"Evet, İstanbul siyaseti İspanyol hastalığı gibi bir
hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta
müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz
kendimizden hayal edip, asammane tahribimizde eser-i telkine icra ederiz. "

Bediüzzaman Said Nursi,
Sünuhat, s. 64-65

I. 1908’den 1918’e Payitaht’a Genel Bir Bakış

Avrupa’nın Abdülhamit rejimine hücumlarını, bu rejimin çağdaş
Batı rejimi doğrultusuna ters olmasına bağlayan ve bu yönetim değiştirilince
özellikle İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devletini destekleyeceklerine inanan
liberal Osmanlıların görüşleri doğrultusunda ilân edilen II. Meşrutiyetle (1908)
Abdülhamit tahtdan indirildi ve ittihad Terakki iktidarı başlamış oldu.

Fakat Rusya tehlikesinin ortadan kalkması bu beklentileri boşa
çıkardı. Zira ne İngiltere’nin ne de Fransa’nın Osmanlı Devletine ihtiyaçları
kalmamıştı. Artık bu devletler Osmanlı Devletinin daha çabuk yıkılması yönünde
faaliyetlerde bulunuyorlardı.1

Trablusgarp’ın İtalyanlarca işgali (1911) ile Afrika’daki son
topraklarını da kaybeden Osmanlı Devleti, Balkan savaşları sonrası (1912)
Avrupa’daki topraklarında büyük bölümünü elden çıkarmış ve sınırları Edirne’ye
kadar gerilemişti.2

Kapitülasyonlar ülkede sanayi ve ziraati çökertmişti ve
canlanmasına müsaade etmiyordu. Devlet, yatırım yapabilmek iş metodları öğrenmek
için yabancı sermayeye muhtaçtı. Özellikle kapitülasyonlar ülkeyi zayıf
düşürdüğü gibi azınlık isyanlarına karşı da devletin elini-kolunu bağlıyordu.3

İstanbul’da ticaret, sanayi ve esnaflık azınlıkların elindeydi. Onlar
kazanıyorlardı. Yerli halk ise bu tür işlerden hoşlanmazdı, hiç bir İstanbul
delikanlısı bu gibi işleri kendine layık görmezdi. Biraz eğitim görüp diplomayı
aldıktan sonra Devlete kapılanmak "maaşla efendi gibi geçinmek"
revaçtaydı.4 Gittikçe artan bütçe açığı ekonomiyi zorluyor hazine yabancı
bankalardan aldığı kredilerle ayakta kalmaya çalışıyordu.

Bu arada meşrutiyetle birlikte o güne kadar Osmanlı Devleti’nde
görülmemiş bir basın özgürlüğü ve politik yaklaşım nedeniyle gazete ve siyasal
partiler çoğalmış ve ülke siyasal mücadele ortamına girmişti. İktidar için iki
büyük siyasal grup mücadele veriyordu. İttihad ve Terakki partisi ile Osmanlı Liberal
Birlik Partisi (Osmanlı Ahrar Fırkası)6 Fakat bu uzun sürmeyecek ve İttihat Terakkinin
kendisi dışındaki siyasi hatta sosyal cemiyetlere hayat hakkı tanımayan tutumu
neticesinde tek parti istibdada hakim olacaktı. Siyasi partileri aşağıda yeniden
ele alacağız.

Sözünü ettiğimiz politik yaklaşım halka da yansımış, hemen her
gün cereyan eden siyasi hadiseler kahvehane sohbetlerine malzeme olmuş, toplumun bütün
kesimleri siyasileşmişti. Siyasileşmeden şikayetler, bu sürecin yavaşladığı 1912
yılında bile halkın "hummâ-i siyasete" tutulduğu şeklinde dile
getiriliyordu. Kahvehaneler "diplomatlar meclisi" halini almış, anlayan
anlamayan herkes siyaset konuşur olmuştu. Hatta esnaf ve hamalların bile yegâne
meşgalesi siyasetti.7

Savaş ve yoksulluk, Osmanlı toplumunun geleneksel hayat tarzını da
değiştirmişti. Artık kadınlar çeşitli işlerde çalışıp gelir sağlama
peşindeydi. Bunda Jön Türklerin pozitivizm kaynaklı "kadın hakları" ve
"aydınlanması" çabaları da etkili olmuştu. Feminizmi ön plana çıkaran
makalelere rastlanır olmuştu. İslâmî kültürden kaynaklanan bir terbiyeyle; mali
bakımdan iyi olan birinin, zayıf durumdaki komşusu karşısında mesuliyet duyduğu bir
toplum, yerini, herkesin ancak kendi geçimiyle ilgilendiği ve maaşını zamanında
alamadığı için (genellikle azınlıklardan olan tefecilerden) % 5 faizle borç olarak
geçinebildiği bir topluma bırakmıştı. İttihad ve Terakki Cemiyeti iktidarı, eski
loncaları, meslek birliklerine dönüştürerek, küçük iş yerlerini güçlendirmeye
çalışmıştı. İttihad ve Terakki Cemiyeti liderleri ayrıca bir türk burjuvazisi
oluşturmak istemekteydi. bu nedenle krediler pek araştırma yapılmadan her isteyene
veriliyordu. Bu, savaş sırasında, bir takım vurguncular ve yeni zenginlerin
türemesine sebep olmuştu. Halk buna tepki göstermiş, bazı ittihadçı liderler
rüşvet ve yolsuzluk hadiselerine karışmışlardı. Çanakkale boğazı ve Akdeniz
limanları abluka altında olduğu için gümrük vergileri toplanamıyordu. Seferberlik
ve mülklere el konulması sivil halkı zayıflatmıştı. Savaş beklenenden uzun
sürmüş, kapitülasyonların kaldırılması ekonomiyi rahatlatmamıştı.8

Osmanlı Devleti sosyal ve siyasal alandaki geri kalmışlığını kendi
iç dinamikleriyle düzeltemeyeceği için dışa bağımlı olmak zorundaydı.9 Yukarıda
da belirttiğimiz gibi ingiltere ve Fransa ve Rusya artık Osmanlı Devletini paylaşma
planları yapıyorlardı. Bu durum Osmanlıyı İngiliz FransızRus çıkar cephesine
karşı gözüken güçlü Almanya’nın yanına itti.10

Enver Paşa Rusya’nın yayılması emellerine karşı sözüne güvendiği
Almanya’nın yanında Devleti I. Dünya Savaşına soktu.11 Böylece Osmanlı Devleti, I.
Dünya Savaşından Müttefik Devletler olup Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın
karşısına itilaf Devletleri olan Almanya, Avusturya ve Bulgaristan yanında yer
aldı.

Savaşın son yılı olan 1918’e gelindiğinde Osmanlı Tahtında V.
Mehmed Reşat vardı. Talatpaşa’nın sadrazamlığındaki İ. T. hükümeti Vahdettin’in
padişah olması üzerine istifa etti. Yeni Sultan da müttefiklerle ateşkesi sağlayacak
İzzet Paşa kabinesini tayin etti. Bahriye Nazırı Rauf Bey başkanlığındaki heyet
Mondros’ta mütareke anlaşmasını imzalarken İttihad ve Terakki Cemiyeti Liderleri
Enver, Talat ve Cemal paşalar ülkeyi terketti, (30 Ekim 1918)12

Osmanlı Devleti Mondros mutarekesi ile müttefiklere teslim-i silah
ediyor, hayati önem taşıyan bütün noktaları müttefiklerin kontrolüne devrediyordu.
Müttefikler 13 Kasım 1918’de, her türlü sû-i istimale açık 7. maddeye dayanarak
(Müttefikler kendi güvenliklerini tehdit edebilecek her hangi bir durumu karşısında,
herhangi bir stratejik noktayı işgal edebileceklerdi) İstanbul’u işgal
ettiler.13

İzzet Paşanın sadareti 25 gün sürdü. Yerini eski bir sadrazam ve
Londra Büyükelçisi olan ve İngilizlerin teveccühünü kazanabileceği umulan, Ahmet
Tevfik Paşa’ya bıraktı.14

a) İşgal İstanbul’u

İşgal altındaki İstanbul’un iki yüzü vardı. Biri buruk, fakir,
mağlubiyetin getirdiği acılarla yaşayan asıl İstanbul; Diğeri ise pis kokulu fakat
şık giyimli görgüsüz ahlaksız, eğlenmekten başka işi olmayan insanların
yaşadığı Beyoğlu, Türkler savaşıyor hatta Beyoğlu sırtlarındaki devriyeler
azınlıkları koruyorlardı. Onlar ise eğlence içinde türklerin yokolmasını ve
Hristiyanların Türkiye’yi fethetmesini bekliyorlardı.15 Müttefiklerin İstanbul’a
girişini coşkuyla karşılayan azınlıklar şımarmışlardı. Tramvay ve vapurlarda
huzursuzluk çıkarıyor, müslümanların haklarını gaspediyorlardı. Sokaklarda
kadınlara sarkıntılık yapılıyor, peçe ve fesler yırtılıyordu.16

b) İngiliz Siyaseti ve Mandacı düşünceler

İngiliz ve Fransız hükümetleri Fas’tan Hindistan’a sömürgeleri
altındaki müslümanlar üzerinde, halifelik makamının etkisini de unutuyor
değillerdi. Kendilerine karşı yapılacak bir çihad çağrısına katılımı engellemek
için aldıkları çeşitli güvenlik tedbirlerinin yanında bir de propaganda
faaliyeti başlatmışlardı.

