"Zındıklar
ve münâfıklar istibdâd-ı mutlaka
"cumhuriyet" nâmı vermekle, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i
mutlaka "medeniyet" ismi vermekle, cebr-i
keyfi-i küfriye "kanun" ismini takmakla
(…) hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana,
ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar."

Tarihçe-i Hayat,
s, 366.

GİRİŞ

1789 Fransız
Devriminin en önemli sonuçlarından biri, dini toplumu dönüştürerek milli
devleti sosyal yaşayışın temel örgütlenme kalıbı haline getiren
"milliyetçilik" ideolojisinin doğuşu olmuştur. O zamana kadar
kendilerini Hıristiyan, Müslüman veya Yahudi olarak tanımlayan insanlar, artık
kendilerini Fransız, İngiliz, Alman vs. olarak tanımlayacaklardır. Bu kategorilerin
örtüşmesi de, birbiriyle çelişmesi de mümkündü. "toplumsal
kimlikteki" bu dönüşüm, din-devlet ilişkilerinde de köklü değişikliklere
yol açtı.

Genel olarak,
Batı-Hıristiyan geleneğinde din ve devlet ilişkilerinin düzenlenmesi açısından
üç ayrı çizgi göze çarpmaktadır. Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesinden
sonra Batı Roma’da Katoliklik, Doğu Roma (Bizans)da Ortodoks Hıristiyanlık
hakim dinleri oluşturdular. Batı Roma’da özellikle 10. yüzyıldan sonra Papalık,
siyasi otoritenin üzerinde bir konum edindi. Kralların yöneticiliği ancak
Papa’nın onayıyla meşruluk kazanabiliyordu. Papalığın emirleri her türlü
dünyevi otorite sahipleri için bağlayıcıydı. Sonuçta ortaya Kiliseye bağlı
devlet yapısı ortaya çıktı. Doğu Romada ise, bundan
farklı olarak, din hiyerarşi bütünüyle siyasi-dünyevi otoritenin egemenliği
altına girdi. Kilise devletten bağımsız değil, devlet içinde ve devlete bağımlı
bir örgütlenmeye sahip oldu. Sonuç, devlete bağlı din olgusuydu.

16. yy’da ivme kazanan reform hareketleri sonucunda gelişen Protestan
toplumların temel problemi dini hoşgörü ortamının oluşturulmasıydı. Farklı
inanç kesimlerinin aynı toplum içinde birarada
yaşayabilmeleri için, liberal ideolojinin de etkisiyle, dini inanç ve kanaatler
kişilerin özel dünyasına ait olması gereken değerler kümesi olarak görüldü ve
siyasi süreç, dini doğmalardan bağısız olarak geliştirilmeye çalışıldı. Ancak
bu konuda Batı-Hıristiyan geleneğine sahip ülkeler arasında da önemli
farlılıklar bulunmaktadır. İngiltere, Benelüks ve
İskandinav ülkeleri resmi bir dine sahip olmaya devam ederken, kıta
Avrupa’sında (Almanya, Fransa, İtalya gibi) devletle din arasında bir "ayırma duvarı" kondu. Devlet tamamen dinin dışında
örgütlenirken, din işlerinin yürütülmesi cemaatlere bırakıldı. Birinci gruptaki
ülkelerde din, kamu politikalarının oluşturulmasında bir kaynak olmaya devam
etmekle birlikte, kamu politikaları üzerinde belirleyici bir etkiye sahip
değildir.

Genel olarak bütün
Batı-Hıristiyan toplumlarında din ve devlet etkileşimi, özellikle boşanma,
kürtaj ve dini eğitim gibi konularda hassasiyetini korumaktadır. Bu açıdan din
ve devlet arasındaki etkileşim, dinamik ve değişime açık bir süreç
oluşturmaktadır.

İslam dünyasında
din-devlet ilişkileri daha çok Bizans geleneğini andırmaktadır. Osmanlı toplumu
bu açıdan prototip bir örnek oluşturur. Dini kurumlar bütünüyle devlet
güdümünde ve kontrolünde faaliyette bulunmuş, bağımsız örgütlenmeye izin
verilmemiştir. İnsanlar ontolojik tercihlerine göre "millet" adı
verilen dini toplumlara (Müslüman, Hıristiyan Yahudi) bölünmüş ve her dini
topluma kendi içinde serbestiyet tanınmıştır. Cemaati
düzeyde gerçekleşen bu çoğulcu yapının üzerinde otoriter bir siyasi yapı
varolmuştur. Tanzimatla birlikte iyice belirginleşen
Batılılaşma çizgisinde modernleşme çabaları Cumhuriyetle, laik milli bir
devleti netice vermiştir. Ancak bu laik din-devlet ayırımına değil dinin devlet
kontrolünde tutulması esprisine dayanmıştır.

Özellikle İkinci
Dünya Savaşından sonra bağımsızlıklarını kazanarak siyasi sahnede yerini alan
diğer İslam ülkelerinde Türkiye benzeri bir oluşuma rastlanmamaktadır. Müslüman
Arap ülkelerinde İslam her zaman siyasi meşruiyetin ana dayanaklarından biri
olmaya devam etmiştir. Bu bakımdan Tunus’un bir istisna oluşturduğu
söylenebilir. Özellikle kadının statüsüyle ilgili konularda Tunus’ta
Türkiye’dekine benzer radikal adımlar atılmıştır.

İslam ülkeleri
genelinde din-devlet ilişkileri devletin dine önceliği esasına oturtulmuş; din,
siyasi meşruiyetin temel referanslarından biri olarak kalmaya devam ederken,
bağımsız bir gelişim ve örgütlenmeye sahip olmamıştır. İran bir açıdan bir
istisna oluşturur. Güçlü ve bağımsız bir örgütlenmeye sahip olan ulema sınıfı,
İran’da devletin Şii kimlikten uzak kaldığı dönemlerde en önemli toplumsal
muhalefet odağı olmuştur.

Bu çalışmada
Batı-Hıristiyan uygulamasında din-devlet ilişkileriyle ilgili örnekler
incelendikten sonra, İslam dünyasına kısa bir bakışla bir felsefi düşünce ve
siyasi meşruiyet ilk olarak laikliğin açmazlarına işaret edilecek ve bu
bağlamda Türkiye örneği değerlendirilecektir.

