İlk olarak bu
çalışmada inceleyeceğimiz konuların genel portresini çizelim: Sekülerleşme
kavramının anlamı ve kapsamı, Batıda sekülerleşme sürecinin mimar kadrosu olan burjuva
ve burjuva değerler sistemi; bilimin sekülerleşmesi, kültürün sekülerleşmesi,
Batı ve genel olarak gezegenimizde sekülerleşmenin sonuçları; Doğuda
sekülerleşme veya sekülerleştirme; Türkiye’de sekülerleşme ve sosyo-ekonomik
sonuçları…

Laikleşme-Sekülerleşme

"Laik"
kelimesi bir sıfattır. İngilizcesi "secular"; Latincesi ise
"saeculum" kelimeleridir. "Şimdi","burada" der
gibi bir anlama sahiptir. Yani bu kelimenin bir zaman bir de mekan boyutu
vardır. "Şimdi"den kasıt, bulunduğumuz an veya bulunduğumuz
çağdır;"bura"dan kasıt da bulunduğumuz mekan veya yaşadığımız
dünyadır.

"Laikleşme
(sekülerleşme); insan aklı ve düşüncesinin-genel olarak-dini ve metafızik
denetimden kurtarılması süreci olarak tanımlanabilir. Toplumsal hayatın tüm
branşlarının; siyasetin, kültürün, bilimin dine dayanan değerlerden
arındırılması ve bağımsızlaştırılması olayıdır. (M.Nakıb E1-Attas, s.29-30)

Sekülerleşme
sürecini toplumlar bazında ele aldığımızda "katı sekülerleşme" ve
"yumuşak sekülerleşme" şeklinde iki tarihsel sürece ayırabiliriz.
Meselâ İngiltere, ABD, Japonya ve Almanya’da "yumuşak sekülerleşme"
süreçleri yaşanmışken, Türkiye’de, Rusya’da, Fransa’da, Bulgaristan’da
"katı sekülerleşme" süreçleri yaşanmıştır. Aynı anlama gelmekle
birlikte "laikleşme" ile "sekülerleşme" kavramları sanki
ayrışmakta; birinci ülkelerde sekülerleşme, ikinci ülkelerde laikleşme
süreçleri yaşanmaktadır. Bu farklılığa dikkat çekmek amacıyla incelemede kültür
ve bilim konularında "sekülerlesme" kavramı,siyaset konusunda "laikleşme"
kavramı kullanılacaktır.

Weber’de
Sekülerleşme

Weber’in
sekülerleşme ve yaklaşık aynı anlama gelen rasyonelleşme kavramları üzerinde
kısaca durarak araştırdığımız konu hakkında belli bir sınır çizelim.

Weber’in
yaklaşımını ünlü Weber yorumcusu Turner’den özetleyelim: Avrupa’nın tarihsel
özgürlükleri Weber tarafından rasyonellik ve sekülerleşme kavramları altında
özetlenir. Rasyonellik, insan hayatının bütün yönlerinde geleneksel normlara ve
karizmatik duygudaşlığa başvurmayı saf dışı bırakan ve genel kurallara ve
talimatlara dayanarak insan hayatında hesaplılık ve sistematik denetimin
artması olayıdır. Seküler hayatta geleneksel kurumlara bağımlığı engelleyecek
olan bürokratik denetim ve gözetim araçları, endüstriyel ve siyasal
faaliyetlere giderek hakim olacaktır. Seküler hayatta toplumsal ilişkiler gayri
şahsicilik ve resmiyet temeline dayalı olacaktır. Çünkü bürokrasi tayin edilmiş
amaçlara ulaşmak için insanlara en etkili yolları sunmaktadır. Hukukta rasyonel
hukuki sistemler, kutsal geleneklerin, "kadı adaleti"nin ve hukuki
karar çıkarmaktaki keyfiliğin yerini alacaktır. Toplum bir bütün olarak
gittikçe örgütlenme ve rasyonel bir yapıya kavuşma açısından fabrika
şartlarının hükmü altına girecektir. (B. Turner, s. 201.)

Schiller’in
ifade tarzını izleyerek Weber modern seküler toplum şartına "dünyanın
büyüden kurtulması" diye atıfta bulunur. Bununla Weber insanların artık
büyüsel ve doğaüstü güçlerin kutsal dünyasında kapalı olmadıklarını kasteder.
ilke olarak "etkili olabilecek hesaplanmayan esrarengiz güçler yoktur…
artık yabani toplumlar gibi ruhlara galip gelmek veya onlardan yardım dilemek
için büyüsel yollara başvurmaya gerek kalmamıştır." Buna rağmen bilimsel
gelişmenin mümkün kıldığı ilerleme ve uygarlık, bir bireyin haya· tında artık
hiç bir doğal ve kaçınılmaz sınır olmadığı anlamına gelir. Olgunluk artık bir
bireyin aşiretinin veya toplumunun ilim ve irfanını iyice öğrenmiş olması
anlamına değil; daha çok bir bireyin sürekli büyüyen bilgi stokuna yetişmesi
anlamına gelir. (Turner, s. 203.)

Burada Weberyen
yaklaşımı baz alarak İslâm’ın hakim ve belirleyici olduğu bir kültürel ortamda
sekülerleşme veya rasyonelleşmeye ihtiyaç olup olmadığını kısaca inceleyelim.
Weber, yaklaşımını Batı toplumlarını baz alarak geliştirir. Batı toplumlarının
büyü ve doğa üstü güçlerden yakasını kurtararak rasyonelleştiği ve bu yolla
modern kapitalizme geçtiğini ileri sürer. Batı dışı toplumların ise rasyonel
olmadığı veya olamadığından modern kapitalizme geçemediğini savunur.

Weber’in söz
konusu tezini eleştiren ünlü ateist ve Marksist yorumcu Maxime Rodinson ise
İslam konusunda Weber gibi düşünmez. Kur’ân’ la diğer kutsal kitapları
karşılaştırarak "Kur’ân, rasyonelliğin çok büyük bir yer tuttuğu kutsal
bir kitaptır" sonucuna ulaşır. İslâm’ın rasyonellik özelliğinin sadece Kur’ân’la
sınırlı kalmadığı tüm bilim ve kültürü kuşattığını ileri sürerek,
"Ortaçağ; İslâm kültürünün rasyonalist karakteri, gerçekte çok
belirgindir. Şüphesiz alabildiğine çözümleyici bir akıl söz konusudur…
Eserleri binlerce cilt tutan ve eleştirici bir temele, belgelerin
karşılaştırılmasına dayanan bir tarihçiliği geliştirmek için Ortaçağ’da
binlerce Müslüman aydının sırf ettikleri muazzam rasyonel çaba karşısında insan
sadece saygı ve hayranlık duymaktadır. Sanata varıncaya dek her şey düşünceye
ve rasyonel bir yaratıcılığa dayanır." (M. Rodinson, s. 91-113.)

Weberyen
anlamda olaya yaklaşırsak İslam toplumları "sahih İslam"la
buluştukları sürece rasyonel bir toplumdur. Bu toplumun İslâmî değerlerden
uzaklaşması "rasyonellik"ten uzaklaşması anlamını taşır. Dolayısıyla
sekülerleşme olgusu kültürel referanslarında rasyonellik bulunmayan toplumlara
özgü bir olay olmalıdır.

Batının özgün
şartlarından ortaya çıkan sekülerleşme olgusunu Batının başka önemli bir olgusu
olan burjuva ve burjuva değerler sistemini bilmeden anlamak mümkün değildir.

Burjuva ve
Burjuva Değerler Sistemi

Burjuva
bilindiği gibi Batıda ortaya çıkmış ve zamanla dünyaya şekil vermiş bir sınıfı
oluşturur. Bugün halk lisanında kabaca kapitalizm olarak adlandırılan
sosyo-ekonomik sistemin kurucu ve geliştirici kadrosu burjuva sınıfıdır. Bu
kesimin ortaya çıkması üzerinde kısaca durmakta fayda vardır.

Weber’e göre
burjuvazi sadece Batı toplumlarına mahsus bir olgudur. Hatta başka bir Alman
düşünürü olan Sombart olayı "kan"la irtibatlandırmış; damarlarında
"Batılı kan taşımayan" ın burjuva olamayacağı yargısına varacak kadar
ileri gitmiştir. Weber gibi Marx’a göre de kapitalizmin var edici kadrosu
burjuva sınıfıdır.

Burjuva
sınıfının ortaya çıkışını anlayabilmek için Batıda "ikincil yapılar"
denilen "özgür kentler" in gelişmesini bilmek gerekir. Ortaçağ’da
feodal malikânelerinin sıkıcı ve baskıcı havasına girmek istemeyen çeşitli
kesimler vardı. Bunlar genellikle gezginci tüccarlar, korsanlar, yol kesen
eşkıyalar, deniz kenarlarında sahile vuran gemileri arayan maceraperestlerdi.
Bunlar aristokrat kesimin de, serf kesiminin de dışında yer alıyorlardı.
Zamanla şartların düzelmesine bağlı olarak ya Romalılardan kalan eski kentlere
ya da kendilerinin kurduğu kentlere yerleştiler. Bu ikinci kentler genellikle
malikanenin yanında kuruluyordu. Amaç dışarıdan gelebilecek baskınlar
karşısında malikanenin şövalye gücünden yararlanabilmekti. Malikane ile kent
arasında bir köprü bulunurdu. Bundan amaç da malikâneden gelebilecek baskılara
köprüyü yok ederek karşı koyabilmekti. Zamanla bu kentler belli endüstri
dallarında uzmanlaştılar ve geniş ölçüde emek talep etmeye başladılar. İhtiyaç
duyulan emek ise malikâne içindeki serfler arısında bol miktarda bulunuyordu.
Kırdan kente göç olayı da bu yolla başlamış oldu. Burjuvaların yerleşim
birimleri olan kentler malikânelere kıyasla sürekli büyüdü ve gelişti. Senyör
veya lordlar bunları da egemenliği altına almak istedilerse de aralarında sert
mücadeleler sonucu malikânenin tam egemenliğine girmediler. Daha sonra ortaya
çıkacak kral-aristokrat çatışmasında burjuva kral tarafında yer alarak konumunu
güçlendirdi. Artık "özgür kent"lerde tam kendi özlemleri
doğrultusunda bir hukuk sistemi, siyaset sistemi, kültür sistemi ve din sistemi
istiyorlardı. İste seküler ve rasyonel hayat böyle bir ortamda gelişti.

Kral-aristokrat
çatışmasında burjuva da yer alıp aristokrasiye karşı mücadeleye başlayınca
proleterya da burjuvanın yanında konuşlandı ve ünlü Fransız İhtilâlini
gerçekleştirerek aristokrat sınıfı devre dışı bıraktılar. Bu aşamadan sonra ise
burjuva tüm toplumsal mekanizmaları ele geçirdi. Kendi değerler sistemini
hayatın tüm cephelerine hakim kılmaya başladı. Bu sürecin en ilginç ve etkili
kurumu ve organizasyonu "merkantilizm" idi.

Bilim, din,
devlet ve sanat adamını da yetiştiren burjuva merkantilist politikalar
sayesinde doğrudan tüm mekanizmaları kendi özlemleri istikametinde dizayn
etmeyi başardı. Sonuçta modern kapitalizmin ortaya çıkmasında ve dünya
ölçeğinde yayılmasında temel faktör oldu.

Burada kısaca
burjuvaların genel özelliklerinden de söz etmek yararlı olacaktır: Burjuvalar
aristokratlara zıt olarak son derece atılgan, hesapçı ve rasyonel bir iş ve
meslek ahlâkına sahipti. Weber’e: göre en dikkate değer özelliği metodik
yaşantıya sahip olmalarıdır. Weber böyle bir gelişmenin geri plânında
protestanlığın ahlaki öğretisinin bulunduğuna inanır. Weber’e göre ilk metodik
ve disiplinli yaşantı dini ortamlarda başlamıştır. Bu ortamlara en tipik örnek
manastırlardır. Manastırlara kapanan rahipler dünyayla ilgili her şeyden el
etek çekerek tüm varlıklarını Allah’a adamışlar ve Allah’a yaklaşmak için de
zamanı son derece dakik olarak kullanmışlardır.

Batı
Ortaçağ’ında rahipler metodik olarak yaşayan tek örgüt idi; metodik olarak
çalışırlar, amaçlarına rasyonel araçlarla ulaşmaya gayret ederlerdi. Metodik
yaşantının dini bazını da "aktif riyâzet" oluşturuyordu. Rahip
tamamen iradî bir eylemle hayatını son derece disiplinli ve düzenli şekilde
tanzim etmiş ve milim milim bir yaşantı modunu esas prensip olarak benimsemiştir.
Öyle ki, hayatın her anı sınırları çok iyi tespit edilmiş zaman dilimlerine
ayrılmış ve gündelik hayatın akışı hiç eksiksiz ve sapmasız belirlenen dakika,
hatta saniyeler üzerinde dizayn edilmiştir. Saat sadece onlar için çalmış;
ibadet, yeme içme, gezme, insanlarla ilişki zamanları dakikası dakikasına
ayarlanmıştı. Sabah saat 4.00’te kalkılması plânlanmışsa kesinlikle geç
kalkılmaz tam dörtte kalkılırdı. 4-5 arasında ayin yapılacaksa tam 4-5 arasında
yapılır, herhangi bir gecikme veya erkene almaya kesinlikle izin verilmezdi.
Bir dilim ekmek, 5 zeytin tanesi yenilecekse tam o kadar yenilirdi… Yıllar
yılı hayatın yukarda ana hatlarıyla anlatıldığı şekliyle sürüp gitmesi kişinin
benliğinde düzenin, disiplinin ve metodik yaşantı modunun yapısallaşması ve
kurumlaşmasına neden olmakta; artık savruk ve sorumsuz yaşantı kişinin
hayatında son derece "marjinal" olarak kalmaktadır. (S. Ülgener, s.
38 vd.)

Aktif
Riyazetin (Asketik yaşantı) Toplumsallaşması

Aktif riyazet
veya metodik yaşama stili ilk olarak manastırlarda rahiplere mahsus bir yaşantı
tarzı iken, zamanla ekonomik ve sosyal hayata da sirayet ederek toplumsal bir
nitelik haline geldi. Aktif riyazetin toplumsallaşması Protestanlık mezhebinin
ortaya çıkışıyla paralellik arz eder. Protestanlık öncesi dini düşüncede
servet, insanı tanrıdan uzaklaştıran bir varlık idi. Ancak, protestanlıkla ve
özellikle B. Franklin’in yeni yaklaşımlarıyla servetin bir "kir"
olmadığı; insanı Allah’tan uzaklaştıran bir unsur değil aksine Allah’a
yaklaştıran bir araç olduğu yaklaşımı yaygınlaşmaya başladı.

Yeni
yaklaşıma ve dini inanca göre insan Allah’ın kendisine takdir ettiği iş ve
meslek konusunda sadece bir yöneticidir. Aynı zamanda meslek
"çağırma" anlamını ifade etmektedir: Meslek yoluyla Allah insanları
kendi rızasına uygun en iyi iş yapmaya çağırmaktadır. Bu yaklaşım zevk ve
safayı ayıplayıp, dünyadan kaçmamayı; aksine dünyayla beraber olmayı, rasyonel
bir disiplin içinde çalışma yoluyla onu şekillendirmeyi teşvik etti. (Ülgener,
s. 40.)

