ân ve Sünnette Belâ ve Musibet”, EKEV Akademi Dergisi, Kasım 1998, I, sy. 3; İsmail Karagöz, “Fert ve Toplumlara İsabet Eden Musibetler, Ankara 2015; İbrahim Yıldız, “Kur’ân’a Göre Musibetler Karşısında İnanların Psikolojik Tutumları”, Tefsir Araştırmaları Dergisi 4/3 Özel Sayı (Aralık 2020), s. 65-97.

[2]       Nisa 4/79.

[3]       Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, “svb” md.

[4]       www.luggat.com; musibet md. (erişim tarihi: 11 Mart 2023)

[5]       Bk. Necati Kara, “Kur’an ve Sünnette Belâ ve Musbet”, EKEV Akademi Dergisi, Kasım 1998, I, sy. 3, s. 34.

[6]       Bu sorgulama ilk olarak Epikür’ün bir görüşü olarak ifade olunmuşsa da sonradan David Hume’un aralarında bulunduğu birçok filozof tarafından küçük değişikliklerle tekrarlanmıştır (bk. Nurten Kiriş, “Tarihsel Olarak Kötülük Problemi ve Çözüm Yolu Olarak Teodise”, Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi, 1(5), 2008, s. 81-99.

[7]       Bu konuda bk. Metin Özdemir, “Kötülük Problemine Felsefî ve Kelamî Açıdan Mukayeseli Bir Yaklaşım”, Journal of Islamic Research 2016: 27 (3), s. 235-250.

[8]       Nebe 78/6-16.

[9]       Tegâbun 64/3.

[10]     En’am 6/102.

[11]     Şuara 26/80.

[12]     Bakara 2/164.

[13]     Mesela bk. Bakara 2/22; Nahl 16/10.

[14]     Said Nursi depremin vuku buluşuyla ilgili olarak sebepler planında yapılan açıklamanın tek yanlılığını, eksikliğini hatta yanlışlığını “silah atma” temsili ile gösterir. Ona göre tüfek atarak birisinin ölümüne yol açan bir kimse için tetiği çekene bakmayıp fişekteki barutun ateş almasına odaklanılırsa maktulün hakkı zayi olur. Dolayısıyla fişekteki barutun ateş alması vakıa olmakla beraber bunun arkasında tetiği çeken elin bulunması zaruri olduğu gibi sebepleri ne olursa olsun o sebepleri harekete geçirerek depremin oluşumunu sağlayan ilahi irade ve kudretin varlığı da muhakkaktır (Sözler, İstanbul 2020, s. 164).

[15]     Bk. Eşref Atabey, Deprem (Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü Yayınları), Ankara 2000, s. 15 vd.

[16]     Zilzal 99/5. Bu ayetin depremle ilişkisi bağlamında tefsiri için bk. Said Nursi, Sözler, İstanbul 2020, s. 162.

[17]     Nisa 4/79.

[18]     Bl. İbn Manzûr, Lisanü’l-Arab, “hsn” md.; “sv” md.

[19]     Mustafa Çağrıcı, “hasene”, DİA, XVI, 376-377.

[20]     Bk. Mustafa Çağrıcı, “seyyie”, DİA, XXXVII, 78-79.

[21]     Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1979, II, 1397-1398.

[22]     Mehmet Vehbi, Hulâsâtü’l-beyân, İstanbul III, 986.

[23]     İlgili ayette şöyle buyrulmaktadır: “Her birini günahlarından dolayı cezalandırdık; kimilerinin üzerine taşları savuran fırtınalar gönderdik, kimini o korkunç ses yakaladı, kimini yerin dibine gömdük, kimini sularda boğduk. Allah’ın muradı onlara kötülük yapmak değildi fakat onlar kendi kendilerine kötülük yapıyorlardı” (Ankebut 29/40).

[24]     Ra’ad 13/34.

[25]     Şûra 42/30.

[26]     Fâtır 35/45.

[27]     Mehmed Vehbî Efendi, Hülâsâtü’l-beyân, XIII, 5148-5149.

[28]     Bakara 2/155.

[29]     Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VI, 4245.

[30]     Said Nursi, Lemâlar, s. 13.

[31]     Enfal 8/25.

[32]     Lukman 31/13.

[33]     Mülk 67/2

[34]     Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 172.

[35]     Bakara 2/155.

[36]     Bk. Mehmet Vehbi, Hülasatü’l-beyan, I, 266; Beydâvî, I, 226.

[37]     Hâzin, Lübâb fî maâni’t-tenzil, I, 227

[38]     Bk. Buharî, “Cihâd”, 30.

[39]     Müslim, “İman”, 1.

[40]     Said Nursi, Sözler, s.

[41]     Hadid 57/22-23

[42]     Tegâbun 64/11.

[43]     Tevbe 9/51.