A. BATIDA DİN VE
DEVLET İLİŞKİSİNİN DÜZENLENMESİ

1. BÜYÜK BRİTANYA
BİRLEŞİK KRALLIĞI

Birleşik Krallığı
oluşturan İngiltere, İskoçya ve Galler ile Kuzey İrlanda din ve devlet
arasındaki düzenlemelerin çeşitli örneklerini sunmaktadır. İngiliz Anglikan
Kilisesi resmi olarak tanınmış kilise statüsüne sahiptir. İngiliz devletinin
başı olan kral veya kraliçeye tacı Canterbury
Başpiskoposu tarafından giydirilir. İngiliz Kilisesi, Parlamentonun Lordlar Kamarasında Başbakanın seçtiği piskoposlar tarafından
temsil edilir. İskoçya Kilisesi de hükümet tarafından resmen tanınmış bir
kilisedir. Ancak örgütlenme açısından bağımsız bir yapıya sahiptir. Galler ve
İrlanda’da ise resmen tanınmış bir kilise yoktur.

1969’da çıkarılan
Kilise Meclisi Yönetimi’ne ilişkin düzenlemeyle, Parlamento İngiliz Kilisesi
Genel Meclisine bir takım yetkiler tanıdıysa da ibadet ve doktrine ilişkin
konularda esaslı değişiklikler yapma hakkını saklı tuttu. 1977’de dönemin İşçi
Partili Başbakanı James Callaghan, Anglikan Kilisesi
piskoposlarının atanmasına yeni bir düzenleme getirdi. Buna göre, bir
başpiskoposun başkanlığında kilise tarafından seçilen Kraliyet Atama Komisyonu,
Başbakana iki aday bildirecekti.

Kuzey İrlanda
dışında İngiliz politikasında din, eski ağırlığını kaybetmiştir. Time’ın 1971’deki bir kamuoyu araştırmasına göre, halkın
sadece yüzde 2’si İngiliz (Anglikan) Kilisenin kamu hayatında "çok
etkili" olduğu düşünmekteydi. Ancak, 1970’lerde "sınıf
politikası"nın yerini konuya dayalı politikanın alması kilise sözcüklerine
ülke gündemini oluşturan konular da daha aktif bir şekilde görüş bildirme
imkanı sunmuştur. Nitekim kili-se M. Thatcher’ın ekonomik liberalizminin sosyal sonuçlarını
açıkça eleştirmiş, bu durum hükümet-kilise ilişkilerinde gerilime yol açmıştır.

Şimdi bu ülkedeki
devlet dini konusundaki anayasal düzenlemeler, dini eğitim, yemin ve nikah
konularına daha yakından bakalım.

Ülkenin resim
dinine veya sekülerliğine ilişkin doğrudan bir
anayasal belirleme yoktur. Resmen tanınan iki kilise bulunmaktadır: Anglikan ve
İskoç kiliseleri.

Bu iki kilisenin
resmen tanınmasına ilişkin herhangi bir yasa bulunmamakla birlikte Reform
döneminden İngiltere ve İskoçya’nın birleşmesine kadar geçen sürede bu iki
kilisenin bugünkü özel konumlarına zemin sağlayan birçok yasa çıkarılmıştır.

Pozitif
(müdahaleci) bir din-ibadet hürriyeti anlayışı geçerli değildir. Kısıtlamalar,
yasaklamalar ve dini niteliklerin yokluğu anlamında din hürriyeti ve hoşgörü
vardır. Ancak dine hakaret, Pazar ayinlerine katılım ve Monark’ın
(hükümdarın) mensup olduğu din gibi konular, bu negatif din hürriyeti
anlayışının dışında tutulmuştur.

Monark
Anglikan kilisesiyle bağlantı içinde olmalıdır. Monark
taç giymeden önce veya taç giydikten sonra Anglikan kilisesini, yine tahta
çıktığında İskoç kilisesini koruyacağına dair yemin eder. Ayrıca, Protestan
inancına ve ancak bir Protestanın tahta çıkabileceği
yolundaki düzenlemeyi devam ettireceğine olan sadakatini teyid
eder.

Avam Kamarası
üyeleri seçilmelerini veya Monark’ın ölümünü takiben Monark’a bağlılık yemini ederler. Yeminin muhtevası ve
ediliş şekli dini boyutlar taşımakla birlikte Monark’ın
Protestanlığa bağlılığını ifade eden anlamda dini değildir. Ayrıca herhangi bir
dini inanca bağlılık duymayanlar, yalnızca Monark’a
bağlılık beyanında bulunurlar.

Avam Kamarası
üyelerinin yemin metni şöyledir:

Elinde İncil veya
Tevrat’ı (eğer Yahudi ise) tutan üye, "Majesteleri Kraliçe Elizabeth’e, onun hukuki varisleri ve haleflerine sadık
kalacağıma ve gerçek bir bağlılık duyacağıma, Kadir-i Mutlak olan Tanrı adına
yemin ederim. Tanrı yardımcım olsun."

Dini bağlanması
olmayan üyeler ise şu şekilde yemin eder:

"Ciddiyetle,
saygıyla ve samimiyetle ilan ve teyid ederim ki,
Kraliçe Elizabeth’e onun hukuki varisleri ve
haleflerine sadık kalacağım ve gerçek bir bağlılık duyacağım."

1978 tarihli Yemin
Kanununun 1. Bölümü, Hıristiyan-Yahudi olmayan kişilerin herhangi bir kanuni
tarzda yemin etmelerine imkan verir. Mesela, bir Müslüman veya Sih İncil yerine Kur’ân ya da Grand üzerine yemin eder. Lordlar Kamarası üyeleri için de benzeri uygulamalar
geçerlidir. Halsbury Kanunlarına göre, "Ülkenin
kanunlarına uygun hareket eden hükümdar, Tanrı’nın altında ülkedeki en üstün
kudrettir ve üstün otoritesi, sivil-din herkese şâmildir." Monark Anglikan kilisesinin "yüksek idarecisidir"
ancak kiliseye ilişkin olarak anayasalar pratiğe geleneğe uygun davranır.

Roma Katolik
kilisesinin lideri Papa gibi, Anglikan kilisesinin tek bir "üstün
otoritesi" yoktur. Canterburry ve York
Başpiskoposlarının herbiri, kendi bölgelerinde
hükümrandır. Canterburry Başpiskoposu daha kıdemli
olmasına ve bazı uygulama ve seremoniler açısından önceliği olmasına rağmen,
Anglikan Kilisesinin "başı" olmak gibi bir mevkii yoktur. Anglikan
kilisesinin piskoposları gibi Başpiskopos da Monark
tarafından anayasal pratiklere uygun olarak Başkanın gösterdiği adaylar
arasından atanır.

