Ortaçağ kapanırken,
Batılı insan hayalini kurduğu dünyanın nihaî tahakkukuna ulaşıyor görünüyordu.
Totaliter bir kilisenin otoritesine, geleneksel düşüncenin dayanılmaz ağırlığına
ve nihayet yarı-keşfedilmiş gezegenimizin coğrafi limitlerine karşı artık
özgürlüğünü kazanmıştı. Onu, en sonunda, o zamana dek duyulmamış derecede
üretken güçlerin doğuşuna ve maddi dünyanın mutlak transformasyonuna
götürebilecek bir bilim inşa etmişti. Batılı insan, özgün ve üretken bir fert
yetiştirmeyi garantileme iddiasında olan politik sistemler üretti. Üstelik, çalışma
zamanını öylesine düşündü ki atalarının hayalini bile kuramayacağı kadar bol
tatil imkanına sahip oldu.

Peki, bugün neredeyiz?
Her şeyi yakıp yıkabilecek çaptaki savaş tehlikesi insanlığın tepesinde bir
kâbus gibi duruyor. Bu, öyle bir tehlike ki, bu yazının yazıldığı zamanda
hükümran olan "Cenova ruhu"yla hiçbir
şekilde üstesinden gelinemeyecek bir tehlike. Ama siyasî temsilcilerimiz her ne
kadar muhtemel bir savaştan sakınmaya yetecek bir insaniyete sahip olsalar
bile, günümüz insanının şartları 16., 17. ve 18. yy.ların umutlarını
karşılamaktan çok uzaktır. İnsan karakteri, kendi eliyle kurduğu dünyanın
talepleri altında iyice ezilmiş ve çürümüştür. 18. ve 19. yy.larda insan
karakterinin kaynağı büyük ölçüde sömürücü ve saptırıcıydı. Hayat boyu edindiği
tecrübe, başkalarını sömürme ve daha fazla kâr elde etmek için yatırım yapma
isteğiyle şekillenmiştir. 20. yy.da insan karakterinin kaynağı ise alıcı
(tüketici) ve pazarlayıcı bir yapıydı. Boş zamanlarının ekseriyetinde alıcıdır.
Modern insan artık "ebedî tüketici" dir. O;
yiyecek, içecek, sigara, ders, görüntü, kitap, oyun "tüketir." Dünya,
onun için büyük bir nesne, doymayan iştahı için kocaman bir şişe, büyük bir
elma ve belki de sürekli emilen büyük bir memedir. İnsan, artık emici, ebedî
bekleyici ve tabii ki ebedî inkısar-ı hayâl
kurbanıdır.

Eğer modern insan
"mahremiyet" yönüyle, yani kişisel olarak bir tüketiciyse, "içtimai"
yönüyle yani topluma aktif katılımı yönüyle tam bir tüccardır. I3izim ekonomik
sistemimiz, her şeyin fiyatını belirleyen ve herkesin toplumsal üretimdeki
payını düzenleyen bir sistem olarak piyasa (pazar) fonksiyonu çevresinde
odaklanmıştır. Ne kuvvet, ne gelenek ve daha önceki tarihi dönemlerin aksine
olarak da ne hile ne de kurnazlık bundan böyle modern insanın ekonomik
aktivitelerini yönlendirmiyor. Modern adam üretmek ve satmak hususunda hürdür.
"Pazar" günü onun başarılarını tartıya vurduğu gündür. Sadece metalar
değ;il emek de artık bir pazar malzemesi olarak serbest rekabet altında alınıp
satılabilen bir maldır. Ama pazar sistemi sadece metalar ve emekle sınırlı
kalmamıştır. Modern insan kendisini de mala dönüştürmüştür. Hayatını, kârlı bir
şekilde yatırım yapabileceği bir sermaye olarak görür. Eğer bunu başarırsa
"başarılı"dır. Ve hayatı belli bir anlama
sahiptir. Ama bunu sağlayamazsa "başarısız" dır. Onun
"değer"i; sevgi ve mantık gibi insanî meziyetleri veya
sanatkârlığında değil de satılabilirliğinde aranılır. Kendi iç değerine ait
hissiyatı, bundan böyle harici faktörlere bağlıdır; kendi başarısına ve
başkalarının değerlendirmelerine. İşte bundan sonra modern adam, tamamen
başkalarına bağımlıdır. Güvenliği, uyumunda ve homojenleşmiş toplumun iki adım
ötesinde katiyen bulunmamasındadır.

