Dünyada birbirinden
farklı yapılara sahip topluluklar mevcuttur. Bu topluluklar sosyal ve siyasal
etkilere, dayatmalara maruz kalarak evrim geçirmişlerdir. Bu evrimler
neticesinde başta din ve felsefe olmak üzere diğer bütün kurumlarda yeni
yapılanmalar görülmüştür. Beraberinde yeni kavramlar oluşmuştur. İşte bu
kavramlardan birisi de "sekülarizm"dir.

SEKÜLARİZM NEDİR?

Sekülarizm
Batıdan alınmış bir kavramdır. Latincesi "saccularis"dir. "Dünyaya, içinde yaşanılan zamana
ait olan, dine, kiliseye bağlı ve bağımlı olmayan, hayatla sınırlı olan"
anlamlarına gelmektedir. Toplumun ahlâk standartlarının dine ve dinlere göre
değil, günlük hayata göre düzenlemesinde dinin etkisini dışlamak ve dinî değer
yargılarına bağlı kalmaksızın hüküm vererek sonuca ulaşmak anlamlarına gelir.

Sekülarizm
terimi ilk olarak Protestanlar ve Anglikanlar tarafından kullanılmıştır.
Katolik dünyasında insanların bir kısmına "clerge"
denilmektedir. Bunlar din adamlarıdır ve ruhaniler sınıfını teşkil ederler. Bu
sınıf kendi içinde iki zümreye ayrılır. Birinci zümre "regulier"
ruhaniler: Hayattan uzak yaşayan ve manastırlara kapanıp ömürlerini ibadetle
geçiren zahidlerdir. İkinci zümre "seculier" ise papaz, piskopos gibi halk içinde
herkesle birlikte yaşayan kilise hadimleri ve dinî vazife gören ayin
sahipleridir.

Sekülarizm;
semavi dinler (tek tanrılı dinler) öncesi Roma’daki çok tanrılı Pagan toplumu
döneminde ortaya çıkmıştır. Paganlar şehir kültürü ile yetişmiş, çok tanrılı
topluluklardır. Barbar değillerdir. Özgürlükçü ve çok merkezli bir toplum
düzenleri vardır. İlk Hıristiyanlık’ın Roma’da yayılmaya başlaması ile seküler eğilimler güç kazanmıştır. Her türlü siyasal faaliyetler
Sekülarizm oyunları aralığı ile kitlelere
iletilmekteydi. Bu oyunlar sırasında Pagan tanrı ve tanrıçalara adaklar
armağanlar sunulur ve taraflara ayrılan gruplar siyasal eylemlerini bu oyunlar
sırasında ortaya koyarlardı. Sekülarizm, siyasal
kültürün vazgeçilmez bir temel taşı haline gelmişti. Çok tanrılı toplum düzeni Hıristiyanlara
özgürlük sağlamaktaydı.

Hıristiyanlığın
Roma’da yayılmaya başlaması, oradaki Pagan kültürünü etkiledi. Paganlara göre
Hıristiyanlar "dinsiz" bir topluluktu. Çünkü bilinen tanrılarının
dışında mücerred bir tanrıya inanıyorlardı. Toplum
düzenine uymayan davranışlar gösteriyorlar; vergi vermiyor, askere gitmiyor ve
sosyal sistemi İlâhî bir din adına zorluyorlardı. Bu durum Romalıların
Hıristiyanlara zulüm yapmalarına yol açtı. Burada aklımıza A. Toynbee’nin kutsal kitaplara müracaat ederek kırka yakın
dini hikaye ve mitolojiden çıkardığı "meydan okuma cevap verme" tezi
gelir. Roma’nın Hıristiyanlığa meydan okuması ve buna karşılık Hıristiyanların
da barbar akımları ve Hıristiyan dininin mensuplarının direnmesi sonucu, yani
cevap vermesi ile Roma Hıristiyanlığı kabul etti. Kutsal Roma Hıristiyanlığın
gölgesinde kendisine bir yer arama çabasına girerek onlara bir takım imtiyazlar
verdi. Andre Ribart,
insanlığın Tarihinde (Say. Yay. ss. 174-175.) bu
imtiyazları şöyle tanımlar: "Katolik Kilisesi, resmen bağış ve hibe kabul
edebilirdi, vergi ödemekten de muaf tutulacaktı. Konstantin,
Katolik kilisesinin el açıklığı ile bağışlara boğdu. Ona tapınaklar, kiliseler
yükseltti. Roma Piskoposu Latran’ı sarayına
yerleştirdi. Gladyatör dövüşlerini yasakladı. Uyulması zorunlu pazar günü
tatilini kurdu." Katolik Kilisesinin hamisi artık Roma Kralıydı. Bu
cömertliğe karşı da kilise onu kutsayacaktı. Roma’da doğan bu uzlaşma devletin
Hıristiyanlaşmasını sağlarken, kilise giderek Pagan kültürünün etkisi altında
yeni örf, adet ve yeni yorumlarla bozulma sürecine girecekti.