İskoç kilisesi
piskoposluk sistemine sahip olmadığı için, hiyerarşi problemi de yoktu.
Kilisenin en üst merci olan Moderatör, bir yıllığına
seçilir ve kilisenin her yıl yapılan Genel Meclisine başkanlık eder. Hükümdar,
Yüksek Vekil sıfatını taşıyan bir lord tarafından
temsil edilir.

Bütün devlet
okullarında dini eğitim verilmesi zorunludur. Bu zorunluluk ilk ve orta okullar
ile altı yıllık kolejler (6 th form colleges) için geçerlidir. Özel okullar veya hemşire
okullarıyla ilkokullardaki hemşirelik dersleri için ya
da daha üst seviyedeki kolejlerde böyle bir zorunluluk yoktur. Devlet
okullarında dini eğitim verilmesi zorunlu olmakla birlikte ebeveynler
çocuklarının din derslerine ve-veya ortak ibadetlere katılmamasını
isteyebilirler. Ayrıca öğretmenlerin de bu derslere katılmama hakkı vardır.

Zorunlu din
dersleri, isteğe bağlı (voluntary) devlet okullarıyla
il (conty) devlet okullarında ayrı ayrı düzenlenmiştir. 1944 tarihli Eğitim Kanunu, kilise
okullarını, isteğe bağlı okul statüsünde devlet okulları arasına katarak ikili
bir sistem getirmiştir. İsteğe bağlı okullar çoğu Anglikan ve Katolik
Kiliselerine bağlıdır. Ayrıca çok az sayıda Yahudi okulu bulunmaktadır. Bu kategorideki
okullarda dini eğitim ve ibadet, ilgili mezhebin gereklerine göre yapılır. İl (county) okullarında dini eğitim, mezheplere göre değil,
mahalli seviyede mutabık kalınan bir programa göre yürütülür. Bu mutabakata
Anglikan Kilisesi temsilcileri, diğer din mezhep temsilcileri, öğretmenler ve
mahalli eğitim yetkilisi taraf olarak katılırlar.

1988 tarihli Eğitim
Reformu Kanunu, dini eğitim için yeni kayıtlar getirmiştir. Buna göre, 29 Eylül
1988 tarihinden sonra oluşturulacak programlar, Büyük Britanya’da dini
geleneklerin esas itibariyle Hıristiyanî karakter
taşıdığı gerçeğini yansıtmalı, ancak ülkede temsil edilen diğer ana dinlerin
öğreti ve uygulamalarını da göz önüne almalıdır. Bu hüküm, 1993 Eğitim
Kanunuyla genişletilerek, bütün mahalli eğitim makamlarının, 1988’de çıkarılan
kanunun gereklerini yerine getiren din eğitim programlarını benimsemeleri
öngörülmüştür.

İngiliz hukuku dört
tür nikah kıyılmasına imkan vermektedir.

i. Sivil evlilik

Evlilik merasimi,
sicil idaresinde, bir Sicil Memuru ve Sicil Kâtibinin huzurunda kamuya açık
olarak yapılır. Merasim şekil olarak seküler olmalı
ve iki şahit bulunmalıdır.

ii.
Anglikan Kilisesinin ayinlerine göre evlilik

Bu evlilikler,
yalnızca bir kilise veya şapelde, bir din adamı ve iki şahidin huzurunda kıyılır.

iii.
Diğer dini inançlara göre yapılan evlilikler

Katoliklik diğer
Protestan kiliseleri, İslam vb. İnançlar bu kategoriye girer. Evlilik merasimi,
Sicil Kanununa göre ibadet yeri olarak tescil edilen ve evlilik merasimi
yapılabileceği belirtilen yerlerde yapılmalıdır. Bütün kayıtlı binalar, genel
ibadet yerleridir. Yirmi hane halkının yazılı isteğiyle gösterilen binalar,
ibadet yeri olarak tescil edilir. İlgili ibadet yerindeki görevlilerin rızası
olmadan, bu mekanlarda nikah kıyılamaz. Bu tür yerlerde kıyılacak nikah iki
veya daha fazla şahidin huzurunda kamuya açık olarak akdedilir. Tescil edilmiş
bir binada yapılan evlilik merasimine ya bir tescil
memuru veya bina görevlileri tarafından belirlenmiş yetkili bir kişi
katılmalıdır. Yetkili kişinin görevi, nikah merasiminde hukuki formalitelerin
yerine getirilmesini gözetmek ve nikâh akdinin kaydedilmesini sağlamaktır.
Uygulamada yetkili kişi vaiz, rahip veya imamdır. Sicil memuru yerine yetkili
bir kişinin katılımına izin verme, Anglikan Kilisesi, Kuveykırlar
(Quarkers) ve Yahudilik dışındaki din topluluk
mensuplarına karşı ayırımcılığı önlemeyi hedefler.

iv. Kuveykır ve Yahudi evlilikleri

Bu evlilikler,
bütünüyle, ilgili dinlerin gelenekleri çerçevesinde gerçekleşir. Genel olan
evlilik merasimleri saat 8 ile 18 arasında yapılır. Ancak, tarihi sebeplerle bu
sınırlar Kuveykır ve Yahudi evlilikleri için geçerli
değildir. Kuveykırlar usulünce kıyılan nikahlar
ilgili bölgeye bu mezhep tarafından tayin edilen kayıt memuru tarafından tescil
edilir. Yahudi evliliklerinde ise, kocanın mensup olduğu sinagog sekreteri
evliliği kaydeder.

II. FRANSA

Fransa, en katı
laiklik uygulamalarına sahne olan kıta Avrupası
ülkesidir. 1789 devrimi, kilise arazilerini devletleştirirken, kilisesini kamu
hayatında rol almasını da reddetti. Bu durum iki yüzyıl sürecek bir çatışma
ortamına, kilise-devlet mücadelesinin doğuşuna kaynaklık etti.

3. Cumhuriyetle
birlikte, 1905’te Fransa’da kilise ve devlet kesin olarak birbirinden ayrıldı.
Günümüz de, din eğitimi, din adamlarının konumu ve Hıristiyan Demokrat
hareketin kendisi din-devlet ilişkilerindeki gerilim hattını oluşturmaktadır.

1959’da yapılan
düzenlemeyle özel okulların yüzde doksanının Katolik okulları oluşturmaktadır. Sübvanse edilmesi karşılığında bu okulların belirli standartlara
uygulama zorunluluğu getiriliyordu. Ancak bu zorunluluk, okulların Katolik
karakterini bastırmayacaktı. Özel okulları devlet bünyesine alma vaadinde
bulunan F. Mitterrand, 1981’de başkan olduktan sonra
bu sözünü gerçekleştirdi. Ancak okulların Katolik karakteri korundu.

