Doğa, kendisine
İlâhî bir bakış açısından uzaklaşıldığı andan
itibaren bir bozulma, tahrip olma ve giderek yok olma sürecine girmiştir. İnsanın
İlâhî olandan uzaklaşmasıyla birlikte İlâhî olanın yerine akıl ikame edilmiş,
akıl ise yalnızca görünen ve bilinebileni kabul ettiğinden bilimsellik onun bir
numaralı gözdesi haline gelmiştir. İşte Batı, yalnızca bilimsel olanı kabul
edip İlâhî olanı atmasıyla; tâ Hıristiyanlığın gerilemesi ve aslının
bozulmasından itibaren seküler bir dünya anlayışına geçiş yapmıştır.
Sekülerizm
kökünde, ruhsuz ve kutsalı olmayan bir dünya tasvirini ifade etmektedir. Bu
görüşe göre evren profandır. İlahi olan hiç bir şey
yoktur. Her şey dünyada başlayıp dünyada bitmekte; hatta dinin bütün etkileri
toplum bünyesinden silinip atılmaktadır.1
Kadim Doğa
Düşüncesi
Üç dünyanın
bilgelikleri ve Hıristiyan öğretileri, doğanın insana değil, insanın doğaya ait
olduğunu öğretmişlerdi.
Örneğin, Hindu
bilgeliğinde "tek bir hayat vardı ve bu hayat bütün doğayı baştan başa
dolaşırdı." Bu anlayışa göre doğanın tahribi ve ondaki hayat akışının
durdurulması, insanın da sakatlanmasına yol açardı.2 Gerçi burada "tek bir
hayat vardı" ifadesiyle anlatılmak istenen tenasüh akidesidir. Bu akide İslâma göre doğru olmamakla birlikte konumuz olan doğanın
tahrip edilmemesi açısından doğayı koruyucu ve önleyici bir anlayışa sahip
olduklarını gösterir.
Afrika
topluluğunda, evrende çok büyük güçlerin var olduğuna inanılır ve şiirde,
dansta ve şarkıda evrenin bu büyük güçlerine katılınır.3
Yerine göre doğaya yapılacak en küçük bir müdahale (Bir ağacı kesme gibi)
evrenin büyük güçlerini, harekete geçireceğinden buna tevessül bile edilmezdi.
Song
döneminin herhangi bir Çin resminde de doğanın Tao’sunu
görmek mümkündü.
Batı Hıristiyanlık
geleneğine gelince; Hıristiyanlığın tahrif olmasıyla birlikte muharref İncil’de doğa kavramı tuhaf bir şekilde
"Cennetten kovulmuş" ve "günah" kavramlarıyla
birleştirilmiştir. Bizzat Tekvin (III,17.) insanın Allah’la olan gerçek bağının
kopuşunun; insanın doğayla, başka insanlarla ve kendi kendisiyle gerçek bağının
kopmasına yol açacağını söylemektedir.4
Hıristiyanlığın
tahrif olmuş şekliyle sorunlara cevap veremeyişi, Batılı düşünürleri dinden
uzaklaşmaya ve akılla yola çıkarak sorunlarını çözmeye sevk etmiş ve akıl ve
bilimi, İlâhî olanın yerine koymaya sevk etmiştir. Böylece 16. yüzyılda
"modern bilim"in temelleri atılmıştır.
Modern bilim, böyle
bir ortamda doğmuş olmasından ötürü dini olan her şeye karşı çıkmıştır.
Gerçi bilimsel
hareketin başlangıcı, azınlık bir entellektüel elitle
sınırlı kalmıştır. Ancak bilimsel gelişme, pratikte insan zihniyeti öylesine
yeniden biçimlendirmiştir ki, daha önceki çağlarda istisnai olan düşünce
tarzları bütün dünyayı sarmıştır.5
Aydınlanmayla gelen
düşünce tarzı
Aydınlanma çağı,
insan aklının egemen olmaya ve ön plana çıkmaya başladığı bir dönemi ifade
eder:6
"Akıl, doğa
yasası, ilerleme… Bu çağda bir çokları "beşeri aklın" insanları
geçmişin yanlışlık ve bahtsızlıklarından kurtarabileceğine inanmışlardı. Akıl
var oluşu düzenleyen doğa yasalarını ortaya çıkaracak, böylelikle de insan
ırkının ilerlemesini sağlayacaktı."