Zamanla doğudan
gelen otantik Hıristiyan akımı ile Roma’daki Hıristiyan akımı arasında
çelişkiler ortaya çıktı. Romalılar Hz. İsa’nın Tanrı
olduğunu savunuyorlarken, İskenderiyeli Keşiş Aryüs’ün
buna karşı çıkması ile Hıristiyan dünyasında dalgalanmalar baş göstermiştir.
Dalgalanmalar neticesinde resmi Roma Hıristiyanlığı, dini, sivil, otantik
Hıristiyanlığa galip gelmiştir. Devletin etrafında örgütlenen din adamları
İncil’i dörde indirip, teslis akidesini oluşturdular. Roma İmparatoru tanrının
gölgesi haline geldi. Bu sefer yerleşik Pagan kültürü "dinsiz"
konumuna düştü. Hıristiyanlık resmi din haline geldi. Yahudiler Roma’da bir
varlık gösteremediler. Nedeni Pagan kültürünün Hıristiyanlığın yanında yer
almasıdır. Bir yandan Yahudilerin diğer yandan Hıristiyanların dayatmaları ile
Pagan kültürü baskılara maruz kalmıştır. Beraberinde sekülarizm
de yara almıştır. Böylece dinler arasında çekişme; ardından Hıristiyanlığın
kendi içinde bölünmesi ve Hıristiyan dışı toplulukların kilise-devlet ikilisine
karşı çıkması, "Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya"
hükmü ile nihai sonucuna ulaştı. Artık gündeme yeni bir konu girmişti; o da din
ve devletin ayrı ayrı örgütlenmesiydi.

Avrupa’da tarihsel
özgürlük, rasyonellik olarak ortaya çıkar. Rasyonellik; insan hayatının bütün
yönlerinde geleneksel normlara veya karizmatik
duygunun dışında genel kurallara ve talimatlara dayanır. Toplumun bir bütün
olarak örgütlenmesi ve verimleşmemesi Weber
tarafından modern toplumun makineye benzetilmesiyle gerçekleşir. Rasyonellik ve
bürokratik örgütlenme modern insana doğa ve toplum üzerinde etkin bir denetim
olanağı sunar.

Weber,
Schiller’in ifadesini izler; Modern seküler toplum koşuluna "Dünyanın büyüden
kurtulması" diye atıfta bulunur. Bununla Weber,
insanların büyüsel ve doğaüstü güçlerin kutsal dünyasında kapalı olduklarını
savunur. Weber’de sekülerleşme
modern toplumun bireysel olarak veya toplu olarak bir güce sahip olmayan birçok
muhalif Tanrı ürettiği şeklindedir. Bilimin ilerici gelişmesi ve bilginin her
alanında gitgide artan uzlaşması sayısız dünya görüşü ve gerçeklik yorumuna yol
açar. Weber Protestan ahlaka büyüden kurtulmuş,
kapitalist üretimle uyumlu bir dünya görüşü olarak bakmaktadır. Protestanlık
ortaçağ insanını Allah’ın önünde çıplak bırakarak büyüsel ve ayinsel
elbiselerinden soydu. Böylece ortaya çıplak ekonomik insan ortaya çıktı.