Reformasyon
hareketinin yaygınlaşmasıyla önceleri sadece virtues(seçkin) sınıfın ahlakî
kodları olan riyazi ve disiplinli yaşantı bu defa kitlenin ahlakî kodlarıyla
özdeşleşmeye başladı. Daha önceleri ahirete yönelik olarak başvurulan aktif
riyazet, zamanla yön ve içerik değiştirerek dünyaya yönelen bir yaşantı tarzı
haline geldi. Asketik Protestan dogmaları uygun bir ahlakî davranış yaratmış ve
toplum katmanlarında yaygınlaşmıştı. Dini yaşantı açısından insanlar
manastırdan kurtulmuş, fakat herkes kendi hayatında bir rahip olmuştu.
(Ülgener, s. 39 vd.)

Özellikle
iktisadi hayatta metodik yaşantının en ciddi etkisi ve yansıması maliyet
minimizasyonu ve kâr maksimizasyonunda olmuştur. Müteşebbis, birim maliyetin en
düşük düzeyde gerçekleşmesi için gerekli tüm çalışmaları yapmış; bu alanda
matematikten ileri derecede yararlanmıştır. Hatta hesaplarını sıfır değere
yaklaştırmaya çalışmıştır. "Marjinalizm" hareketi bu ruhun tipik bir
yansımasından başka bir şey değildir. Aynı şekilde bu gün yaklaşık tüm dünyada
İktisat fakültelerinde temel ders olarak okutulan "mikro ekonomi"
doğrudan doğruya söz konusu zihniyetin bilimselleşmiş bir şeklidir denebilir.

Weber’in tezi
tek başına açıklayıcı değildir. Bu tezde cevaplanması gereken bir çok soru bulunmaktadır.
Bu tezin başka tezlerle desteklenmesi gerektiği düşüncesindeyim. Benim bu
konuda çıkış noktam tüm benliğiyle madde ve maddeleşmiş bir dünyaya yönelen bir
insan tipinin nasıl ortaya çıkabildiğidir. Bunun gerisindeki dinamiklerin neler
olduğudur. Bunu sadece "dağdaki vaaz" veya Braduel’in de dikkat
çektiği gibi B. Faranklin’in bir kaç tavsiye niteliğindeki sözleriyle açıklamak
mümkün değildir. Aynı şekilde K. Marx’ın da izah tarzı yetersiz ve
kapsayıcılıktan uzaktır. üretim güçleri-üretim ilişkileri tezi son derece
"total" tezlerdir. Olayın bir çok ayrıntısını gözden kaçırmaktadır.
Öyle sanıyorum ki olay bazı ayrıntılarda gizlidir.

Benim burada
önermek istediğim tez Bediüzzaman’ ın "tasallut nazariyesi" (geniş
bilgi için bkz: Bünyamin Duran, Sosyo-Ekonomik Değişmeye Yönelik Tezler, 1995.)
adı altında özetlediğimiz tezinin burjuva olayına uygulanmasıdır. Bana göre
burjuvaların madde ve maddeleşmiş her şeye tapar derecesinde (Weber bu
yaklaşımı kabul etmese de) sarılmasının geri plânında çevreden gelen orta
şiddetin üzerinde bir "tasallut’un varlığıdır. Bu tasallut da hem sosyal
çevreden hem de fiziki çevreden yönelmektedir. Genel olarak bu olguya ben
"sıfır yükseklik olgusu" diyorum, şimdi bu olguyu kısaca inceleyelim.

Kuzey Avrupa,
İspanya’dan başlayan; en yüksek noktasına Alplerde ulaşan, Tuna Ovasını
çevreleyen ve Balkanlara doğru inen büyük bir dağ ve tepe silsilesi engeli yer
almaktadır. Bu yüksek toprakların kuzey etekleri büyük bir ovaya doğru
inmektedir. Pireneler ve Gaskonya Körfezinden başlayan bu büyük ova Fransa,
Doğu ve Orta İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka ve Güney İsveç’ten geçerek
kuzeye doğru uzanmaktadır. En uzak kenarlarında gene deniz, Gal Dağları, Batı
İngiltere, İskoçya ve İskandinavya yer alır. Buradan itibaren hemen Prusya’nın
tamamını Kuzey Kutup Denizinden Karadeniz’e kadar kapsayacak şekilde
genişlemektedir ve Urallarda kısmi bir kesintiden sonra, Sibirya boyunca
okyanus kıyılarına kadar uzanmaktadır. İnsan Bordeaux’dan Urallara hiçbir
tünelden geçmeksizin trenle gidebilir. bu ova nadiren tepelerle kesilmekte ve
bu tepeler asla büyük boyutlara ulaşamadan tatlı yükseltiler olarak
kalmaktadır. Bazı yerlerde kara, deniz yüzeyinin altındadır; örneğin
Hollanda’da böyledir. Doğu İngiltere, Flandre, Hollanda, Germanya kıyıları boyu
ve Batı Prusya’nın bataklık topraklarında arazi o kadar düzdür ki, nehirler
rahatça akmaktadır ve mevsimlik veya sürekli bataklıklar uzun süre buraların
iskanını engellemişlerdir. Mesela Hollanda topraklarının % 27’si deniz
yüzeyinin altındadır. Toprak nitelik bakımından büyük değişiklikler
göstermektedir. Bu değişme Ukrayna’nın çok zengin kara toprağından Baltık
kıyılarında buzulların çekilmesi sonucu oluşan kumlu topraklar arasında bir
yelpaze meydana getirir. Bataklık, kum ve buzul kalıntısı topraklar drenaja
tabi tutulunca veya toprak özellikleri değişinceye kadar çok az kullanılmıştır.
(Herbert Heaton, s. 61-62.)

Kuzey
Avrupa’nın sosyo-ekonomik gelişmesinde "sıfır faktörü" esas
belirleyici unsur olmuştur. Med ve cezir yoluyla denizden gelen dalgalar sahil
şeridinin önemli bir bölümünü su altında bırakıyor; insanoğlunun eserlerini ve
kendisini büyük ölçüde tahrip ediyordu. Yakın zamanlara kadar bazı gel-git
hadiseleriyle yüz binlerce insanın sel felaketiyle hayatını kaybettiğini
biliyoruz. Gelen dalgaların etkisi, sadece kısa süreli değil, aynı zamanda uzun
süreliydi de. Kıyı şeridinde biriken su kalıntıları sahilde korkunç ölçüde
bataklıklar oluşturuyor, bataklıklardan yayılan salgınlar da kalan insan
kesimini tehdit ediyordu. Arka arkaya gelen salgın hastalıklar Kuzey Avrupa
toplumlarının önemli bir bölümünü tahrip etmiştir. Mesela,1348 yılında Rusya
dahil Avrupa nüfusu yaklaşık 30 milyon iken, bu salgınlar yoluyla 1351 yılına
kadar 25 milyon insan hayatını kaybediyor ve toplam nüfus 55 milyona iniyordu.
Ancak, salgınlar kesilmiyor, aralıklarla gelerek nüfusu tahrip etmeye devam
ediyordu.

"Sıfır
faktörü" kuzeylilerin yaşantısını son derece zorlaştırıyor; adeta çekilmez
hale getiriyordu. Burada bizim için önemli olan nokta "birim metaın"
elde edilmesi için gerekli insan enerjisi miktarıdır. Tabiat kuvvetlerinin orta
şiddetin üzerinde meydan okumasından dolayı kuzeyde birim metaın elde
edilebilmesi için yüksek düzeyde enerji sarfı gerekiyordu. Binlerce yılın bu
şekilde yoğurduğu insanoğlu diğer ortamlarınkinden farklı bir tipe ve karaktere
sahip olacaktı. Bıı tip, Max Weber’in ifadesiyle "hesabî insan tipi"
idi. Bu tip, birim metaı çok büyük enerji sarf ederek elde ettiği için, o
metaa, sarf ettiği enerji miktarında değer atfedecek ve elinden çıkarırken o
ölçüde hesaplı davranacaktır. Aynı zamanda bu tip, toprağa karşı, paraya karşı
ve her türlü maddeye karşı yoğun şekilde aç olacaktır. "İhtiyacı" o
kadar şiddetlidir; fakirliği o derece ağırdır ki, toprak, para ve mal elde
etmek için tüm istidat ve kabiliyetini seferber etme; bütün duygularıyla
fırsatları kollama kabiliyeti kazanmaktadır. Özellikle Hollanda’da yaşayan
insanlar denizden gelen tehdit ve belayı bertaraf edebilmek amacıyla zamanla
bazı organizasyonlar kurarak küçük ölçekli setler, kanallar yapmaya çalıştılar.
Ancak, denizden gelen dalgalar bunların yaptığı setleri de yerle bir etti.
Doğadan yönelen "tasallut" bütün şiddet ve yıkıcılığıyla insanlığı
tehdit etmeye devam etti. Zamanla yöre sakinleri daha büyük organizasyonlar
altında birleşerek daha büyük ölçekli setler yapmaya, kanallar açmaya
çalıştılar. Hatta bir kaç feodal birleşerek tabiat güçlerine karşı ortak
mücadele yaptılar. Denizden gelen dalgaların getirip kıyıya yığdığı
"polderler"in üzerlerini taşlarla ördü ve tahkim ettiler. Gerekli
yerlere çok büyük setler inşa ederek, iç kesime doğru büyük kanallar açtılar ve
bu olağanüstü "cevap"larla doğanın tehdidini belli ölçüde dizginlemiş
oldular.

Kuzey
Avrupa’da gerçekleştirilen bu büyük dönüşüm bana göre iki önemli sonucun
doğmasına ortam hazırladı: Biri, setlerin gerisinde, dalgalardan kurtarılmış,
bataklıklardan temizlenmiş son derece münbit dümdüz bir arazi parçası. İkincisi
de "hesabî insan tipi." Nitekim, tarihte modern anlamda ilk
hayvancılık ve ziraat Hollanda’da başladı, izleyen dönemlerde buradan
İngiltere’ye yayıldı. Sıfır yüksekliğe sahip ovalarda bir taraftan hayvan yemi
gibi modern hayvancılığı uyaracak ürünler, diğer taraftan da tamamen piyasaya
yönelik ticari ürünler üretilmeye; çiftçiler belli spesifik ürün dallarında uzmanlaşmaya
başladılar.

Maddeye,
paraya ve itibara karşı aç olan bu insan tipi ilk olarak "mikro
çevre"sini, daha sonra da "makro çevre"sini sömürmeye başladı.
Hayatın tüm mekanizmalarını maddi çıkarını azamileştirme yönünde kullandı.
Artık kutsal ve geleneğin bu insan tipi için fazla bir anlam ve önemi yoktu.
Başta Protestanlık olmak üzere tüm kutsalları kendi özlemleri doğrultusunda
eğdi, büktü ve kendi burjuva sistemi içine monte etti. Bu arada bilimi,
kültürel hayatı, sanat ve düşünceyi rasyonelleştirip, seküler bir şekle soktu.
Bilimdeki sekülerleşme "mekanistik" anlayışla özdeştir. Artık bilim
her türlü "hikmet"ten arındırılmış; sadece "kudret"
niteliğiyle ön plana çıkmıştı. Felsefe de, fizik de, iktisat da, sosyoloji de burjuva
değerler sistemine hizmet edecek; hatta burjuvanın çıkarlarını koruma için
birer savunma mekanizması olacaklardı.

Bu patalojik
durum yanında Batının rasyonelleşme anlamındaki sekülerleşmeyi haklı çıkaracak
bazı özgül tarafları da vardı. Bunları; kilisenin dayanılmaz baskısı, azınlık
mensuplarının katliamı, sürgün ve talana maruz kalmaları, hakim mezhep
üyelerinin azınlık mezhep üyelerine hayat hakkı tanımaması gibi faktörler
olarak sayabiliriz.

Sekülerleşme
(rasyonelleşme anlamında) Konusunda Batının Özgünlüğü

Yukarıda da
ifade edildiği gibi laiklik kurumu, burjuva değerler sisteminin bir ürünüdür.
Burjuvaların eğilim, beklenti, arzu ve özlemlerinin belli alanlarda
şekillenmesi, kristalleşmesidir. İnsan akıl ve vicdanına karşı kilisenin
dayanılmaz baskı ve dayatmasına karşı, bu duyguları devlet tarafından sağlanan
bir "güvenlikli bölgedir. Bilindiği gibi kilise sadece dini ve sosyal bir
organizasyon değil, aynı zamanda ekonomik, siyasal, dinsel ve sosyokültürel bir
organizasyon; hatta bir "imparatorluk" tur. "İmparatorluk"
niteliği, ekonomik, siyasal ve dini-ahlâki faktörlerle desteklenmekte,
garantiye alınmakta idi. Ortaçağ’da, mesela Fransa’da topraklarını yüzde
30’unun kilisenin elinde olduğunu biliyoruz. Elimizde bazı manastırların mal
varlıklarını gösteren dökümanlar var: 10.000’lerce sayıya varan koyun sürüleri,
binlerce büyük baş hayvan ve köle… Ekonomik hayatı malikâne sahipleri olan
lord ve senyörlerle parsellemişler ve toplumun kanını uzun asırlar emmişlerdir.
Sadece basit bir ekonomik dev olmakla yetinmemiş, aynı zamanda toplumun vicdan
ve iradesini de ipotek altına almıştır. Belli şekilde düşünme, inanma ve
yaşamaya toplum fertlerini zorlamış; en ufak bir sapmayı görülmemiş işkence ve
baskı yöntemleriyle cezalandırmaya çalışmıştır. Dinde, bilimde, sanatta,
edebiyatta, felsefede.. hayatın tüm cephelerinde olan ve olacak olan her şey
kilisenin "vize"sine tabi tutulmuş, herhangi bir değişiklik,
yenileşme ve gelişme düşüncesi dine, topluma, kiliseye ve tanrıya karşı
yapılmış bir hıyanet sayılarak en acımasız şekilde bastırılmıştır. Batı tarihi
bu tip çatışmaların, işkencelerin, baskıların misalleriyle doludur.

Burjuvaların
terini incelendiği zaman neden laiklik gibi bir kuruma ihtiyaç duyulduğu daha
iyi anlaşılır kanaatindeyim.