Halifenin bir avuç "mütegallibenin" elinde âciz düştüğü,
Osmanlı devletine silâh zoruyla hükümet deviren ve adına İttihad ve Terakki denilen
bir grup "zorba"nın hâkim olduğu propagandasını yapıyorlardı. Osmanlı
devletinin menfaatinin "kadim dostu" İngiltere ve Fransa’nın yanında savaşa
girmek suretiyle sağlanabileceği, ancak İttihadçıların Halifeye rağmen Devlet’i
Almanya’nın yanında savaşa soktuğu, İttihadçıların Halifenin orduları olmadığı
fikrini yaymaya çalışıyorlardı. İslâm âlemine düşen vazifenin ise, bu orduları
mağlup ederek Osmanlı Devletini ve Hilâfet makamını bu zorbaların elinden kurtarmak
olduğu fikrini telkin ediyorlardı.17 Daha II. Abdülhamit zamanında Suriye, Mısır ve
Arabistan’ı dolaşan ve Arap Aydınlarıyla tanışan Wilfrid S. Blunt adında bir
İngiliz şair "Ruhanî Halifelik" tezini ortaya atmıştı. Bu teze göre
hilafet Arapların hakkıydı ve Türkler tarafından gaspedilmişti. Araplar hilafeti
geri aldıkları takdirde Türklerin hakimiyetinden kurtulup, güçlü İngiliz devletinin
himayesi altında yaşayabilirlerdi. Zaten Türkler Batılılaşma çabaları içinde
İslamiyetten hayli uzaklaşmışlardı.18 Bu fikir o yıllarda İngiliz ve Arap idareciler
tarafından benimsenmişti fakat savaş sıralarında yavaş yavaş benimsendi. Bu
fikir ve propagandaların etkisiyle bağımsızlığını ilân eden Mekke şerifi Hüseyin
İngilizlerin vaadlerine güvenerek kendini Arapların Emiri ve Halife ilân etti.

Ancak, Hindistan’da meydana gelen bazı hadiseler İngilizlerin Osmanlı
Halifeliğini, Arap Halifeliğine tercih etmesine sebep oldu. Hindistan’da Gandhi’nin
İngilizlere karşı başlattığı akımın etkisiyle Hind Müslümanları arasında
Osmanlı Halifeliğini tutma eğilimi ağırlık kazanıyordu. Ne varki bu düşünce de
İngiltere kaynaklıydı. Zira ingiltere’de önemli yere sahip Ağa Han ile Seyyid Emir
Ali’nin önderliğinde yeni bir tez geliştirilmişti; Osmanlı Halifeliği
Bolşevikliğe, Türk ve Hind milliyetçiliğine karşı iyi bir silah olarak
kullanılabilirdi. Bu nedenle. İslamiyetin beşiğinde bir Arap Halifeliğinden ise,
İstanbul’da Osmanlı halifeliği İngiliz İmparatorluğunun geleceği için daha
faydalı olabilirdi.

Ağa Han ve Seyyid Emir Ali’nin girişimleriyle İngiltere’de British Red
Crescent Society (Britanya Kızılay Derneği) adıyla bir dernek kuruldu. Derneğin
İstanbul temsilciliğine Protestan misyoner olan Robert Frew adlı bir din adamı
getirildi. İngiliz Kızılay Derneğinin gayesi, Halifeye bağlı Müslüman Türklere,
Hindistan Müslümanlarının yardımını ulaştırmaktı. İngilizler bu Dernek
etrafında İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni kurdular. Cemiyetin kuruluş gayesi ise;
Kızılay Derneğinin ve başındaki Rahip Frew’nun İngilizliğini örtmek, Derneğe
halife ve önde gelen müslümanların desteğini sağlamaktı. Halifeliği kontrol
altında tutabilmek umudu yeni kurulan cemiyetin çalışmalarına bağlıydı.19

İngilizlerin bu tür faaliyetleri neticesinde Devletin ve Hilâfetin
devamının ancak İngiliz mandasıyla-en azından şimdilikmümkün olduğu fikri dile
getirilmeye başlandı. Güçlü İngiltere’nin yardımının şart olduğu, zaten bir
çok müslüman ülkenin İngilizlerin sömürgesi altında yaşadığı, İngiliz mandasının
onlar içinde iyi olacağı savunuluyordu.

Bu düşünceye alternatif olarak Amerikan mandası gündeme geldi. 8 Ocak
1918’de Başkan Wilson, Amerikan kongresinde bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın ana
fikri; dünya barişının anti-demokratik ve baskıcı rejimler tarafından bozulmasını
önlemek için bütün ülkelerin anlaşmaları gerektiğiydi. 14 maddeden oluşan bu
öneri paketinin 12. maddesini bazı Türk aydınları, Anadolu’nun Türk kalacağı
şeklinde yorumlamalar ve Kasım 1918’de Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdular. Bu
aydınlara göre (Halide Edip, Ali Kemat, Refik Halid, Celâl Nuri ve Âhmed Eınin)
İngiltere, Mısır gibi ülkelerde iyi yönetim göstermiş ve halkın refah seviyesini
yükseltmişti, fakat bağımsızlık düşüncelerini yok ediyordu. Amerika’nın ise
Filipinler örneğinde görüldüğü üzere böyle bir düşüncesi yoktu.20 Ne varki
Anadolu Amerika’nın Ermenileri destekledikleri gerekçesiyle bu fikre karşıydı.
Bu nedenle Cemiyet 2 ay sonra kapandı.21

Bu arada İstanbul’da UIuslararası Hukuk Profesörü ve Hukuk Fakültesi
Dekanı Ahmed Selahaddin Bey himaye ve mandaya karşı tam bağımsızlık fikrini
savunuyordu. A. Selahaddin Bey Amerikan mandasını benimseyenlerle konuştuktan sonra bu
kişilerin, ileride bağımsızlığı kazanmak için mandayı tek yol olarak gördükleri
sonucuna varıyordu. O bu kişilerin görüşlerine katılmıyordu.22

Çalışmamıza konu olan tezi ortaya koyan Said Nursî ( a zaman Said-i
Kürdî) memleketi Bitlis’de, Talebeleriyle birlikte Ruslara karşı verdiği savaşda
esir düşmüş (Şubat 1916 ve Sibirya’ya esir kampına götürülmüştü.
Petersburg-Varşova-Viyana-Sofya yolu üzerinden Temmuz 1918’de İstanbul’a dönen
Bediüzzaman, Harbiye Nazırı Enver Bey ve Sadrazam Talat Paşa’nın yoğun
iltifatlariyle karşılaşır. Ağustos 1918’de kendisine haber verilmeden
Darû’l-Hikmeti’l-İslamiye azalığına tayin edilir.23 Fakat yorgun olduğu için bu
görevi bilfiil sürdüremez. Harp esnasında cephede telif ettiği İ’şaratü’l-İ’caz
adlı eserini Enver Paşanın yardımıyla tab ettirir.24

II. 1908-1918 Arası Dönem Siyasi Partileri ve İttihad-ı Muhammedi
Cemiyeti

II. Meşrutiyet döneminde, ayrıca bir siyasi partiler kanunu
bulunmamakta idi. Bütün oluşumlar, "Cemiyetler Kanununa" göre meydana
çıkıyordu. bu nedenle 1908 sonrası cemiyet-parti ayrımı gözetilmeksizin siyasi
arenaya pek çok cemiyet çıkmiştı.25 Bunlard’an bir kısmı siyasi parti olarak
faaliyet gosterdikleri için sonraları parti olarak anılacaklardı: Biz bu
cemiyetlerin belli başlılarını kısaca ele almaya çalışacağız.

1- İttihâd ve Terakki Partisi: İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
temeli İttihad-ı Osmanî Cemiyeti adıyla 3 Haziran 1889’da İstanbul’da atılmıştır.
Aynı yıl Paris’teki Jön Türklerin lideri Ahmet Rıza Beyle ilişki kurulmuş ve adı
Osmanlı İttihad ve Terâkki Cemiyeti olarak değiştirilmiştir.