Bu okullarda
çalışan din adamı öğretmenlerin statüsü de bir başka problem alanını
oluşturmaya devam etmektedir.

III. İTALYA

İtalya’da
din-devlet ilişkileri kiliseyle yapılan anlaşmalar temelinde belirlenmiştir.
1870’te laik bir yapıya kavuşturulan devlet üzerinde kilisenin dünyevi
otoritesine son verildi. 1929’daki anlaşmanın yerini alan 1984 anlaşmasına
göre, Katolikliğin İtalya’nın resmi dini olma statüsü kaldırıldı. Anayasanın 7.
maddesine göre, "Devlet ve Katolik Kilisesi, her biri kendi alanında
bağımsız ve egemendir." 8. maddeye göre de "Bütün dini mezhepler
kanun önünde eşit olarak serbesttir. Katoliklik dışındaki dini mezhepler
İtalyan adli teşkilatıyla çatışmaması kaydıyla kendi akidelerine göre
teşkilatlanmak hakkına sahiptir. Bu mezheplerin devletle ilişkileri,
temsilcileriyle yapılan anlaşmalar temel alınarak kanunla düzenlenir."

Nüfusunun yüzde
98’i Katolik Hıristiyan olan İtalya’da günlük politikada dinin önemli bir yeri
vardır. Hıristiyan Demokrat Parti, 1945 sonrasında kurulan hemen bütün
hükümetlerde görev almıştır.

Din-devlet
ilişkilerinin düzenlenmesi açısından büyük önem taşıyan, devlet dini
konusundaki anayasal düzenleme, Parlamento üyelerinin yemin metinlerinin
dini/din dışı karakteri, mabedlerin bakım ve inşası,
dini kuruluşlar, istihdam edilen personelin atama ve giderleri, devletin dini
kuruluşlara mali katkısı, dini eğitimin zorunluluğu/iradiliğinin, dini nikah ve
dini faaliyetlerin finansmanı gibi konular aşağıdaki paragraflarda
incelenmiştir.

1. İtalyan
anayasası hiçbir dini, devlet dini olarak tanımaz. Aksine, bütün dinleri dini
hürriyet açısından eşit olarak değerlendirir. Anayasanın 19. maddesine göre
"herkes, halka dini merasimler (ayinler) dışında, dini kanaatlerini
istediği şekilde, ferdi veya örgütlü olarak açık propagandasını yapma ve
açıktan veya özel olarak uygulanmaya aktarma hakkına sahiptir."

Devlet ve dini
gruplar arasındaki ilişkinin düzenlenmesi, sözkonusu
ilişkinin Katolik kilisesi veya başka bir dinle olmasına göre değişkenlik arz
etmektedir. Anayasanın 7. maddesine "Devlet ve Katolik kilisesi, her biri
kendi alanında bağımsız ve egemendir. Din ve kilise ilişkisi Lateran anlaşmalarıyla düzenlenir. (Lateran
anlaşmaları, adını Roma’daki Lateran Katedralinden
almaktadır.) Anlaşmalarda yapılacak değişiklikler, anayasa değişikliği için
öngörülen prosedür bağımsız olarak her iki tarafça kabul edilir." Bu,
devletle Katolik kilisesi arasındaki ilişkilerin, özel bir tür milletlerarası
anlaşmaya benzeyen "Konkordat, " ile
düzenlenmesi gerektiği anlamına gelir. Anayasanın atıfta bulunduğu Konkordat, 1929’da devletle Katolik Kilisesi arasında
imzalandı. Anayasanın 7. maddesi gereğince, bu Konkordatın
hükümleri İtalyan devleti tarafından tek taraflı olarak değiştirilemez; ancak
devlet, Katolik Kilisesiyle anlaşarak değişiklik yapabilir. Adı geçen hükme
uygun olarak 18 Şubat 1984’te İtalyan devletiyle Katolik kilisesi Lateran anlaşmalarında değişiklik yapan yeni bir
düzenlemede mutabık kaldılar. Bu mutabakatla, 25 Mart 1985’te, 121 no’lu kanun yürürlüğe girdi. Yeni düzenlemeyle Katolik
dini, Cumhuriyet Anayasasının yürürlüğe girmesinden sonra fiili olarak ortaya
çıkan gerçekliğe uygun olarak, devletin resmi dini olmaktan çıktı.

Devletle Katolik
dini dışındaki diğer dinler arasındaki ilişkiler, Anayasasının 8. maddesiyle
düzenlenmişti. Buna göre "Bütün dini mezhepler kanun önünde eşit olarak
serbesttir. Katoliklik dışındaki mezhepler, İtalyan adli teşkilatıyla
çatışmaması kaydıyla, kendi akidelerine göre teşkilatlanmak hakkına sahiptir.
Bu mezheplerin devletle ilişkileri, temsilcileriyle yapılan anlaşma temel
alınarak kanunla düzenlenir. "Maddeden anlaşılacağı üzere, yalnızca
devlet-Katolik kilisesi arasındaki ilişkiler Konkordatla
düzenlenmektedir. Diğer dinlerle devletin ilişkilerinin mezkur kanunla düzenlenmesi
gerekmemektedir. Ancak devlet, herhangi bir din gruplar ilişkisini kanunla
düzenlemek isterse, ilgili grubun temsilcileriyle önceden anlaşmak zorundadır.
Böyle anlaşmanın olmadığı durumlarda, ilişkiler Anayasanın din hürriyetini
düzenleyen 19. maddesine göre yürütülür.

Mevcut durumda,
devletle Waldensian Masası tarafından temsil edilen
kiliseler, 7. Gün Hıristiyan kiliseleri İtalyan Birliği, Tanrı’nın Meclisleri
ve İtalya Yahudi Cemaatler Birliği arası ilişkiler kanunla düzenlenmiş
bulunmaktadır.

2. Cumhurbaşkanı,
Parlamento ve Kabine üyelerinde görevlerine başlarken dini bir yemin ister.
Anayasanın 19. maddesi, Cumhurbaşkanının göreve başlamadan önce, Parlamentonun
oturumunda Cumhuriyete ve Anayasaya sadakat yemini etmesini öngörür. Anayasanın
93. maddesi Başbakan ve bakanlar için de aynı hükmü getirir.