Burjuvalar,
Batı Avrupa Ortaçağ’ında toplumsal yapıya geniş ölçüde feodaller hakimken
genellikle korsanlık yapan, deniz kenarlarında karaya vurmuş gemileri arayan,
bazı geçit ve boğazlarda eşkıyalık yapan veya çerçilik yapan insanlardı. Feodal
beylerin egemenliği altına girmemişler, geniş ölçüde dağda, denizde, yolda
özgür olarak yaşayan kimselerdi. Bu tip dağınık ve organizesiz tüccarların
yanında belli ölçüde organize olmuş "Hansa Tüccarları" da vardı.
Ancak bunlar kuzey ticaret alanında faaliyet gösteriyorlardı. Çeşitli
milletlerden yaklaşık 60 farklı kentin tüccarı birleşerek bir birlik
oluşturuyor, devlet gücünün hissedilmeyecek derecede sınırlı olduğu bir dönemde
kendi göbeklerini kendileri kesmeye çalışıyorlardı. İşte bu tip organizasyonlar
zamanla güçlenip siyasal ve ekonomik alanlarda denetimi ele geçirmeye
başlayınca karşılarında kilise-feodal cephesini buldular. Gerek feodallerin,
gerekse kilisenin dayattığı sistem ve dünya görüşü bunların özlem ve
beklentilerine cevap vermediği gibi, kabul edilemezdi de. Kendilerine göre bir
anayasaları, ticaret hukuku, medeni hukuk ve dış hukuku gerekmekteydi.
Burjuvalar Büyük Fransız Devrimini yanlarına proleterleri de alarak yaptıktan
sonra kilisenin ve feodallerin tüm dayatmaları ve baskılarına karşı kendilerini
koruyabilmek amacıyla laiklik kurumunu geliştirdiler. Yeni kuruma göre kilise
bilir bilmez ekonomik, siyasal ve sosyal hayata karışamayacaktı. Sosyal,
siyasal ve ekonomik alanlardaki tüm düzenlemeler kilisenin istekleri
doğrultusunda değil, burjuvaların istekleri doğrultusunda gerçekleştirilecekti.
Bu anlamda laiklik, kilisenin sosyal, siyasal ve ekonomik hayat üzerindeki
hegemonyasına bir sınırlama idi. Ayrıca, laiklik kurumu, azınlık mezhebi
mensuplarının dört elle sarıldığı bir kurumdu. Bilindiği gibi Batı tarihi aynı
zamanda bir mezhep ve din savaşları tarihidir de. Belli bir devlette
mezheplerden biri hâkim olduğunda diğer mezhep mensupları "müşrik" ve
"putperest" sayılıyor ve vücudunun ortadan kaldırılması dini bir
görev olarak algılanıyordu. Fransa’da Protestanlar, İngiltere’de de Katolikler
korkunç katliamlara tabi tutulmuşlardır. Fransa’da bir gecede yaklaşık 70.000
Protestan’ın kesildiği anlatılır. İngiltere’de tüm Katolikler ülkeden sürüldü
çıkarıldı; malları yağmalandı, tüm manastırlara el konuldu ve dinî merkezler
işyeri ve depoya çevrildi. Benzer çatışmalar hemen Avrupa’nın tüm bölgelerinde
uzun müddet sürdü gitti. Dolayısıyla böyle bir ortamda laiklik bir can kurtaran
simidi fonksiyonunu gördü. Azınlıkta bulunan mezhep mensupları bu kuruma dört
elle sarıldılar.

Batıda
laiklik kurumunu vazgeçilmez bir kurum kılan bir diğer neden de Yahudilerdir.
Yine bildiğimiz gibi Yahudi cemaati tarih boyunca Batıda hemen tüm devletlerde
defalarca katliama uğramış; defalarca ülkeden ülkeye sürülmüştür. Çok ilginçtir
ki, laiklik kurumunu şiddetle savunan; hatta gelişmesinde son derece önemli
felsefi ortam hazırlayan düşünürlerin çoğu Yahudi asıllı düşünürdür. Hakim
millete mensup veya hakim mezhebe mensup feylesoflar genellikle tiranlığı
savunduğu halde veya o konuda herhangi bir katkısı olmadığı halde azınlık dini
ve mezhebi mensubu düşünürler bütün benlik ve enerjileriyle laiklik ve benzeri
kurumları savunmuşlardır.

Nihayet
laiklik Batıda serbest düşüncenin ve bilimin koruyucu bir zırhı, kalesi
olmuştur. Bu zırha ulaşabilmek için de çok yüksek bir maliyete katlanmak
zorunda kalmıştır. Bu yönüyle de Batı tarihi bilimdin çatışmaları; dinin bilimi
ezme ve bastırma süreçleriyle doludur.

Mazisinin bu
kadar kirli ve iğrenç olmasına rağmen kilisenin toplum hayatının bütün
katmanlarından arındırılmış bir kurum sanmamak gerekir. Batı ve Amerika’da yine
toplumun en güçlü ve en etkin organizasyonlarından biridir. Yine Batıda
laikliği benimseyen toplumlar son derece sınırlıdır. Mesela demokrasinin beşiği
ve ilk sanayi devriminin menşei olan İngiltere laik değil; bir din devletidir.
Aynı şekilde Yunanistan laik değildir. Batıda laik olanların uygulama biçimleri
de son derece yumuşaktır.

Yukarıda sözü
edilen özgün şartların da dayatmasıyla burjuva zamanla tüm toplumsal
"dizginleri" ele geçirmiş, bilimi de kültürü de kendi özlemleri
doğrultusunda belirlemeyi başarmıştır. Artık yeni bilimsel paradigma eskisi
gibi "hikmet"i değil, doğrudan "kudreti" aramaya amadedir.

Bilimde
Sekülerleşme ya da Newtoncu Dünya Görüşü

Batı
kültürünün temellerini atan dünya görüşü ve değer sistemi, 16. ve 17. yy’larda
ana hatlarıyla geliştirilmişti. 1500 ve 1700 yılları arasında burjuva değerler
sisteminin yaygınlaşmasına bağlı olarak insanların dünyayı tasarlama
biçimlerinde ve bütün düşünce tarzlarında çarpıcı bir değişme oldu. Yeni zihniyet
ve yeni kozmoz anlayışı, modern çağın karakteristikleri olan Batı uygarlığının
özelliklerini taşıyordu. Bunlar geçen üç yüz yıl boyunca dünyanın önemli bir
bölümüne hükmeden paradigmanın temeli oldular.

1500’den önce
Batıda hakim dünya görüşü, diğer uygarlıklarda da olduğu gibi organikti.
İnsanlar, maddi ve manevi olayların karşılıklı dayanışmasıyla karakterize
edilen ve bireyin ihtiyaçlarının topluluğun ihtiyaçlarına tabi olduğu, organik
ilişkilere dayanarak doğaya yaklaşan küçük, birbirine yapışık topluluklar
içinde yaşarlardı. Bu organik dünya görüşünün bilimsel çatısı genel olarak
Batıda iki otoriteye dayalıydı: Aristo ve kilise. 13. yy’ da Thomas Aqinas,
Aristo’nun geniş kapsamlı doğa sistemini Hıristiyan teolojisi ve ahlâkıyla
birleştirdi ve bu suretle bu sistem bütün Ortaçağ boyunca sorgulanmadan Batılı
toplumların dünya görüşü niteliğini kazandı. Ortaçağ biliminin yapısı, çağdaş
Batı biliminkinden tamamen farklıydı. Bu bilim hem akla, hem inanca dayalıydı.
Tabiatın, Tanrının ve insanın esrarını çözmeye yönelmişti.

Bu manzara,
16. ve 17. yy’ larda kökten değişime uğradı. Organik, canlı ve manevi bir evren
kavramı, yerini, makina tarzında bir dünya anlayışına bıraktı. İzleyen
dönemlerde dünya makinası modern çağların baskın metaforu haline geldi. Bu
gelişme, fizik ve astronomide Copernicus, Galileo ve Newton’un başarılarıyla
zirveye ulaşan büyük değişmelerle meydana geldi. 17. yy bilimi, Descartes’ın
tasarladığı doğanın matematiksel tasvirini ve analitik akıl yürütme yöntemini
kapsayan, Francis Bacon tarafından da güçlü biçimde savunulmuş olan yeni bir
araştırma yöntemine dayalıydı.

Bilimsel
devrim, bin yıldan daha fazla bir süredir kabul edilmiş bir inanç olan
Batlamyus’un ve Kitab-ı Mukaddes’in yermerkezli görüşünü deviren Nicolas
Copernicus ile başladı. Copernicus’tan sonra artık yeryüzü evrenin merkezi
değil, yalnızca galaksinin kıyısındaki önemsiz bir yıldızın çevresinde dönen üç
beş gezegenden biriydi. Dünya merkezli evren yaklaşımının bilimsel bir söylemle
tahrip edilmesi özellikle Batı insanının dünya görüşünde büyük bir deprem
meydansı getirdi. Batılı insanın inanç ve mutlak değerler dünyası geniş ölçüde
bombardımana uğradı ve bu bombardıman izleyen dönemlerde ardı arkası kesilmeden
devam etti.

Ancak,
bilimsel anlayıştaki gerçek değişme ünlü Galileo tarafından meydana getirildi.
Yakın zamanlarda icat ettiği teleskopu uzaya yönelterek göksel olayların
bilimsel gözlemine teleskopun olağanüstü marifetlerini uygulayan Galileo, eski
kozmolojiyi herhangi bir şüpheye yer bırakmadan gözden düşürmeyi başardı.

Galileo’nun
bilimsel devrimdeki rolü, astronomideki başarılarını çok aşar. Galileo,
keşfettiği doğa yasalarını formülleştirmek için matematiksel dilin kullanımıyla
bilimsel deneyi ilk birleştiren kişiydi. Bundan dolayı da kendisi modern
bilimin babası sayılmıştır. Ona göre felsefe, her zaman gözlerimiz önünde yatan
büyük kitapta yazılıdır. Fakat önemli olan bu büyük kitabın dilini anlamaktır.
Bu dil ise, matematiktir, özellikle de üçgenler, figürler ve geometrik
unsurlardır. Galileo’nun öncülük ettiği işin iki veçhesi-deneysel yaklaşımı ve
tabiatın matematiksel tasvirinin kullanılması17. yy’da bilimin baskın görüşleri
oldu ve şimdiye kadar bilimsel kuramların en önemli ölçütleri olarak kabul
edildiler.

Burjuva
bilimsel devrimine büyük emeği geçen düşünürlerden biri de Bacon idi. Bacon,
deneysel bilimin yöntemini savunuyordu. Tümevarım yöntemini ilk formülleştiren
kişiydi. Bu yönteme göre, deneyler yapılıyor ve bu deneylerden ilerdeki
deneylerde sınanmak üzere genel sonuçlar çıkarılıyordu. Bacon, geleneksel
düşünce okullarına gözü pekçe saldırdı ve bilimsel deneme yolunda hakiki bir
tutku oluşturdu.

Bacon’la Batı
dünyasında bilimsel araştırmanın doğası ve amacı köklü bir biçimde değişti. En
eski çağlardan beri bilimin amaçları bilgelik, doğanın düzenini ve onunla uyum
içinde yaşamayı öğrenmek olmuştu. Bilim o zaman Tanrı’nın yüceliğini
araştırmayı esas gaye olarak seçmişti. Bunlar, bütünleyici amaçlardı. Bilim ve
düşünce adamlarının tavrı bugünkü dille ifade edersek geniş ölçüde ekolojikti.
Bu tavır, 17. yy’da tam da zıddına dönüştü; yani bütünleyici anlayış ve
kavrayıştan, kendini kanıtlayıcı faaliyete yöneldi. Bacon’dan beri bilimin
amacı, bilgiyi doğaya hükmetmek ve onu denetim altına almak amacıyla kullanmak
oldu ve bugün hem bilim hem de teknoloji kökten karşı, ekolojik amaçları uğruna
bu bilgiyi hükmetme yolunda kullanmaktadır.

Bacon’un yeni
deneysel araştırma yöntemini savunduğu sözler, hararetli olmak bir yana,
çoğunla düpedüz hırçındır da. Ona göre tabiat, insanlığa hizmet etmeye mecbur
ve insanlar tarafından köle yapılması gereken bir varlıktı. O, bilim adamına
karşı direnirken bilim adamlarının hedefi , onun gözünün yaşına bakmadan ondaki
sırları, işkence yöntemiyle de olsa söküp almaktı. Şiddetin bu aşırı dile
getirilişi, Bacon’un zamanında ardı arkası kesilmeksizin vuku bulmuş olan cadı
mahkemelerinden ilham alınmışa benziyor. Kral I. James’in baş savcısı sıfatıyla
Bacon, bu tür davalarla çok yakından alakadardı ve doğayı çoğunlukla bir kadın
olarak gördüğünden dolayı, bilimsel yazılarına mahkemede kullandığı teşbihleri
aktarmak istemesi şaşırtıcı değildir. Gerçekten de Bacon’un kendisine işkence
yapılarak elde edilmesi gerekli sırlara sahip doğa anlayışı, İngiltere’de 17.
yy’ın cadı mahkemelerinde kadınlara yaygın biçimde uygulanan işkenceyi güçlü
bir şekilde hatırlatmaktadır. Böylece Bacon’un çalışması, bilimsel düşünce
üzerindeki ataerkil tavırların etkisinin parlak bir örneğini sunar.

"Besleyip
büyüten" anlamındaki antik yeryüzü kavramı Bacon’un yazılarında temelden
değişmiş ve organik tabiat anlayışı bir makine tarzındaki dünya metaforuyla yer
değiştirerek bilimsel devrimin peşi sıra gözden kaybolmuştur. Batı uygarlığının
daha ileriye gelişimi adına çok büyük önemi bulunan bu değişim, 17. yy’ ın iki
devasa şahsiyeti Descartes ve Newton tarafından başlatıldı ve tamamlandı.

Descartes,
genellikle modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilmiştir. Kendisi değerli
bir matematikçiydi ve felsefi bakış açısı yeni fizik ve astronomiden derin
şekilde etkilenmişti. O, mutlak kesinliğe sahip tam bir tabiat bilimini kurmaya
elverişli bir yöntem öne sürdü. Bu bilim matematik gibi ilk ilkeleri
kendiliğinden açıklık üzerine dayalı bir bilimdi. Onun hayatı boyunca amacı,
bütün bilim alanlarında "doğruyu yanlıştan ayırt etmek" oldu.
"Bilimin tümü kesin, apaçık bilgidir" diye yazdı. "Tam anlamıyla
bilinen ve hakkında en ufak bir şüpheye yer olmayan kuvvetle muhtemel ve
yargılanabilir olanlar dışında kalan tüm bilgileri reddediyoruz" sonucuna
ulaştı. (F. Capra, s. 56.)

Bilimsel bilginin
kesinliğine olan inanç kartezyen felsefenin ve ondan türeyen dünya görüşünün
temelinde yer alır. Ancak yirminci yüzyıldaki özellikle "quantum"
fiziğindeki gelişmeler bize bilimde hiç bir mutlak doğru olmadığını; bütün
kavram ve kuramlarımızın sınırlı ve tahmini olduğunu çok güçlü bir şekilde
göstermiştir. Bilimsel yaklaşımdaki bu köklü değişime rağmen kartezyen anlayış
Batıda hala çok yaygındır. Mutlak doğru olarak kartezyen anlayışını ve bilgi
için tek yol olarak Descartes’in yönteminin benimsenmesi, Batıdaki mevcut
kültürel dengesizliğin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. (F. Capra, s.
63.)