Osmanlının çöküşünü ve istibdadı durdurmak amacıyla Mekteb-i
Tıbbiye-i Şahane öğrencileri İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sukutî, Mehmet
Reşit, Hüseyin Ali tarafından kurul 26 İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin diğer önemli
şahsiyetleri de şunlardı; Talat Paşa, Enver Paşa, Said Halim Paşa, Hüseyin Cahit
Bey, Ahmet Rıza Bey, Halil (Menteşe) Bey, Ziya Bey (Gökalp), Şeyhülislâm Musa
Kâzım; Emanuel Karaso, Hallaçyan Efendi27

İttihad ve Terakki Cemiyeti 1907 Eylülünde daha önce Selanik’te
Mustafa Kemal, İsmet Bey ve arkadaşlarının kurduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyetiyle
birleşmiştir.28

23 Temmuz 1908’de ilân edilen II. eşrutiyetle birlikte hükümetin
çıkardığı bir seçim kanunu ile yapılan Kasım-Aralık seçimlerinde 288 etmsilcilik
kazanan İttihat ve Terakki Cemiyeti ordu ile birlikte siyasi denetimi ele
geçirmiştir.29

Cemiyetin 1908’de neşredilen Nizamnamesine göre Maksad ve
mesleği şu şekilde özetlenebilir. Meşrutiyet idaresinin tesisi, cins ve ve
mezhep farkı gözetmeksizin bütün Osmanlıların maddi ve manevi alanda refahının
sağlanması, fesad ve ayrılık çıkaranların yine meşru yollarla engellenmesi.
Ayrıca bu cemiyetin Halife Sultan Hazreti Padişaha hurmeti de belirtilmiştir.30

1913 Nizamnamesi ile ismindeki "Cemiyet" sözcüğünü atarak
kendini "Fırkay-ı Siyasiey" ilân eden İttihat ve Terakki Cemiyeti bu
tarihten sonra muhalefetsiz bir meclis ile ülkeyi idare etmiş ve ideolojisinde hayli
değişiklikler olmuştur. Osmanlıcı niteliği yerini Türkçü ve milliyetçi niteliğe
bırakmıştır. 1916 kongresinde siyasi proğramda yapılan değişiklerle; dini ve
şer’i mahkemeler birbirinden ayrılmış, hukuk sisteminde laiklik ilkesi kabul
edilmiştir. Sosyal yardım, sağlık işlerine önem verilmiş, milli iktisadı
geliştirecek önlemler alınması ve kurumlar oluşturulması kararlaştırılmıştır.31

Cemiyet-Fırka yapılarını içiçe yaşatmanın bunalımlı ortamında
İttihad ve Terakki Cemiyeti 10 yıla yakın süren iktidarını I. Dünya savaşı
mağlubiyetiyle noktalamıştır. Mondros mütarekesiyle başlayan dönemin daha
başlarında İttihat ve Terakki Cemiyeti son kongresini yapmış (14 Kasım 1918), bu
kongrede kendini feshettiğini ve Teceddüt Fırkasına dönüştüğünü
açıklamıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti yasal yönden tarihe karışmış fakat
ittihatçılar kendilerine yeni yol aramaya devam etmişlerdir.32

Bediüzaman ve İttihat ve Terakki Cemiyeti: Said Nursi
1907’de Selanik’e gitmiş, Meşrutiyet ve hürriyet hatırına, hamiyetleri
vatanperverlikleve ittihad-ı İslam’a taraf olmaları münasebetiyle ittihadcılarla
görüşmüş ve onlarla yakın ilişki kurmuştur. Hürriyetin ilânında taraf olmaları
münasebetiyle İttihadcılarla görüşmüş ve onlarla yakın ilişki kurmuştur.
Hürriyetin ilânından hemen sonra 26 Temmuz 1908’de Selanik Hürriyet Meydanında
binlerce kişiye "Hürriyete Hitap" isimli nutkunu okumuştur.33

Fakat daha sonra Bediüzzaman Said Nursi ile İttihadcıların yolları
ayrılmıştır. Neden ayrıldığını soranlara ise şöyle cevap vermiştir: "Ben
ayrılmadım, onların bazları benden ayrıldılar. Niyazi Bey ve Enver Bey gibilerle
yine beraberim. Fakat bazıları bataklık yoluna saptılar. Ben hamiyetli ve dindar
olanlarla daima beraberim. Selanik Hürriyet Meydanında ilân ettiğim mesleğimi
şimdi de devam ettiriyorum.34

Bediüzzaman birlikte olduğu dönemlerde İttihadcıların her
icraatını tasvip etmediği-hatta yanlışlarını tenkid ettiği-gibi, ittihadcılardan
ayrıldıktan sonra da bütünüyle onları reddetmemiştir.

İslâmiyeti Hristiyanlığa kıyas ederek bazı meselelerin İslâm da
reform yapılarak halledilebileceğini iddia eden İttihadcı, Tanin Gazetesinin
başyazarı Hüseyin Cahit Bey’e hatasını izah eden uzun bir cevap yazmış ve şöyle
demiştir; ". . . sizlerin en büyük hatanız bizimle hiçbir maddi-manevi münasebeti
olmayan menbaları, bizim için kabil-i tatbik (uygulanabilir) kabul etmeniz,
yaşadığımız zamana da bu esaslara göre boyanmış renkli camlarla akmış
olmanızdır.35

II. Meşrutiyetten sonra Doğuda kürt aşiretleriyle arasında geçen
konuşmaları esasında İttihad ve Terakki Cemiyeti hakkında fikri sorulunca;
kıymetlerini taktir ettiğini ancak, siyasetlerindeki şiddete karşı olduğunu
belirtmiştir. Adaletsizliğe ve zulme sebep olan bu şiddetten pişmanlık duyarak,
şevkatli olup, adaletli olmalarını istemiş, İttihad ve Terakki Cemiyetinin daha çok,
iktisat ve eğitim amaçlı doğudaki şubelerini tebrik ettiğini söylemiştir.36 1919
yılında kaleme aldığı bir eserinde ise, düşmanların İttihadcılara hücum
sebeplerinin onların azim ve sebatları olduğunu kendisinde düşmanlarla birlikte
İttihadcılara hücum edemeyeceğini belirtmiş ve İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin
ülkeye faydalı olacak icraatlarını desteklediğini ifade etmiştir.37

1939-1942 yılları arasında Kastamonu’da kaleme aldığı bir mektubunda
ise Bediüzzaman Said Nursi. İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne taraftarlığının ve
muhalefetinin sınırlarını şu şekilde çizmiştir: İttihad ve Terakki Komitesine
şiddetli muhalefet etmekle birlikte hükümet ve orduyu ve Cemiyeti yağı alınmış
ayrana çevirdi ve daha tarafgirliğe sebep kalmadı.38 Bediüzzaman harpten sonra
iman hizmetine dönmüştür.

2- Fedakâran-ı Millet Cemiyeti: 1908 Ağustos’unda İstanbul’da
kurulan cemiyetin başkanı, Avnullah elKâzımî, genel sekreteri Esad Bey, diğer
önemli şahsiyetleri ise Ali Vefa, Dr. Ali Saip, Abdulkadir Kadri, Hacı Cemal, Ertuğrul
Şakir Bey, Sandık amiri Asitaneli Behçet, Yahya Galip, Ahmet Hamdi, Milkan Gürciyan,
Arşak Dardağanyan’dır.

Cemiyetin, Meşrutiyetten önce çeşitli yerlere sürülen ve
meşrutiyetle beraber İstanbul’a dönen "siyasi mağdurların" örgütü olduğu
kesindir.

FMC gayesini hürriyet, eşitlik, adalet gibi değerlerin muhafazası,
milletin saadetini sağlamak için maddi ve manevi fedakarlık, Osmanlı memleketinde
ilim, sanat sanayi ve ticaretin gelişmesine çalışmak, hükümet işlerine müdehale
etmeden, yanlışlarını tenkid, doğrularını taktir etmek olarak açıklamıştır.

Cemiyet İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne karşı, kendisinden önce
kurulmuş olan diğer partiler gibi genel muhalefet tezlerini işlemiştir. Tek parti
yönetiminin sakıncalarına dikkat çekerek, İttihadcıları sert bir dille
eleştirmiştir. Memurların bütün kanunsuz işlerini bildiğini ve bunları kamuoyuna
açıklayacağını şantaj malzemesi olarak kullanmış ve memurlardan para
toplanmıştır. İttihad ve Terakki Cemiyeti ise Cemiyetin bir fesad şebekesi olduğunu
iddia etmiştir. Aralarındaki tek ortak bağ ise Kâmil Paşa aleyhtarlığıdır.

Hiçbir zaman meclise giremeyen Cemiyet, çeşitli baskılar altında
31 Mart Hadisesine kadar devam edip kapanmıştır.39

3- Mutedil Hürriyetperver Fırkası: Kasım 1909’da İstanbul’da
kurulmuştur. Fırka II. Meşrutiyet Parlamentosu içinde kurulan ilk siyasi partidir.
Kurucuların bazıları şunlardır; Berat Mebusu İsmail Kemal, Halep Mebusu Nâfi Paşa,
Kerbela Mebusu Mehdi Bey, Priştine Mebusu Hasan Bey, Zor Mebusu Hızır ve Şefik
el Müeyyet Beyler.