Erbert
gibi düşünürlerin öncülüğünü yaptıkları ve kesin biçimini John Locke’da bulan anlayışa göre; önce insan aklına dayanan
doğal bir din çerçevesinde toplanmak gerekliydi.7
Aydınlanma çağının
iktisat düşüncesi, ilk ifadesini Quesnay’de
bulduğumuz "fizyokratizm" ve "Laissez Faire-Bırakınız
yapsınlar" idi.8 Bu görüş, Sanayi Devrimini doğuran ve sonrasında aşırı
tüketimi ve tahribi sağlamada etkili olan etkili bir görüştü.
Aydınlanmanın güçlü
öncüleri Locke, Rousseau, Montesque, Volteire şunu gerçekleştirdiler: "Varlık bütünü
parçalanabilirdi. İnsan zihninde akıl aracılığıyla parçalanan ve en ufak yapı
taşlarına bölünen varlığı yeniden tasarlamak, insan aklının yetki alanı
içindeydi. Kısaca onlar Hıristiyanlığın varlık bütünlüğünü yıkıp kendileri seküler bir indirgemeci varlık bütünü tasarladılar.9
Mekanistik,
kartezyen ve matematiksel doğa görüşü
Çevre sorunları
gibi, gezegenimizi ve üzerinde yaşayan bütün canlıları ciddi tehdit eden
gelişmelerin temelinde, Batı düşüncesinin ve onun mimarlarının büyük rolü
olduğu bilinmektedir.
Bilim adamları,
akademisyenler, araştırma uzmanları ve aydınlar ne derse desin; modern insanın
gerçeklik tasarımını, Bacon, Descartes ve Newton zedelemiştir ki, bu, sonunda
"duyumcul bir kültür" ve "indirgemeci
bir yaklaşım"la varlığın bütününden yalıtılıp, maddi yapı taşlarına
ayrılmasının birinci nedenidir.10
1500’den önce
Avrupa’da egemen dünya görüşü, çoğu başka uygarlıklarda olduğu gibi organikti.
İnsanlar manevi ve maddi olayların karşılıklı dayanışmasıyla organik ilişkilere
dayanarak, doğayı dengeleyen küçük topluluklar içinde yaşarlardı.
Bu Ortaçağ tablosu 16.
ve 17. yüzyıllarda köklü değişime uğradı. Organik, canlı ve manevi bir evren
anlayışı yerini makine tarzındaki bir evren anlayışına bıraktı.
Bu dönemde Rene Descartes, başarılı bir şekilde zihin ile bedenin
arasını ayırarak "iki mutlak alan" fikrini
(fizikmetafizik) yani çifte gerçekliği meşrulaştırmıştır.
Kendisi bir matematikçi olan Descartes, hiçbir geleneksel bilgiyi kabul etmedi.
Tıpkı Galileo gibi doğanın dilinin matematik olduğuna inanıyordu ve bütün
arzusu doğayı matematiksel terimlerle tanımlamaktı. Bu şekliyle Karetzyen Evren Görüşünü geliştirdi. İnsanı "epifiz bezi aracılığıyla ilişki kuran bir rasyonel
ruh" olarak tanımladı. İnsan bedeni bir makineden ayırt edilemez oldu.11
Descartes hayvanları da "çarklar ve yaylardan mürekkep bir saat" ile
karşılaştırdı ve bu karşılaştırmaya insan bedenini de dahil etti.
Galileo, keşfettiği
doğa yasalarını formülleştirmek için matematiksel dilin kullanımıyla bilimsel
deneyi ilk birleştiren kişiydi. Galileo’ya göre renk, ses, tat ya da koku gibi diğer nitelikler (nicelik haline
getirilemeyen nitelikler) bilimin ülkesine sokulmamalıydı.12 Galileo açıkça maddi
tabiatın, okunacak bir kitap olduğunu söylüyordu. Ancak bu kitabı okumak için
artık "kutsal kitap"ın kılavuzluğuna ihtiyaç yoktu.
