Altıncısı: Kur’ân’ın altı ciheti
nuranîdir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir,

Evet,
altında hüccet ve bürhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde ve
hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasında
nokta-i istinadı vahy-i semâvî hakikatleri, sağında
hadsiz ukul-ü müstakîmenin
delillerle tasdikleri, solunda selim kalblerin ve
temiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî incizapları
ve teslimleri, Kur’ân’ın fevkalâde hârika, metin ve
hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi altı makamdan dahi,
onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı
olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden, başta, bu kâinatta daima güzelliği
izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale
etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın Mutasarrıfı, o Kur’ân’a, âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne bir
makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza
ettiği gibi; İslâmiyetin menbaı
ve Kur’ân’ın tercümanı olan zâtın (aleyhissalâtü vesselâm) herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzûlü zamanında uyku gibi bir
vaziyet-i nâimanede bulunması ve sâir kelâmları ona
yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle
beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisât-ı kevniyeyi gaybiyâne, Kur’ân ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok
dikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti
görülmeyen o tercümanın bütün kuvvetiyle, Kur’ân’ın herbir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu
sarsmaması; Kur’ân semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin mübarek kelâmı
olduğunu imza ediyor.

Hem
nev-i insanın humsu, belki kısm-ı âzamı, göz önündeki o Kur’ân’a müncezibâne ve dindarâne
irtibatı ve hakikatperestâne ve müştakane
kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahi
tilâveti vaktinde pervane gibi hakperestâne etrafında
toplanması, Kur’ân’ın kâinatça makbuliyetine
ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

Hem,
nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar her birisi Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin
hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa Şeriat-ü Kübrânın
büyük müçtehidleri ve usulüddin
ve ilm-i kelâmın dâhi muhakkikleri gibi her taife,
kendi ilimlerine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’ân’dan istihraç etmeleri, Kur’ân menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

Hem
edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri (İslâmiyete
girmeyenler) şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaç
oldukları halde, Kur’ân’ın i’câzından
yedi büyük veçhi varken, yalnız birtek veçhi olan belâgatinin, tek bir sûrenin mislini getirmekten
istinkâfları; ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile
şöhret kazanmak isteyen meşhur belîğlerin ve dâhi âlimlerin, onun hiçbir veçh-i i’câzına karşı
çıkamamaları ve âcizâne sükût etmeleri, Kur’ân mucize
ve tâkat-i beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.

Evet,
bir kelâm, "Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?" denilmesiyle
kıymeti ve ulviyeti ve belâgati tezahür etmesi
noktasından, Kur’ân’ın misli olamaz ve ona
yetişilemez. Çünkü, Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkının hitabı ve konuşması; ve hiçbir cihette taklidi ve
tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan bir mukâlemesi;
ve bütün insanların, belki bütün mahlûkatın namına meb’us
ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar
muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i
imanı koca İslâmiyeti tereşşuh
edip sahibini Kab-ı Kavseyn
makamına çıkararak muhatab-ı Samedâniyeye
mazhariyetle nüzul eden; ve saadet-i dâreyne dair ve
hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbânî maksatlara ait mesâili ve o
muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi
taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden; ve koca kâinatın
bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları
yapan San’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın elbette
mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’câzına
yetişilmez.

Hem,
Kur’ân’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hattâ
yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik
binlerle mütefennin ulemanın senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’ân’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri
ve sırları ve âli mânaları ve umûr-u gaybiyenin her nev’inden kesretli, gaybî
ihbarları izhar ve ispat etmeleri; ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz
kitabının herbiri, Kur’ân’ın
bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla ispat etmesi; ve bilhassa Mu’cizat-ı
Kur’aniye Risalesi şimendifer ve tayyare gibi
medeniyetin harikalarından çok şeyleri Kur’ân’dan
istihraç eden Yirminci Sözün İkinci Makamı; ve Risale-i Nur’a ve elektriğe
işaret eden âyetlerin işârâtını bildiren İşarât-ı Kur’âniye namındaki
Birinci Şuâ; ve huruf-u Kur’âniye
ne kadar muntazam, esrarlı ve mânâlı olduğunu gösteren Rumuzât-ı
Semaniye nâmındaki sekiz küçük risaleler; ve Sûre-i
Fethin âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mucizeliğini ispat eden küçük bir risale
gibi Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’ân’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi, Kur’ân’ın misli olmadığına ve mu’cize
ve harika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve Allâmü’l-Guyûbun kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

İşte,
altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen Kur’ân’ın
mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haşmetli hakimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi,
asırların yüzlerini ışıklandırarak, zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir
ederek kemâl-i ihtiramla devam etmesi; hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur’ân’ın herbir harfi, hiç
olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i
bâki vermesi; hattâ bir kısım âyâtın ve sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi; ve
mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması
gibi kudsî imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı
anladı ve kalbine dedi:

İşte
böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’ân,
sûrelerinin icmâıyla ve âyâtının
ittifakıyla ve esrar ve envârının tevâfukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla, birtek Vâcibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve
esmâsına, delillerle ispat suretinde öyle şehadet
etmiş ki, bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.