3. Katolik
kiliseleri ile ilgili hükümet sorumluluğu İçişleri Bakanlığı ve bu Bakanlığa
bağlı Mezhep ve Mabedler Genel Müdürlüğü’nün yetki
alanı içindedir. Mahalli seviyede ise, bu yetki valiliklere bırakılmıştır.

Bu konudaki
düzenlemeler, 1984 Şubat’ında imzalanan anlaşmanın Ek Protokolüyle yeniden
düzenlenmiştir. Bu düzenlemeler arasında, mahalle kiliselerinin inşasına
devletin mali katkısı ve kiliselerin gayr-i menkullerine ilişkin düzenleme
dikkati çekmektedir. Kiliseler ve Katolik hizmetlerine ait diğer binalar
şehirlerin yaşanabilirliğini geliştirmek amacıyla ikinci derecede şehir
geliştirme eserleri arasında sayılmaktadır. Ayrıca dini binaların inşasına ilişkin
devletin desteği, Dini Binalar Fonuna yapılan yıllık 3.500.000.000 Liretlik
tahsisatı da ihtiva eder.

Merkezi bütçeden
ayrılan tahsisatın yanı sıra, mahalli yönetim bütçelerinden de bu amaçla fonlar
ayrılmıştır. Özellikle belediye yönetimleri, mevcut kaynakların yetersizliği
durumunda dini binaların bakımı için katkıda bulunmakla yükümlüdür. Bunun yanı
sıra İtalya’nın birleşmesinden önce kamu yasası uyarınca birçok belediyenin,
kilise organlarına başka hizmetler sunması gerekmektedir.

Medeni Kanun, Katolik
inancına tahsis edilen bir binanın, ibadet amacıyla kullanıldığı sürece
mülkiyet özel kişilere de ait olsa, başka tür bir kullanıma verilemeyeceğini ve
mülkiyetinin başka kişilere devredilemeyeceğini belirtir.

Katoliklik
dışındaki dini inanç topluluklarının devletle ilişkilerini düzenleyen
yasalar,binaların inşası konusunda, söz konusu topluluğun dini ihtiyaçlarının seküler makamlar tarafından göz önüne alınmasını gerekli
kılmaktadır. Nihayet, Roma şehir geliştirme plânı, bir ceminin inşasını
"genel kamu hizmeti" olarak değerlendirirken, bu tür mabedleri, Katolik Kilisesinde olduğu gibi, ikinci derecede
şehir geliştirme eserleri arasında saymamaktadır.

4. Dini grupların
teşkilatlanma hürriyetlerine uygun olarak, dini kuruluşlar istihdam ettikleri
personeli kendileri eğitir ve atar.

5. Dini kuruluşlar
kendi kendilerini finanse eden örgütlerdir. Dolayısıyla, kendi personellerine
kendileri ödeme yapar. Katolik din adamlarının konumunu bu açıdan düzenleyen
1985 tarih ve 222 numaralı kanun, her bir piskoposluk bölgesi için tüzel
kişiliği olan bir organ oluşturulmasını öngörmektedir. Organ her piskoposluk
bölgesindeki ihtiyacı karşılayacak şekilde İtalya Piskoposlar Konferansı
tarafından belirlenecek fonu sağlamakla yükümlüdür. Mali açıdan bu ödemeler
ücret olarak değerlendirilmekte ve Din adamlarının Geçimini Sağlama Merkez
Enstitüsü tarafından alınan vergiye tabi bulunmaktadır. Enstitü, aynı mevzuata
göre, din adamlarının sosyal güvenlik ödemelerini üstlenmektedir. Bunun
dışında, hem Merkez enstitüsü, hem de diğer enstitüler din adamları adına
sosyal güvenlik kalemleri sağlayabilir.

6. İtalya Katolik
kilisesinin ki devletlerarası hukuka göre egemen ve bağımsızdır-özel hukuk
açısından tam bir hukuki şahıs olarak değerlendirmez. Ancak çeşitli yasalar,
Kilise Teşkilatı içinde çeşitli organları hukuki bir şahıs olarak
değerlendirmektedir. Bunların başında Kutsal Görüş gibi Katolik kilisesi örgütü
içinde üst yönetim organı olmasının yanı sıra, İtalyan hukuk sisteminin hukuk
kap-samı içinde bulunan bir hukuki şahıstır. Katolik hiyerarşisinde, Kutsal
Görüş’ten sonra gelen İtalyan Piskoposlar Konferansı, bir hukuki şahıs olarak
tanınmıştır. Kutsal Görüş’le birlikte İtalyan Piskoposlar Konferansı İtalyan
hükümet makamlarına karşı Katolik kilisesinin çıkarlarını temsil eder.

7. İtalya’da en üst
dini makam, Roma Piskoposu ve İtalya Başpiskoposu olan Papadır. Papa, selefinin
ölümünü takiben toplanan Kardinaller Meclisi tarafından ömür boyu görevde
kalmak üzere seçilir.

8. Devlet, Katolik
veya başka bir kiliseye doğrudan mali katkıda bulunmamaktadır. Ancak din
adamlarının ve misyoner örgütlerinin giderlerini karşılamak ve diğer din
faaliyetleri finanse etmek için kurulan fonlara yapılan bağışlara, özel vergi
muafiyetleri getirilmiştir. Herkes, bu şekilde yapılan yıllık toplam iki milyon
Liretlik bağış giderini vergiden düşebilir. Dahası, Katolik Kilisesi, 7. Gün
İleri Hıristiyan Kiliseleri İtalya Birliği ve Tanrının Meclisleri mezhebi,
hükümet destekli bir kendi kendini finanse etme projesine katılmaktadır. Bu
kuruluşlar, eğer vergi mükellefinin ödediği yıllık gelir vergisinin binde
sekizini alma hakkına sahiptir. Eğer vergi mükellefi bu tür bir talepte
bulunmamışsa, söz konusu miktar maliye tarafından alı konur. Bu tür bir fona
erişimi sağlanan kiliseler, aldıkları parayı nasıl harcadıklarını gösteren
yıllık hesaplarını, İçişleri Bakanlığına sunmakla yükümlüdürler.