Organizmadan
makineye doğru doğa tasarımında vuku bulan bu kesin değişim, insanların doğal
çevre hakkındaki yaklaşımları üzerinde de ciddi dönüşümler gerçekleşmesine
ortam hazırladı. Ortaçağların Hıristiyanlıktan kaynaklanan organik dünya görüşü
ekolojik davranışa yol açan bir değer sistemini kapsıyordu. İnsanlar dünyayı
müşfik bir anne, Tanrının bir mektubu, sanatı, nakşı şeklinde algılıyor ve bu
kavrayışla yaklaşıyordu. Bu paradigmaya göre tavırlarını belirliyor, toprağa,
suya, ağaç ve hayvana bu espri perspektifinden bakıyordu. Bu yaklaşıma göre,
tabiatın tahribi, kirletilmesi, talanı, Tanırının emrine karşı gelme niteliğini
taşıyordu.

Bu kültürel
yapı, mekanistik dünya görüşüyle ciddi şekilde dinamitlendi. Mekanik bir sistem
tarzındaki kartezyen evren anlayışı, Batı kültürünün ayırıcı niteliği haline
gelen doğanın işletilmesi ve sömürülmesi için "bilimsel" bir fetva
temin etti. Zaten Bacon’la "hikmet bilimi"nden "kudret
bilimine" geçilmişti. Bacon’un yaklaşımıyla Descartes’in yaklaşımı
örtüşüyordu.

Bilim
Kiliseleşiyor

Mekanistik
dünya görüşüne dayalı olarak bilim ve teknolojideki gelişmeler Batı insanının
başını döndürüyor ve bilimi tek gerçeklik olarak algılama hastalığına müptela
olmalarına neden oluyordu. Herhangi bir konuda bilim bir şey söylemişse artık o
konuda başka disiplinlerin görüş serd etme hakkı olmamalı idi. Görüş serd
etmeye kalkarsa da "yuhalanmalı," yüzüne Bakılmaz hale getirilmeliydi.
Bu konuda burjuva bilim adamları ve bilim felsefecileri kendilerinden önce Roma
kilisesinin papazları nasıl davrandılarsa öyle davrandılar. Onlara göre kilise
öğretisi hakikat, bunun dışında kalan her şey pagan saçmalıkları idi. Ünlü
feylesof Feyeraband’ ın ifade ettiği gibi, "Gerçekten de bir zamanlar
din-bilimsel retoriğin cephaneliğinde bulunan belirli tartışma ve örtük ikna
yöntemleri şimdi bilimde kendilerine yeni bir mekan bulmuşlardır. Bu fenomen
garip ve bir miktar üzücü olsa da bir avuç "müminle" sınırlı kaldığı
sürece aklı başında kimse için rahatsız edici bir şey olmazdı. Özgür bir
toplumda bir çok garip inanışlara, kurumlara, öğretilere yer vardır. Ama
bilimin üstünlüğünün onun doğasından geldiği varsayımı bilimin de ötesine
geçerek hemen herkes için bir "iman" nesnesi haline gelmiştir. Dahası
bilim artık tikel bir durum değildir. Kilise bir zamanlar nasıl toplumun temel
dokusunun bir parçası idiyse, şimdi de bilim demokrasinin temel dokusunun bir
parçası olmuştur. Kilise ile devlet artık elbette birbirlerinden özenle
sıyrılmışlardır oysa devlet ile bilim iç içedirler." (Paul Feyeraband,
Özgür "Bir Toplumda Bilim," Çev.: Ahmet Kardam, Ayrıntı,1991, s.
93-94.) Hatta bilimin sonuçları o kadar kesin ve gerçeklikti ki, Marx bile
kendi kurduğu sisteme "bilimsel sosyalizm" adını vermişti.

Ancak
mekanistik bilim anlayışının yıkılması uzun sürmedi. İzafiyet teorisi ve
quantum fiziği evrende hiç bir şeyin kesin olmadığını; olsa olsa ihtimalin söz
konusu olabileceğini ortaya koydu. Yeni süreçte mekanistik dünya görüşü değil
Allah-evren-insan ekseninde yapılanan "holistik (bütüncül)" bir dünya
görüşü seslendirilmeye başlandı.

20. yy
fiziğinde meydana gelen en büyük gelişme atomların deneysel olarak
araştırılmasının bir sonucuydu. Yüzyılın dönümünde fizikçiler klasik fiziğin
terimleriyle açıklanamayan aralarında X ışınları ve radyoaktivitenin de
bulunduğu, atomların yapısıyla ilgili pek çok olayı keşfettiler. Atom ve
atom-altının bu keşfi bilim adamlarını, dünya görüşlerinin temellerini
çökertecek garip ve umulmadık bir gerçeklikle temasa geçirdi ve onları tamamen
yeni tarzda düşünmeye zorladı. Fizikçiler yeni gerçeklik karşısında şoke
olmuşlardı. Her seferinde atom deneyi esnasında doğaya bir soru yöneltmişler ve
doğa bunlara bir paradoksla cevap vermişti. Onlar durumu daha çok açıklamaya
çalıştıkça paradokslar daha da keskinleşiyordu. Bu yeni gerçekliği kavrama
mücadelesinde fizikçiler temel kavramlarının, dillerinin ve bütün düşünme
yöntemlerinin atom olayını tanımlamaya uygun düşmediğinin farkına vardılar. Bunu
Werner Heisenberg şu ifadelerle anlatıyordu: "Bohr ile gece yarılarına
kadar uzun saatler boyunca devam eden tartışmaları hatırlıyorum; bir akşam
tartışma bittikten sonra yalnız başıma yakınlardaki parkta bir yürüyüş için
gittiğimde şu soruyu kendi kendime defalarca sordum: Doğanın, atom deneylerinde
bize güründüğü kadar saçma olması mümkün müydü?"

Fizikçiler
sonunda gerçekliği yakaladılar ve "Onlar bir yolunu bulup quantum
kuramının ruhuna nüfûz ettiler." Quantum kuramı; uzay, zaman, madde,
nesne, neden ve etki kavramlarında derin değişimler doğurdu. Mekanistik
kartezyen dünya görüşünün tersine yeni fizikten doğan bu dünya görüşü organik,
bütüncül ve ekolojik gibi terimlerle nitelenebilir. Evren artık çok sayıda
nesnelerin bir araya geldiği bir makine şeklinde tasarlanamaz; bunun yerine o,
parçaları birbiriyle özden ilişkili olan ve ancak kozmik bir sürecin kalıpları
şeklinde anlaşılabilen bölünmez, dinamik bir bütün olarak tasvir edilmelidir.

İktisadi
Düşünce Kartezyen Paradigma İlişkisi

Newtoncu
mekaniğin 18. ve 19. yy’ daki zaferi, fiziğin bütün öbür bilimlerin kendisine
göre ölçtüğü "katı" bir bilim prototipi olarak kabul ettirdi. Bilim
adamları daha sık olarak fiziğin yöntemlerini taklit etmeye başvuruyor ve çoğu
kavramlarını fizikten ödünç alıyorlardı. Bu arada sosyal bilimler bilim
dallarının "en yumuşağı" olarak kartezyen paradigmadan ve Newtoncu
fiziğin yöntemlerinden bir çok unsur alarak bilimsel saygınlık kazanmaya
çalıstı.

Aynı eğilim
daha şiddetli bir şekilde iktisatta yaşandı. İktisadi düşünce, geniş ölçüde
burjuva-protestan damgasını taşır.

Ekonominin
felsefe ve siyasetten ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkması Ortaçağların
sonunda Batı Avrupa’nın duyumcul kültürünün doğmasıyla aynı zamana rastlar. Bu
kültür açılım kazandıkça iktisat toplumun tüm kurumlarına egemen bir unsur
olarak burjuva sisteminin temelini oluşturdu.Toplum tepeden tırnağa "yang
yönelimli" değerler potasında şekillendirildi. Bu değer sistemi
içerisinde; maddi kazanca aşırı vurgu, yayılma, öldürücü yarışma, "katı
teknoloji" ve "katı bilim" ön planda yer alan değerlerdir.

Batı
dünyasında sınıf çatışması sürecinde burjuvalar feodalleri ve bu arada kilise
ve papazları devre dışı bırakıp toplumsal yapıda belirleyicilikleri arttıkça
tam kendi özlem ve beklentilerine de uygun iktisadi model ve kuramları
geliştirme ve politika aracı olarak uygulama fırsatına kavuştular. 16. yy’da
burjuvaların ilk geliştirdikleri kuram "merkantilizm" idi.
Merkantilist düşünürlerin çoğu burjuva kökenli idi. Burjuvanın tekel konumunda
olmasını, kolonizasyonu, hazinelerin altın ve gümüşle doldurulmasını
savunuyorlardı. Merkantilist yazar ve düşünürler bir taraftan yeni düşünceler
geliştirirken bir taraftan da Doğu Hindistan Şirketinin sahip ve yöneticiliğini
yapıyorlardı. Özellikle ticaret bilançosu tezlerinde açık olarak Newtoncu
mekanikteki denge kavramından geniş ölçüde etkilenmişlerdi. (Capra, s. 229.)

Kartezyen
paradigmadan iktisadi düşüncenin etkilenme süreci, izleyen yüzyıllarda da devam
etmiştir. Modern ekonominin 17. yy’da Sir William Petty tarafından kurulduğu
söylenebilir. Petty, Cromwell’in ordusunda hekim, Oxford’da anatomi ve
Londra’da müzik profesörü idi. Petty’nin dost çevresi içinde birçok pozitif
bilim adamının yanında Isaac Newton da vardı. Gerek Descartes’tan, gerekse
Newton’dan geniş ölçüde etkilenen Petty daha sonra gelecek olan Adam Smith’in
bir çok düşüncesinin kurucusu, en azından müjdecisi oldu. Daha sonra Ricardo ve
Marx tarafından derinlemesine işlenecek olan "emek-değer teorisi" Sir
Petty’nin incelediği konulardandı. Düşünür, aynı zamanda iş-bölümünü de
açıklamaya çalışmıştı.

Modern
ekonominin temellerinin atılmasında emeği geçen bir başka düşünür de John Locke
idi. Locke, aydınlanmanın önde gelen filozofu olup psikolojik, toplumsal ve
ekonomik olaylara ilişkin fikirleri 18. yy’ın düşüncesinin çekirdeğini
oluşturdu. Locke da Descartes ve Newton’dan epeyce etkilenmişti. Söz konusu
düşünürlerden etkilenerek "atomistik insan toplumu" kuranlını
geliştirerek siyasette temsili hükümet fikrini geliştirdi. Ona göre hükümetin
fonksiyonu mülkiyete ve bireylerin emmeklerinin karşılığına ait haklarını
korumaktı. Hükümetlerin meşruluğu belli hakların korunmasına bağlıydı.

Kartezyen
paradigmanın en baskın etkisi 18. yy’da Fransız fizyokratları üzerine oldu.
Fizyokrasi "doğanın yönetimi" anlamına geliyordu. Kentleşmeyi ve
merkantilizmin ticarete ağırlık veren yaklaşımlarını sert bir şekilde
eleştirdiler ve "net hasıla yaratan unsurun sadece toprak" olduğunu
ve değerin kaynağının da tarımsal üretim olabileceğini savundular. Ayrıca
"doğal denge" düşüncesini fizikten ödünç alarak iktisadi kurumlar
geliştirdiler. Onlara göre nasıl evrende doğal bir denge mevcut, ona müdehale
edilmediğinde en optimum şekilde işliyorsa; öyle de, ekonomide de öyle kendi
kendine işleyen bir denge mevcuttur. Hükümetlerin müdahalesi dengeyi bozabilir.
Bu düşünceden hareketle, "Bırakınız yapsınlar," sloganına ulaştılar
ve tüm düşüncelerini Adam Smith’e devrederek tarihe mal oldular. Adam Smith,
ilk bilimsel iktisat kitabı olan Milletlerin Zenginliği’nin yazarıdır.
"Nihai sonuçları bakımından muhtemelen herhangi bir zamanda yazılmış en
etkili kitap," diye adlandırılır. Smith, yalnızca fizyokratlar ve
aydınlanma fılozoflarından etkilenmekle kalmadı, aynı zamanda buhar makinesini
bulan James Watt’la da dost idi. Buhar makinesinin sanayiye uygulandığı bir
dönemde yaşadı ve düşüncelerini sanayinin belli ölçüde egemen olmaya başladığı
bir ortamda geliştirdi. O da "doğal denge" yaklaşımını kabul etti ve
bütün düşüncesini bu yaklaşım üzerine bina etti.

Daha sonra
gelen iktisatçılar genellikle Adam Smith’in genel görüşlerini kabul ederek
iktisat bilimini geliştirmeye çalıştılar. Mesela bunlardan Ricardo hem bir
burjuva, hem de Musevi idi. Ricardo’nun "Rant Teoisi," "Emek
Değer Teorisi," "Mukayeseli Üstünlük Teorisi", "Ücret ve
Fiyat Teorisi" doğrudan burjuvaların çıkarlarını savunur niteliktedir.
Aynı şekilde daha sonra gelen Neo-Klasik iktisatçılardan Marshall, Menger,
Jevons gibi düşünürler de burjuva değerler sistemini savunan ve burjuva
çıkarlarını kollayan iktisatçı idiler. Liberal düşünceden veya yöntemden sapma
belli ölçüde Marx ve Alman tarihçi okul tarafından gerçekleştirildi. (Gülten
Kazgan, İktisadi Düşünce, s. 120 vd,)

Sekülerleşmenin
Sonuçları

Kültürel
Çöküntü

Weber’e göre
rasyonellik ve bürokratik örgütlenmenin başka bir adı olan sekülerleşme modern
insana doğa ve toplum üzerinde etkin denetim imkânı sunar; onu tahmin edilmeyen
bir dünyanın endişelerinden ve "büyüsel güçlerin" hakimiyetinden
kurtarır. Fakat seküler hayat, makinaya benzer bir dünyanın oluşmasını da var
eder. Böyle bir hayat ise kişiye ne siyasal özgürlük sağlar, ne de mutlu
kılacak bir hayat tarzı.

Weber modern
bilinçliliği ele alırken sekülerleşmenin gelişmesinin üç önemli safhası
bulunduğunu belirtir ki, bunlar, büyüden kurtulma, parçalanma, ve kısmi dünya
görüşleri arasındaki çelişkiden oluşur. (Turner, s. 204.)

Weber,
Protestan ahlâkı rasyonel kapitalizmin zorunlu bir ön şartı olsa da ve bu
nedenle kapitalist üretim tarzlarının bütün ruhuyla uyumlu ise de, gelişmiş
kapitalizmin Protestan bir dünya görüşünün sürekliliğine bağımlı olmayacağını
ileri sürer. Kapitalizm Protestanlık olmadan içsel bir anlam pahasına devam
edecektir. Ekonomik faaliyetler bir meslek anlamı olmaksızın sadece gündelik
terimlerle yorumlanabilir… Bu şartlar altında kapitalizm hiç bir
meşrulaştırmaya veya dinsel anlama ihtiyaç duymaksızın kendi kendini sevk edici
olacaktır. Bu tip bir toplum için doğru bir şekilde "ruhsuz uzmanlar,
kalpsiz şehvetliler" denebilir. (Turner, s. 205.)