Gerçekliğin bir
organizmadan koskoca bir makineye dönüşümü, Bacon’ın
"deneysel yöntemi"yle tamamlanmıştır. Kendisi kraliyet savcısı olan
Bacon, sanıkların konuşturulması esnasında kullanılan acımasızca işkence
yöntemlerini, olduğu gibi bilimlere uyguladı ve açıkça doğaya işkence edilerek
onun gizli sırlarının elde edilebileceğini savunmuştur.13
Sonuçta
"kartezyen rüya"yı gerçekleştiren ve Bilimsel Devrimi tamamlayan adam
Isaac Newton oldu. Newton mekanistik
doğa anlayışının tam bir matematiksel formülasyonunu
gerçekleştirdi ve böylelikle Copernicus, Kepler,
Bacon, Galileo ve Descartes’in çalışmalarının büyük bir sentezini yapmayı
başardı.14 Sistematik deneyde Bacon’u, matematiksel çözümlemede de Descartes’i
aşan Newton, bu iki eğilimi birleştirmiş ve o gün bugün doğa biliminin üzerine
dayandığı metodolojiyi geliştirilmiştir.
Newton dindar bir
bilim adamıydı. Hem parçacıkların, hem de çekim gücünün tanrı tarafından
yaratılıcılığını kabul etmişti.15 Hatta Tanrı’nın maddi dünyayı nasıl yarattığını
tasvir eden tablolar da çizmişti. Ancak tam "ilahi" olana ulaşamadı.
Newton’a göre
Tanrı, başlangıçta maddi parçacıkları, bunlar arasındaki çekimleri ve temel
hareket yasalarını yaratmıştır. Böylece bütün evren hareket etmeye başlamış ve
o gün bu gündür değişmez yasalarca yönetilen bir makine gibi işlemeye devam
etmiştir. Mekanistik anlayışa göre Tanrı evrenin
dışında sistemini kurmuş uzaktan onu yönetiyordu. Fiziksel olayların hiç bir
isimle Tanrı’nın bir müdahalesi yoktu.
Daha sonraları David Hume, Descartes, Bacon,
Galileo ve Newton’un doğa görüşünü tamamlayan bir tez ortaya atmıştır. Ona göre
de eşyanın tabiatı gereği hiç bir varlık diğerleriyle "mutlak ve
zorunlu" bir ilişki olmak zorunda değildi. Her biri kendi içinde bağımsız
ve müstakil kabul edilmeliydi. Dolayısıyla Hume’ye
göre de eşya, tabiatı gereği en küçük parçalara indirgenebilirdi.16
Böylece 17.
yüzyılın sonlarında doğaya bakış bu şekilde sekülerize
edilmiş oldu.
Doğaya indirgemeci
bakış
16. ve 17. yüzyıl
düşüncesini şekillendiren kartezyen-mekanistik görüş,
problemlerin üstesinden gelebilmek için indirgemeci yaklaşımı kullanmıştı. 20.
yüzyılın sonlarına kadar etkisini sürdüren bu yaklaşımda problem, parçalara
bölünmekte, her bir parça müstakilen ele alınıp
çözümlenmekteydi.
Bir sorunu
parçalara ayırarak çözümlemek bilimsel bir yaklaşım
olmakla birlikte, bazı durumlarda parçaların yeniden birleşmesiyle bütün elde
edilememekteydi. İndirgemeci yaklaşım toplumsal sorun ve bu arada çevre
sorunlarını, Batı gibi sadece hastalığın belirdiği organa müdahalede bulunmak
suretiyle çözümlemekteydi. Halbuki hastalığa neden olan etmenler üzerinde hiç
durulmadığı gibi hasta olan uzva uygulanacak müdahalenin diğer uzuvlarda ne
gibi tesir icra edebileceği üzerinde ise hiç durulmamıştı. yüzden 20. yüzyılın
ortalarından itibaren indirgemeci görüş yavaş yavaş
terk edildi.
Doğaya bütüncül-holistik bakış
2O.yüzyılın
sonlarına gelindiğinde ise, yaklaşık 300 yıldır hakim olan dünya görü5ünde bir
değişme oldu. İndirgemeci yaklaşım yavaş yavaş terk
edilecek, problemin bütününü birden göz önüne alarak değerlendirmede bulunun
"holistik" görüşe doğru bir gelişme
yaşandı.