Bu fırkada kendinden önceki ve sonraki fırkaların yapısal
önceliklerine sahiptir. Üyeleri genellikle bürokrattır. Muhalefet olgusuna önem
vermiş, bu konuda batılı kamu uhkukçularından faydalanmıştır.

"Osmanlı Milleti" kavramına inanmış, bu milleti meydana
getiren unsurları eşitliği ilkesini savunmuştur. Bunu da meşrutiyet rejimi
içerisinde parlementonun işlemesine bağlanmıştır. Parçalayıcı bulduğu
"Adem-i Merkeziyet" fikrine karşı çıkmıştır. Aşiretlerin yerleşik
olmaları ve uygarlık seviyelerinin yükseltilmesini istemiştir.

İttihad ve Terakki Cemiyeti’ni en fazla yıpratan parti olmuş, İbrahim
Hakkı ve Said Halim Paşa hükümetleri zamanında muhalefet saflarında çalışmış,
parlamento içinde İttihad ve Terakki Cemiyeti ile hiçbir zaman barışık
olmamıştır.

Muvtedil Hürriyetperver Fırka 1911 yılı Kasımında kendisinin de
kurucuları arasında olduğu hürriyet ve İtilaf Fırkasına katılmıştır.40

4-Osmanlı Islahat-ı Esasiye Fırkası: 1909 yılı sonunda
Paris’te kurulmuştur. Önemli şahsiyetleri şunlardır: Şerif Paşa (kurucu ve
başkan), Ali Kemal, Mevlânazâde Rıfat, Pertev Tevfik, Dr. Refik Nevzat, Albert Fuat,
Kemal Avni Beyler. Fırka eski Stokholm Sefiri Şerif Paşa’nın (Beam Şerif)
kişiliğine bağlı bir hareket olmuştur. Eski İttihad ve Terakki Cemiyeti üyesi olan
bu şahıs, Londra Büyükelçiliğinin kendisine verilmemesi üzerine İttihatçılara
cephe almıştır.

İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne karşı sert muhalefet yürüten
Fırkanın başkanı Şerif Paşa Türkler dışındaki etnik unsurların (özellikle
Kürtlerin) koruyucusu olduğunu iddia etmiş ve Fransız kamuoyunda büyük ilgi
görmüştür. Diğer bütün fırkalar gibi her alanda hürriyet istemiş bununla beraber
Osmanlı Devleti’nin resmi dilinin Türkçe; dininin İslâm olduğunu programına koyma
ihtiyacını hissetmiştir. Yurt dışında kurulduğu için hiçbir seçime
katılamamıştır.

İttihad ve Terakki Cemiyeti ile ilişkileri çok sert olmuştur. Şerif
Paşa İttihadcıların kendisini öldüreceğini iddia etmiştir. İttihadcılar aleyhine
kongreler kurmak ve kışkırtıcılık yapmakla suçlanmış, I. Dünya savaşından Arap
ve Kürtlerin kışkırtılmasında İngilizlere yardım ettiği ileri sürülmüştür.

1913 Ağustos’unda Paris’e kaçan Şerif Paşa, Hürriyet ve İtilaf
Fırkası mensuplarıyla birleşmiş ve Şerif Paşa Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na
başkan olmuştur.41

5- Osmanlı Dembkrat Fırkası: 6 Şubat 1909’da İstanbul’da
kurulmuştur. Kurucuları: İbrahim Naci, Giritli Ali, Fuad Şükrü, Dr. Rıza Abut;
Pertev Tevfik, Yenişehirli Salih, Mustafa, Sernakinist Rıza Beyler, Dr. Abdullah Cevdet
ve Dr. İbrahim Temo.

Jön Türk hareketinde önemli rol oynayan İbrahim Temo, Abdullah
Cevdet’in de yardımıyla, 1906-1907 yıllarında çoğunluğu hukuk öğrencisi gençler
tarafından kurulan Selamet-i Umumiye Kulübünü siyasi partiye dönüştürmeyi
başarmıştır. 31 Mart hadisesinde henüz resmi olarak kurulmamıştır. Fakat
teşekkül halindedir ve bir hadise aleyhine düzenlenen eylemlere katılmıştır.

Fırkanın gayesi; sanayici, rençber, esnaf, emek bütün milletin
fertleri arasında eşitliği ve hürriyeti müdafaa ve muhafaza etmek; meşrutiyetin
bekası ve adaletin uygulanabilmesi için cehalet ve sefaletin ortadan kaldırilması,
vatanın içinde bulunduğu duruma sebep olan ayrılıkları ortadan kaldırıp ittihadı
sağlamak olarak açıklanmıştır. Fırka ideolojik platformda da çoğulculuk
istemektedir.

İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ilk zamanlar Osmanlı Demokrat
Fırkası’nı olumlu karşıladığı söyleyebilir. Hatta Hüseyin Cahit Bey’in Fırkaya
takdirlerini iletmesini bu çerçevede değerlendirebiliriz. Ne var ki daha sonraları
muhalefetten hoşlanmayan İttihad ve Terakki Cemiyeti baskılarına artırmış,
Osmanlı Demokrat Fırkası’nı ihtilâl çabası içinde olmakla suçlamıştır.

Osmanlı Demokrat Fırkası hiç bir zaman meclise girememiş,
muhalefet seline kapılarak 5 Aralık 1911’de Hürriyet ve İtilaf Fırkasına iltihak
etmiştir.42

6- Osmanlı Sosyalist Fırkası: Eylül 1910’da İstanbul’da,
Hüseyin Hilmi (Sosyalist Hilmi), Namık Hasan, Pertev Tevfik, İbnü’l Tahir, İsmail
Faik Baha Tevfik, Hamit Suphi Beyler tarafından kurulmuştur.

II. Meşrutiyetin ilanıyla meydana gelen hürriyet ortamında sosyalist
fikirle de gündeme gelmiştir. 1908 yılı sonundaki grev hareketleri ve bu hareketlerin
yasaklanması girişimleri "sosyalizm"in parlamentoda tartışılmasına sebep
olmuştur. Tarihimizde bu ismi taşıyan ilk fırka olan Osmanlı Sosyalist Fırkası
hiçbir ara ve genel seçime katılamamıştır.

Yapı olarak gerçek bir sosyalist parti değildir. İttihad ve Terakki
Cemiyeti karşısında klasik eleştiriler yapmaktan öteye bir ideolojik tartışmaya da
girmemiştir. Kurucu ve yöneticileri arasında işçiye rastlanmamaktadır. Ancak Dr.
Refik Nevzat’ın Eylül 1911’de kurduğu Paris Şubesi Marxizm ilkelerine bağlı bir
bilimsel sosyalizme inanmaktadır.

İktidar partisinin sosyalizm fikrine herhangi bir olumsuz tavrı
olmamıştır. Bu durum İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin kendi sol kanadını ürkütmemek
amacına yönelik olarak değerlendirilmiştir. Ancak zamanla Osmanlı Sosyalist
Fırkası, İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne karşı diğer bütün partiler gibi sert
muhalefet yapmış, onun hürriyet düşmanı istibdadını eleştirmiştir. Bunun
üzerine İttihad ve Terakki Cemiyeti tavrını sertleştirmiş sosyalist kulüpleri,
yayın organlarını ve sendikaları kapatmıştır.

Fırkanın sempatizanları zamanla HİF’e kaymış, Paris Şubesi ise
1913’de Paris’te HİF’e katılmıştır.43

7- Ahali Fırkası: 21 Şubat 1910’da İstanbul’da kurulmuştur.
Kurucuları şunlardır; Gümülcine mebusu İsmail Bey, Karesi Mebusu Vasfi, Konya Mebusu
Seyfebiddin, Tokat mebusu Mustafa Sabri, Karahisar mebusu Ömer Feyzi, Erzurum Mebusu
Şevket Efendiler, Trablusgarp mebusu Ferhad ve Beyazıd mebusu Süleyman Sudi
Beyler.

Fırka meşrutiyet parlementosu içinde kurulan ikinci muhalefet
partisidir.

Muhafazakâr, sosyal yönü zayıf olan bu parti millet hakimiyeti, tam
eşitlik, basın özgürlüğü, din, vicdan ve ibadet özgürlüğünü savunmuştur.
Vergilerde indirim yapılması ve memurların işlerini layıkıyla yapmalarını
istemiştir. Ahali Fırkası da Osmanlı Islahat-ı Esasiye fırkası gibi devletin resmi
dilinin Türkçe, dininin İslam olduğunu belirtme ihtiyacı hissetmiştir.

Mecliste yapılan "Arnavutluk" tartışmalarında,
Arnavutluktaki harekatın komutanı Cevat Paşa’yı zulüm yapmakla suçlayarak, Arnavut
Mebusların desteğini almıştır. Siyonizm sorunu ve Yahudi aleyhtarlığını sert
biçimde ortaya koymuş, dış borçlanmaların siyonist baskılar altında yapıldığını
belirtmiştir.

İbrahim Paşa ve Sait Halim Paşa hükümetlerine karşı sert muhalefet
yapmış olsa da, meclis dışı olaylara karışmamış ve mecliste ilk kez iktidar
muhalefet ilişkisini sağlamıştır.

