Yol açma, yön
gösterme, hedef tayin etme ve "tecdid"
hareketi muvacehesinde "te’lif" edilmiş,
daha doğrusu "ettirilmiş" eserleri, "gazete gibi" okumadan,
tam bir "külliyat" bütünlüğü içerisinde kalarak-muhafaza etme manasında
"tefhim" edebilmek, önceki asır ve devirlerden ziyade bizim, bugün
Müslüman’ın daha açık, daha sarsıcı ve sarıcı, daha yorucu bir meselesi hâline
gelmiştir-yahut gelmektedir.

Böyle bir
"mesele"nin farkına varış, fertleri-veya kişilikleri umum "ümmet"in
hukukunu,-"hukuk-u ibadı"-üstlenmeleri gibi
bir mesuliyete de sahip, yani "kul hakkını" sırtlamak gibi bir
"teklif" sırrına da mazhar eder. Açıkçası,
bu "vazife" bir nevi "şeair"
sırasına girer ki, şeairin "ferdî feraizden" çok daha üstün olduğu çokların
hatırındadır.

Halbuki "en
âzâm mesele olan iman"ı kurtarma vazifesi hem vicdanî, hem
"hikmet"e göre her vakit ön plândadır. (Emirdağ Lahikası, c.l, s.
232) Aklın ve "nakl"in gereği de bunu
iktiza eder. "Bu zamanda en büyük bir vazife, imanı kurtarma ve muhafaza
etme vazifesidir." (Kastamonu Lahikası) ifâdesiyle sırt sırta vermiş pek
çok beyân hâdiseye parmak basmakla birlikte, "takva ve âmel-i sâlih" yönünün gözardı
edilmediği de aşikâr bir halde görülmektedir. Bu esasların bir tekini bile
girişilecek bir anlama hareketi, akamete uğramaya mahkûmdur.

Risâle-i Nur
Külliyatı’nda ve Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin sözlerinde "tek
kanatlılık" gibi bir problemi görmememize rağmen, cemiyetimizde ve bir
kısım "ehl-i diyanet"in, realite ile
uzaktan yakından ilgisi bulunmayan zihnî kuruntularında yaygınlaşmış kanaatin
kaynağını anlamada zorlanmamız normal görülmelidir. Yaptığı hizmetin
"fonksiyon"undan ötürü, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin,
"Seni, elli talebem kadar hizmet etmiş bir talebe sayıyorum" dediği
Zât’ın; bilhassa bu mâlum zâtın ve çevresinin, Üstadı, dolayısıyla da Risâle-i
Nur Külliyatı’nı "tek kanatlılık" ile tenkit edenlerin başını
çekmeleri çoklarını bilemeyiz ama, şahsımızı çok düşündürüyor.

Bu tür aykırılık,
tenakuz, hatta "ihlassızlık" kokan tavrın
temel sâiki elbette bir tane ve yegâne olamaz, ama
içlerinde en büyüğünün "meselenin künhüne vakıf" ve vakıf olunan
"hakikate" da "teslim olamama" gibi bir eksiklikten geldiği
pekâlâ söylenebilir: "Hem ihlas ve hakperestlik
ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerïne taraftar
olmaktır. Yoksa `Benden ders alıp sevap kazandırsınlar’ düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir." (İhlas
Risalesi, s. 26) Öylesi zevat da, yukarıda verilen misale münasip bir
pozisyonda (Allah rahmet eylesin) bulunduklarına göre, o sır ile uzak veya
yakınlıklarını hesaplamak zor olmasa gerek.