İndirgemeci
yaklaşım gerçi, fizik, kimya ve mühendislik gibi bilim dallarının temeliydi.
Bilimde ve teknolojide sağlanan gelişmeler birkaç yaklaşım sayesinde bu derece
ilerlemiştir. Ancak bütün problemleri indirgemeci bir yaklaşımla çözmeye
çalışmak, bir çok hastalık karşısında hastaya yalnızca antibiyotik vermeye
benziyordu. Bu yüzden günümüzde doğaya bakışta indirgemeci bir yaklaşımdan
bütüncül bir yaklaşıma doğru önemli olabilecek gelişmeler kaydedilmiştir.17
Bütüncül yaklaşım
demek, doğadaki İlişkilerin tümüne birden aynı anda bakabilmek demektir. Zira,
doğada bir etki, çoğu zaman birden fazla bir tepki meydana getirmektedir. Bu
yüzden problemlerin çözümünde bir uzva müdahale edileceğinde, müdahale sonucu etkilenebilecek
"bütün" ve diğer parçalar da göz önünde bulundurulmaktadır. Böylece
aşırı tüketme uğruna bir uzuvda meydana gelen yok olmanın diğer uzuvlarda
meydana getirebileceği muhtemel bozukluklar, başlangıçta bu yaklaşım sayesinde
dikkate alınabilmektedir.
Sistem görüşüne
doğru
Bugün sürekli artan
doğa problemlerini çözmede epey mesafe kat edilmiştir. Capra’ya
göre 20. yüzyılın başında fizikte meydana gelen değişme, çağı derin bir şekilde
etkilemiş; mekanistik ve indirgemeci bir doğa
anlayışından ekolojik ve holistik (bütüncül) bir
görüşe doğru bir değişim Bu değişimle birlikte çağın ortasında çevreci
düşünceler doğmaya başlamıştı.
Çağımızda doğaya
makine gözüyle bakan anlayıştan, ekolojik bir görüşe doğru yaşanan bu değişim Dominique Simonnet ve daha önce Ivan Illıch tarafından
"sistemli bir doğa görüşü" olarak adlandırılmıştır.
Dominique Simonnet’e göre "sistemli bir doğa görüşü,"
kendisini mekanistik kavramlardan ayırt etmiş,
fiziksel yapılardan çok biyolojik yapılar içinde kendisine kimlik arayan bir
görüştür.18
Analitik yöntemden
farklı olarak sistemli yaklaşım, inceleme konusunu çevresinden soyutlamamakta,
onu yer aldığı sistem içinde karşılıklı ilişkiler olarak araştırmaktadır.
İnceleme konusu tek tek parçalar değil, ilişkilerden
oluşmuş düzenli ve karmaşık yapılar olmaktadır.19
Sistem düşüncesinin
en büyük ve güzel olan özelliği ise karmaşıklığa yaklaşma isteğinde olmasıdır.
Bu arada analitik (indirgemeci) yaklaşımlar da tamamen göz ardı edilmemektedir.
Çünkü teknolojik gelişmelerin tamamında bu görüş etkili olmuştur.
Pascal,
analitik ve sistem (bütüncül) yaklaşımlarını birbirlerini tamamlayıcı olarak
tanımlamıştır. Ona göre bütünü kavramadan parçayı tanımak mümkün değildir.
Bununla birlikte parçayı ayrıntılarıyla tanımadan da bütün bilinmemektedir.20
Bu gün bütüncül (holistik) olarak nitelendirilen görüşün bazı, ahlaki
sayılabilecek ön kabulleri de bir zorunluluk olarak bulunmaktadır. Barry Commoner’e göre bunlar:21
1. Her şeyin
birbirine bağlı olduğunu içermektedir. Bu dönemde doğaya yavaş kabul etmek;
insan da dahil bütün canlı varlıkların karşılıklı bağımlılıklarının madde,
enerji ve yaşam arasındaki bağlantıların bilincine varmak.
2. Doğada hiç bir
şeyin kaybolmadığını; çöplerin, kimyasal maddelerin ve doğaya şırınga edilen
diğer zararlıların er geç "bumerang" gibi geri dönüp insanı tehdit
edeceğini kabul etmek.
3. Enerji
kaynaklarını dilediği gibi kullanamamak.
