Yine Arapça’da şiddetli tartışma, söz kavgası, münakaşa
anlamındaki "cedel" kökünden türeyen "mücâdale" ise bir şey
üzerinde çekişmeyi, uğraşıyı ifade eder. Bu iki kelime Bediüzzaman Said
Nursî’nin, Risale-i Nur Külliyatı adı verilen kitaplarının pekçok yerinde geçer.

Arapça’da gayret sarfetmek, çabalamak, çalışmak, mânâsındaki
"cehd" kökünden türeyen "mücahede" İslamî terim olarak mü’minin
Allah yolunda nefsiyle ve din düşmanlarıyla verdiği uğraşıdır, savaştır.

Yine Arapça’da şiddetli tartışma, söz kavgası, münakaşa
anlamındaki "cedel" kökünden türeyen "mücadele" ise bir şey
üzerinde çekişmeyi, uğraşıyı ifade eder. Bu iki kelime Bediüzzaman SAid
Nursî’nin, Risale-i Nur Külliyatı adı verilen kitaplarının pekçok yerinde geçer.
Şimdi bu iki kelimenin Risale-i Nur’da nasıl kullanıldığını misâllemeye
çalışalım.

Dünya hayatına atılan her insanın kafasında kısacık hayatı boyunca
pekço soru canlanır. İnsan, hayatını çoğu zaman kafasında canlanan bu sorulara
verdiği cevaplarla şekillendirir. Bunlardan biri dünyanın ne olduğuna dairdir.
Hakikaten dünya nedir? Bediüzzaman Sözler’de Enfâl sûresinin "Bir bela, bir
musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp, mâsumları
da yakar" mealindeki 25. ayetini tefsîr ederken "Bu dünya bir meydânı
tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir." der. Buradan dünyanın
hem bir tecrübe ve imtihan meydanı, hem de ilahi teklif ile mükellef olunan bir
mücâhede meydanı olduğu anlaşılmaktadır. İlâhî teklif ile mükellef olunan bu
dünyada insan aynı zamanda bir tecrübe ve imtihana tabi tutuluyor. Kazanabilmesi için
mücahede etmesi gerekiyor. Yani, uğraşması, çalışması, gayret etmesi gerekiyor.
Bediüzzaman yukarıdaki ifadenin devamında, "İmtihan ve teklif iktizâ eder ki,
hâkikatler perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile, Ebû Bekir’ler âlâ-yı
illiyine çıksınlar ve Ebû Cehiller esfel-i safilîne girsinler" der. Hakikatlerin
perdeli kalması imtihan ve teklifin gereği, yoksa herşey âşikâr olsa imtihan olmaz,
imtihan olmazsa müsâbaka ve mücahede olmaz, müsâbaka ve mücahede olmazsa terakki
kapısı kapanır, Ebû Bekir’le, Ebû Cehil bir seviyede kalırdı. Bediüzzaman bunu
şöyle ifade eder; "…Ebû Cehiller,aynen Ebû Bekir’ler gibi teslim olup,
mücahede ile mânevî terakkî kapısı kapanacaktı ve sırrı teklif bozulacaktı."1 İşte Enfâl Sûresinin 25. ayetinde geçen ve zalimlere mahsus kalmayıp,
masumları da yakan musibet misali, hakikatlerinperdeli kalmasına ve buna karşı
insanın mücahedesine bakar. Yani insan, masumları da zâlimlerle birlikte yakan bir
musîbet karşısında şevkatini Allah’ın[cc] şevkatinden ileri sürmeyip, o musîbetin
kimden geldiğini düşünebiliyorsa, aldığı elem azaldığı gibi rızâ-yı
İlâhîye muvafık bir hal kesbetmiş olur. Yoksa şekva ve şikâyet o musibetten
aldığı elemi artırdığı gibi, sukûtuna da sebeptir.

Bediüzzaman yine Sözler’de, "Melaikeler ise; onlarda mücâhede ile
terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır."2
der. Buradan "mücahede ile terakkî"nin insana bahşedilen bir nimet olduğu
anlaşılmaktadır. Şu halde insan manen terakkî ederek, makamı sabit olan melekleri
dahi geçebilir. Bu çok yüce bir merebedir ve âlâ-yı illiyyîn olarak ifade edilir.
Yani Allah’ın[cc] razı olacağı bir mertebedir. Dolayısıyla mü’min mücahede ile terakki
etmek ve bu mertebeye çıkmak isteyen insandır. Çünkü mü’minin gayesi rıza-yı
İlâhîdir.