"Çok
emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmaniyedeki fetva
vazifesiyle tavzif edilmişiz." (Mektûbât, s.
299) ve "… risaleler kendi malım değil. Kur’ân’ın nıalı olarak Kur’ân’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli
üzüm salkımlarının hâsiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz." (Tarihçe-i
Hayat, s. 175) gibi "mecburiyet tahtında fâş edilmiş" beyanlardan
anlıyoruz ki, Risale-i Nur Külliyatı’nı indî görüş ve dünyevî-yahut
akademik-bakışlar altında "tefhim" etmenin imkân ve ihtimâli yoktur.
"Ehl-i siyaset eserleri tam anlamaz."
(Emirdağ Lahikası) şeklindeki ihtar da meselenin bu yönünü işaretler. Yalnız
"ehl-i siyaset" tâbirini, politikacı
mânâsında anlamak, beyanı dar bir kalıba sığıştırmaya çalışma ameliyesine pek
benzer; "düşünce bakımından siyasetçi olan" şeklinde anlamak çok daha
doğru olacaktır. Mezkur "zevat"ın da birinci meselesi o olduğuna
göre, "eserleri" anlamamaları garipsenecek bir hal değildir. "En
âzâm mesele" olan iman hizmetinin "tam" olarak yapılması için de
Külliyatı anlamak şart değil midir? (Kastamonu Lahikası)

Herhangi bir
müellifin Külliyat’ını bile anlamak için, ilk önce onun hâdiselere ve insan
hislerine hangi temel bakış açısıyla yaklaştığını kavrama zarureti tartışma gütürmez. "Bil mecburiye ilan ediyorum ki, ihtiyarımız
ve haberimiz olmadan birisi bizi İSTİHDAM ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim
işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki, şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç
bir kısım inâyata ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyle ise o inayetleri bağırarak ilan
etmeye mecburuz." (Tarihçe-i Hayat, s. l76) şeklindeki TEMEL BAKIŞ AÇISINA
sahih olmadan Külliyat’ı anlamaya çalışma gayretinin adı "tefhim"
değil, ancak "te’vil" olabilir. O da öyle
bir te’vil ki, "akılla naklin çatışma"sı
anında (Muhakemat) yapılması şart olanı değil,
"zaruret var zannı ile" hareket eden çağımız insanının, yani
nefislerinin hâdiseyi "kendine yontması-ya da
"kendini avukat gibi müdafaa etmesi"-görüntüsündeki, "nasların ve ahkâmın, esasların" çiğnenmesi
mânâsındaki…

***

İSLÂM MÜNTESİBLERİ’nin hem ferdî, hem de içtimâî, cemaati
münasebetlerinde "su-i zan ve su-i niyet" gibi menfîliklerden azâde
olma mes’uliyetlerinin varlığı açıktır. Buna rağmen,
daha önce zikredilen "tenkit sahiplerinde", kalın çizgilerle
açıklanmış "temel bakış açısına" İNANMAMA hâdisesinin varlığını
görmemek elde değildir. Böyle gfi2lemıemizle birlikte, bu nevi
"ucube" tenkitlerden habersiz bulunan, dolayısıyla onların
cevaplarını arayarak Külliyatı anlama gibi "mesuliyet"ini yerine
getirmeyen, ancak kendini "talebe" bilen bir kısım insanımızın dahi
farkında olmadan aynı "sâfiyane" anlayışı
sahiplenir görünmesi, meseleyi gündeme tasıma ihtiyacı doğrudan elenebilir. Hem
"önceki", hem sonraki, Hem de "bugünkü" tefhim eksikliğini,
böylesi bir saffete bağlamak gereği, içtimâî dünyamızın hassas yapısının,
"yokuş"ların sonuna varır gibi olmasından, ırmakların ummanına kavuşmasına ramak kaldığını
"anlamamızdan" kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Tefhim hâdisesine
"tam tamına" yaklaşamamış olmamızın temel sahiplerinden biri de,
Külliyat’ı bir bütün olarak ele almayıp, sadece hususî ve indî mülahazalarla,
belli "bir kısım" beyanları, risale ve mektupları
"referans" olarak verme mecburiyetini duymak olmalıdır. "Niyet
ve nazar" meselesinin "su-i istimâl"e uğraması, Risale-i Nur
Külliyatı gibi bir pırlanta yahut "elmas kıymetindeki hakikatini
"tam" olarak anlaşılıp, bu vatan ahalisine kazandırılmasına set
çekiyor, Bediüzzaman gibi bir "zaman-ı dehr"in bütün Müslümanlarca kabulünü önlüyor; bütün
insanlık da ondan mahrum edilmiş oluyor. Bunu kimin hakkı var ve bu vebalin
altından nasıl kalkacak.?

