Laiklik, Türkiye’de
yaşayanların bir türlü üzerinde uzlaşamadıkları, ortak bir tanım
geliştiremedikleri siyasal ve toplumsal sistemin en hassas kurumu ve
konularından biri. Bu kavramla yüz yüze gelmemizin tarihi fazla geriye gitmez;
aşağı yukarı cumhuriyet yönetimiyle birlikte gündeme gelmiş. Cumhuriyet
yönetimlerinin izledikleri din politikaları "laiklik" bağlamında ele
alınmış ve onun adına hareket edilmiş. Din-devlet ilişkilerine yeni bir model
ve yapı oluşturulur, izlenen din politikalarına meşruiyet kazandırılırken bu
kavrama baş vurulmuş, ondan yardım istenmiştir.
Türkiye’nin siyasal
ve toplumsal sisteminin temelleri, ilkeleri ve hedefleri, Tek Parti yönetimi
dönemindeki devlet eliti tarafından belirlenmiş olmaklığı nedeniyle, laiklikle hedefler de bu dönemde
konmuştur. Türkiye’deki laiklik uygulamasını ve bunun Batı ölçüleriyle ilgisini
belirleyerek teorik bir modele oturtulmasının ne kadar zor ve hatta imkansız
bir çaba olduğunu, bu konuyla ilgilenenler az çok bilerler. Bu belirsizlik ve
zorluğun pek çok sebebi üzerinde durulabilir; öncelikle Türkiye’nin tarihsel
tecrübesi ve gelenekleri laikliğin neşvünema bulabileceği uygun bir toplumsal
ortam oluşturmamaktadır. Bugün rahatlıkla biliyoruz ki, hiç bir toplumsal veya
siyasal kurum, içinde doğduğu toplumsal şartlardan bağımsız değildir ve ancak o
şartların ürünüdür. Diğer taraftan laiklik, Türkiye’de halkın talep ve
kanaatlerini rahatlıkla dile getirebilecekleri, kendi talepleri doğrultusunda
devletin yapılanacağı bir ortamda doğmuş değildir; tam tersine laiklik,
cumhuriyet yönetimlerinin halka rağmen yukarıdan aşağıya inen baskı ve
dayatmaları sonucunda kurulmuştur. Dayatma ve baskı sadece laiklik veya din
politikaları alanında değil, bütün toplumsal ve siyasal uygulamalar ve sistem
alanında gerçekleştirilmiştir.
Cumhuriyeti kuran
kadronun bu uygulamasını bir "toplumsal inşa" projesi bağlamında
değerlendirmek ve anlamlandırmak gerekir. Toplumu bütünüyle yeniden inşa etmeye
yönelen bir kadro ve onun ideolojisinin, toplumsal talep ve kanaatleri veri
olarak almasını ve buna göre politikalarını belirlemesini beklemek doğru olmaz.
Söz konusu kadro, her şeyden önce toplumu "medenileştirmek"
"millileştirmek" ve "kalkındırmak" için kendini görevli ve
yetkili görüyordu. Dolayısıyla laiklik konusunda, diğer alanlarda olduğu gibi,
halkın talep ve eğilimleri, açıklayıcı bir faktör olmamaktadır.
Ayrıca Türkiye’deki
laiklik uygulaması kendi içinde farklı özellikler ve yapılar barındırmaktadır.
Tek parti dönemindeki laiklik uygulamasıyla çok partili dönemdeki laiklik
uygulaması arasında önemli farklılıklar ve değişiklikler gözlenmektedir. Bu
sebeple laiklik konusunda herhangi bir değerlendirmede bulunacak kimse, hangi
dönemi öne alarak önermelerde bulunduğunu belirtmek zorunda kalmaktadır.
Bugünkü tartışmalara baktığımızda tek parti dönemi laikliğine özlem duyanlar ve
çok partili dönemdeki din hürriyeti lehine gözlemlenen iyileştirmelere karşı
çıkanlar bulunduğu gibi, bunu baskı ve totaliter bir uygulama olarak değerlendirip
çok partili dönemdekini dahi yeterli görmeyenler de vardır. Bu sebeple
Türkiye’deki laiklik uygulaması konusunda dahi uzlaşmak mümkün olmamaktadır.
Bunların dışında
daha köklü ve kapsayıcı bir eleştiri, Türkiye gibi Müslüman toplumlarda
laikliğin mümkün olup olmadığı noktasında tartışmanın yapılması da mümkündür.