Ahali fırkası 1911 yılı aralık ayında diğer muhalefet
partilerini yolunu takiben Hürriyet ve İtilaf Fırkasına kahlmıştır.44

8- Ahrar Fırkası: 14 Eylül 1908’de İstanbul’da Nureddin Ferruh,
Ahmet Fazılı, Kıbrıslı Tevfik, Celaleddin Arif, Melih Said, Namık ve Şevket Beyler
tarafından kurulmuştur. Fırka 1908 seçimleri öncesi gerçeğe en yakın partileşme
teşebbüsü olmuştur. Bir kadro hareketi olarak değerlendirilen ahrar Fırkasının
nizamnamesi gereği, demokratik bir iç yapıya sahip olduğu söylenebilir.

1908 seçimlerine yalnızca İstanbul’da katılmış ancak
kazanamamıştır. Fakat daha sonra İsmail Kemal, Kirkar Zöhrap ve Dr. Rıza Nur
gibi mebuslar Fırkaya katılmışlardır.45

Ahrar Fırkasının programında ve seçim beyannamelerinde
hürriyetçilik, ferdiyetçilik, şahsi teşebbüs, eşitlik, hamiyet ve kalkınma
unsurları yer almaktadır. Ayrıca bu fırkanın içinde muhafazakârlar ve adem-i
merkeziyetçiler de bulunmaktadır.46

Partinin iç tüzüğünün idari heyetine bir reis öngörmesine rağmen
Partinin reisi hiç bir zaman açıklanmamıştır. Prens Sebahaddin kendisine yapılan
başkanlık teklifini kabul etmemiştir. Kamuoyundan en yaygın kanaat ise Kâmil
Paşanın Ahrar fırkasının başkanı olduğu yönündedir. Bunun sebebi Sadrazam Kâmil
Paşa ile İttihadçıların arasında devamlı cereyan eden çatışma olsa gerektir.
İttihad ve Terakki Cemiyeti bu dikbaşlı vezirin kendi denetleme iktidarını iyiden
iyiye tehdit ettiğine inanmış ve onunla sıkı bir mücadeleye koyulmuştur.47 Ayrıca
Kâmil Paşa’nın seçimlerde Ahrar Fırkası tarafından aday gösterilmesi ve
seçimlerde Ahrar Fırkasını destekleyen Volkan Gazetesinin ideal devlet adamı olarak
Kamil Paşâ yı lânse etmesi. Paşa’nın Ahrar Fırkasının Reisi olduğu kanaatini
kuvvetlendirmiştir.

31 Mart Hadisesinden sonra Fırka üyelerinden bir kısmı tutuklanıp
yargılanmış bir kısmı ise ülkeyi terketmişlerdir. 30 Ocak 1910’da yurda dönen
kâtib-i umumu Ferruh Bey Fırkanın sonunu ilân eden bir bildiri yayınlamıştır.48

Bediüzzaman Ahrar Fırkası ve Prens Sebahaddin İlişkisi:
Hürriyetin ilânında ittihatçılarla birlikte olan Bediüzzaman İttihad-ı Muhammedi
Cemiyeti’nin siyasi tavrını belirleyen önemli bir şahsiyet olarak Cemiyetin yayın
organı olan Volkan’da "Hürriyet’i", "Şeriatı",
"Meşvereti" anlatan yazılar yazmış, kendi deyimiyle "İttihadcıların
şiddetli olan siyasetlerine karşı Ahrarlan desteklemiştir. Ahrarların hürriyet-i
seviyyeye vesile olacaklarını düşünen Bediüzzaman Ahrarların iki defa başa
geldiklerini; fakat İttihad ve Terakki komitecileri tarafından hükümetten
uzaklaştırıldıklarından bahseder.49 Burada Sadrazam Kâmil Paşa’nın Ahrar Fırkası
ile olan ilişkisinin de doğrudan açığa çıktığını görüyoruz. Zira yukarıda
ifade ettiğimiz gibi 5 Ağustos 1908-14 Şubat 1909 ve 29 Ekim 1912-23 Ocak 1913
yılları arasında hükümet kuran ve Sadrazamlık yapan Kâmil Paşa’nın Ahrar
Fırkası’nın gizli başkanı olduğuna dair kamuoyunda bin kanaat vardır.50 Bediüzzaman
yukarıda sözünü ettiğimiz "Siyasette Muktesit meslek" düsturu gereği
Ahrar Fırkasının görüşlerinden olan adem-i merkeziyet" fikrini tenkid
etmiştir. Bu fikrin sahibi olan Prens Sebahaddin’e hitaben gazetelerde açık mektup
neşrederek "Adem-i Merkeziyetin" memleketi parçalayacağını ve yeni devletin
doğmasına vesile olacağını ifade etmiş ve Bu fikrin tehlikeli olduğunu derhal
terkedilmesi gerektiğini belirtmiş, "Gelin Osmanlıyı yaşatalım" teklifinde
bulunmuştur.51 Ki zaten ahrar Fırkasının nizamnâmesinde de Osmanlı’yı muhafaza
hususu yer almaktadır.

9- İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti: Cemiyet İstanbul’da
resmi olarak Ayasofya’da okutulan Mevlid-i Şeriften sonra 5 Nisan 1909’da
kurulmuştur.52

Kurucuları arasında; Derviş Vahdeti, Süheyl Paşa, Şeyh Mehmed
Sadık, Ferik Rıza Paşa, Şeyh Seyyid Müslim Penah Efendi, Kadiri Şeyhi Muhammed
Efgani Efendi, Tevfik Efendi ve Bediüzzaman Said-i Kürdi İbni Mirza gibi isimler
vardır.

Yine aynı nizamnameye göre cemiyetin maksadı; Bütün İslâm
milletlerinin ahlâkî ve içtimaî hayatını düzene koyan Kur’an-ı Kerim’in getirdiği
şeriatın kıyamete kadar devamına çalışmak, müslümanların siyasi ve içtimai
faaliyetlerini artırarak birleştirmek, meşvereti muhafaza etmek ve bütün
müslümanları saldırılara karşı korumaktır. Meşrutiyet dairesinde hareket eden
bütün partilerin destekçisi, kamu düzenini tehdit edenlerin ise karşısında
olacaktır.53

Görüldüğü gibi siyasi amaçlı bir cemiyetten çok, ibadet ve
Sünnet-i seniyyeye ittiba, müslümanlar arasında birlik duygularını, geliştirmek
maksadıyla kurulmuştur İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti.

Ne var ki Bediüzzamanın ifadesiyle "Dinde hassas, muhakeme-i
akliyede noksan54 Derviş Vahdeti’nin aşırı hareketleri yüzünden büyük zarar
görmüş, 31 Mart Hadisesine karışmıştır. Bediüzzaman Volkan’da Derviş Vahdeti’yi
"Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslhamiye ile müteeddib olmalı…
İttihad-ı Muhammedi bütün müslümanlara şamildir. Hariç kimse yoktur."55 şeklinde
ikaz etmişse de onu dinlememiş ve hem cemiyetin hem de kendisinin sonunu
hazırlamıştır.

31 Mart Hadisesinden sonra Derviş Vahdeti ve bir çok kişi Divan-ı
Harb-i Örfi’de yargılanmış idam edilmiş, bazıları ise ağır cezalara
çarptırılmışlardır. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti bu hadiseden sonra
kapanmıştır.56 Bediüzzaman ise beraat etmiş ve kendi ifadesiyle "bu mekteb-i
musibetten" "şehadetnâmesini" almıştır.57

Bediüzzaman ve İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti: Said Nursi İthad-ı
Muhammedî Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almış ve Ayasofya’daki mevlidde
bir de konuşma yaparak hürriyete sahip çıkılmasını istemiştir.