İtirazcı
fikirleri-şu an-duyuyor gibiyiz. Söylenildiği gibi bir "kabul etmeme
hâdisesi yok ki, böyle densin! İlk duyulduğunda haklı bir itirazmış gibi gelen
fikrin üzerinde biraz durulduğunda, hâdisenin tam tamına o merkezde olduğunu
insan çabuk kavrıyor. "Zevahiri kurtarma" kabilinden söylenmiş
sözlerde ve konuşmalarda hiç kimse açıktan açığa Zamanın Müceddid’iyle
ters düştüğünü belli etmiyor, böyle yapması da kendi lehinde bir hâl olmadığı
için beklenmemeli… Halbuki birini sevmek, dolayısıyla kabullenmek demektir ve
bir muhabbet sözünün boşluğuna hapsedilemez. "Sevildiği iddia edilen"
zâtın izahlarını, mesleğini, gösterdiği hedefleri anlamaya, "tefhim"
etmeye çalışılmaması, gerçekte O’nun sevilmediği mânâsını da orta yere çıkarır;
mantıkî netice budur.

"O bîçâreler,
‘Kalbimiz Üstad ile beraberdir’ fikriyle kendilerini
tehlikesiz zannederler. halbuki ‘ehl-i ilhadın cereyanı’na kuvvet veren ve propagandalarına
kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir
adamın, ‘Kalbim sâfîdir, Üstadımın mesleğine sâdıktır’ demesi bu misâle benzer
ki; birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona, ‘Namazın bozuldu’ denildiği vakit
o diyor: ‘Neden namazım bozulsun, kalbim safîdir." (Mektûbât,
s. 401 beyânıyla açıklığa kavuşturulan hadise, sadece dünün veya dar bir
dairenin değil, "umum ümmet"e şâmil olması gereken bir hâldir. "İcabatı" bunca geniş görülen bir hadiseye "eğri
büğrü" ayna tutma yükünün altından kalkmak kim bilir hangi
"babayiğidin" kârı olabilecektir!

Sadede dönelim;
indî ve hususî niyetler neticesi olarak, Külliyat’tan "referans"
gösterme mecburiyeti ve zarureti-veya sıkıntısı-acaba "Eserlerin"
bize şart koştuğu bir "usûl" müdür? Bizce hayır. Külliyat’ı
"şöyle bir" tetkik edince bile hiç bir zaman böyle bir
"ayıklayıcı"-yahut seçkinci-bir anlayışla karşılaşmıyoruz. Orada
sadece hakikat ve "nass"ların "bu
asrın idrakine" sunulduğunu, "tebeddül-ü esma" ile göründüğüne
şahit oluyoruz. "Tebeddül-ü esma ile hakikat tebeddül etmez"
şeklindeki meşhur beyan çokların aklındadır. Bir diğer tespit de, Risale-i Nur
Külliyatı’nda yapılan "tefsir" ve izahlardan hemen sonra-bazen de
önce Din-i Mübin-i İslâm’ın ve "şeairin" üz kaynakları olan Kur’ân
ve Hadis’e atıflarda bulunması, "Şer’i Şerif ‘in icabatının
hatırlatılması; Selef-i Salihîn’in (r.a.) mevzuu
"açıcı" beyanlarına yer verilmesi, hatta Selef-i Salihîn’den
ve Evliyâ’dan bâzıları için (Mevlâna Celâleddin-i
Rûmi, Mevlâna Hâlid, Gavs-ı
Âzâm, imam-ı Rabbânî gibi…) "Üstadlarımdan…"
şeklinde bahis açılması, Külliyat’ı "tefhim" gayretinin hangi
merkezden hareketle gerçekleşebileceğinin de ifadesidir.