İşte,
bu yolcunun, Kur’ân’dan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On
Yedinci Mertebesinde böyle,

1

denilmiştir.

Sonra,
bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca
kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran ve bir fâni adama ebedî bir
hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını
bekleyen bir bîçareyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin
hazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyenin
iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki:
"Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak
için kâinatın hey’et-i mecmuasına müracaat edip, o da
ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve
tenvir etmeliyiz" diye, Kur’ân’dan aldığı geniş
ve ihatalı bir dürbünle baktı, gördü:

Bu
kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki, mücessem bir kitab-ı
Sübhânî ve cismânî bir Kur’ân-ı
Rabbânî ve müzeyyen bir Saray-ı Samedânî ve muntazam
bir şehr-i Rahmânî suretinde görünüyor. O kitabın
bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ
harfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları ve
satırları, umumunun her vakit mânidarâne mahv ve ispatları ve hakîmâne tağyir ve tahvilleri, icma ile, bir Alîm-i Külli Şeyin ve bir Kadîr-i Külli Şeyin
ve bir Musannıfın, herşeyde herşeyi gören ve herşeyin herşeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelâlin ve bir Kâtib-i Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedâhe
ifade ettikleri gibi, bütün erkân ve envâıyla ve ecza
ve cüz’iyatıyla ve sekeneleri ve müştemilâtiyle
ve varidat ve masarıfatıyla ve onlarda maslahatkârâne tebdilleriyle ve hikmetperverâne
tecditleriyle, bil’ittifak, hadsiz bir kudret ve
nihayetsiz bir hikmetle iş gören âli bir Ustanın ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve
kâinatın azametine münasip iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini
ispat ediyorlar.

Birinci Hakikat: Usulüddin ve ilm-i kelâmın dâhi ulemasının ve hükema-i
İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla
ispat ettikleri "hudûs" ve
"imkân" hakikatleridir. Onlar demişler ki:

"Madem
âlemde ve herşeyde tagayyür ve tebeddül var; elbette
fânidir, hâdistir, kadîm olamaz. madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni var. Ve madem herşeyin
zâtında vücudî ve ademî bir sebep bulunmazsa
müsâvidir; elbette vâcip ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtıl olan devir ve
teselsül ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat’î bürhanlarla ispat edilmiş;
elbette öyle bir Vâcibü’l-Vücudun mevcudiyeti
lâzımdır ki, nazîri mümteni,
misli muhal ve bütün mâadâsı mümkün ve mâsivâsı
mahlûku olacak."

Evet
hudûs hakikati kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz
görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü, gözümüzün önünde her sene güz
mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki, herbirisinin
hadsiz efradı bulunan ve herbiri zîhayat
bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlemle
beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki, haşir ve
neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mucizeleri, kudret ve ilmin
harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda
yerlerinde bırakıp, defter-i a’mâllerini ve
gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-ı Zülcelâlin himayesi
altında, hikmetine emanet eder, sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, Haşr-i âzamın yüz bin misali ve nümune
ve delilleri hükmünde olarak, o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım
hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi, kendi
yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad
ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve
vazifelerin sayfalarını ilânat gibi neşredip
2
âyetinin bir misalini gösteriyorlar.

Hem
heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve
taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs o
kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta,
gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları
oluyor ki, güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat
kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona
gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

İşte,
bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemâl-i ilim ve hikmet ve mîzanla ve
muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icap edip Rabbânî maksatlarda ve İlâhî
gayelerde ve Rahmânî hizmetlerde kadîrâne istimal ve rahîmâne istihdam eden bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz
hikmeti, bilbedahe güneş gibi, akıllara görünüyor. Hudûs mesâilini Risale-i Nur’a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

Amma
imkân ciheti ise, o da kâinatı istilâ ve ihâta etmiş. Çünkü görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz’î bulunsun,
büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her
mevcut, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar
ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki,
o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o
hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o
nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden
olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti
imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca
imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek;
hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde
mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli
keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince ve
her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici,
ihdas edici bir Vâcibü’l-Vücudun vücub-u
vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey

Ona
ağır gelmediğine ve en büyük birşey en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç
kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad
edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler,
imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin
bir kanadını teşkil ederler.

Kâinatın
şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatıyle
Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler ve
Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamiyle ispat ve
izah ettiklerinden, onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.