4. Doğanın insandan
çok daha fazla bilgili olduğunu kabul etmek.
Özellikle dördüncü
maddede sayılan "doğanın insandan daha bilgili olması" görüşü , 20.
yüzyıl insanının seküler bir görüşten yavaş yavaş uzaklaştırılması ve Çinlilerin doğaya atfettikleri Tao olma özelliğinin yeniden kazandırılmasına bir dönüş
olmuştur. Doğaya, kadim, İlâhî olma özelliği yeniden kazandırılmak
istenmektedir.
Doğaya bakışta üç
ayrı dönem
Buraya kadar
anlatılan üç ayrı dönem; Batı düşüncesindeki üç ayrı ve önemli bir "doğaya
bakış" kırılmasını ifade etmektedir:
Birincisi; doğanın
insana değil, insanın doğaya ait olduğunu kabul eden kadim görüştür ki, Graudy’de ifadesini bulan Hindu, Afrika, İran ve Çin
bilgelikleri doğaya bu şekilde bakmışlar, ona ilâhî bir değer atfetmişlerdi. Bu
dönemde, doğa milyonlarca yıl tahrip olmadan insanla dost kalabilmiş, insan
ihtiyaçlarına cevap verebilmişti.
İkincisi; doğayı
bir makine gibi gören, insanın dilediğinde ona müdahale etmek üzere sonsuz
yetkilere sahip olduğu varsayılan, doğaya hırçınca hakimiyetin sağlandığı
dönemdir. Bu dönemde, doğanın aşın şekilde ve bilinçsiz "sokak
fahişesi" gibi kullanılmaya uygun bir meta olarak görülmesiyle, çağımızda
ortaya çıkan burada hepsinin anlatılması mümkün olmayan-bir sürü çevre
problemleri ortaya çıkmıştır.
Yaklaşık 300 yıl
süren ve etkileri hala devam eden bu dönemde doğa insanları memnun ve tatmin
edememiştir.
Üçüncü dönem ise;
ikinci döneme bir tepki olarak doğmuş ve yaklaşık kırk yıl önce gibi bir
geçmişle başlayıp devam eden "doğaya ekolojik ve holistik bakış"ı yavaş eski kutsallığı iade edilmektedir.
Yüzyılımıza damgasını vuran ve gelecek yüzyılda son derece önem kazanacak olan
ekolojik ve holistik görüş hakim paradigma olmaya
aday olabilecektir.
Batı düşüncesinde
yaşanan bazı değişiklikler bugün bu görüşümüzü destekler mahiyettedir: Bazı
Batılı çevrelere göre "insan bugün tabi değerlerle bütünleşmelidir. Bu onu
evrenin kucağına yeniden dönmeye, sadece bileşenlerinden biri olan doğaya
tekrar kavuşmaya götürür. Alemdeki yeri imtiyazlı bir yer olsa bile insan, öyle
böbürlenerek" söylediği kadar doğanın efendisi değildir."22
İslâm’ın doğaya
bakışı
İslâm düşüncesinde
doğaya bakış, Batı düşüncesiyle karşılaştırıldığında; İslâm düşüncesinin
herhangi bir değişime uğramadığı ve değişik evreler geçirmediği görülür.
Kur’ân,
başlangıçtan itibaren insan ve kainatı yerli yerine oturtarak, doğabilecek
muhtemel problemleri başlangıçta çözmüştür.
Allah (c.c.), Kur’ân’da varlık dünyasını insanın yararına sunduğunu
söylemiş ve bunu "teshir" kavramıyla ifade etmiştir (Mülk, 15; Nahl, 12-13.) ki, anlamı doğanın insanın emrine amade
kılınmasıdır. Ancak insan Allah’ın gösterdiği sınırlar ve ölçüler dahilinde
doğadan yararlanır ve varlığını sürdürür. Onu tahrip edemez, Allah’ın isteğine
zıt hareket edemez.
Bediüzzaman’ın
ifadesiyle, "Bir misafir ev sahibinin isteğine muhalif olarak yemede ve
sair şeylerde israf edemez."23
Ayrıca insandan
doğada cari olan kanun ve kurallara da uyması istenir. Örneğin, Allah’ın (c.c.)