Esas itibariyle laiklik, Hıristiyan-Batı toplumlarının şartlarında doğmuş bir
modeldir; bu modelin Müslüman toplumlar için mümkün olup olmayacağı tartışması
anlamlı gözükmektedir. Laikliğin Batıdaki uygulaması, anlamı ve işlevleri ile
Türkiye’deki uygulaması, anlamı ve işlevlerinin farklı olduğu herkes tarafından
gözlemlenebilen ve kabul edilen bir durumdur. Bu açıdan bakıldığında
Türkiye’nin tarihsel tecrübesi din-devlet uzlaşması temeli üzerinde gelişmiş
olmakla beraber laikliğin bir devlet ve siyaset ilkesi olarak yerleştirilmesi,
esasında bu gelenekte fazla bir değişiklik yaratmamış, sadece" din-devlet
uzlaşması"nda ibreyi devletin lehine döndürerek, dini bağımlı bir yapı
haline getirmiştir.
Türkiye’deki
laiklikle ilgili olarak söylenebilecek çok şey vardır. Yukarıda belirtildiği
gibi laiklik kendi tarihsel tecrübemizin ve toplumsal geleneklerimizin bir
ürünü olması da bir realite olarak cumhuriyet yönetimiyle birlikte tanışmış
bulunuyor ve uzun zamandır üzerinde tartışmayı sürdürüyoruz. Esasında
Türkiye’deki laiklik uygulaması ile Fransa’da ihtilalden sonraki gelişmeler
arasında şaşırtıcı bir benzerliğe dikkat etmek gerekir. Söz konusu benzerlik
şartların ayniliğinden doğan bir benzerlik değil, laikliği siyasal ve toplumsal
bir ilke haline getirmek isteyen idarecilerin "taklid"inden
doğan bir benzerliktir. Cumhuriyeti kuran ve siyasal iktidara egemen olan
devrimci kadro, toplumun geriliğinin faturasını kestikleri dini, kamusal
alandan bütünüyle "tard" ve "tesifiye"ye yönelmiş militan bir devlet politikası
uygulamışlardır. Bu kadronun laiklik meyanında
yaptıkları şu şekilde özetlenebilir: Dini, din adamlarının ve din kurumlarının
baskı altına alınması ve küçük düşürülmesi, mabetlere saygısızlık dini eğitimin
yasaklanması, ibadet yapmanın zorlaştırılması, İslam dininin reforme edilemeye çalışılması ve bir "İslami kilise" oluşturulmasına yönelik uygulamalar,
bir "akıl dini"nin yaratılmak istenmesi, kültür devriminin yürürlüğe
sokulması. (Bk. Durmuş Hocaoğlu, "Sekülarizm, Laisizm ve Türk Laisizmi," Türkiye
Günlüğü, Sayı: 29, Temmuz-Ağustos 1994.)
Türkiye’de
uygulanan laikliğin gerçekten bir laik model olup olmadığı tartışma götürür bir
konudur. Her ne kadar resmi söylem ve metinlerde laikliğin "din ve devlet
ayırımı" olduğu belirtiliyor ve Türkiye’dekinin dinin ve devletin
birbirinden ayrılması olduğu iddia ediliyorsa da gerçeğin böyle olmadığı
herkesin malumu bir durumdur. Dinin devletten ayrılması değil, devletin dini
belli bir forma sokması olarak ortaya çıkmıştır. İşte bu tavır ve tutum
esasında İslam’ın reforma tabi tutulması ve ulusal ilke ve amaçlarla uyumlu bir
"milli İslam"ın yaratılması çabasından başka bir şey değildir.
Kanaatime göre Türkiye’deki laiklik uygulamasının en can alıcı noktası ve bariz
vasfı işte budur; yani Türk laikliği İslamı reforme eden ve ulusal bir İslam oluşturmaya yönelen
çabaların bir ürünüdür diyebiliriz.