Kâinatın heyet-i mecmuasından
gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını ispat
eden:

İkinci Hakikat: Bu mütemadiyen
çalkanan inkılâplar ve tahavülâtlar içinde vücudunu
ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve
vazifesini yerine getirmeye çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde teavün hakikati
görünüyor. Meselâ, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları, nebatatın mededine
ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve
memelerin kevser gibi sütleri, yavruların
beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları
haricindeki pek çok hâcetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların
ellerine verilmesi, hattâ zerrât-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi, teshir-i Rabbânî ile
ve istihdam-ı Rahmânî ile, hakikat-i teavünün pek çok
misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-âlemînin umumî ve rahîmâne rububiyetini gösteriyorlar.

Evet;
câmid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârâne, şuurdarâne vaziyet
gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i
Zülcelâlin kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma
koşturuluyorlar.

İşte,
kâinatta câri olan teavün-ü umumî, seyyarattan tâ zîhayatın âzâ ve cihazat ve zerrât-ı bedeniyesine kadar kemâl-i intizamla cereyan eden
muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile; ve semavatın
yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine
kadar kalem gezdiren tezyin; ve kehkeşandan ve
manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim; ve
güneş ve kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar
memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlerin, büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri,
kâinatın şehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkil
ederler. Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispat
ve izah etmiş; biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.

İşte,
dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye kısa
bir işaret olarak, Birinci Makamın On Sekizinci Mertebesinde böyle

3

denilmiştir.

Sonra,
dünyaya gelen ve dünyanın Yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden
çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mirac-ı imanî ile gaibane marifetten hâzırâne ve muhatabâne bir makama
terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:

"Fatiha-i
şerifede, başından tâ "İyyake"
kelimesine kadar gâibane medh
ü senâ ile bir huzur gelip "İyyake"
hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane
aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız. Herşeyi
gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi
gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir. Öyleyse,
şemsin şuââtı ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlıkımızın Esmâ-i Hüsnâsıyla ve
sıfât-ı kudsiyesiyle, Onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

Bu
maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki
mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun
tafsilâtından yalnız iki hakikati icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan
edeceğiz.

Birinci Hakikat: Bilmüşahede gözümüzle
görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdit eden
ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi; ve o her cihetle
hikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü rubûbiyet hakikatinin bilbedahe
hissedilmesi; ve o her cihetle rahmetfeşan tezahür-ü rububiyet hakikatının içinde,
tebarüz-ü ulûhiyet hakikatı bizzarure bilinmiş olmasıdır.

İşte
bu hâkimâne ve hakîmâne faaliyet-i daimeden ve
perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîmin ef’âli,
görünür gibi hissedilir.

Ve
bu mürebbiyâne ve müdebbirâne ef’âl-i Rabbâniyeden ve
perdesinin arkasından, herşeyde cilveleri bulunan
esmâ-i İlâhiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir.

Ve
bu celâldarâne ve cemâlperverâne
cilvelenen Esmâ-i Hüsnâdan ve perdesinin arkasında,
sıfât-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn,
belki hakkalyakîn derecesinde vücutları ve
tahakkukları anlaşılır.

Ve
bu yedi kudsî sıfatın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle, hem hayattarâne,
hem kadîrâne, hem alîmâne,
hem semîâne, hem basîrâne,
hem müridâne, hem mütekellimâne
nihayetsiz bir surette tecellileriyle bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir mevsuf-u Vâcibü’l-Vücudun ve bir
müsemmâ-i Vâhid-i Ehadin ve
bir fâil-i Ferd-i Samedin
mevcudiyeti, güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda, kalbdeki
iman gözüne görünür gibi kat’î bilinir. Çünkü, güzel
ve mânidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle, yazmak ve yapmak fiillerini;
ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi, bedahetle, yazıcı ve dülger
namlarını; yazıcı ve dülger ünvanları ise, bedahetle,
kitabet ve dülgerlik san’atlarını ve sıfatlarını; ve
bu san’at ve sıfatlar, bedahetle, herhalde bir zâtı
istilzam eder ki, mevsuf ve sâni
ve müsemmâ ve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmâsız bir isim mümkün
olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahi
mümkün değildir.

İşte
bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat, bütün mevcudâtıyla beraber, kaderin
kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış mânidar hadsiz kitaplar,
mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde, herbiri binler vecihle ve
beraber hadsiz vücûh ile Rabbânî ve Rahmânî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin
menşeleri olan bin bir esmâ-i İlâhiyenin hadsiz
cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi
sıfât-ı Sübhâniyenin nihayetsiz tecellîleriyle, o
yedi muhit ve kudsî sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve
nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o
mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi, ef’âl-i Rabbâniyenin ve esmâ-i İlâhiyenin ve sıfât-ı Samedâniyenin
ve şuûnât-ı Sübhâniyenin,
kendilerine lâyık ve muvafık kudsî cemallerine ve
kemallerine ve hepsi birden Zât-ı Akdesin kudsî cemâline ve kemâline bedahetle şehadet
ederler.