Kuddüs* ismi kainatta meydana gelebilecek bütün
düzensizlik ve kirlilikleri yok etme adına işler, Kuddüs
ismiyle Allah koskoca dünya ve kainat hanını pislik ve düzensizliklerden
kurtarır. Etraf o kadar temiz, o kadar düzenli ve o kadar tertiplidir ki, işe
yaramayan hiç bir maddeye tesadüf edilmez. Koca bir dünya hanı düzenli olarak
"temizlemeye" konu olmaktadır. Eğer bir süre ara verilse, belki yer
yüzü (denizler ve karalar) yaşanmaz bir hal alacak ve insanlara nefret
vérecekti.24
Yeryüzünde her yıl
ölen ve yok olan yüz binlerce çeşit hayvan ve iki yüz bin çeşit bitki
türlerinin cesetleri ve enkazları, denizler ve karaları fevkalade kirletmeleri
beklenirken hiç de öyle olmamakta, her bir taraf Allah’ın (c.c.) Kuddüs isminden gelen emirlerle temizlenmektedir.25
Bu emir
sayesindedir ki etle beslenen temizlikçi hayvanlar, kartallar, kurtlar,
karıncalar, bakteriler vb. temizlik işine yardım etmektedir. Alyuvarlar,
akyuvarlar ve nefes, oksijen kanalıyla o temizliğe yardım etmekte, göz yaşı ve
göz kapakları gözleri temizlemek suretiyle, sinekler kanatlarını süpürmek
suretiyle, bulutlar havadaki tozlu ve zararlı atıkları yağmur yoluyla yere
indirmek suretiyle bu senfoniye uymaktadır.
Durum böyle olunca
insandan da bu senfoniye uygun hareket etmesi beklenir. Bu durum bir zorunluluk
olarak gösterilmektedir.
İslâm’ın bu köklü
ve sağlam doğa görüşünden dolayıdır ki, bir kısım çevre problemleri İslâm
dünyasında yaşanmamıştır ve yaşanmamaktadır.
Bu arada şunu da
ifade etmekte fayda tir. olacaktır: Batı düşüncesiyle bir karşılaştırma
yapılacak olsa İslâm’ın derin görüşü, holistiktir
denilebilir. Zira Kur’ân kainata bir bütün olarak
bakmaktadır.
Dipnotlar
1. Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1993, s. 259.
2. Roger Graudy, Yaşayanlara Çağrı, Çev. Cemal Aydın – Nuri
Aydoğmuş, Pınar Yayınları, İstanbul, 1986, s. 299.
3. a.g.k., s. 299.
4. a.g.k., s. 300.
5. Mustafa Özel, "İktisadi Düşüncenin Laikleşmesi," İktisat
Risaleleri, Der. Mustafa Özel, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 10.
6. Toktamış Ateş, Siyasi Tarih, İ.Ü. İktisat Fakültesi Yayın
No: 487, İstanbul, 1982, s. 87.
7. a.g.k., s. 89.
8. a.g.k., s. 90.
9. Ali Bulaç, "Modern Devletin Totaliter ve Ulus Niteliği,"
Bilgi ve Hikmet, S. 3, İstanbul, 1993, s. 5.
10. Ali Bulaç, Din ve Modernizim, 3. B., Beyan Yayınları,
İstanbul, 1992, s. 19.
11. Fritjof Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, İnsan
Yayınları, İstanbul, 1989, s. 55-56.
12. a.g.k., s. 54.
13. Bulaç, Din ve Mod., s. 20.
14. Capra, a.g.k., s. 63.
15. a.g.k., s. 66.
16. Bulaç, "Modern Devl…", s. 6.
17. Mine Kışlalıoğlu – Fikret Berkes, Ekoloji ve Çevre
Bilimleri, 2. B., Remzi Kitabevi, İstanbul, 1994, s. 38.
18. Dominique Simonnet, Çevrecilik, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1991, s. 15.
19. a.g.k., s. 15.
20. a.g.k., s. 15.
21. a.g.k., s. 16.
22. Graudy, s. 300.
23. Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, Envar Yayınları,
İstanbul, 1990, s. 98.
24. Bediüzzaman, Lem’alar, Envar Yayınevi, İstanbul, 1990,
s. 305.
25. a.g.k., s. 305.
* Kuddüs, temiz, pak, hiç eksiği olmayan demektir.