Weber
modern dinsel hareketlerin çok yapay ve ikiyüzlü olacağını savunur. Weber’e göre olgusal bir iddiadan ahlaki bir sonuç çıkarmak
yanlıştır. Mac Intyre, sekülerleşmeye
kırsal ülkelerin toplumsal ahlakını bozan kentleşme ve sanayileşme süreci
olarak bakar.

Durkheim,
sekülerleşme kromu içerisinde "kutsal" kavramını
ele alarak Marksist yabancılaşma görüşü ile yerleştirir. Berger,
dinin kapatılması "nesnel sekülerleşme" ile
insanın deneyim düzeyinde dinsel inanılabilirliğin kaybı "öznel sekülerleşme" arasında ayırım yapar.

A. COMTE’A GÖRE
SEKÜLARİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ

İslâm dininin bütün
dünyaya yeniden yayılma eğilimi göstermesi ve Ortaçağ’da karanlıklar içerisinde
yaşayan Batıyı etkilemeye başlamasıyla bireyselliğin canlanması, ticaret
hayatının ve üretim ilişkilerinin değişmesi, kilisenin devlet ve halkın üzerinde
baskı kurması sekülarizmi yeniden canlandırdı.
Ulusalcı hareketlerden sonra halk kendine ait bir kilise oluşturdu. Papa
Tanrının manevi boyutu, Kral da yeryüzündeki boyutu haline geldi. Teslis
akidesi burada da karşımıza çıkmaktadır. Seküler
kavramı zamanla Hıristiyanlaştırıldı. Din sekülarize
edilerek hiyerarşik bir din anlayışına karşılık sivil
bir Hıristiyanlık geleneğinin doğmasına yol açıldı. Fransız Devrimi ile iktidar
kiliseden alınıp sivil iktidar kurumlarına verildi. Hıristiyanlığın sekülarize edilmesiyle birçok kadın papaz ve üst düzey
ruhanî ortaya çıkmıştı.

XIII. yy.dan
itibaren sekülaristler "tanrı-papa-kral"
hiyerarşisine dayalı yapıyı sorgulamaya başladılar. Sekülaristler
din, devlet, kral ve Vatikan’ı ayrı ayrı inceleyerek
bireyselliği, kişi özgürlüklerini savundular. Bireysel katılım, akılcı
yorumlar, çıkar hesapları önemli konulardı. Ahiret
ölçekli bir dünya da; dünya ölçekli, vahiy ölçekli bir algılama biçiminden
bilim ölçekli bir algılama sürecine geçiliyordu. Bunlar
İslâm inanışı için yabancı şeylerdi. Ama Batı için bunlar kaçınılmazdı.
İslâm’da din ile bilim, âhret ile dünya arasındaki çizgi Hıristiyanlılıktaki
gibi değildir. İslâm’da "ruhban" sınıfı yoktur.

Sekülaristler
dine ve kiliseye karşı değillerdir. Burjuva gibi hareket ederler. Devletin
kendi adına örgütlenmesini savunurlar. Onlara göre din ile devlet arası
faaliyet alanları belirlenmelidir. Sekülarizm
ulusallaşmayı getirerek, rasyonel, pragmatist, determinist bir devlet
anlayışını toplum düzenini oluşturmaktadır. Sekülaristler
devletin dinin; dinin de kilisenin baskısından kurtulmasından yanadırlar. Bu anlamda özgürlükçü bir hareket olarak ta
ortaya çıkarlar. Sekülarizm bu yaklaşımlarıyla
azınlık grupları ve din dışı çevrelerce destek görmektedir. Bu anlamda hümanist
bir karakter izliyor denebilir. Bir başka şekilde sekülarizm;
devletin niteliğini tartışmaksızın devletin özerkliğini savunmaktadır.
Bireydirler; bu alanda liberal, fakat halkçı değildirler. Demokrat özellik
taşımaktadırlar; çok ulusalcı ve cumhuriyetçilere yakındırlar. Akılcı ve
şüphecidirler. Sekülarizm XIII. yy.a has bir
çağdaşlaşma hareketidir. Sekülarizme "yeniden
yapılanma" da denilebilir.