9. Devlet, Katolik
dinin bütün okullarda öğretilmesini gözetir. Herkesin böyle bir öğrenim alma
yada almama hakkı teminat altındadır. Bu hak kayıt sırasında öğrenci veya
öğrenci velisi tarafından okul görevlisinin sorduğu soruya verilen cevaba göre
uygulama alanı bulur. Dini öğrenim almamaya karar verenlere karşı hiçbir ayırım
yapılamaz. Üstelik, okul yönetmeliklerine göre, dini öğrenimin öğrenciler
arasında ayırıma yol açmaması gerektiği gibi, diğer dersler de dini bir
perspektifle işlenemez. Öğrenciler hiçbir şekilde dini uygulama ve ayinlere
katılmak zorunda bırakılamaz. Katolik dışındaki dini kuruluşların sözcüleri,
öğrencilerin, velilerin veya okul görevlilerinin kendi inanç sistemleriyle
ilgili sorularını cevaplama hakkına sahiptir. Bu, okul yönetimleri tarafından
öngörülen kültürel faaliyetlerin bir parçası olup, mali yükü ilgili dini
kuruluş tarafından üstlenilir. Her halükarda, İtalya Cumhuriyeti hür okul ve
hür öğretim prensibine sadakatle bağlı olduğu için Katolik kilisesi ve diğer
dini örgütler her seviye ve vasıfta eğitim-öğretim merkezlerini serbestçe kurma
hakkına sahiptir.

10. Katolik
kilisesi bağlamında, 1929 Konkordatına göre, bir
Katolik kilisesi rahibi tarafından kıyılan nikah, sivil nikahla aynı sonuçlara
sahiptir. Ancak, dini nikah işleminin sivil kayıtlara geçirilmesi gerekir. Buna
"konkordat evliliği" denir. İtalyan hukuku
tarafından tanınan diğer dinlerin vecibelerine göre kıyılacak nikaha gelince,
Belediye tarafından daha önce belirtilen yasaklara uygun olarak, sivil
kayıtlara geçirilmesi şartıyla, bu nikah türü sivil nikahla aynı hukuki
sonuçları doğurur. Damat ve gelin adayları, bağlı bulundukları dinin
vecibelerine göre nikah kıymak istediklerini Sivil Kütük Memuruna bildirir.
Bundan sonra, Sivil Kütük Memuru, aday çifte, evliliğe ilişkin yasaklarla
birlikte medeni hukukun damat ve geline ilişkin maddelerini okuduklarına dair
bir yazı verir ve karı-kocanın karşılıklı hak ve vazifelerini açıklar. Nikahı
kıyan din adamı, bu yazıyı evlilik sertifikasına iliştirir ve Sivil Kütük
Memuruna iade eder.

11. Katolik
kilisesinin ana yayın organı, Vatikan Radyosudur. Ayrıca çeşitli piskoposluk
bölgelerinde yayın yapan mahalli radyolar bulunmaktadır. Katolik olmayan dini
gruplara gelince, düşüncenin serbestçe ifadesini kabul eden Anayasaya uygun
olarak, bu gruplar tarafından mahalli seviyede yayın yapmak için yapılacak
başvurular, ilgili dinleyici kitlesi gözetilerek radyo frekansları dağıtımı göz
önüne alınır.

IV. ALMANYA

1987 rakamlarına
göre 61.1 milyon nüfusu olan ülkede Katolikler 26.2 milyon (%42.9) nüfusla
ülkedeki en büyük dini topluluğu oluştururken, Protestanlar 25.4 milyon kişiyle
nüfusun yüzde 41.6’sını oluşturmaktadır.

1949 Anayasası
kilise ve devleti birbirinden ayrı iki alan olarak düzenlerken din ve vicdan
hürriyetini teminat altına almaktadır. Buna göre "İnanç hürriyetine,
vicdan, felsefi ve dini inanç hürriyetine dokunulmaz. Dinin serbestçe icrası
temin edilir." (Anayasa, md. 7.)

Kilise vergisinin
genel vergi kalemleri içinde sayılarak devlet tarafından toplanması, kilise
örgütüne cömert bir mali destek sisteminin sürdürülmesini sağlamaktadır.

Alman hukuk
sisteminde 1997’de yapılan düzenlemeyle boşanma
"liberalleştirilmiştir."

Kilise-devlet
ilişkileri konusunda 1974’de "Hür Devlette Hür Kilise" şiarıyla
Kilise vergisinin kaldırılarak gönüllü üyelik aidatı sisteminin getirilmesi,
kiliseye tanınan kamu sübvansiyonları ve mali imtiyazların kaldırılması,
nihayet kamu eğitiminin dini açıdan nötr hale getirilmesini öngören bir reform
programı açıklayan Hür Demokrat Parti (FDP) daha sonra Hıristiyan Demokratların
iktidar ortağı olunca bu taleplerinden vazgeçti.

B. BAZI MÜSLÜMAN
ÜLKELERDE DİN VE DEVLET İLİŞKİSİNİN DÜZENLENMESİ

I. SUUDİ ARABİSTAN

Suudi Arabistan,
laik bir anayasanın ve laik temelde oluşturulmuş yasaların yokluğu
anlamında-ticari şirketlerin işleyişini düzenleyen yasalar müstesna-İslami bir devlettir. Şeriat, hukuk sisteminin temelini
oluşturur. Ülkenin İslami prensiplere göre
yönetildiği varsayılıyorsa da bunun pratikte ne ifade ettiği pek açık değildir.
Çünkü İran İslam Cumhuriyetinden farklı olarak, ülke yazılı bir anayasaya sahip
değildir ve günlük işler kral ve hanedan üyeleri tarafından yürütülmektedir.
Ayrıca seçilmiş bir meclis veya resmi bir ulema konseyi mevcut değildir.
Dolayısıyla karar verme süreci her türlü halk temelli denetimin dışındadır.

II. İRAN

Ülkede resmi din
Şia İslamdır. Nüfusun yüzde 90’a yakını Şianın İsna-aşeriyye (İmamiyye) kolundan olup Caferi hukuk okuluna (mezhebine)
bağlıdır.

İran da din-devlet
ilişkisi, diğer tüm İslam ülkelerinden farklılık gösterir. Tarihi süreç içinde
Şii ulema, devlete karşı bağımsızlığını her zaman korumuş ve siyasi otorite
karşısında en önemli örgütlü gücü oluşturmuştur. 1979 devriminden sonra da
ulema aktif olarak siyasi hayata katılmış ve siyasi süreç önemli ölçüde bu grup
tarafından yönlendirilmiştir. Ayetullah Humeyni’nin
Şii fıkhına getirdiği "velayet-i fakih"
kavramı, ülkede Şii İslamın sürekliliğinin-siyasi
düzeyde sağlanması görevini ulemaya vermiştir. Ülkede Şii İslamın
çerçevesini çizdiği bir "nomokrasi" (kanun
devleti) vardır. Halk tarafından seçilen mecliste muhalefet tanınmış sınırlar
içinde varlığını duyurabilmektedir.