Unutmamak gerekir
ki, "Üstad-ı Küll,
Rehber-i Ekmel, En büyük Üstad"
tâbirleri de Kitap ve Sünnet’e müteveccihtir. Onları göz ardı eden bir
"gaflet"le Külliyat’ı anladığını söylemek, kuru bir iddiadan öteye
gidemez. Temel öğreticiler ve "nass"larla
uyum sağlamayan "yorum"ların, hem "Eserler"in,
hem de "umum kardeşlerin hukukuna bir taarruz" (İhlas
Risalesi) hükmünde olduğu da bedihîdir.

***

Mevzûnun asıl yönü
herhalde şu olmalıdır; bilhassa "aydın"lık iddiasında bulunan
kimselerin, Külliyat’ı takdir etmekle birlikte, onu anlamaya çalışmama gibi bir
samimiyetsiz hâl içinde "hapsolmaları"dır.
"Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamaya çalışmıyorlar"
şeklindeki sayhalaşmış çığlık, meseleye ne güzel dikkat çeker. Aziz ve Muhterem
Müellifin eserlerinin "dâvâ değil, dâvâ içinde bürhan"
olduğunu, beyanla, en büyük kuvvetinin bundan geldiğini ifade etmesi,
Külliyat’ı anlamak isteyenlerin, onun temel bakış açısını kavradıktan sonra
harekete geçmelerinin mecburiyetini çok iyi anlatır.
(Kastamonu Lahikası)

Eskilerin "şerhi
mütun" adını verdikleri metin tahlili ve
kavrama, "anlama, tefhim" çalışması şu esası öngörmektedir. Bir
eser-hele te’lif ettirilmiş ise-inceleyip
"tefhim" edilmeye çalışırken, zuhur bulduğu günün-veya
yılların-zorlayıcı şartları "tam olarak" anlaşıldıktan sonra işe
girişmek gerekir, o eserdeki ifadeleri anlayabilmek ancak o zaman kabil olur.
Eğer o metin veya eser, devrin "hakikî" zaruretleri, O husustaki
"teklif" sırrını, mes’uliyeti kaldırıcı
hâlleri-ihbar ve beyânları bilinip kavramadan "değerlendirilmeye",
referans alınmaya kalkışılırsa, böylesi bir gayretin neticesinin "müsbet" olacağı hayallenemez
bile.

"Değerlendirme"
mefhumu ile "tefhim"in eş mânalı olmadığını da hemen belirtmek
gerekir. Değerlendirme, sübjektif ve oportünist "yaklaşımlara" çok
daha açıktır, indî yorumlamaya dayalı gibidir. Söz konusu mefhum, meseleyi
"kişinin kendi yaşadığı haller" ile, "maksat ve garaz" da
denilmiş olan "ana fikrin" birbiriyle "uzlaştırmaya
çalışma" hevesinden başka bir şey olmadığı bellidir, yani gerçeği incitici
bir te’vil.

Bilhassa günümüzde,
zihinlerde bulunan telâkkilerin tepe takla olduğunu söylemek, abartılı bir
gözlem sayılmamalıdır. "Adalet külahını zulüm başına geçirmiş"
ifâdesindeki gibi, telakki ve anlayışlar da yer değiştirmiştir. (Lemaat) Halbuki, böyle bir yer değiştirmemin, anlayışların
başkalaşmasının, menfiye dönmesinin kabul edilemeyeceği hususların başında,
İlahi Vahy’ile tespit edilmiş "nass"ların gelmesinden söz etmek, düşünce hürriyetinin
de bir lâzımıdır. Aynı zamanda, bir topluluğu millet haline getiren değerler
sisteminin, "modernleşme" yahut "yenileşme" gibi hududu
muayyen olmayan sözlerle başkalaşmasına göz yummak, o milletin intiharıyla eş
mânâya gelir. "Milliyetimiz bir vücuttur; aklı iman ve Kur’ân,
ruhu İslâmiyettir." (Münâzarat)
izahında, değişmesi düşünülemeyen "realite"nin tanımı da verilmiştir.
Külliyat’ta "millet" kelimesin-den neyin anlaşılması gerektiğini de
belirten ifadeler, temel bakış açısının anahtarını da sunmakta değil midir?
Demek oluyor ki, bugünün, zihnimize sonradan "dayatılmış" telâkkileri
ile Risale’yi doğru anlamanın mümkün olamayacağını söylemek kötümserlik değil,
yanlışlığı hatırlatıcı bir dost ikâzı olarak anlaşılmalıdır.