İSLÂM TOPLUMLARININ
SEKÜLERLEŞMESİNDE MİSYONERLİĞİN ROLÜ

Batı, Doğu
toplumlarını evrimleştirebilmek için dayatmalarını misyonerlik çalışmaları adı
altında sürdürmüştür. Misyoner çalışmasının yapılabilmesi için Doğu
toplumlarına hakim İslâm inancının zayıflatılması; bunun için de inançların,
dillerin ve géleneklerin bilinmesi gerekmektedir. Ve öyle de yaptılar:
İslâmiyet’e yakınlaşan insanlara İslâmiyet’i kötüleyerek onları dinlerinden
uzaklaştırmaya çalıştılar. Aklı başında insanların bu türlü yollarla
kendilerinden (misyonerlerden) uzaklaştığını gören Roland
şöyle der: "Kişi öyle davranacağına Arap dilini öğrenmeli, böylece
Muhammed’i kendi dilinden dinlemelidir. Ayrıca Arapça kitaplar okumalı; kendi
gözüyle gerçekleri görmelidir. O zaman görecek ki, Müslüman benim sandığım gibi
deli değildir. Allah bütün insanlara akıl vermiştir. Ben her zaman şu kanaate
varmışımdır: Afrika ve Avrupa da böylesine geniş çapta yayılan bu din birçok Hıristiyan’ın
düşündüğü gibi değersiz ve güçsüz bir din değildir." Avrupa’nın İslâmiyet
hakkındaki kötü düşüncesi bugün bile devam etmektedir.

XIX. yy.dan
itibaren Doğu dünyası Avrupa’nın işgalleri ve dayatmaları ile büyük darbeler
almıştır. Garbın, şark üzerindeki hakimiyeti güçlenerek yayılmacılığında büyük
ilerlemeler göstermiştir. 1857’de İngiltere Hindistan’ı, Fransa da Cezayir ve
Fas’ı işgal ederek Doğu toplumlarını sömürüleri altına aldılar. Sömürgecilik
görünüşte dinin, gerçekte ise emperyalist harpler olan Haçlı Seferlerinin bir
uzantısıdır. Doğu toplumlarını sömürüleri altında tutmak; Avrupalının içlerinde
bastırılmış, ama hazmedilemeyen yenilme tutkusunun öcünü almak da diyebiliriz.
Adeta Batı Doğuya bu yenilgiler sebebiyle öfke ve nefret duymaktaydı. Batı
sömürgecilik faaliyetiyle aç bir kurt misali Afrika’daki siyah adamın üzerine
gözlerini çevirdi. Siyah adanı insanlıktan çıkarıldı. Bu insanlar ülkelerinden
zorla kopartılarak sömürüldü. Fakat bu sadece bir başlangıçtı. Batılılar ele
geçirdikleri ülkeleri inanç, ibadet, ahlâk ve zenginlik kavramları içerisinde
bu noktalarda çökertme yoluna gitmişlerdir. Ahlâkın yoksunluğu, aklın
tozutmasıyla başa baş gider olmuştu. Sömürgecilik çağı insanlık tarihinin en
aşağılık bir dönemidir. Bu dönem beyaz adamın medenileştirme yolunda
"zafer"i olarak tarihe yazdırılmıştı. Maddeten ve mânen çöküş içinde
olan toplumlar Batının kültür ve medeniyetine boyun eğer duruma gelmişlerdi.

Sonuç olarak; Batı
bir taraftan kendisi sekülerleşip Hıristiyan
değerlerinden uzaklaşırken; öbür taraftan da Hıristiyan değerleri kullanarak
İslâm toplumlarını kendi değerlerinden uzaklaştırmaya çalışmıştır. Oryantalizm,
emperyalizm ve misyonerlik el ele verip toplumları Batılı efendilerin çıkarları
için sömürme yolunda seferber olmuşlardır.