Cemiyete giriş maksadını şöyle özetleyebiliriz; İttihad-ı
Muhammedi ismini belirli bir zümreye has olmaktan kurtarıp bütün müslümanlara
mal etmek ve 31 Mart hadisesine sebep olan Osmanlı siyasi hayatındaki nefret ve
çekişmelere son verip memleket maslahatına uygun olan İttihadı sağlamak.58

Bediüzaman’a göre İttihad-ı Muhammedi’nin reisi Hz. Peygamber[sav]
merkezi Mekke, kulüpleri cami, medrese ve tekkeler, yayın organları bütün dini kitap,
gazete ve dergiler, üye kayıt defteri Levh-i Mahfuz, üyeleri gelmiş ve gelecek bütün
müslümanlar yemini imandır. Mesleği, herkesin kendi nefsiyle mücadele etmek, yani
İslamı yaşayıp başkalarına da anlatmaktır. Yönetmeliği Sünnet-i Nebeviye ve
tüzüğü Cenab-ı Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Silahları ise, kesin delillerdir.
Zira medenilere galip gelmek ikna metoduyla mümkündür. Zor kullanarak bu sağlanamaz.
İnsanlara muhâbbetle yaklaşılmalıdır. Husumet duygusunu vahşet ve taassubun
üzerine göndermek lâzımdır. Hedef ve maksadları ise İlâ-yı Kelimetullah’dır.
Çünkü şeriatın yüzde doksan dokuzu ahlâk, ibadet, ahiret, ve temizliğe aittir.
Yüzde biri ancak siyasete bakar, o ise idarecilerin işidir.59

Bediüzzaman, 31 Mart hadisesinde yatıştırıcı olmaya çalışmış
ancak hadiseye karışanların çoğunun "âvam" "gafil" ve "safdil" olduklarını görüp
nasihatin tesirsiz olacağını anladıktan sonra Bakırköy’e gitmiştir.60

İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti ve Ahrar Fırkası: İttihad-ı
Muhammedi Cemiyeti bir siyasi Parti olmayıp, tüzüğünde de belirtildiği gibi
başlıca maksadı bütün Müslümanların içtimai ve ahlâki yönlerini sünnet-i
seniyyeye göre geliştirmek, meşvereti muhafaza ederek, İslâmiyeti ve Müslümanları
hücumlara karşı korumaktır. Bu nedenle İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne karşı
hükümeti ve Kâmil Paşa’yı desteklemiştir. Cemiyetin yayın organı olan Volkan
Gazetesi açıkça ahrar Fırkasını ve Kâmil Paşa’yı destekleyen yazılar neşredip,
İttihadcıların siyasetlerini tenkid etmiştir. ayrıca Prens Sebahaddin’in
görüşlerine de yer vermiş ve onu destekleyen yazılar da yayınlamıştır. 1908
seçimlerinde ise Ahrar Fırkasını desteklemiştir. Gazetenin bu tutumundan dolayı, 31
Mart Hadisesinde aktif rolü olduğu tesbit edilen Volkan’ın başyazarı Derviş Vahdeti
ile İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti özdeşleştirilmiş ve İttihad-ı Muhammedî
Cemiyeti’nin Ahrar Fırkasının dini kolu olduğu iddiası ortaya atılmıştır.61 Bu
olayları yaşayan bediüzzaman Said Nursi İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti-Ahrar Fırkası
ilişkilerini bir ittifak ile açıklar. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’den ahrar
Fırkasının müttefiki olarak sözeder.62 31 Mart olayları yüzünden AF ve İttihad-ı
Muhammedî Cemiyeti birbirine bağlı olarak muamele görmüş ve zamanın siyasi
otoritesi tarafından bu karşılığın faturası fırkaya ve İMC’ye birlikte
çıkarılmıştır. Yani İMC tarihe karışırken, bütün bu olayların suçu üzerine
yıkılan Ahrar Fırkası da kendini feshetmek zorunda kalmıştır.

10. Hürriyet ve İtilaf Fırkası: 21 Kasım 1911’de İstanbul’da
kurulmuştur. Kurucuları; İsmail Hakkı Paşa (Amasya), Dr. Dagavaryan (Sivas) Mustafa
Sabri (Tokat) Abdülhamit Zahrevi Efendi (Hama), Volşetrinli Hasan Bey (Priştine), Dr.
Rıza Nur (SİNOP), Damat Ferit ve Müşir Fuat Paşalar (Ayan Meclisi üyeleri), Ferik
mütekaidi Süleyman Paşa, miralay Mütekaidi Sadık Bey ve Gazeteci Tahir Hayreddin
Beyler’dir.

Fırka İttihad ve Terakki Cemiyeti karşısındaki bütün muhalef
ırmaklarının aktığı bir göldür. Meclis içindeki muhalefet olan partileri Mutedil
Hürriyetperver ve Ahali Fırkaları çekirdeğini oluşturmuşlar, Rum, Bulgar, Arnavut,
Arap, Ermeni mebuslarının büyük bir bölümü ve bağımsız mebuslarda Fırkaya
katılmışlardır.

İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Türkçülük fikrine karşı
Osmancı’lık fikrini savunmuştur. Bunda kendi milliyetlerini savunan azınlıkların
etkisi vardır. Adem-i merkeziyetçi ve Teşebbüs-ü şahsicidir. İttihad ve Terakki
Cemiyeti gibi meşrutiyeti savunmuşlar ancak İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin bunu
soysuzlaştırdığını iddia etmişlerdir. İttihad ve Terakki Cemiyeti gibi HİF’de
sosyalist fikirlere karşı olmuştur ve dış sermayeye kolaylık sağlanması
gerektiğini düşünmektedir. Aralarındaki fark borcun Deutsche Bank’dan mı, yoksa
Osmanlı Bankası aracılığı ile İngilizFransız kapitalistlerinden mi sağlanacağı
hususundadır.

İttihad ve Terakki Cemiyeti ile HİF birbirlerine karşı acımasız
davranmışlar, karşılıklı sindirme ve darbe hareketlerini girişmişlerdir.
Aralarındaki ilişki bir parti mücadelesinden çok, parti savaşı diyebileceğimiz bir
niteliğe bürünmüştür. iktidar olabilmek için gayr-i meşru yollara
başvurmuşlardır.

Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra (11 Haziran 1913)
HİF’inin bazı elemanları Sinop’a sürülmüş, ağır cezalara çarptırılmış,
bazıları idam edilmiş, bazıları ise yurt dışına sürülmüşlerdir. Böylece çok
partili siyasi hayat son bulmuş ve İttihad ve Terakki Cemiyeti istibdadı
başlamıştır.

Daha sonraları yurt dışında bulunan grup İtilaf devletlerininde
yardımını almak "İkinci Jön Türk Muhalefet Hareketini" başlatacak ve
mütareke döneminde, güçlenmek için yeniden ortaya çıkacaktır.63

III. İspanyol Hastalığı: Tıp dünyasında "influenza" veya
"1918-1919 grip pandemisi" diye adlandırılan hastalık bugüne kadar tarihte
kaydedilmiş en büyük salgındır.

Salgının başlangıç yeri olarak bazı araştırmacılar Çin’i
gösterse de genel kanaate göre Amerika’dır.

Amerikan askerleri aracılığıyla Nisan 1918’de Fransa askerlerine de
bulaşan hastalık, Mayıs’ın sonunda İngiltere, İtalya, İspanya ve Portekiz’e
geçmiştir. Savaşan ülkelerde sansür olması nedeniyle dünyaya duyurulamayan
hastalık, İspanya’ya yayılmadan sonra dünyaya duyurulduğu için, hastalığa
"İspanyol nezlesi" veya "İspanyol Hastalığı" adı verilmiştir.

Salgın bütün dünyayı etkisi altına almış ve yaklaşık 22 milyon
kişi hayatını kaybetmiştir. Hastalığa İstanbul’da, 1918 Temmuz’unda rastlanmış,
Doğu’daki askeri birlikler arasında hızla yayılmış ve 1918 senesinde 13. 000
kişi hayatını kaybetmiştir.

Hastalık başağrısı, düşkünlük, yüksek ateş ve buna bağlı
olarak sayıklama, solunum yolları rahatsızlığı ile kendini belli eder ve insanlar
arasında hızla yayılır, bulaşıcıdır. Özellikle insanları toplu halde
bulundukları okul ve kışla gibi yerlerde daha hızlı yayılır.

Açlık, bakımsızlık ve başka hastalıklarla vücudun yıpranması
hastalığa karşı direnci kırar. Sinir sistemini tahrip eder. Depresyona yol açar.
Sağlıklı düşünmeyi engeller ve hasta saçmalamaya başlar. Halsizlik görülür,
burun kanayabilir, ses kısıktır, baş dönmesi vardır. Hastalık akciğerlere kadar
iner, hasta birdenbire ağırlaşır, ateş yükselir ve hasta 1-2 günde ölür.64

IV. İstanbul siyaseti: II. Meşrutiyet döneminde siyaset
sahnesine çıkan pekçok partiden birkaçını örnek olarak, o dönem siyasal hayatını
ortaya koymaya çalıştık. Partilerin birbirlerinden pek de farklı programlara sahip
olmadıklarını, partiler arasındaki ilişkinin diyalogdan çok kin ve adavete
dayandığını ve siyasetteki parçalanmışlığı gördük. Yine partilerin sırf
muhalefet düşüncesiyle ortaya çıktıklarını siyasetçilerin birbirlerini hainlikle
suçladıklarını ve sonuçta tüm muhalefetin acı tecrübeler neticesinde
birleştiklerini gördük. Dinin bazı hadiselerde istismar edildiğini, hürriyet,
eşitlik, adalet, milliyetçilik, adem-i merkeziyet, teşebbüs-ü şahsi, liberalizm,
sosyalizm ve hatta hilafet meselesinin tartışıldığını müşahede ettik.

İşte böyle bir ortamda, bütün bu hadiseleri görüp, sağlam bir
değerlendirme neticesinde, cereyan eden her hadiseye ifrat ve tefride kaçmadan
"siyasette muktesit meslek"65 düsturuyla yaklaşabilen bir şahsiyet çıkıyor
karşımıza: Bediüzzaman Said Nursi.