Bununla birlikte,
modern insanın "içtimaî" karakterini belirleyen sadece piyasa olayı
değildir. Diğer bir faktör yine piyasa olayıyla ilgili olan-endüstriyel
üretimin "modu" dur. Teşebbüsleri gün geçtikçe büyüyor. Aynı şekilde bu teşebbüsler sonucu oluşan
alanlarda istihdam edilen işçi ve personelin sayısı da durmaksızın artıyor.
Malikiyet, işletmeden ayrılmıştır. Endüstri devleri, öncelikli olarak, üretim
fonksiyonunun pürüzsüz gerçekleşmesi ve mevcut teşebbüsün genişletilmesiyle
ilgilenirler.

Böylesi bir
durumda, toplumumuz insicamını muhafaza için ne tür bir insana ihtiyaç duyuyor?

Evvela, geniş
gruplarla pürüzsüz bir uyumluluk gösteren insanlara ihtiyacı var. Bunlar öyle
tiplerdir ki, tükettikçe tüketmek isteyen, lezzetleri (zevkleri) standardize
edilerek kolaylıkla yönlendirilebilen ve bundan da netice alabilen insanlardır.
Kendini hür ve bağımsız hisseden ve hiçbir otorite, prensip veya vicdana
bağlılık hissi duymayan ancak yönlendirilmeye; kendisinden isteneni yapmaya ve
sosyal makineye hiçbir arıza çıkarmadan tabi olmaya hazır insanlara ihtiyacı
var.

Modern kapitalizm
bu neviden insanlar üretmeye muvaffak oldu. Bu insan otomattır ve
yabancılaşmıştır. Yabancılaşmıştır, çünkü davranışları ve kuvveleri ona
yabancılaşmıştır. Onun üstünde ve karşısında dururlar. Ve onun tarafından idare
edilmek yerine onu idare ederler. Yaşantısındaki tesirler, eşyaya ve bir takım
kurumlara akmıştır. Bu zamanda putlara dönüşen şeyler, onun kendi çabalarının
neticesi olarak yaşanmazlar. Aksine, tapınıp boyun eğdiği, fakat kendi dışında
cereyan eden ve iç piyasanın genişlemesi için gerekli olan tüketim tipiyle
desteklenmektedir. Birimiz, çoğumuzun çocukluktan beri şartlandığı yolu
rahatlıkla hülasa edebiliriz: "Bugünün zevkini asla yarına bırakma".

Eğer arzularımın
tatminini ertelemezsem (ve ulaşabildiğim her şeyi arzulamaya şartlandığıma
göre) hiçbir çatışmam yoktur, şüphesiz. Hiçbir seçime gerek yok. Ben, hiçbir
zaman kendimle baş başa değilim. Çünkü her zaman meşgulüm-çalışarak veya
eğlenerek. Kendimin-kendim olarak-farkında olma ihtiyacı duymuyorum. Zira,
mütemadiyen tüketmekle meşgulüm. Ben, bir arzular ve tatminler sistemiyim.
Arzularımı tatmin için çalışmak zorundayım. Ve maalesef bu arzular ekonomik
makine tarafından sürekli uyandırılıp, yönlendiriliyor.

Yahudi-Hıristiyan
geleneğini takip ettiğimizi iddia ediyoruz-Allah sevgisi, komşu sevgisi vs..
Üstelik, bize, dini Rönesans sözü verdiğimiz bir dönemden geçiyoruz
diye öğretiliyor. Hiçbir şey gerçeğin ötesinde olamaz. Hakikaten, dinî geleneğe
ait semboller kullanıyoruz. Ve bu sembolleri, yabancılaşmış modern insanın
amaçlarına hizmet eden formüllere dönüştürüyoruz. Din, birilerinin başarısı
için güç arttıran ve kendi kendine yardım eden bir âlet hâlini almıştır. Tanrı,
iş dünyasındaki ortaklardan biri durumuna düşmüştür. Zira, "Arkadaş
Kazanma Ve İnsanları Etkilemenin Yolları," "Pozitif Düşüncenin
Gücü"nün halefidir.