Cumhuriyet
yönetiminin ilanının hemen arkasından başlatılan radikal düzenlemeler ve
yenilikler çerçevesi dahilinde yapılanların çoğu doğrudan veya dolaylı olarak
dine müdahale şeklinde tecelli etmiştir. Şer’iye ve
Evkaf Vekaletinin kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Riyasetinin kurulmasını
sağlayan 3 Mart 1340 tarih ve 429 sayılı kanun, Cumhuriyet yönetiminin dine ilk
müdahalesidir. Bu kanun dini "itikadat ve ibadat"dan ibaret hale getirmiş, geriye kalan alanları
ise dinden çıkararak siyasal kurumların tekeline aktarmıştır. Cumhuriyet
laikliğinin dine müdahale olduğu zaten ilgililerce de ifade edilen bir
uygulamadır. M. Kemal’in hatıratını yazan F. R. Atay
"Kemalizm aslında büyük ve esaslı bir din reformudur… Kemalizm ibadetler
dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır." (Çankaya, İstanbul 1969,
s. 393.) diye yazmıştır. Bize göre bu tespit doğrudur ve yaşanan pratiği açıklamaktadır;
yapılanlar bundan başka bir şey değildir. Bu amaca yönelik uygulamalar
laisizmin "Sünni İslam" karşısında "sapkın" bir ideoloji ve
rakip olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. (Bk. M. Türköne,
"Türk Siyasetinin Eskimeyen Kilidi," Türkiye Günlüğü, Sayı: 21, Kış
1992.) Hatta her gün karşılaştığınız, "Ben Müslümanım.
Allah’a ve Peygambere inanıyorum. Ama toplumsal ilişkilerimi, günlük
davranışlarımı kendi bildiğim gibi ve aklımla belirlerim. Allah’ın bu alanda
bir dahili olamaz!" şeklindeki tavır ve tutumun oluşmasında laikliğin,
daha doğrusu deforme edilmiş "resmi İslam’ın payının büyük olduğunu
sanıyorum. İslam’ı çok iyi bildiğine kani olduğumuz Şemsettin Günaltay’ın şu kanaatleri son derece ilgi çekicidir.
"İslam dini Peygamberimizin Mekke’de bulunduğu sırada yaptığı ahlaki
telkinlerden ve bu olgunluğa varmanın bir vasıtası diye tavsiye edilen
vazifelerden ve ibadetlerden mürekkeptir. Medine’de bir devlet kurulduktan
sonra başvurulan Şeriat kaidelerinin mahiyeti, o zamanki mahalli şartların icabının
yerine getirilmesinden ibarettir. Bu kaidelerin bin küsür
yıl sonra başka muhit şartları içinde yaşayan milletlerin hayatına esas
olamaz" (Sebilürreşad, III-65, Kasım 1949.)
Diğer taraftan
Türkiye’deki laikliğin yöneldiği en önemli alanlardan biri de İslam’ın
ulusallaştırılması konusudur. Cumhuriyetin yönetici ve devlet elitine egemen olan "milliyetçilik" ideolojisi,
toplumsal hayatın bütün alanlarının millileştirilmesini gerekli görüyordu.
Genel çizgilerle cumhuriyetin yönetici kadrosu iki temel hedefe yönelmiş idi.
Bunlardan biri "medeniyet," diğeri de "milliyetçilik"ti.
20. yüzyılın ilk yarısı milliyetçi düşüncelerin imparatorluk rejimlerini
parçalamada güçlü bir manivela olarak kullanıldığı, evrensel ve uluslar üstü
değerlerin, yerini ulusal ve yerel olanlara terk ettiği bir dönem olmuştur.
Türkiye’de imparatorluk çökünce evrensel mantalite ve
değerler de toplum gündemindeki geçerliliğini kaybetti ve yerine ulusal ve
yerel olanlar ikame edilmeye başlandı. Her şeyin millileştirildiği bir ortamda
İslam’ın evrensel ve uluslar üstü konumda tutulmasını beklemek doğru olmaz.
Kaldı ki, Osmanlı Devletinin sonlarına doğru dinin millileştirilmesi konusunda
da ciddi görüşler ileri sürülmüş ve toplum buna hazırlanmıştı. Ziya Gökalp, 1915 yılında yazdığı "Vatan" şiirinde
dindeki Türkçülükle ilgili ipuçlarını veriyordu. O şöyle diyordu:
"Bir ülke ki
camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar
manasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki
mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes
bilir buyruğunu Hüda’nın
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!"
Z. Gökalp’ın bu özlemeleri 1930’lu yıllarda gerçekleşecektir.
Hutbe, ezan, kamet Türkçeleştirilecek, Kur’ân’ın ve
diğer dini metinlerin Türkçeleştirilmesi için ciddi çabalar içine girilecektir.