Kapitalizm,
makina gibi içsel anlam ve değerden yoksun, rasyonel prosedürlerle işleyen ve
insanların neredeyse zihinsiz çarklar olarak iş gördüğü bir toplum üretir.
Weber Protestanlığın, sekülerleşmenin yolunu açarak kendi ölüm fermanını
imzaladığından haberdardı. Protestanlık büyüyü ortadan kaldırarak, ritüel ve
sembolizmin önemini sınırlayarak, kutsal ile seküler olanın arasını açık bir
şekilde ayırarak eski kutsal evreni yıkmıştır. Protestanlık eski Ortaçağ
insanını Allah’ın önünde çıplak olarak sunmak üzere büyüsel ve ayinsel
elbiselerinden soydu; böyle yapmakla Protestanlık pazarın acımasız güçlerinin
önünde çıplak kalmış ekonomik insanın ortaya çıkması için yolu hazırladı.
Bunlar en azından Weber’in rasyonel ve büyüden kurtulmuş dünya hakkındaki
imajları olmak görünümündedir. (Turner, s. 206.)

"Allah
tarafından korunan bir din," olması niteliğiyle İslâm’ın beşerin elinde
eğilip bükülmeyen bir İlâhî vahiy olması Müslümanlar için ne büyük bir şans
olduğunu burada vurgulamış, olalım. Ve sürekli İslâm’da reform beklentisi
içinde olanların beklentilerinin ne kadar saçma ve gereksiz olduğunu
Protestanlığın içine düştüğü zavallılığı hatırlatalım.

Rasyonel ve
seküler hayatın sonucu Weber’e göre modern insanın sosyal ve özel dünyalarının,
temel olarak anlamsız hale gelmiş olmasıdır. Hukukun kanunlar bütünü halinde
toplanıp düzenlenmesi, bilimsel bilgi, rasyonel örgütlenme, sosyal hedeflere ve
hayati amaçlara ulaşmak için gerekli uygun araçları formülleştirmeye yardımcı
olabilir. Fakat bu tür işlemler bize mutlak değerler veya rakip amaçlar
arasında bir seçim yapmakta yardımcı olamazlar. Bilimsel bilgi bize farklı
eylem türleriyle karşılaştığımızda ahlaki kararlar verme konusunda yardımcı
olmaz; nihayetinde bilim "iyi hayatı" formülleştirme sorunuyla
ilgisizdir. (Turner, s. 202.) Burada Weber, ileri derecede bir sezgi güçü ile
aslında sekülerleşmenin ulaşacağı nihai toplumsal çıkmazı yakalamış
gözükmektedir. Bilimsel bilgi birikiminin, teknolojik gelişmenin, tüketim
malları stoklarının artması ve yığışmasının, bilgisayar, müzik seti, vb
araçların hayata hakim olmasının "iyi ve kaliteli" hayatı temin
edemeyeceği yani insanı mutlu edemeyeceğini açık olarak görmüş ve ifade
etmiştir. Bunlar olsa olsa insan oğlunun doğaya biraz daha fazla hakim olmasını
sağlayacak araçlar olabilir. Ama insan asla mutlu edemediği gibi insanın manevi
ve entellektüel ihtiyaçlarına da cevap veremez.

Weber’in bir
çok tezini alıp değerlendiren burjuva, sekülerleşmenin sonuçlarıyla ilgili tez
ve yaklaşımını görmezden gelmiştir. Bunun sonucu ise gerek Batı dünyasında
gerekse gezegenimiz ölçeğinde son derece yıkıcı ve tahrip edici olmuştur.

Gerçekten de
sekülerleşmenin en kalıcı ve yıkıcı etkisi kendini kültür üzerinde
göstermiştir. Batı insanı korkunç bir kültürel çöküntü içerisine girmiş,
tarihinde şahit olmadığı bir bunalım içinde adeta kıvranmaktadır. Bir çok
Batılı eleştirmen bu konuyu ifade ediş tarzları sanki bir çığlık şeklindedir.
Aynı şekilde burjuvazi değer yargılarının hakim güçler tarafından reklam,
propaganda ve doğrudan dayatma yoluyla maddi hayatın aşırı ölçüde vurgulanması
ve bütün duyguların "hazcı" ve "egosantrist" duyguların
esiri yapılması insanlığı geçmiş çağlarda görülmeyen derin bir kültürel
parçalarına ve çöküntüye sürüklemiştir. Bu olguyu "namuslu" Batılı
bilim adamları da kabul etmekte, hatta bu duruma isyan etmekteler. Batının en
önde gelen siyasi düşünürlerinden Isaiah Berlin NPQ dergisine verdiği bir
mülakatta, "Seksen iki yaşındayım ve neredeyse bütün bir yüzyılı yaşadım.
Bunun Avrupa’nın geçirdiği en kötü yüzyıl olduğunda en ufak bir kuşkum yok.
Uygarlığımıza bundan daha zararlı bir dönem olmamıştır. Hayatım boyunca,
tarihin bütün dönemlerinde, hatta Hunlar zamanında bile yaşananlardan daha
korkunç şeylere tanık oldum" demektedir. Aynı olaya değişik bir cepheden
yaklaşan Chicago Üniversitesi felsefe profesörü I. Kolakowsky de yine NPQ
dergisinin (Yaz 1991) yapmış olduğu bir mülakatta şöyle sızlanır:
"İnsanlığın dinsel mirasının ve tarihsel geleneklerinin tümüyle unutulduğu
dolayısıyla insanın yaşamının ahlaki açıdan yorumlayabilmek için hiç bir
dayanağının kalmadığı, teknolojik bakımdan ileri bir Cesur Yeni Dünya’nın
gerçekleştiğini varsayarsak bu insanlığın sonu demek olur. Teknolojik bakımdan
işe yaramadıkları için tarihsel bilincinden ve dinsel geleneklerinden yoksun
bırakılan insanlığın barış içinde ve başarılarından hoşnut olarak
yaşayabileceğini sanmıyorum." Devam ederek dinsel geleneğin birey için ne
kadar önemli bir değerler seti oluşturduğunu vurgular: "Dinsel gelenek
bize kendimizi sınırlamayı, ihtiyaçlarımızla isteklerimiz arasına mesafe
koymayı öğretmiştir. Tüm büyük dinsel gelenekler bize tek bir boyuta
bağlanmamayı; ilgimizi yalnızca servet biriktirmeye ve yalnızca bugünkü maddi
yaşama bağlamamamız gerektiğini öğretmiştir." Ancak seküler bir hayatın
dayatmaları bizim ihtiyaçlarımızla isteklerimiz arasındaki sınırı kaldırarak
"hedonist" bir varlık haline getirdiğini bunun sonucunun ise
"felaket" olacağını vurgular: "İhtiyaçlarımızla isteklerimiz
arasına mesafe koymayı yitirecek olursak, bu bir kültürel felaket olur."
"Kültür kutsal anlamını yitirdiği zaman, tüm anlamını yitirir. Laik
toplumun başarabileceği mükemmelliğe sınırlar getiren kutsalın yitirilmesiyle,
uygarlığımızın en tehlikeli kuruntularından birini doğurur. Bu ise sonuçta feci
bir umutsuzluğun doğmasına neden olur."

Sekülerleşmenin
sonuçlarını çarpıcı bir şekilde anlatan I. Illich ise şunları söyler:
"Ben; günümüzün yarın sarhoş bir babanın ailenin tüm muktesebatını kumar
masasında yok ederek çocuklarını sıfırdan başlama emri ile sıcak yataklarından
ayağa diktiği buruk bir şafağın karanlık gecesi olarak hatırlayacağını
ummaktayım. Daha acıklı ve daha muhtemel olmak üzere, bu dönem, tüm bir neslin
üstelik de fukaralaşmanın peşinde çılgınca koştuğu ve sonuçta tüm
özgürlüklerini alınıp satılır hale düşürdüğü, yardım kurumları önünde el
açmanın kaçınılmazlığının genel politika haline dönüştürüldüğü, son adamın
zavallı bir totaliter rejimin kucağına doğru atıldığı bir çağ olarak
hatırlanacaktır." (I. Illich, Profesyoneller İktidarı, s. 13-14.)

Sonuç olarak sekülerleşmenin
başta Batı toplumu olmak üzere tüm insanlığa getirdiği şey, korkunç bir ruhi
bunalım, yabancılaşma ve sonsuz boşlukta savrulmadır.

Ekonomik
Sömürü

Ekonomi ve
uluslararası ilişkilerin seküler bir yapıda belirlenmesi insanlığın yoğun
şekilde sömürülmesi sonucunu doğurmuştur. Burjuva iktisatçıları her ne kadar
ilk teorilerinde gerek milli, gerekse milletler arası ölçekte tam rekabet
şartlarının hakim olacağı, dolayısıyla tüm tüketicilerin daha kaliteli ve daha
ürün tüketeceklerini savundularsa da son yüzyıllardaki gelişmeler onların
dediği gibi çıkmadı. Belli rantlardan yararlanan firmalar sektördeki diğer
firmaları devre dışı bırakarak tekel durumuna geldi ve piyasada hem satış
miktarını hem de fiyatı bizzat kendisi belirledi. Hatta firmalar sadece ulusal
ölçekle yetinmeyip çok uluslu şirketler haline girerek toptan dünya insanlığını
sömürmeye başladılar. Gerçekten de günümüz toplumlarında kurumlarda ortaya
çıkan aşırı büyüme ve yayılmanın en olumsuz örneklerinden birini çok uluslu
şirketlerin durumu yansıtır. Büyük şirketler şimdilerde milli sınırları aşmakta
ve dünya ölçeğinde bir güç, hatta imparatorluk olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Gerçi bunların ortaya çıkışı yeni değildir. Daha 20. yy’ın başlarında
"United Fruit," "Standart Oil" ve "International
Nickel" gibi şirketler dünya çapında faaliyet gösteren kurumlardı. Daha
sonraları, "Amlaconda Cupper" ve "Coca Cola" gibileri
listeye girdiler. İzleyen dönemlerde "Philips," "Imperial
Chemical Indüstries," "British Petroluem" ve
"I.G.Farben" gibi devler devreye girdi. Bu şirketler, muz topladılar,
petrol aradılar, çikolata paketlediler, içki, dikiş makinası ve benzeri
ürünleri sattılar.

Ancak, uydu
ve bilgisayar ağlarının ortaya çıkıp, telekomünikasyon çağının başlaması ve
Amerikan şirketlerinin Avrupa’yı istila edip çokuluslu patlamayı
gerçekleştirmeleri ancak, İkinci Dünya Savaşından sonra olmuştur.l950 yılında
Amerikan şirketleri başlıca Kuzey yarımküre ve Orta Doğu’da 12 milyar dolarlık
dış yatırımda bulundular. l968 yılına kadar bu yatırım tutarı 65 milyar dolara
fırladı.

Bugün,
çokuluslu şirketler dünya üretimine egemen durumundadırlar. Bir rapora güre,
l40 çokuluslu Amerikan şirketinin toplam satışlarının ABD dışında tüm ülkelerin
milli gelirlerinden fazladır. Bazı şirketler ekonomik olarak içinde çalıştığı
ülkeden daha büyük ekonomik faaliyet hacmine sahiptir. Yine bir Amerikan
raporuna göre, 1970 yılında General Motors’un, Güney Afrika’dan, Ford’un
Avusturya’dan, Exxon’un Danimarka’dan, ITT’nin Portekiz ve Peru’dan daha
büyüktür. (Alvin Tofler, Ekonominin Çöküşü, s. 24.)

Çokuluslu
şirketler, sadece karlarını arttırmakla kalmamakta, aynı zamanda toplumsal
hayatın tüm alanlarına müdahale edip, belirlemeye çalışmaktadır. Batı
dünyasının çoğu ülkelerinde söz konusu organizasyonların kudreti fiilen kamu
hayatının çeşitli noktalarına nüfuz etmiş durumdadır. Şirketler, büyük ölçüde
toplumun enformasyon kanalıyla aldığı haber akımını çarpıtmakta, eğitim
sisteminin ve akademik araştırmaların yapısını belirlemektedir.

Büyük
şirketlerin yapısı kökten insanlık dışıdır. Rekabet, zorlama ve sömürü,
sınırsız büyüme tutkusuyla güdülenen faaliyetlerinin temel özellikleridir.

Belli bir
hacmi aştıklarında büyük şirketler, insan kurumları olma özelliklerini
kaybederek makinaya benzer biçimde çalışmaya başlarlar. Bununla birlikte bu dev
kuruluşları etkileyebilecek ve denetleyebilecek hiç bir milli ve milletlerarası
hukuk mevcut değildir. Diğer yandan bu şirketler, uzmanların bile şirketin
işleyişinden tümüyle sorumlu tutulmayacağı bir şekilde tasarlanmıştır. Gerçekten
pek çok şirket yöneticisi, şirketlerin değerden arınmış olduğuna ve ahlaki bir
sınırlama olmadan faaliyetlerine devam etmeleri gereğini ileri sürmektedirler.

Çokuluslu
şirketler, topyekün doğal kaynaklar, ucuz emek ve pazar arayışlarını
yoğunlaştırırken, sınırsız büyüme ile ilgili fikr-i sabitin neden olduğu
çevresel faktörlerle toplumsal çürüme giderek artmakta ve daha fazla hissedilir
hale gelmektedir. Binlerce küçük firma, karmaşık, sermaye-yoğun, kaynak tüketen
teknolojileri için federal yaratım alabilen büyük şirketlerin baskısıyla
piyasadan çekilmek zorunda kalmaktadır. Aynı şekilde el sanatları tümüyle
ölmekte, üretim tamamen sermaye·yoğun teknolojiler kullanan büyük şirketler
tarafından yapılmaktadır. Büyük şirketlerin etkisi gelişmekte olan toplumlar
üzerinde daha da korkunç ve yıpratıcıdır. Yasal kısıtlamaların ya hiç olmadığı
ya da işletilmediği bu ülkelerde insanların ve toprağın sömürülmesi korkunç
boyutlara ulaşmaktadır. Girişimlerin "bilimsel" liğini sürekli
vurgulayan ve toplum fertlerini reklam bombardımanı altında bulunduran
becerikli "media" manipülasyonu yardımıyla çok uluslu şirketler,
arkalarına ABD’nin de desteğini alarak üçüncü Dünya’nın doğal kaynaklarını ve
insanını acımasızca sömürmektedirler. Bu arada bu şirketler çevreyi kirletici
ve toplumsal açıdan yıkıcı teknolojiler kullanmakta ve bu yüzden çevresel
felaketler ve siyasal bunalımlar arka arkaya patlak vermektedir.

Eko-Sistemin
Tahribi

Bilim, kültür
ve ahlakın sekülerleşip her türlü kutsaldan bağımsız hale getirilmesi sonucu
burjuvanın sadece kârını âzamileştirme peşinde koşarken işin vehameti
eko-sistemin tahrip edilmesi düzeyine kadar varmıştır. Aslında olay doğrudan
iktisat teorileriyle ilgilidir. Kapitalist iktisat teorisinde toplumsal ve
çevresel konulara ilgisiz kalma, iktisatçıların çarpıcı biçimde ekolojik bir
bakış açısını benimsememe eğilimleriyle yakından ilgilidir. Gerçi vicdanını
burjuvalara kiralamayan bazı bilim adamları ile (Ekologlar) iktisatçılar
arasında tartışma yaklaşık yirmi yıldır süregelmektedir. İktisatçılar kârı ön
plâna alıp birim verimlilik düzeyini dikkate alırlar ve üretim ve tüketimin
sosyal ve çevresel maliyetlerini ihmal ederken, ekologlar kârın yanında çevre
ve sosyal maliyetin de dikkate alınmasını savunmaktadırlar. Ancak ekologların
iktisatçılar karşısında zayıf olduklarını; çünkü iktisatçıların arkasında
burjuvaların bulunduğunu hatırlatalım.