İşte,
faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikatı, ilim ve hikmetle halk ve icad
ve sun’ ve ibdâ, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kast
ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’âm ve in’âm ve ikram ve ihsan
gibi şuûnâtıyla ve tasarrufatıyla
kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü rububiyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan ulûhiyetin tebarüz hakikatı dahi,
Esmâ-i Hüsnânın rahîmâne ve
kerîmâne cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübûtiye olan "hayat, ilim, kudret, irade, sem’, basar
ve kelâm" sıfatlarının celâlli ve cemalli tecellileriyle kendini
tanıttırır, bildirir.

Evet,
nasıl ki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlarla Zât-ı Akdesi
tanıttırır. Öyle de, kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zât-ı Akdesi
bildirir ve kâinatı baştan başa bir furkan-ı cismânî
mahiyetinde gösterip bir Kadîr-i Zülcelâli tavsif ve
tarif eder.

Ve
ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat
miktarınca ve ilimle idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlûkat
adedince, mevsufları olan birtek
Zât-ı Akdesi bildirir.

Ve
hayat sıfatı ise, kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren
bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ziynetli suretler, haller ve sair
sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat
sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle,
aynaları olan bütün zîhayatları şahit göstererek
Zât-ı Hayy-ı Kayyûmu
bildirir. Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve
nakışları göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsiz aynalardan
terekküp eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve
bu kıyasla, görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, herbiri birer kâinat kadar, Zât-ı Akdesi
bildirir, tanıttırır.

Hem
o sıfatlar Zât-ı Zülcelâlin vücuduna delâlet
ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o Zâtın hayattar
ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünkü, bilmek, hayatın
alâmeti; işitmek, dirilik emâresi; görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ile
olabilir; ihtiyarî iktidar, zîhayatlarda bulunur; tekellüm
ise, bilen dirilerin işidir.

İşte,
bu noktalardan anlaşılır ki, hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri
ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve İsm-i âzamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i Nur bu birinci hakikatı kuvvetli bürhanlarla
ispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden, bu mezkûr katre
ile şimdilik iktifa ediyoruz.

Dipnotlar

1. Allah’tan
başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud
ve Vâhid-i Ehad ki, melek
ve ins ve cin ecnâsının
makbulü ve mergubu olan, her dakikada bütün âyetleri nev-i insandan yüz milyonların lisanında kemâl-i ihtiramla
okunan, saltanat-ı kudsiyesi arzın ve âlemlerin
aktarında ve zamanın ve asırların yüzlerinde devam eden, nuranî hâkimiyet-i mâneviyesi arzın yarısında ve beşerin beşte birinde on dört
asırdır kemâl-i ihtişamla cârî olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Onun vahdet içindeki vücub-u
vücuduna delâlet eder. Kezâ, Kur’ân, müşahede ve ayân
ile, kudsî ve semâvî sûrelerinin icmâı
ve nurânî ve İlâhî âyetlerinin ittifakı ve esrar ve envârının
tevafuku ve hakaik ve semerât
ve âsârının tetabukuyla Onun vahdet içindeki vücub-u
vücuduna şehadet ve onu ispat eder.

2. Amel
defterleri açıldığında," Tekvir Sûresi, 81:10.

3. Allah’tan
başka ilâh yoktur. Nazîri mümteni
ve Ondan başka herşey mümkin
ve Vâhid-i Ehad olan o Vâcibü’l-Vücud ki, mücessem bir kitab-i kebîr, muazzam bir kur’ân-i
cismânî, munazzam ve müzeyyen bir kasr
ve muntazam ve muhteşem bir memleket olan bu kâinat, sûrelerinin ve âyetlerinin
ve kelimelerinin ve harflerinin ve bablarının ve
fasıllarının ve sayfalarının ve satırlarının icmâıyla
ve erkânının ve envâının ve eczasının ve cüz’iyatının ve sekene ve müştemilâtının ve varidat ve
masarifinin ittifakıyla, bütün ulema-i ilm-i kelâmın icmâına müstenit hudus ve
tagayyür ve imkân hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle
ve suret ve müştemilâtının hikmet ve intizamla tebdili ve huruf
ve kelimatının nizam ve mizanla tecdidi hakikatinin şehadetiyle ve mevcudatında müşahede ve ayân ile görünen teâvün ve tecavüb ve tesanüd ve tedahül ve muvazene ve muhafaza hakikatlerinin
azamet-i ihatasının şehadetiyle, Onun vahdet içindeki
vücub-u vücuduna delâlet eder.