Meclisin aldığı
kararlar "velayet-i fakih" makamını işgal
eden imamın -şu anda Ali Hameney-tasdikiyle
yasalaşır.

Ülkede Sünni
Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi dini azınlıklar bulunmaktadır. Bu
azınlıklar resmi olarak tanınmış olup dinlerinin gereklerini yerine getirmekte
serbesttirler. Ancak siyasi görevler bu azınlıklara kapalıdır.

III. MISIR

Ülke nüfusunun
yüzde 90’ını Sünni Müslümanlar oluşturur. En önemli dini azınlık Kıpti
Hıristiyanlardır.

Laik-milliyetçi
hareketin damgasını vurduğu Mısır’da siyasi süreç ve hukuk sistemi
laikleştirilmeye çalışılmış, bunda büyük ölçüde Fransız hukuk sisteminden
faydalanılmıştır.

Ülkenin resmi dini
İslam olmakla birlikte, din ve sınıf temelinde siyasi partilerin kurulması
yasaktır. Devlete bağımlı ve devlet destekli İslam (resmi İslam)’ın yanı sıra devletten bağımsız İslami
gruplar, özellikle Müslüman Kardeşler siyasi sürece giderek etkin bir şekilde
katılmaktadır. 1987’de Sosyalist Emek Partisiyle yaptıkları ittifak sonucunda
418 seçilmiş üyesi bulunan Milli Meclise 38 milletvekili göndermeyi başardılar.
Müslüman Kardeşler, "temel hak ve hürriyetler" retoriği etrafında
siyasi faaliyetlerini yürütmekte ve şiddet dışı kalmaya özen göstermektedir.
İslam, siyasi meşruiyetin en önemli dayanağı olmaya devam etmektedir. 1980’de
anayasada yapılan değişiklikle Şeriatın Mısır hukuk sisteminin "ana
kaynağı" sayılması bunun bir göstergesidir. İslami
hareket siyasi süreç üzerindeki etkisini zaman içinde sürekli arttırmıştır.

IV. PAKİSTAN

1947’de kurulan Pakistan’da
milli kimliğin ana belirleyicisi İslam’dır. Bununla birlikte, kuruluşta ülke İslami bir çizgiye sahip olmaktan uzaktı. Nitekim 1956
Anayasası İslami devlet tanımlamasını içermiyordu.
Ancak ülkenin adı yine de "Pakistan İslam Cumhuriyeti" olarak belirtilmişti.
1962 Anayasası bunu "Pakistan Cumhuriyeti" olarak değiştirdi. 1963’te
İslami çevrelerin baskısıyla "Pakistan İslam
Cumhuriyeti ibaresi Anayasa’ya yeniden kondu.

1962’de çıkarılan
Aile Hukuku Nizamnamesi kadının statüsüyle ilgili olarak Şeriat dışında
düzenlemeler getiriyor, poligamiyi (çok eşlilik) kontrol altına alıyor ve
boşanmada kadınlar lehine değişiklikler yapıyordu.

Zülfikar
Ali Butto döneminde yapılan 1973 Anayasası İslamı devlet dini olarak tanımlıyordu. Ancak, bütün "İslami" partilerin ortak bir cephe etrafında Butto’ya muhalefet etmeleri, vurguyu "İslamileştirme" politikaları üzerine kaydırdı.

1977’de darbeyle
iktidara gelen general Ziya-ül Hak, amacını Şeriat
düzenini yerleştirmek olarak belirlemişti. 1988’de yayınlanan bir başkanlık
kararnamesi mevcut bütün laik yasaların kaldırılması ve Şeri
hukukun ikamesini öngörüyordu.

1988 seçimlerinden
sonra iktidara gelen Benazir Butto
liderliğindeki Pakistan Hak Partisi "İslamileştirme"
sürecine ihtiyatla yaklaşmakla birlikte herhangi bir değişiklik getirmedi.
Pakistan’ın "İslami demokrasi" deneyimi
henüz kurumlaşabilmiş değil.

SONUÇ

Laiklik evrensel
değil tarihi bir olgudur. Batı Hıristiyan toplumlarında yaşanan Rönesans ve
Reform süreçlerinin ulus devlet çerçevesi içinde şekillenen ve Aydınlanma
düşüncesinde mülhem bir sonucudur. Katolik toplumlarda dinin siyasal alanını
dışına taşınmasını ifade eder. Derken, Protestan toplumlarda bu çerçeve
genişleyerek sivil ve ferdi alanların da din dışılaştırılması
anlamlarını kazanmıştır.

Liberal felsefenin
hayatı kamusal olan özel olan olarak ikiye bölmesi ve bu iki duvar arasına su
geçirmeyen" bir tecrit duvarı örmesi, son tahlilde aydınlanmacı
laik-mutlakçı aklın imanın yerini almasına yol açmıştır. Dini inançların diğer
felsefi ve ideolojik inançların kamusal siyasi olanı etkileme imtiyazından
yoksun bırakılması, laikliği bir dinsizlik dogmasına dönüştürmüştür.

Gerçekten de her
beşeri ideolojinin iktidara talip olabilme hakkına sahip olması, kendi
vazettiği hayat tarzını yasalar yoluyla dayatabilmesi, fakat iman temelli inanç
ve hareketlerin bu meşruiyet zeminine sahip olamaması, laik-ulus devletleri,
belli bir hayat tarzının çeşitli tonlarıyla dünyeviliğn-emredici
yasalar ve diğer toplumsallaştırma araçlarıyla dayatılması anlamında totaliter
kılmaktadır.

Laiklik
demokrasiyle aynı felsefi zemini paylaşır. İkisi de, Gellner’in
saf aydınlanmacı, izafiyetçi ve fundamentalist olarak
kategorileştirdiği hakikat kavrayışları içinde, saf aydınlanmacı-akılcı
yaklaşımı benimser. Buna göre, mutlak hakikat varsa da kimse bunu temellük
edemez, "Mutlak hakikat şudur" diyemez. Vahiy, bu kavrayış içinde
anlamsızlaşır ve reddedilir. Kimse mutlak hakikati-doğruyu-iyiyi temsil
ettiğini iddia etse de bunu ispatlayamayacağına, dolayısıyla da genelleme hakkına
sahip olamayacağını göre, toplumsal yaşayışın kamusal alanı tekellerine alma
eğilimi nasıl önlenecektir? Hakikatin bu şüpheci kavranışı, hem kurumsal hem de
ideolojik anlamda demokrasinin meşruiyet zeminini oluşturur. Bu sorunun cevabı,
F.Hayek’in özlü ifadesiyle "kafaları kırmak
yerine, saymakta" bulunmuştur. Buna göre, din de bir hakikat kavrayışı
olarak en azından teorik planda-siyasi iktidarı kullanma hakkına, seçimle gelme
ve seçimle gitme kuralına bağlı olarak, sahip olmalıdır.