Zaten doğası
gereği çağdaş burjuva ekonomik düşünce yapısı temelde antiekolojiktir. (F.
Capra, s. 265.) Bu durum ise, üretim, dağıtım ve tüketim esnasında ortaya çıkan
toplumsal ve çevresel maliyetlerin göz ardı edilmesine neden olmuştur. Söz
konusu maliyet unsurları toplam maliyet içine ilave edilmediğinden, çevre ve
hayatın genel kalitesinin günden güne bozulduğu, havanın, suyun, orman
varlığının, besin maddelerinin giderek zehirlendiği ileri sürülmektedir. Aynı
şekilde, üretim teknolojilerinin giderek sermaye yoğun bir ağırlığa kaymasından
dolayı tükenebilir enerji miktarının azaldığı, bu azalmaya bağlı olarak birim
maliyetlerin yükseldiği, dolayısıyla enflasyon miktarının arıtma eğiliminde
olduğu ileri sürülmektedir. Mesela, Amerikan tarım sisteminde üretim,
enerji-yoğun makinalar ve sulama sistemleri sayesinde ve yüklü dozlarda petrole
dayalı zararlı ilaçlar ve gübreler yardımıyla başarılmıştır.

Kapitalist
gelişme modeli, hayatın fiziksel ve ruhsal olarak sağlıksızlaştığı bir çevre
var etti. Kirli hava, sinir bozucu gürültü, trafik tıkanıklığı, kimyasal
kirleticiler, radyasyon tehlikeleri ve fiziksel ve psikolojik stresin pek çok
kaynakları genellikle Batı toplumlarının günlük yaşayışının zorunlu bir parçası
durumuna girmiştir. Bu çok katlı sağlık tehditleri teknolojik gelişmenin ârızi
bir yan ürününden ibaret değildir; aynı zamanda büyüme ve yayılmayı tek amaç
edinmiş bir ekonomik sistemin bütününe ilişkin tezahürlerdir.

Akıl almaz
miktarlardaki tehlikeli kimyasal atıklar, teknolojik ve ekonomik büyümenin
birleşik etkilerinin bir sonucudur. Yayılma, kârları arttırma ve üretkenliği
yükseltmekten başka bir şey düşünmeyen Birleşik Devletler ve diğer sanayileşmiş
ülkeler kârlılığı yüksek ürünlerin üretim miktarlarını sürekli arttırarak
kullanıp atmaya özendirilen rakip tüketici toplumlar var ederler. Kimyasal
maddeler, sentetik iplikler, plastikler, ilaçlar ve böcek zehirleri gibi
malları üretmek için çoğu son derece karmaşık kimyasal maddelere bağımlı
sermaye yoğun teknolojiler geliştirildi. Üretim ve tüketim arttıkça, üretimin
yan ürünleri olan kimyasal atıklar da üretime paralel artış gösterdi.Yıllık
tehlikeli atık miktarı 1970-1980 arasında 10 milyon tondan 35 milyon tona
fırladı. (F. Capra, s. 279.)

Üretim ve
tüketim hızla artarken, insan ve genel olarak eko-sisteme zararlı olan yan
ürünlerin üstesinden gelebilecek uygun teknolojiler geliştirilmemiştir. Bu yola
gitmemenin nedeni oldukça basitti tüketim maddelerinin üretimi kapitalistler
için oldukça kârlı iken, atıkların yeniden değerlendirerek kazanılması kârlı
bir faaliyet. değildi. Uzun yıllardan beri bir çok sanayi ülkesi sanayi
atıklarını gerekli önlem almadan toprağa boşaltmış ve bu sorumsuzca uygulama,
1980 ve 90’lı yılların en ciddi çevresel tehditlerden biri haline gelen
binlerce tehlikeli kimyasal çöplük, başka bir deyişle "zehir saçan"
saatli bombaya dönüşmüştür. Birleşik Devletler Çevre Koruma Derneği 1979
yılında tehlikeli maddelerin depolandığı 50.000’in üzerinde kimyasal çöplük
bulunduğu ve bunlardan sadece yüzde yedisinin kontrol altında olduğunu
açıklanmıştır. (F. Caprtı, s. 279.)

Aşırı tüketim
ve yüksek teknolojiyi baz alan kapitalist gelişme modeli, sadece korkunç
boyutlara varan atıklara neden olmakla kalmamakta, aynı zamanda akıl almaz
düzeyde doğal enerji kaynaklarını tüketerek kaynakların süratle azalmasına da
yol açmaktadır. Kullanılan enerjilerin çoğu fosil yakıtlarından elde edilen
yenilenemeyen türden enerjilerdir. Bu doğal kaynakların azalmasıyla enerjinin
kendisi kıt ve pahalı hale gelmektedir. Bu da önceden tahmin edilemeyecek
ekolojik dengesizliklere neden olma potansiyeline sahiptir. Petrolün, kömürün
aşırı ölçülerde kullanılması bir taraftan deniz ve nehir sularının geniş ölçüde
kirlenmesine ortam hazırlarken, diğer taraftan da özellikle fabrika
bacalarından çıkan sülfür ve nitrojen oksitler asit yağmurunu meydana getirerek
fabrikanın civarında yaşayan halkın sağlığına ciddi bir ur olarak musallat
olmuştur. Birleşik Amerika’nın kuzeydoğu eyaletlerinin doğusu, Kanada’nın
doğusu, ve İskandinavya’nın güneyi bu tip kirlenmeden epeyce etkilenen
bölgelerden bazılarıdır. Asit yağmurları göllere düştüğü zaman göllerdeki
balıklar, böcekler, bitkiler ve diğer canlılar hayatlarını kaybetmekte; sonunda
asiditeden tamamen mahvolan göller artık asitten temizlenemez bir duruma
gelmektedir. Kanada ve İskandinavya’daki binlerce göl ya mahvolmuş ya da
mahvolmak üzeredir. (F. Capra, s. 281.)

Sonuç olarak,
kapitalist büyüme modeli, her türlü sosyal ve çevresel değerden bağımsız olarak
aşırı ölçüde kâr maksimizasyonuna dayandığı, kârın atışında başka değerleri
kabul etmediğinden gerek enerji kaynaklarına verdiği geniş tahribat, gerekse
kimyasal atıklarla eko-sistemin dengesini bozmasıyla bugün yer küresini
intiharın eşiğine getirmiştir denilebilir.

Gelir ve
Servet Dağılımının Bozulması

Günümüz dünya
ekonomisi sınıf yapılarını ve Üçüncü Dünya ülkelerinin zengin sanayileşmiş
milletler tarafından sömürülmesini olduğu kadar, milli ekonomi içindeki
adaletsiz gelir dağılımını sürdüren geçmişteki güç gruplaşmalarına dayalıdır.
Bu toplumsal gerçekler çoğunlukla ahlakî konulara girmekten kaçınma eğiliminde
olan ve mevcut gelir dağılımını veri ve değiştirilmesi imkansız olarak kabul
eden iktisatçılarca görmezden gelinir. Çoğu batı ülkesinde ekonomik zenginlik
belli ellerde toplanmış olup "şirket sınıfı"na bağlı olan ve
gelirlerinin büyük bir bölümünü mülkiyetten elde eden bir kaç kişi tarafından
sıkı bir biçimde kontrol edilmektedir. Birleşik Devletlerde şirketlerdeki tüm
tahvillerin yüzde 76’sına hissedarların yüzde biri sahipken, öte yandan halkın
yüzde ellisi, milli gelirin ancak yüzde 8’ini alabilmektedir. Samuelson, gelir
dağılımındaki bu çarpıklığı ünlü kitabı Economics’de bir grafik benzetmesiyle şöyle
tasvir etmektedir: "Eğer biz bugün her kati gelirin l000 dolarını gösteren
çocuklar için tahtadan mamul bir gelir pramidi yapsak, zirve noktası Eyfel
Kulesinden daha yüksek olurdu. Ama hemen hemen hepimiz yerin bir yarda altında
olurduk." (F. Capra, s. 264.) Bu toplumsal eşitsizlik arızî bir şey
değildir, tersine bizzat kapitalist ekonomik sistemin yapısını oluşturmuş,
sermaye-yoğun teknolojiler üzerindeki vurgusuyla da iyice pekişmiştir.

Sanayileşmiş
ülkelerde servet ve gelirin son derece eşitsiz dağılımı, gelişmiş ülkelerle,
Üçüncü Dünya arasındaki bozuk gelir dağılımına paralellik göstermektedir.
Üçüncü Dünya ülkelerine ekonomik ve teknolojik yardım programları, çoğu kez bu
ülkelerin emek ve doğal kaynaklarını sömürmek ve az sayıda, yozlaşmış seçkinlerin
ceplerini doldurmak amacıyla çokuluslu şirketlerce gerçekleştirilir. Alaycı bir
ifadeyle: "ekonomik yardım zengin ülkelerde oturan yoksul halktan parayı
alıp onu yoksul ülkelerdeki zengin halka vermekten ibarettir". Bu
uygulamaların sonucu, yarı aç yarı tok düzeyindeki bir hayatla Üçüncü Dünya’da
bir "sefalet dengesi"nin ebedileşmesidir. (Gülten Kazgan)

Bunalımların
önlenememesi

Bazı olumlu
yanları yanında liberal kapitalizmin ekonomik ve sosyal hayatta ciddi
başarısızlıklar da getirmiştir. Bunlardan özellikle ekonomik bunalımlar liberal
kapitalizm döneminin temel nitelik ve yansımalarından olmuştur. Orta Çağ ve onu
izleyen kapitalizmin ticari aşamalarında açlık, salgın , savaş gibi olaylar
nasıl ticari kapitalizm dönemine damgasını vurdu ise, ekonomik sosyal
bunalımlar da sanayi kapitalizmi veya liberal kapitalizm dönemine damgasını
vurmuştur.

Ekonomik
bunalımların ilki, 1815 yılında İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Avrupa kıtasının
kuşatılması sonucu dış piyasaların kendi ürünlerine açılmasını büyük bir ümitle
değerlendiren İngiliz müteşebbisleri, üretim miktarlarını önemli ölçüde
arttırmışlardı. Oysa arz, talebin çok üzerindeydi. Arz-talep dengesizliği ciddi
bir ekonomik ve ticari bunalımın doğmasına ortam hazırlamış, bir taraftan
fiyatlar düşerken bir taraftan da işsiz sayısı artmıştır. Bu ortamda işçiler
başkaldırmış, üretim araçları ve fabrikaların bazılarını tahrip etmişlerdir.
Diğer bir bunalım yine İngiltere’de 1818 yılında patlak vermiş, fiyatların
önemli ölçüde düşmesine neden olmuştur. Bu tarihten itibaren başta İngiltere
olmak üzere diğer kapitalist toplumlarda 78 sene aralıklarla ritmik bir şekilde
bunalımlar birbirini izlemiştir.

Ekonomik ve
ticari bunalımlara bağlı olarak ortaya çıkan sosyal bunalımlar da ciddi bir
sorun olarak Batılı toplumların gündemini işgal etmiştir. Sanayi kapitalizminin
ilk sosyal bunalımı İngiltere’de tarım devriminden sonra ortaya çıkmıştır.
Büyük tarımsal işletmelerin oluşması, ve tarımda geleneksel üretim yöntemleri
yerine bilimsel yöntemlerin ikamesi sonucu iş gücüne olan ihtiyacın azalması,
kırsal nüfusta korkunç ölçüde işsizliğe ortam hazırlamıştır. İşte yandan iş
bulanlar da son derece düşük ücretlerle ve son derece elverişsiz şartlar
altında günde 15 saat çalıştırılmaktadır. İşçilerin belli sendikalar altında
örgütlenmeleri de mümkün değildir. Böyle bir ortamda işçi kitlesi burjuvaların
vicdanına terkedilmiş, bu gelişmenin sonu da ardı arkası kesilmeyen sosyal
huzursuzluk olmuştur. (Beşir Hamitoğulları, s. 203 vd.)

Doğunun
Sekülerleştirilmesi

Doğu
toplumları bağlamında burada İslâm toplumları incelenecektir. İslâm
toplumlarının değişim yasalarıyla çağdaş anlamda genellikle batılı yazar ve
düşünürler yani oryantalistler ilgilenmişlerdir. Oryantalistler İslam
toplumlarının değişme yasalarını iki amaca dönük olarak incelemişlerdir.
Bunlardan biri, emperyalist batılı toplumlarına doğu ülkelerini sömürme için
kendilerince meşru bir fetva hazırlamak; diğeri de genel olarak toplumların
değişme yasaları incelenirken doğu toplumlarının değişme yasalarının da
incelemek ve genel bir tarih tezine ulaşmaya çalışmaktır. Bu arada doğu
toplumlarının sanayi devrimini neden gerçekleştiremediği; bunun neticelerinin
nelerden ibaret olduğu, bundan sonra gerçekleştirip gerçekleştiremeyecekleri ve
bunların muhtemel sonuçlarının neler olabileceği gibi konular da batılı
düşünürlerin yakın ilgi alanında bulunmaktadır.

İslam
toplumlarının tarihinin incelenmesinde oryantalizm bir kaç önermeye dayanır.
Birincisi; Batılı Hıristiyan kültürünün dinamik evrimsel niteliğinde karşı
İslam toplumlarının bu özelliklerden mahrum olması, Yani Doğu toplumlarının
önemli özelliği Batı Hıristiyan toplumların türdeş ve dinamik, buna karşılık
Müslümanlığın ise Arap yarımadasında İslâmi fetihlerin ilk patlak vermesinin
ardından sürekli olarak statik olduğudur.