İnsan sevgisi de
nâdir rastlanan bir olgudur. Otomatlar sevmezler; yabancılaşmış insanlar
ilgisizdirler. "Sevgi uzmanları" ve "evlilik üyeleri"nin
övgüsüne mazhar olan şey ise bir ekip ilişkisidir.
Birbirini doğru ve yerinde tekniklerle maniple eden bu eşler için sevgi,
yokluğunda dayanılmaz bir yalnızlığın ve egoizmin (à deux)
yaşanacağı sığınma yeridir.

O halde, gelecekten
ne beklenebilir? Şayet biri, arzularımızca üretilmiş düşüncelerden
sıyrılabilmişse, korkarım, şunu kabul etmek zorunda kalır ki; su an için en
yakın ihtimal, teknik dehayla, aklıselim arasındaki uyumsuzluğun bizi bir
atomik savaşa götürme tehlikesidir. Bu savaştan çıkacak en muhtemel sonuç,
endüstriyel medeniyetin yok olması ve yerini iptidai bir tarımsal düzeye terk
etmesidir. Veyahut, eğer bu tahribat bu uzmanların inandığı kadar genel olduğu
ispatlanmasa bile sonuç galip tarafın bütün dünyayı düzenleme ve kontrol etme
gereksinimidir. Bu, ancak kuvvete dayalı merkezî bir devlet sistemiyle
gerçekleştirilebilir. Payitahtın Moskova mı, Washington mı olacağı ise pek
fazla bir değişiklik yapmayacaktır.

Ama, maalesef
savaştan sakınmak bile pek öyle parlak bir gelecek vaad
etmiyor. Tahmin edebileceğimiz gibi hem kapitalizm, hem de komünizmin
önümüzdeki yüzyıl içindeki gelişmelerinde otomatizasyon
ve yabancılaşma süreçleri devam edecek. Her iki sistem de, karnını iyi doyuran,
üstü başı iyi, arzularını tatmin eden ve tatmin edilmeyecek arzuları olmayan
fertlerden oluşan yönetici toplumlardır. Hiç zorlamasız takip eden, rehbersiz
yönlendirilebilen fenleriyle, insan gibi davranan makineler ve makine gibi
davranan insanlar üreten bir sistemdir. Bu insanlar dehası arttıkça kötüleşen
ve bu yüzden, insanı nasıl kullanácağını bilmediği muazzam bir materyal gücüyle
teçhiz etmek gibi tehlikeli durumlar oluşturan insanlardır.

Artan üretim ve
konforun aksine insan, benlik duygusunu gittikçe daha fazla yitiriyor; her ne
kadar bilinçsizce gerçekleşse bile. Yaşamını anlamsız buluyor, zira 19. yy.da
problem şuydu: "Tanrı öldü!" 20. yy.da ise problem: "İnsan
öldü". 19. yy.da gayri insanîlik, zalimlik demekti. 20. yy.da ise bu
kavram şizofren bir kendi kendine yabancılaşma anlamına geliyor. Dünkü tehlike
insanların köleleştirilmesiyken, yarının tehlikesi insanların robotlaşmasıdır.
Doğrusu, robotlar başkaldırmaz. Ama, insan fıtratı taşıyan robotlar duyarsız
kalamazlar; "Gözlemler"e dönüşürler. Kendi
dünyalarını ve kendilerini tahrip edecekler. Çünkü artık anlamsız bir hayata
daha fazla dayanamazlar…

Dipnotlar

* "The Dogma of Christ and Other Essays on Religion, Psychology
and Culture" (1963, Holt, Rinehart end Winston Inc.)’dan tercüme.