Bu tür tasarrufların dine müdahale olduğu, tartışma götürmez bir gerçektir.
Esas itibariyle
dine bir müdahale anlamı taşıyan laiklik dinin dünyaya, dünyevi alana ve
özellikle de devlet idaresine müdahalesini önleyen, onu siyaset ve toplum
hayatından tamamen uzaklaştırmayı ve tasfiyeyi amaçlayan bir harekettir. Bu
durumda din, toplumsal, siyasal ve diğer tüm kamu alanlarından çekilerek
kişisel bir yapı haline getirilmek, vicdanlara kapatılmak istenmektedir. Bu
amacın gerçekleştirilmesi için de siyasal güç ve devletin kullanılması Türkiye’deki
laikliğin mümeyyiz vasfı olarak ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de
laikliğin dine müdahale etmesi, dinin kamusal alanlardan uzaklaştırılması ve
kişisel bir yapı haline getirmesinin istenmesi, dindarlara baskı uygulanması,
dini devlet gücüne bağlanması şeklinde uygulanmasının zihinsel alt yapısında
cumhuriyet ideolojisinin ve kadroların düşünce ve idealleri yatmaktadır.
Bununla ilgili olarak küçük bir belge sunarak yazımı bitirmek istiyorum.
Birinci baskısı 1930 ikinci baskısı da 1988 (Ankara, TTK yayınları) yılında
yapılmış olan Prof. Dr. A. Afet İnan’ın Medeni Bilgiler kitabında M. Kemal’in el
yazılarıyla verilmiş olan metinde dinle ilgili son derece ilgi çekici bir bölüm
mevcuttur. M. Kemal ve arkadaşlarının din hakkındaki görüşünün yansıtan bu
bölüm, laiklik anlayışına temel oluşturmuştur.
"…Türkler
Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul
ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de
Mısırlıların ve sairenin Türklerle birleşip bir millet
teşkil etmelerine hiç bir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin milli
rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek
tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde
şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet
kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini
unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükselmesine hasr etmeğe mecburdurlar. Bununla beraber Allah’a kendi
milli lisanıyla değil, Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet
ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allah’a ne dediğini
bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti bir çok asırlar, ne yaptığını,
ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.
Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk
milletince karışık, cahil hocalar ağzıyla ateş ve azap ile müthiş bir muamma
halinde kalan din, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler…" (Medeni
Bilgiler, Ankara 1988, s. 364-368)
Afet İnan’ın kaleme
alıp M. Kemal’e takdim ettiği ve onun kontrolünden geçen bu satırlarda ifade
edilen kanaatleri yargılamak, birilerini suçlamak, küçük düşürmek gibi bir
amacımız yok; yapmak istediğimiz Türkiye’de uygulanan laikliğin temellerini
anlamak ve açıklamaktır. Bu satırlarda ifadesini bulan din konusundaki
kanaatlerin, laikliğin bir "ulusal İslam" oluşturma hedefine yönelik
olmasını nispeten açıklamaktadır. Dini Araplara mahsus bir yapı olarak kabul
etmemiz durumunda onun millileştirilmesi ve Türkleştirilmesi anlam
kazanmaktadır. Cumhuriyet ideolojisi yabancı yapılara karşı savaş açmamış
mıydı?
Türkiye’de
laikliğin tek boyutlu ve kestirme bir izahının yapılması imkanının olmadığı açıktır.
Tanımından başlamak üzere tartışmalar gündeme gelmekte, yukarılara doğru
çıkıldıkça sapla saman iyice birbirine karışmaktadır. Türk entelektüelinin
giderek Anglosakson etkisine girmeye başlamasından bu yana, laikliğin yerine
yeni bir kavram, "sekülerlik" kavramı
tartışma gündemimize girdi ve işi içinden çıkılmaz hale getirdi. Konunun
üzerinde daha çok tartışılması gerektiğini sanıyorum. En kısa biçimiyle
Türkiye’deki laikliğin, yazıda özetlendiği gibi, dine açıkça bir müdahale, dini
siyasal ve toplumsal hayattan uzaklaştırma, nihayet "ulusal İslam",
"milli din" oluşturma amacına yönelik bir kamu politikası olarak
ifade edilmesi mümkündür.