Oryantalizmin
ikinci önemli özelliği İslâm’ın durağanlaşmasını açıklayan nedenlerin bir
listesini sunmasıdır. Bu liste tipik olarak özel mülkiyetin olamayışını, genel
bir köleliğin varlığını ve Despotik yöneticilerin bulunmasını içerir. Doğu
toplumlarının bu üç özelliğinin nihai sonucunu, kitlelerin merkezi despotik bir
yöneticinin iradesine köle gibi bağlanmasında görür. Kitleler merkezi despotik
gücün kesin iradesiyle ilişki içinde genel bir nizam durumunda yaşarlar, çünkü
despot ile toplum arasında önemli bir aracı kurum yoktur. Tüm toplumsal
kurumlar despota aittir ve bu nedenle yönetici ile toplum arasında bir aracı
kurum olma yerine doğrudan yöneticinin çıkarlarına çalışırlar. Toplusal gücün
tümü yöneticiye ait olduğundan Doğu toplumu özerk örgütler ve kurumlara sahip
değildir. Özellikle despotik şartlar altında bağımsız şehirler hiç bir zaman
tam olarak gelişmemiştir, çünkü bu toplumların eski şehirleri gerçekte sadece
askeri kamplar olarak kullanılmıştır. Ayrıca toplumsal ve ekonomik hayatı oluşturan
bu şartlar tamamıyla güvenilemezdir de. Keyfi siyasi müdahalelerin mülkiyete el
koyabileceği bir durumda şehirli bir orta sınıfın gelişmesi beklenemezdi.
Oryantalist yaklaşımın üçüncü büyük boyutu, Müslüman psikolojisi ile ilgilidir.
Bu bakış açısıyla İslâm, askerileştirilmiş şehirlerin bölünmüş güçlerini
birleştiren toplumsal bir bağdır. İslâm’ın psikolojik etkisi, boyun eğme
tutumunu ve kaderciliğin kabulünü beslemektedir. Oryantalizme göre İslâm inancı
toplumsal düzeni değiştirmek ya da yöneticinin siyasi despotizmine karşı koymak
için hiç bir güdü doğurmamıştır. Üstelik, Hıristiyanlığın tersine İslam
adaletsiz yönetime karşı koymak hakkını, yeterli hukuki bir doktrin olarak
geliştirememiştir. Kafir bir yöneticiye karşı boyun eğmeme fikrini güçlendirecek
hiç bir etkili kurum da getirememiştir. (Turner, Oryantalizm, S. 18 vd.)

Oryantalizmin
ulaştığı sonuç Doğu toplumlarında devrimlerin yokluğu tezidir. Başka bir
çalışmada ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi ne Karl Marx ne de Max Weber, Doğu
toplumlarında kendi içsel dinamikleriyle Batı toplumlarında olduğu gibi
devrimlerin olabileceğine inanmaz. Doğu toplumları madem kendi içsel
dinamikleriyle değişme ve evrilme imkânından mahrumdur, o zaman devrim ve
değişiklikleri gerçekleştirmek için Batılı toplumların dayatması ve zorla
harekete geçirmeleri gerekir. Doğu toplumlarını değiştirmenin en kestirme yolu
da o toplumları sekülerleşme projesi ile kendi öz değerlerinden uzaklaştırarak
yeni bir insan tipi var etmektir.

Doğunun
sekülerleştirilmesi projesi ile iki şey gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Biri;
Bizzat Batılı emperyalist ordular tarafından ülkeler işgal edilip toplum
değerlerinden arındırılarak yeni Batı tipi değerlerle donatılmış, ikincisi;
bilek gücüyle dize getiremedikleri toplumları kendilerinin yetiştirdiği
yönetici seçkinler ve aydınlar tarafından bu projeyi gerçekleştirmişlerdir.
Burada bizi daha fazla ikinci proje ilgilendireceğinden birinci proje üzerinde
fazla durulmayacaktır.

Genelde İslâm
dünyası özelde Türk toplumu bağlamında sekülerleşme olayını Turner ve Toynbee
incelemektedir. Burada kısaca sözü edilen düşünürlerin tezlerine değinelim. İlk
olarak Toynbee’nin yaklaşımını özetleyelim.

Toynbee
genelde İslâm dünyası, özelde Türkiye’nin sekülerleşme macerasını Batı
medeniyeti ile İslâm medeniyetlerinin çatışması sonucu ortaya çıkan bir olay
olarak görür. Doğu-Batı ilişkisini erken dönemlerden alarak günümüze kadar
getirir ve bu defaki finalin Kemalist kadronun Hilafeti kaldırarak noktaladığı
sonucuna ulaşır. Ona göre geçmişte, İslâm ve Batı toplumu değişik durumlar ve
değişik rollerde birbirleriyle karşılaştılar. ilk karşılaşma, Batı toplumu daha
henüz "çocuk"ken ve İslâm, Arapların kahramanlık çağındaki en önemli
dini iken meydana geldi. Araplar Ortadoğu’nun eski medeniyetlerinin
topraklarını daha yeni fethedip birleştirmişler ve bu imparatorluğu bir dünya
devletine dönüştürmeye çalışıyorlardı. Bu ilk karşılaşmada Müslümanlar Batı
topraklarının yarısını istila ettiler ve az kalsın hepsini ele geçireceklerdi.
Kuzey Batı Afrika’yı, İber Yarımadasını, Galyalı Got’u (Ron nehrinin ağzı ile
Pireneler arasındaki Languedoc sahilini); ve yüz elli yıl sonra, bizim
olgunlaşmamış Batı medeniyeti Şarlman İmparatorluğunun yıkılışıyla yeniden
kötüleşince, Müslümanlar Afrika’dan başlayan hareketlerle, İtalya hariç hemen
hemen her yeri ele geçirdiler. Bundan sonra Batı toplumu bu mevsimsiz yok olma
tehlikesini bastırarak gelişmeye başlayıp İslâmi bir dünya devletinin kuruluşu
engellendiğinde, kozlar el değiştirdi. Batılılar, Akdeniz’in bir ucundan diğer
ucuna uzanan alanı, İber yarımadasından Sicilya’ya, oradan da Suriye’ye
"Terre d’outre Mer"e kadar olan alanı ele geçirdiler. Birkaç yüzyıl
önce Hıristiyanlığın bir yandan Kuzey Avrupalı barbarların, diğer yandan
Arapların saldırısına uğrayarak gerilediği gibi, İslâm da bir yandan Haçlıların
diğer yandan da Orta Asyalı göçmenlerin saldırısına uğrayarak iyice geriledi.

Bu ölüm-kalım
savaşında İslâm, Hıristiyanlığın önceden başardığı gibi, hayatta kalmayı
başardı. Orta Asyalı saldırganlar İslâm’ın içinde eritilmiş, Frenk saldırganlar
kovulmuş oldu ve toprak itibariyle Haçlı seferlerinin tek sonucu, önceden
İslâm’ın elinde olan Sicilya ve Endülüs’ün Batı topraklarına katılması oldu.
Elbette İslâm’dan kazanılan siyasal kazançların yanında Haçlı seferlerinin
ekonomik ve kültürel sonuçları daha önemliydi. Fethedilen İslâm, ekonomik ve
kültürel olarak zalim fatihini büyüledi ve Latin dünyasının basit yaşamına
medeniyetin nimetlerini sundu. Mimari gibi belirli sanat dallarında bu İslâmî
etki Batı dünyasının "ortaçağ"ını bütünüyle kapladı ve Sicilya,
Endülüs gibi Arap İmparatorluğunun Batı’daki haleflerinde bu etki daha derin ve
geniş bir şekilde görüldü. Fakat bu, oyunun son perdesi değildi, çünkü Ortaçağ
Batı dünyasının İslâm’ı yok etmek için giriştiği saldırı daha önce Arap
İmparatorluğun kurucularının yeni doğmuş Batı medeniyetinin beşiğini zaptetmek
için giriştiği saldırı gibi, başarısızlıkla sonuçlandı. Bir kere daha saldırıya
maruz kalan, karşı saldırıya geçti.

Bu sefer
İslâm, İslâm’ı kabul eden Orta Asyalı göçmenlerin torunlarından olan, Ortodoks
alemini fethedip bir imparatorluk kuran ve Arapların, Romanlıların giriştiği
gibi bir dünya devleti kurmaya çalışan Osmanlılar tarafından temsil edildi. Son
Haçlı seferinin başarısıyla sona ermesinden sonra, Batı alemi Ortaçağ sonları
ve Yeniçağın başlarında yalnızca Akdeniz sahili boyunca değil, aynı zamanda
Tuna havzasında yeni bir kıta boyunca da Osmanlılara karşı savunmaya geçti.
Yine de bu savunma taktikleri büyük ölçüde zayıf lığın stratejik bir ifadesi oluyordu;
çünkü Batılılar enerjilerinin çok azını kullanarak Osmanlı saldırılarını
çıkmaza sokmayı başarmışlardı ve İslâm’ın enerjisinin yarısı savaş alanında yok
edilirken, Batılılar kuvvetlerini okyanusun, dolayısıyla da dünyanın efendileri
olma yönünde kullanıyorlardı. Bu yüzden Amerika’nın keşif ve istila edilmesine
de Müslümanlardan önce davranmakla kalmamışlar, aynı anda Müslümanların
Endonezya, Hindistan ve tropik Afrika’ya gelerek kazanacakları topraklara
girmişlerdi. En son olarak İslâm’ı çevreleyip, ondan sağlayacakları bütün
kârları düşündükten sonra, kendi topraklarındaki eski düşmanlarına saldırdılar.
İslâm-Batı çatışmasını ilginç bir yorumla sürdürür: Batının İslâm dünyası
üzerine bu yolun saldırıları, iki medeniyeti günümüzde yeniden karşı karşıya
getirdi. Görülecektir ki bu, Batı medeniyetinin bütün insanlığın büyük bir
toplum halinde birleştirilmesini ve modern Batı tekniği sayesinde
kullanabildiğimiz yerdeki, gökteki, denizdeki her şeyin kontrolünü isteyen
büyük hırsının bir parçasıdır.

Bu yüzden
İslâm bir kez daha Batıyla karşılaşıyor. Ne var ki bu sefer kozlar, Haçlı
seferlerinin en kritik dönemlerindekinden daha çok aleyhinde; çünkü çağdaş
Batı, ona karşı yalnızca silah yönünden değil aynı zamanda silah sanayinin son
derece bağlı olduğu ekonomik hayat tarzı konusunda da ve hepsinin üstünde
ruhsal kültürde de üstün.

Toynbee’ye
göre medeni bir toplumun kendinden üstün başka bir toplumla karşılaştığında,
kendisini savunması için iki yol vardır. Düşünür bu süreci yine tarihten
ürettiği bir olayla kavramlaştırır. "Zealot"ça tepki,
"Herodian"ca tepki. İlk çağlarda karşı karşıya gelen Yunan ve Suriye
medeniyetlerinin karşılaşmasında ortaya çıkan benzeri bir durumu günümüze
uygular. Miladi tarihin başlangıcındaki ilk yüzyıllarda, Helenizm’in etkisi
altında kalan Yahudiler (İranlıları ve Mısırlıları da ekleyebiliriz) iki
parçaya bölündüler. Bazısı "Zealot" oldu, bazısı da
"Herodian".

"Zealot"
yabancı birisi karşısına son model silahlarla çıkıp, üstün taktiklerle savaşa
giriştiğinde ve bu karşılaşmada durumu kötüye gittiğinde kendi geleneksel savaş
tekniğini titiz bir şekilde uygulayan insandır. Aslında "Zealot"luk,
dış bir zorlamayla eskinin diriltilmesidir ki, bunun en güzel örneklerini
çağdaş İslâm dünyasında, Kuzey Afrikalı Sünusiler ve Orta Arabistanlı
Vahhabiler veriyorlar.

"Herodian"
ise kendisinden hünerli ve daha iyi silahlanmış olan birisiyle karşılaştığında
geleneksel savaş tekniğini unutarak düşmanın taktik ve silahıyla savaşmayı
öğrenen insandır. Eğer "Zealot"luk dış baskısıyla diriltilen eskinin
bir çeşidiyse "Herodian"lık aynı dış baskıyla diriltilen bir
kozmopolitlik çeşididir.

Ancak
Toynbee’ye göre "Herodian"lık dünyayı saran amansız batı tehlikesine
karşı "Zealot"luktan daha etkili bir karşılık olmasına rağmen,
gerçekte iyi bir çözüm değildir. Çünkü bu tehlikeli bir oyundur. Bir ırmaktan
karşıya geçerken, atları değiştiren sürücüyü bekleyen ölüm gibidir. Herodian’ı
da aynı akıbet beklemektedir.

Düşünür
burada genelden özele dönerek Türkiye’nin durumunu inceler.
"Herodin"lığın iki ciddi zayıflığını yüzümüzü Türkiye’ye çevirerek
görebiliriz" der. Analizine devam eder: Abdülhamit engelini üstün bir
kuvvet gösterisiyle aşarak, Türkiye’de "Herodian"ca yapılan devrim,
7-9. yy’ lardaki klasik Japon devrimlerini gölgede bırakacak boyutta idi.
Türkiye’de yapılan devrim, bizim Batı’daki başarılı ekonomik, siyasal, estetik,
dini devrimler gibi bütün alanlarda yapıldığından Türk halkının toplumsal deney
ve tecrübelerini tepeden tırnağa sarstı.

Türkler
yalnızca anayasalarını değiştirmekle kalmadılar. (Bu oldukça basit bir iş
sayılabilir.) fakat İslâm inancının koruyucusu durumunda olan Halifeyi ve
müessesini, tekkeleri, medreseleri, kadınların yüzünden peçeyi kaldırdılar;
İslâm’ın temel direklerinden olan, kişinin alnını yere koyarak kıldığı namazı,
kılan insan için imkansızlaştıran şapkaları giymek zorunluluğunu getirerek
erkekleri inanmayanlarla aynı seviyeye getirdiler; İsviçre Medeni Hukukunu
kelimesi kelimesine Türkçe’ye çevirip, İtalya Ceya Hukukundan alıntılar yaparak
şeriatı kaldırdılar ve Meclis’in oylarıyla yasallaştırdılar; Osmanlı edebi
mirasının büyük bir kısmını yok saymak pahasına Arap harflerini Latin
alfabesiyle değiştirdiler. Türkiye’deki bu "Herodian" devrimlerinin
en cüretkâr ve en önemli değişikliği Türk halkının önüne yeni bir sosyal ideal
yerleştirilmesidir. Artık eskisi gibi çiftçi, savaşçı ve insan çobanı
olmayacaklardı, ticaret ve endüstri ile uğraşarak, gerektiğinde hasımları
Yunanlılara, Ermenilere, Yahudilere karşı koydukları gibi, Batılılara da karşı
koyabileceklerini ispat edeceklerdi. Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor.)

Anti-Rasyonalist
Sekülerleşmenin Biricik Örneği: Türk Sekülerleşmesi.

Türkiye’deki
sekülerleşme sürecini kesinlikle rasyonelleşme süreci olarak değerlendiremeyiz.
Yani toplumsal ve siyasal hayatın büyü ve doğa üstü güçlerin etkisinden
kurtularak son derece rasyonel ve hesabi objektif yasalara göre bir hayat tarzı
geliştirme şeklinde bir sekülerleşme olayı bizde yaşanmamıştır. Türkiye’de
sekülerleşme, rasyonel, sağlıklı ve faydalı olup olmadığına bakılmaksızın
tarihi, dini, milli semboller ve değerlerden toplum fertlerinin
uzaklaştırılması süreci şeklinde algılanmış ve bu doğrultuda uygulanmıştır.
Hatta toplum bazı dini karakterli antirasyonel kimi davranışlardan
uzaklaştırılmaya çalışılırken öbür taraftan doğrudan rasyonel olmayan
yığınlarca davranışa zorlanmıştır. Toplum, "türbe"lerden
uzaklaştırılmış, fakat anıtlaştırılmış "kabir"lere rampalanmaya
çalışılmıştır.

"Eren"lerden
yardım beklemekten uzaklaştırılmış, "gazi"lerden yardım beklemeye
zorlanmıştır. "Kadı adaletinin keyfiliği" denerek şer’i mahkemelerden
uzaklaştırılmış, "mafya yargıç"larına mahkûm edilmiştir.
"Kanaatkâr" Doğulu tüccar yerine atak ve çalak "burjuva"
yetiştirilmeye çalışılmış, ama sonunda Hilton’larda "oryantal"lara
dolar takan, gelinlere çil çil altın saçan, "metres"lerini
"arabalandıran" ve "evlendiren" beli silahlı işadamı (!)
yetiştirilmiştir.