Said Nursi 1908-1918 arası dönem siyasetini (İstanbul Siyaseti)
İspanyol hastalığına benzetmektedir: Baş ağrısı vardır; Sürekli kabine
değişiklikleri yaşanmakta ve istikrar sağlanamamaktadır. Halsizlik, düşkünlük
vardır; Devlet son derece zayıflamış ve dağılmak üzeredir. Solunum yollarında
rahatsızlık vardır ve sesi kısıktır; kendisine yetecek kaynakları
sağlayamaktadır, boğazları sıkılmıştır ve sesini yükseltip, düşmanlara
"defolmalarını" haykıramamaktadır. Bunun yanında insanlar, daha öncede
belirttiğimiz gibi "humma-i siyasete" tutulmuşlardır. Yüksek ateş ve buna
bağlı olarak sayıklama vardır; Siyasetçiler birbirlerine karşı sonderece sert
davranmaktadırlar ve partiler arası ilişki oldukça elektriklidir. Sağlıklı
düşünüp doğru karar vermek adeta imkansızdır. Bütün insanlar -hatta
hamallarsiyaset hakkında hüküm vermektedir ve kahvehaneler "diplomatlar
meclisine" dönmüştür. Yorgun, halsiz, aç ve zayıf düşmüş olan toplumun
hastalığa karşı direnci azalmıştır. Bu nedenle "siyaset hastalığı"
özellikle de insanların toplu olarak bulundukları okul ve kışlada hızla
yayılmaktadır. Öldürücüdür; 1918 Osmanlı Devleti’nin ölüm tarihidir.

Bediüzzaman Said Nursi "İstanbul Siyaseti" olarak
adlandırdığı 1908-1918 arası siyasi yapıyla ilgili çeşitli tesbitlerde bulunmuş,
"İstanbul Siyasetine çeşitli açılardan eleştiri yöneltmiş ve takip edilmesi
gereken metodlar hakkında örnekler sunmuştur. Said Nursinin ilk tesbiti o dönem siyasi
hareketlerinin kendi iç dinamiklerimizin ürünü olmadığı, Avrupa kaynaklı olduğu,
Avrupa’nın bizi hipnotize ederek fikirlerini telkin ettiğini, bizim ise bunu
kendi ürünümüz zannederek uyguladığımızı belirtir.

Ancak Bediüzzaman bu fikir cereyanlarını menfi ve müsbet olmak üzere
ikiye ayırır. Menfi cereyana kapılanların bütün faaliyetleri dış güçlerin işine
yaramaktadır. Ülkemize hiçbir menfaati yoktur. Çünkü menfi cereyana kapılanların
beyinleri, kapıldıkları cereyanın zararlarını göremeyecek kadar uyuşmuştur. Bu
nedenle menfi cereyana kapılanlar "haricin akılsız bir aleti" olurlar. İyi
niyetli olmaları onları kurtarmaz.66 Menfi milliyet cereyanını buna örnek olarak
verebiliriz. Zira, Bediüzzamanın ifadesiyle "dessas Avrupa zalimleri bunun
(milliyetçiliği) İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar. Tâ ki,
parçalayıp onları yutsunlar". "Menfi milliyet fikriyle başta Rum ve Ermeni
olmak üzere parçalanmaya sebep olacak pek çok kulüpler ve muhalif mülteciler
cemiyetleri teşekkül etmiş ve onlârdan şimdiye kadar ecnebilerin boğazlarına
giden ve perişan olanların halleri menfi mülkiyetin zararlarını göstermiştir.67

Bediüzzaman, yine Avrupa kaynaklı olmakla birlikte iç dinamiklerin buna
yön vermesiyle bütün faaliyetleri ve neticeleri ülkemiz lehine işletilen cereyanları
ise müsbet olarak değerlendirmektedir. Cereyan "hariç kendine şuursuz bir alet
yapar. Müsbet cereyana hürriyetçilik fikrini örnek verebiliriz. Nitekim Avrupalılar
Osmanlı toplumunu oluşturan unsurları, hürriyetçilik fikriyle bilinçlendirerek
parçalamak için hürriyetçiliğin propagandasını yapmışlardır. Ancak bu
hürriyetçilik fikri istiklâl mücadelesinin özünü teşkil etmiş ve Avrupalılar
kendi silahlarıyla vurulmuşlardır.

İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin varlığı, dine lakayd bir zümrenin
siyaset yapması, ve 31 Mart hadisesi dini hassas bir konuma oturtmuştur. Ömrünü
iman hakikatlarına adamış olan Said Nursi bu konuda çok duyarlı olmuştur.

Bediüzzaman’a göre din nâmına siyaset meydanına çıkmanın tek
gayesi İslâma hizmet olmalıdır. Siyasetini dine hizmet yolunda kullanabilecek, tercih
sebebi olarak ilk önce dini devreye sokabilecek olanların bu işe girebileceklerini
belirtmektedir. Tercih sebebi olarak siyasetçilik ve tarafgirliği esas alanların din
namına siyasete girmelerine hep karşı olmuştur. Siyasetçilik ve tarafgirliğin
ölçüsünü ise şu şekilde belirler Bediüzzaman; "Eğer bir siyasetçi
günahkâr bir siyasetdaşını, dindar bir muhalifi ne tercih ediyorsa onu harekete
geçiren sebep, yani tercih sebebi siyasetçiliktir. Ve yine bütün müslümanların
mukaddes malı olan dini kendi malıymış gibi gösteriyor, kendi siyasetdaşlarının
daha dindar olduklarını iddia ediyor ve yalnız kendi mesleğinde (partisinde) hakkın
bulunabileceğini, diğer bütününün batıl yolda olduklarını iddia ediyorsa onun
tercih sebebi de tarafgîrliktir."68

Said Nursi, birilerinin çıkıp dini tekeline almasından şiddetli bir
rahatsızlık duymuştur. İttihad-ı Muhammedi Cemiyetine giriş gerekçeside budur.
Cemiyetin siyasete bulaşıp mübarek İttihad-ı Muhammedi, ismini lekelemesi ihtimaline
karşı mücadele etmiştir. Neşrettiği bir çok makalede ısrarla cemiyetin bütün
müminleri kapsadığını, siyasi amaçlı bir cemiyet veya fırka olmadığını, tek
gayesinin Tevhid-i ilâhi, yemininin iman, üyelerinin bütün müminler olduğunu kanun
ve kurallarının sünnet-i seniye ve Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarından
oluştuğunu, şubelerinin camiler ve mescidler, yayın organlarının ise bütün dini
gazete ve dergiler olduğunu belirtmiştir.69

Bediüzzaman Said Nursi "dinin dahilde menfi tarzda
kullanılmasına" karşı olmuştur. Dine hizmetin, insanları dine yöneltmek,
müslüman olduklarını ve dini vazifelerini hatırlatmak, dine taraf olup ona sahip
çıkmaya teşvik etmekle olabileceğini belirtmiştir. İnsanları dinsizlikle,
münafıklıkla ve hainlikle suçlamanın menfi tesir oluşturduğunu ve onları
dışlanmışlık duygusuyla iyice dinden uzaklaştırdığını, dine hücuma
sevkettiğini söylemiştir. Böyle bir tutumun ise en çok İslam düşmanlarının
işine yaradığını belirtmiştir. Bu duruma II. Abdülhamit’in İslamcı siyasetini
örnek olarak verir Bediüzzaman. Sultan’ın, dini kendi siyasetine alet ettiği zannıyla
Onun şahsında doğrudan İslama hücum edilmiştir. Abdulhamit’in uyguladığı siyaset
İslamla özdeşleştirilmiş ve yapılan hatalar İslâma maledilmiştir.70

İnsanlararası ilişkilerde veya "irşad metodunda" muhabbetin
esas olduğunu, husumetin "cehalet, zaruret ve nifaka" karşı kullanılması
gerektiğini belirtmektedir Said Nursi. İnsanların konuşarak anlaşabilecekleri,
bu asrın medeni insanlarınında aynı yolla ikna edilebileceklerini
vurgulamaktadır.71

Bediüzzaman siyaset mesleğine müsbet hareketin gerekliliğini
savunmakta ve yıkıcı değil yapıcı olmanın önemini belirtmektedir.