Ancak, yukarıda
anlatılan örneklerde de kısmen görüldüğü gibi, uygulama hiç de böyle değildir.
Laikliği, kamusal alanı etkilemede bütün inanç ve ideolojilere eşit hak
tanınması ve bu süreçte devletin hakem tutulması olarak anlayan ülkelerde bile,
gerçekte farklı bir hayat tarzı öneren inançlar-İslam gibi iktidar olma şansına
sahip olduğunda bu ahlaki ilke unutulmakta, laiklik dünyevi hayat tarzının
koruyucu kalkanı haline sokulmaktadır.

Demokratik laiklik,
yasamanın münhasıran dini olmasını reddeder. Ancak, bir yasa önerisini sırf dine
uygunluk arz ediyor diye, dışlamaz. Eğer yapılan buysa karşınızda demokratik
değil, militan laiklik vardır. Türkiye’de hakim olan laiklik anlayışı
-demokratikleşmeyle birlikte yumuşamışsa da-bu militan laiklik anlayışıdır. Bu
anlayış, "Dua etmekte hürsün; fakat öyle et ki, yalnız Allah işitsin"
anlayışıdır. Din sadece ibadetlerin icrasına indirgenirken, bu bile
sulandırılmakta, devlet ibadet uygulamalarında bile mütehakkim bir tavır içinde
bulunmaktadır. Bir hadis mealinin yayınlanmasının bir derginin kapatılma sebebi
olduğu (Ağaç Dergisi, 1943), ibadet dilinin Türkçeleştirildiği, bütünüyle
ibadet hayatına taalluk eden konularla iştigal eden tarikatların yeraltına
itildiği, Risale-i Nur Müellefinini sırf
"kuvvetli bir dini cereyan verdiği" gerekçesiyle "lâdini
Cumhuriyetin prensiplerine muaraza ettiğinin"
ileri sürüldüğü, bu yüzden de çeyrek asırlık sürgün ve hapislere maruz
bırakıldığı, kısacası İslamın yerine milliyetçiliğin
sivil bir din olarak ikame edilmeye çalışıldığı tek parti dönemi laikliğine karşı
Bediüzzaman, kendi çalışmalarını "hürriyet
perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdada, laiklik maskesi altında dine ve
dindarlara karşı tatbik edilen ağır bir baskıya muhalefet" (Tarihçe-i
Hayat, s. 564.) olarak niteler.

Laikliğin dinsizlik
olmadığını, aksine "bîtaraf olmak,yani hürriyet-i vicdan düsturuyla
dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi,
dindarlara ve takvacılara da ilişmemek" olduğunu belirterek, dinsizlik
hesabına çalışan bir mahiyet kesbetmişse, canını feda
etme pahasına buna muhalefet edeceğini belirtir. (Tarihçe-i Hayat, 358) Bediüzzaman’ın demokratik laiklik anlayışını "hakem
devlet" anlayışıyla telif ettiği ve devlete "sivil" bir rol
yüklediği anlaşılmaktadır. Laikliğin din düşmanlığının sığınağı haline
getirilmesine şiddetle karşı çıkarken "Ekser-i hükemanın Garbda ve Avrupa’da zuhuru ve ağleb-i
enbiyanın Şark’ta ve Asya’da tulûları kader-i ezelinin bir işaret ve remzidir
ki, Asya’da hakim, galip, din cereyanıdır. Elbette, Asya’nın ileri kumandanı
olan bu hükümet-i Cumhuriye, Asya’nın bu fıtri
hasiyetinden ve madeninden istifade edecek ve bîtarafane
prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül
ettirecektir" (a.g.e, s.212) sözleriyle ilginç bir tespitte bulunur. Bu
ifadeler öncelikle laikliğin evrensel, genel-geçer bir olgu olmadığını,
Hıristiyan Batı toplumlarının tarihi tecrübesinden doğduğunu ve bu
toplumlardaki din/devlet geleneği içinde biçimlendiğine işaret etmektedir. Buna
göre, laikliğin Hıristiyan Batı toplumlarına hakim olması "tabi" olarak
görülse bile, Asyalı ve özellikle Müslüman toplumlarda böyle bir tabiilikten
bahsedilemez.

Aynı şekilde, nasıl
İtalya, Katolikliği vatandaşlarını nasıl dini olarak kabul etmiş ve laik
olmasına rağmen diğer dinlerden farklı bir statüye tabi kılmışsa, Bediüzzaman da bu ilkenin asli sahiplerinin Müslümanlar
olduğu gerçeğinden hareketle devletin "dindarlığa temayül
göstermesini", sosyal barışın zaruri bir gereği olarak
değerlendirmektedir.

"Allah"
lafzının hukuki metinlere girmesini laikliğe aykırı gören militan anlayışın
devlet gücünü temellük çabalarının sürdüğü bir ortamda, Bediüzzaman’ın
önerilerinin toplumsal vicdana mal edilmesi, hem İslamı
bir siyasi bir partinin payandası olma görünümünden kurtaracak, hem de laikliği
din düşmanlığı için bir stepne olmaktan koruyacaktır. "Demokrat
misyon"un temsilcisi olduğunu iddia eden, ancak hızla eriyerek CHP ve MHP
çizgisini izler konuma düşürülen siyasi hareketler, bu anlamda bir
toparlayıcılık görevini ihraz etmezse, Türkiye’de kazanan "sözün gücü"
ve "ahlakın güzelliği" yani "insaniyet-i suğra"
değil, kaba kuvvet ve tahakküm olacaktır.

Kaynaklar

Berkes,
Niyazi. Türkiye’de Çağdaşlaşma (İstanbul, Doğu-Batı Yayınları t.y.)

Boir, Frank (ed). Countries of the World. Vol.
I-II, (Detroit: Gale research Inc., 1990)

Mews, Stuart. Religion
in Politics: A World Guide (uk: Longman, 1989)

Moysel, Geodrge (ed). Politics and Religion
in the Modern World (London: Routledge, 1991)

Nursi, Said. Tarihçe-i Hayat
(Almanya: Yeni Asya Neşriyat, 1994)