Yine Sözler’de, "Nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı
mücahede edip, günahlardan ve ahlâk-ı rezîlede, kalp ve ruhunu helâket-i ebediyeden
kurtarmak…"3 denilmektedir. Demekki nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı
yapılan mücahede neticesinde helâket-i ebediyeden kurtulmak var. İnsanın helâket-i
ebediyeden kurtulması mânevî bir terakkidir. Onun bu terakkîsine yardım eden, sebep
olan ne varsa o cihetiyle güzeldir."4

Bediüzzaman Şualar’da şeytanların icâdının bu cihetteki
güzelliğini şöyle ifade eder; "Hatta şeytanın dahi, manevi terakkiyat-ı
beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebep olduğundan o nev’in icâdı
dahi hayırdır. O cihette güzeldir." Bediüzzaman Risale-i Nur’da pekçok yerde
mânevi mücâhededen bahseder ve onu maddî mücahedenin, yani silahla cihadın mukabili
olarak ortaya koyar. Çünkü devir manevî mücahedeyi gerektiren bir devirdir. Buradan
Bediüzzaman’ın maddî mücahedenin, yani silahla cihadın karşısında olduğunu
çıkarmamalıdır. Zira o Kurtuluş Savaşı’mızda Ruslara karşı bilfiil
savaşmıştır. Bediüzzaman Âsâ-yı Mûsa’da, "Gerçi o tarihte (Hicrî
1350-Miladî 1928) dini dünyadan tefrik ile dinde ikrâha ve icbara ve mücâhede,i
diniyeye vedin için silahla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bie
kânun-u esâsî, bir düstur-u siyâsî oluyor, ve hükümet "Laik Cumhuriyet"e
döner. Fakat ona mukabil manevi bir cihad-ı dînî, imân-ı tahkikî kılıncıyla
olacak." demektedir. Burada bahsi geçen din için manevi cihadı Risale-i Nur’un
üstlendiğini ve onun (Risale-i Nur) bir manevi kılınç olduğunu Bediüzzaman devamla
şöyle ifade eder; "O tarihte (h. 1350-m. 1928) bulunan cihad-ı manevi
mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur’dur ki dinde bulunan yüzer
tılsımları keşfeden onun manevi elmas kılıncı, maddi kılınçlara ihtiyaç
bırakmıyor."5 Bediüzzaman’ın burada Risale-i Nur’ların maddi kılınçlara
ihtiyaç bırakmadığını belirtmesi çok ehemmiyetlidir.

Şimdi de "mücadele" kelimesine geçelim ve onu Risale-i Nur’da
misallemeye çalışalım.

Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı’nın Mesnevî-i Nûriye adlı
kitabında aynı eser için, 1Bu mecmuanın yalnız dahili nefis ve şeytanla mücadelesi,
nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinni ve insinin şübehatından tamamıyla
kurtarıyor."6 demektedir. Burada Bediüzzaman’ın nefsi ve şeytanla yaptığı
münâkaşa ve münâzara ifade edilmektedir. İmânî şübehâttan kurtarıcı bir eser
olarak arz ediyor eseri Bediüzzaman.

Yine Mesnevî-i Nûriye’de, "Otuz seneden beri iki tâğut ile
mücahadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ‘ene’dir, diğeri
‘tabiat’dır. Birinci tâğutu gayr-i kasdî, gölge-vârhi bir âyine gibi gördüm.
Fakat o tâğutu kasden veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve firavun
olurlar. İkinci tâğut ise, onu İlâhi bir san’at, Rahmanî bir sıbğat yâni
nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat
zannedilir ve maddiyunlarca bir ilâh olur. Maahâzâ, o tabiat zannedilen şey, İlâhî
bir san’attır. Cenâb-ı Hakka hamd ve şükürler olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle,
mezkûr mücâdelem her iki tâğutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla
neticelendi"7 demektedir. Burada da Bediüzzaman tâğut (Allah’ın yolundan
çeviren) olarak bahsettiği ‘ene’ ve ‘tabiat’ ile münakaşa ve münâzara etmiş ve
onları yenmiştir.

Bir de mücâdele ile aynı anlamdaki "cidâl" kelimesi vardır.
Mevcut medeniyetin "cidâl"i bir hayat düsturu olarak benimsediğini
Bediüzzaman şöyle ifade eder;

"Medeniyet-i hâzıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiyye-i
beşeriyyede nokta-i istinadı ‘kuvvet’ kabul eder. Hedefî ‘menfaat’ bilir. Düstur-u
hayatı ‘cidâl’ tanır."8 Hikmet-i Kur’âniye ise düstür-u cidâl’in yerine,
"düstur-u teavün"ü koyar. Bunu da Bediüzzaman’ın ifadelerinde görelim;
"Ama hikmet-i Kur’âniyye ise, nokta-i istinâdı, kuvvet yerine ‘Hakkı’ kabûl
eder. Gayede, menfaat yerine ‘Fazilet ve Rıza-yı İlâhî’yi kabul eder. Hayatta
düstur-u cidâl yerine ‘Düstur-u teavün’ü esas tutar."9

Kur’ânî hikmetten süzülen mezkûr düsturları hayatımıza tatbik
etmeye muhtaç olduğumuzu düşünerek Risâle-i Nûr’un nur deryasına dalmalıyız.
Zirâ Kur’ânî hikmet şuaları orada parlıyor.

Dipnotlar

1. Sözler, s.159

2. Sözler, s.318

3. Sözler, s.29

4. Şuâlar,s.26

5. Âsâ-yı Mûsa,s.87

6. Mesnevi-i Nûriye,s.6

7.  Mesnevi-i Nûriye,s.111

8. Sözler, s.372

9. Sözler, s.372