Münazarat isimli eserinde "Jön Türklerin mason oldukları ve dine
zarar verdikleri" şeklindeki soruya verdiği cevap, O’nun müsbet hareket düsturuna
güzel bir örnektir. Bediüzzaman Jön Türklerin az bir kısmının mason olduğunu,
çoğunun milletin selameti için çalıştığını söylemektedir. Jön Türklerin
imanlarının tahkiki değil taklidi olduğunu, taklidi imanın ise hücumlar
karşısında kolay kaybedilebileceğini belirtmekte, bu nedenle Jön Türklere dinsizlik
ithamında bulunmanın onları şüpheye ve ümitsizliğe düşüreceğini, "battı
balık yan gider" düşüncesiyle dinden çıkıp dinin aleyhine yönelteceğini
ifade etmektedir. "Kaldı ki müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri
İslamiyetten soyutlanmış bile olsa, fıtratı ve vicdanı İslamiyetten vazgeçemez. O
nedenle menfi hareket ederek o insanları dine düşman etmemeliyiz."72

Harici düşmanlara karşı dahilde uhuvveti sağlamanın önemine
değinen Bediüzzaman "uhuvveti" siyasi sahaya da yansıtmaktadır.
"İttihat Terakkinin şiddetli bir muhalifi iken şimdi neden susuyorsun?"
sorusuna verdiği cevap bu anlayışa güzel bir örnek oluşturur. O, verdiği cevapta
İttihadcılar, düşmanların şiddetli hücumlarına maruz kaldıkları bir ortamda
eleştirmenin doğru olmayacağını söyleyerek, düşmanın hücumunun İttihadcıların
devlet ve milletin menfaati için gösterdikleri gayret ve fedakarlığa olduğunu, bu
nedenle düşmanların oyununa alet olmamak için sustuğunu belirtmektedir.
İttihadcıları zayıflatmak, düşmanlara güç vermek olacağı için "Ben
tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam.
Nazarımda vuranda sefildir" demiştir. Bu tutumuyla Said Nursi toplumdaki uhuvvet,
dayanışma ve yardımlaşmanın önemini vurgulamıştır.

Bediüzzaman o dönemdeki partilerin fikri çizgilerinin belli bir noktada
birleşmek için değil de, birbirine paralel gittiğini, bu durumda, değil vatanda
dünyada bile birleşmenin sağlanamayacağını ifade etmiştir. Bediüzzaman partilerde
inat, taassup, enaniyet, gurur, intikam ve ihtiras duygularının hakim olduğunu
belirtmektedir.

İnatçılık hir partinin mutaassıp ferdini bazen yanlış ve batıl
olana taraftar yapar. İnat, taassup, enaniyet, gurur, intikam ve ihtiras duygularına
sahip bir siyasetçi kendi tarafına yardım eden şeytan da olsa melek zanneder, karşı
tarafa yardım eden melek de olsa su-i zan ederek şeytandır der. Said Nursi bu tutumun
zulmü netice verdiğini, özellikle enaniyetin kötü yansımaları olan hadgamlık,
hodfikirlik, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inadın da bu zulme eklenmesiyle büyük
bir günahın ortaya çıktığını söylemektedir. Sözünü ettiğimiz duygularla
hareket eden bir kişi, karşısındakinin bir sıfatına darılmasından ötürü o
kişinin bütün sıfatlarını ve hatta bütün akraba, dost ve meslektaşlarını
kötüler. Onları da aynı hatayla itham eder. Oysa Kur’an’ın en temel
düsturlarındandır; "Birinin hatasından başkası mesul olamaz. " (Enam
sûresi, 164)

Bediüzzaman intikam ve ihtirasın arzuya fikir suretini giydirdiğini
belirterek, "İslâm mağlup olacak" diyen birinin sırf bu intikam ve ihtiras
ürünü iddiasının doğrulanması için İslamın mağlubiyetini istemesini ve
düşmanın darbelerinden lezzet almasını örnek göstermektedir. İttihad ve Terakki
Partisine muhalif olanların I. Dünya Savaşını kastederek; "Mağlubiyet malumdu,
biz bilirdik" şeklindeki sözlerini şöyle değerlendirmiştir; "Acaba fikir
dediğiniz şey arzu olmasın. Bazen zalimane intikam-ı şahsi arzuya fikir suretini
giydirir."73

Bediüzzaman Said Nursi’ye göre insanların bilgi, zeka ve tecrübe
seviyelerinin bir olmaması partilerde husumet, taassup ve taraftarlığı netice
verecektir. Bu durumdan ise siyaseti kullanarak zulüm yapacak kötü niyetli kişiler
faydalanacaktır. Bu nedenle o dönemdeki partilerin; mevcut şartlarda devamının
zararlı olduğunu söylemektedir: Menfaatin ise aydın ve tarafsız insanlar
arasında yapılacak siyasi tenkid veya ilim sahibi kimselerin nasihat ve
irşadlarında olduğunu ifade etmektedir.74

Dipnotlar

1. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma s. 403, Doğu-Batı
Yay. ,
İst, 1978

2. Standford I . – E . Kural Show, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern
Türkiye, (Çev. Mehmet Harmancı), s. 338, İst. 1983, c. II

3. Berkes, s. 460

4. Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, s. 19-20, Dergah
Yay. , İst. , 1990

5. Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul, s. 61, İletişim Yay.
, İst. , 1993

6. Show, s. 333-334

7. Birinci, s. 28

8. Criss, s. 42-44

9. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye ‘de Siyasal Partiler, c. I, s.
4, Hürriyet Vakfı Yay. , İst. , 1984

10. Berkes, s. 403

11. Show, s. 372

12. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çev. Metin Kıratlı), s. 234-240,
Türk Tarih Kurumu Yay. , Ankara, 1991

13. Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih, s. 409, Filiz Yay. , İst. , 1985

14. Show, s. 240

15. William M. Pickthall, Harpte Türklerle Beraber, (Çev. Kemaleddin
Yiğiter), s. 15-17, Kültür Bakanlığı Yay. , Ankara, 1990

16. Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, s. 15-18, Atlas Kitabevi,
İst. ,
1992

17. Philip H. Stoddurd, Teşkilât-ı Mahsusa (Çev. Tansel Demirel), s. 37,
Arba Yay. , İst. , 1993

18. Berkes, s. 353-354

19. a.g.e. , s. 466-467

20. Criss, s. 84-88

21. Adıvar, s. 22

22. Criss, s. 90

23. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflariyle Bediüzzaman Said Nursi, s. 180-183,
Yeni Asya Yay. , İst. , 1979

24. Said Nursi, Şuâlar, s. 385, Yeni Asya Neşriyat, İst. , 1992

25. Tunaya, s. 14

26. a.g.e. , s. 19

27. a.g.e. , s. 36-37

28. Show, s. 321-322

29. a.g.e. , s. 335

30. Tunaya, s. 67

31. a.g.e. , s. 31

32. a.g.e. , s. 37

33. Şahiner, s. 100

34. Volkan Gazetesi Cildi, (Haz. Ertuğrul Düzdağ), s. 511,
İz Yay. , İst. , 1992

35. Şahiner, s. 109

36. Said Nursi, Münazarat, s. 136, Yeni Asya Neşriyat, İst.
, 1991

37. Said Nursi, Sünuhat, s. 67-68, Yeni Asya Neşriyat, İst.
, 1993

38. Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 47, Sözler Yay. ,
İst. , 1988

39. Tunaya, s. 131-136

40. a.g.e. , s. 208-213

41. a.g.e. , s. 219-225

42. a.g.e. , s. 171-180

43. a.g.e. , s. 247-255

44. a.g.e. , s. 234-241

45. a.g.e. , s. 142-154

46. Show, s. 334

47. Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihad ve Terakki, s. 111, Remzi Kitabevi,
İst. ,
1987

48. Tunaya, s. 241

49. Said Nursi, Emirdağ Lahikası, c. II, s. 25, Sinan
Matbaası. , İst. , 1959

50. Akşin, s. 128-129

51. Said Nursi, İçtimâi Reçeteler, c. II, s. 253-255, Tevhid Neşriyat,
İst. , 1990

52. Volkan, s. 461-464

53. a.g.e. , s. 361-362

54. Şahiner, s. 119

55. Volkan, s. 512

56. Tunaya, s197

57. Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 17, Yeni Asya Neşriyat,
İst. , 1993

58. a.g.e. , s. 29-30

59. a.g.e. , s. 27-28;Volkan, s. 337, 407-408, 438-430, 441-442,
471-473, 493-494, 497-499, 503, 504.

60. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 32

61. Akşin, s. 129

62. Nursi, Emirdağ Lahikası, c. II, s. 25

63. Tunaya, s. 263-285

64. Recep Öztürk, "Cerrahpaşa Tıp Dergisi" no:20 (1989) s. 479-485; E. Kadri
Unat, Tıp Bakteriyolojisi ve Virolojisi, s. 1005-1015, İst. , 1987; Aydoğan Öbek
(editör), İç Hastalıkları, Bursa, 1990, s. 189-199

65. Nursi, Münâzarât, s. 123

66. Nursi, Sünûhat, s. 64-65

67. Said Nursi, Mektubat, s. 298-299, Yeni Asya Neşriyat,
İst. , 1990

68. Nursi, Sünûhat, s. 65-66

69. Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s. 27, 30, 31, 64, 67, 68;Said Nursi, Hutbe-i Şamiye,
s. 78, 80, 83-90, Sinan Matbaası, İst. , 1960

70. Nursi, Sünûhat, s. 67

71. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 68

72. Nursi, Münâzarât, s. 80-85

73. Nursi, Sünühat, s. 67-70

74. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 98