"Dünyevîleşme"
ihlassızlığına kapılmamış ve kapılanmamış düşünceleri
de anlayış "kuvve"miz içerisindeki denkleme dahil etmek, yolumuzdaki
işaret taşlarından biridir. Ayrıca, dünya "yaşantı"sının zaruret ve
"haklı mazeretleri"ni dikkate alarak, muhatap kitleleri ve dinleyici
fertleri yerinde seçemeyiş de, Külliyat’ı "tefhim" edememek
neticesini getirebilir. Çünkü Külliyat’ın "naşirliğini" üstlenmiş
insanların, onu başkalarına duyurma isteği hissetmeleri hem kalbî ihtiyaçları,
hem de "vazife"leridir. (Kastamonu Lahikası) Fakat, Külliyat’ı "neşr", "Şerh ve izah" vazifesini
yaparlarken, "anlatıcı" fonksiyonunu seçtiklerinden, muhatap
aldıkları kimselerin zihinlerdeki "şüphe ve sualleri" ilk önce kendi
nefislerinde cevaplamaları gereği doğacağı bedihîdir. Bu gereği yerine
getirirlerse ne alâ, yok eğer tam tersi bir hâl görülürse, o "şüphe ve
sual"lerle zihnin lekelenmesi gibi bir "varta" ile karşı karşıya
kalacaklardır. Daha önce "dosdoğru" anladığı ve "güzel göründüğü"güzelce ve iyice görmek mânâsında
diyoruz-hakikatleri, o andan sonra "kabulde ve tefhim etmede"
zorlanacağını demek kehanet olmayacaktır. Demek ki, Külliyat’ı "gazete
Bibi okumamak" mecburiyeti, aynı zamanda ferdî hayatımız için de bir
"yükümlülük"tür.

***

KÜLLİYATI
"tam" anlamanın yollarından biri de onun neden ve niçin "telif
ettirildiğini" bilmekten, kabul etmekten geçiyor.
Bir teknolojik cihazın "niçin ve hangi maksatla" icat edildiğinin
farkında olmadan, ondan "tam mânâsıyla" istifade etmemiz çok
müşkülleşir. Külliyat’tan "tam istifade"nin de bu mantalite
ile olabileceği kanaatindeyiz.

Bediüzzaman Said Nursî’nin sadece
İkinci Said devrine değil, hayatının
"bütününe" baktığımızda, her zaman "âsâyişi" muhafazayı
netice veren (Emirdağ Lahikası, s. 449) hizmetlerle meşgul olduğunu
görmekteyiz. Bu "müsbet" meşguliyetin
dinamiğini "kafa fenerimizle" aydınlatmaya çalıştığımızda, en iyi bir
"zann"la varacağımız nokta, ya "maslahat" cihetinin ağır bastığıdır, ya da "Rahmet-i İlahî’den fazla merhamet, merhamet
değildir" beyanatının varlığına rağmen, aşırı "şefkat"inden
biriyle yaptığı neticesine varacağız.

Halbuki Hazret,
"… dahilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmek" ifadesiyle târif
ettiği bu tavrını, "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez"
mealindeki âyet-i kerime’nin emri ile açıklamaktadır. (Emirdağ; Lahikası, s.
455) Yoksa herhangi bir kurumu ayakta tutmak gibi bir yoz yorumu akla
getirebilecek en ufak bir beyanı bile yoktur. Böylesi, kendi arzusu ve
"görüşü" istikametinde davranan hodgam
nefsi, Külliyat’la aramıza aşılması zor perdeler çekmekten alıkoymak,
Külliyat’ı anlamanın temel şartlarından biridir; belki de en büyüğüdür.