Burada
soğukkanlılıkla şu soruların cevabını araştırmak zorundayız : Biz neden
laikleşmeye, sekülerleşmeye ihtiyaç duyduk? Büyü ve hurafeye dayanan bir kültür
setine mi sahiptik de laikleşme ile bu anti-rasyonel kültürden kurtulmaya
çalıştık? Mesela sahip olduğumuz kültürel mirasımız veya açıkça dini itikadımız
teknolojiye, sağlıklı bilimin sonuçlarına karşı mı idi de insanlarımızı gelişme
amacıyla bu dinden uzaklaştırmaya yöneldik? Veya siyasal anlamda sorgulanmaz,
yargılanmaz, "masum" devlet başkanı gibi anlayış ve kavrayışlara mı
sahiptik? Veya ülkemizde yaşayan azınlıklara hayat hakkı tanımayan baskıcı,
asimile edici, homojenleştirici bir din ve ahlak sistemine mi sahiptik de
azınlıkların haklarını garanti altına almak amacıyla laikleştik ?

Bu sorulara
cevap ararken toplumumuzun tarihi şartları, sosyal siyasal şartları, kültürel
ve dini şartlarının Batı toplumlarının şartlarından çok değişik olduğunu
vurgulayarak başlayalım. Bir kere bizim tarihimizde kilisenin izdüşümü ve
paralelini bulmak mümkün değildir. Kadir-i Mutlak" bir devlet her şeyin
üzerinde her an hakim pozisyonda beklemektedir. Ulemay’ı, medreseyi, her şeyin,
tekke’yi, esnaf teşkilatını, askeri, bürokrasiyi, hülasa toplumun tüm
kesimlerini tepeden tırnağa eğip bükecek, elinde hamur gibi yoğuracak iktidar
ve azamette bir devlet, yukarıda sayılan kesimlerden hiç birine tek başına
toplumu belirleme hakkı vermemiştir. Dolayısıyla tarihimizde ne Batı’daki gibi
din savaşları olmuş; ne de dayatmalarda bulunan kilise gibi toplum ve devlete
dayatmalarda bulunan bir kurum varolmuştur… O zaman ülkemizde laiklik kurumu
neden benimsendi? Bu mantığa göre, Türkiye’de laikliğin benimsenmesi yağmursuz
bir havada yağmur yağıyormuşçasına şemsiye açmaya benzemez mi? Kanımca
tartışılması gereken esas konu budur. Bazı perdeleri aralayarak konuyu
tartışmaya çalışalım. Ve laikliğin ilgili siyasi heyet tarafından benimseniş
nedenlerini yakalamaya çalışalım.

Acaba
toplumun büyük ekseriyetinin dini olan İslâm dini karşısında Yahudilik ve
Hıristiyanlığın daha rahat bir ortam içinde varlıklarını sürdürebilmeleri için
mi laiklik benimsenmiş olabilir? Bu soruya "evet" dememiz mümkün
değil; çünkü, ülkemizde gerek Yahudilik, gerekse Hıristiyanlık, toplumu
etkileme ağırlığı bakımından laiklik öncesi döneme göre son derece
gerilemiştir. Hatta, varlığıyla yokluğu eşit düzeye gelmiştir denilebilir. Oysa
Osmanlılar döneminde bu iki cemaat gerek devlet gerekse toplum hayatında ileri
derecede etkinliğe sahiptiler. Özellikle uluslararası siyasi konjonktüre bağlı
olarak kendilerini sürekli gündemde tutabilmekte; isteklerini kabul ettirmede
ciddi çabaya sahip olabilmekteydiler. Öte yandan söz konusu dinler ve çeşitli
mezhepleri, tarih boyunca ülkemizde, Batı ülkelerinde bile sahip olmadıkları
özgürlük ortamına sahip olmaktaydılar. Dolayısıyla bu azınlıkları çoğunluğun
baskısı ve dayatmasından koruyacak bir devlet şemsiyesine gerek vardır demek
mümkün değildir.

Acaba
ülkemizde mezhepler arasında bir çatışma mı vardı da laiklik kurumuna ihtiyaç
duyuldu? Ezilen baskı altında tutulan mezhep mensupları koruma altına alınmaya
çalışıldı?

Bu soruya da
"evet" dememiz mümkün değildir. Yine toplumumuzun din ve mezhep
tarihinde siyasi bazı hadiselerin dışında dişe dokunur mezhep çatışması
olmamıştır. İnsanımızın sahip olduğu engin dini ve mezhebi hoşgörü bu tip
sıkıntı ve bunalımların doğmasını önleyen en önemli faktör olmuştur. Bırakın
İslâm’ın bünyesindeki bir mezhep mensubuna baskı yapmayı, Hıristiyan veya
Yahudi’ye bile her ne şekilde olursa olsun dini ve kültürel baskı yapmayı
devlet kesinlikle yasaklamıştır. Bu konuya ilginç bir örnek İstanbul’da cereyan
etmiştir. Mahalle imamlarından biri kendi mahallesinde ikamet eden bir Hıristiyan’a
"kâfir" demiş, Hıristiyan da bunu hakaret kabul ederek kadıya şikayet
etmiş, uzun muhakemeden sonra kadı şikayet konusunu haklı bularak imamın
mahalleden sürülmesine karar vermiştir. Bilimsel gelişme,teknolojik yenilenme
gibi alanlarda dinden bir direnme, engelleme mi geldi de laiklik kurumuyla din
dizginlenip, sınırlanıp ekonomik ve bilimsel gelişme garanti altına alınmaya
çalışıldı? Bu konuda da "evet" diyemeyiz. Eğer din böyle gerici bir
misyon yüklenmiş olsaydı yüksek İslâm medeniyetleri kurulamazdı. Bilim ve
teknolojinin hız kazanması, insanlık birikiminin geniş ölçüde arttırılmasında
İslâm dininin hiç bir katkısı olmazdı, olamazdı. M. Rodinson’un dikkat çektiği
gibi İslâm son derece rasyonel ve akla dayanan bir dindir. Nitekim ülkemizde
laiklik öncesi dönemlerde de dinden gelen hiç bir engellemeye rastlamıyoruz.
Hiç bir sorumlu din mensubunun demir pullukların kullanılması, buharlı harman
makinalarının kullanılması, traktörün kullanılması caiz değildir, mutlaka kara
saban kullanılacaktır dediğini duymadık; aksine "bu zamanda İ’lay-ı
Kelimetullah ancak maddeten terakkiyle olabilir" deyip gelişmeyi İ’la-yı
Kelimetullah’ın bir şartı sayan yaklaşımlara şahit olduk.

Devletin
yasama ve icra fonksiyonlarına dinin aşırı müdahale etmesinden mi laiklik gerekmiş
olabilir?

Buna
kesinlikle "evet" dememiz mümkün değil, çünkü tarihimiz padişahlar
tarafından çıkarılan kanunnameler, fermanlarla doludur. Özellikle Tanzimat’tan
sonra aşağı yukarı tüm düzenlemeler geniş ölçüde dinden bağımsız olmuştur. Bu
gibi çalışmalara da dinden hiç bir zaman ciddi bir tepki yükselmemiştir.

O zaman
laiklik kurumuna neden ihtiyaç duyulmuştur?

Kanımca
laiklik kurumuna toplumun bir yörüngeden alıp başka bir yörüngeye oturtmak
amacıyla ihtiyaç duyulmuştur. "Egemen azınlık"ın topluma yaklaşımlarından
anlaşıldığına göre toplumun söz konusu eğilim, beklenti, istek, özlem hatta
dünya görüşü ile hiç bir yere varılmaz. Biraz daha açık konuşmak gerekirse
toplumu binlerce yıl yoğuran, şekillendiren, hatta yapısallaştıran kalıp
"ümmet" kalıbıdır. Ümmet dünya görüşü; bu günkü deyimiyle ümmet
paradigmasıdır. Fertlerin planları, kararları, niyet ve düşünceleri, zevkleri,
gelecekten beklentileri, evreni okuyuş ve algılayış biçimleri hep ümmet
paradigması içinde oluşmaktadır. Böyle olunca bu yapının değiştirilmesi,
kırılması gerekiyordu. Bu yapı yerine Batı tipi bir dünya görüşünün ikame
edilmesi şarttı. Daha açık ifade ile toplumun burjuvalaştırılması gerekiyordu.
Egemen azınlık düşünüyordu ki, bizim toplumumuz da Batılı insanlar gibi
davranan, çalışan, kazanan, yaşasın, ilişki kursun, düşünsün, üretsin…
Allah’a bakışı, bilime bakışı, evrene bakışı, dine, mezhebe bakışı… hep
Batılı insanlarınki gibi olsun. "Muasır medeniyetin üstüne çıksın…"

Yukarda sözü
edilen büyük projenin gerçekleşmesini önleyecek veya gerçekleşme hızını
yavaşlatacak iki engel olabilirdi: Biri siyasi muhalefet, diğeri dini
muhalefet.. Siyasi muhalefet çok daha erken bir dönemde devre dışı bırakıldı.
Tek parti yönetimine devlet teslim edildi. Geriye dini muhalefet kalıyordu, işte
o da laiklik kurumuyla devre dışı bırakıldı.

Hedeflenen
toplumun fertleri artık şeyhle, ulemayla, mollayla, ağayla ilişki kuran, onları
dinleyen bir fert olmayacak, aksine profesörleri, yazarları, yüksek devlet
bürokratlarını dinleyen; dini ve tarihi kitaplardan değil de, bilimsel
kitapları referans alan; bir zahit, sofi, ahi gibi yaşamayıp, bir burjuva,
sosyete, aristokrat.. gibi yaşayan fert olacaktı. Bu amacın en kısa zamanda
gerçekleştirilebilmesi için arka arkaya devrimler yapıldı. Gerçi bu devrimler
genellikle şekli nitelikteydi; bence esas devrim eğitim sisteminde
gerçekleştirildi: Eğitim sistemi pozitivist ve materyalist bir tabana
oturtuldu, tam materyalist ve pozitivist bir nesil yetişecekti. Sadece
laboratuardan çıkana inanan, onun dışında hiç bir şeye değer vermeyen bir
nesil. Bunun için Batılı yazarların kitap ve düşünceleri imbikten
geçirilircesine elendi, seçildi ve sadece materyalist, pozitivist yönleriyle
nesle dayatıldı, adeta şırıngayla zihinlere enjekte edildi. İşin ilginç tarafı
sadece işe gelen, politikaya uygun olan yanları alınarak tam bir pozitivist
bilim demeti oluşturuldu. B. Russell’e göre hayatındaki tüm çalışmalarını
Allah’ın varlığının ispatına adayan, bir Newton, Türk nesline materyalizmin
kaynağı ve mimarı olarak takdim edildi. Descartes, "Bugünlerde bana
Allah’tan ilham geliyor, dünya da çok önemli bir bilim kuracağım, yerimde
duramıyorum ve heyecanımı seninle paylaşmak istiyorum" diyerek arkadaşına
sahip olduğu felsefenin ilham yoluyla doğrudan Allah’tan geldiğini haykırırken
lisede laboratuarda öğrencinin bir meselede "Hocam… Allah…"
demeye çalışması karşısında hocası, "Buraya Allah giremez, Allah’ı camide
arayın" diyerek avaz avaz bağırtıyorduk. "Bilimde hiç bir şeyde
kesinlik yoktur" diye yeri göğü inleten D.Hume’den hiç söz edilmedi.
"Düşüncül Dönem" teziyle akıl-sezgi birliğini savunan Sorokin’den
adeta kaçıldı. Atom altı dünyadaki olaylar karşısında hayretten hayrete
yuvarlanan Heisenberg’ten hiç söz açılmadı. Sürekli Darwin’in insanın maymundan
geldiğine dair hiç bir bölümü ispatlanamamış tezi sanki kesin sonuçları alınmış
genel geçer mekanik yasalar gibi nesiller boyu (Hala devam ediyor) Türk nesline
dayatıldı.

Eğitimdeki
tek taraflı dayatma yetmedi; tüm basın yayın araçları; radyo televizyon
sistemleriyle mevcut Türk kültürü sürekli bombardıman edildi; havaya uçurulmaya
çalışıldı. Bitmez tükenmez Amerikan filmleri; burjuva hayat tarzı; sanki özenle
seçilmiş Türk aile yapısını dinamitleyecek içerikte ilişki demetleri… Aile
yapısı, sosyal dayanışma ve bütünleşmeyi güçlendirecek her türlü çabadan
ısrarla kaçış; karşı çıkma ve yoğun bir karılama sağanağı, yıllar yılı tüm
devlet mekanizmaları kullanılarak sürdürüldü.

Laik
Türkiye’de Bilim ve Sosyo-Kültürel Hayat

Laikleşme macerasının
sonucu ne olmuştur acaba? Arzu edilen insan tipi yetiştirilmiş, özlemi duyulan
bilim ve teknolojik düzeye ulaşılmış mıdır? "Muasır medeniyetin üstüne
çıkılıp" dünya insanlığına uygarlık ihraç eder bir seviyeye çıkılabilmiş
midir? Türkiye’nin Batılılaşma, laikleşme ve sekülerleşme macerasının
sonuçlarını değerlendirdiğimizde ulaştığımız netice şudur: Üretim toplumu değil
sadece iyi bir tüketim toplumu olduk. Sadece belli alanlarda değil hayatın her
alanında: bilimde tüketim toplumu, teknolojide tüketim toplumu, modada tüketim
toplumu, mal ve hizmetlerde tüketim toplumu, siyaset ve hukukta tüketim
toplumu, sosyal organizasyonda tüketim toplumu… Bünyesine girmekle
övündüğümüz Batı uygarlığına orijinal bir şey ilave ettiğimizi savunabilir
miyiz? Ekonomi bilimine, hukuk bilimine, sosyoloji bilimine, fizik bilimine
yeni bir teori katabildik mi? Bırakın ilaveyi, zamanında bile izleyemiyoruz;
aksine 40-50 sene gecikmeli izleyebiliyoruz.

Batının dev
dehası Toynbee Türkiye’nin Batılılaşma ve laikleşme macerasının sonucunun böyle
olacağını çok erken bir zamanda sezmişti: "Herodian" devrimi
Türkiye’de ciddi engeller ve zor şanlar altında gerçekleştirildi. Batılı bir
araştırmacı için küçük görmek ve tahkir etmek nezaketsizlik olur. Zira Batı ile
İslâm’ın ilk karşılaşmasından itibaren doğalarına aykırı davranmakla
suçladığımız bu Türk "Herodian"ları, Batılı bir milletin veya
devletin kopyasını Türkiye’de üretmeye çalışıyorlar. Amaçlarını biliyor olsak
bile, yine de bu amaca ulaşmak için sarf ettikleri bu kadar emeğe, zahmete
değip değmeyeceğini merak etmekten kendimizi alamıyoruz.

Kendisini
başkaları gibi yaratmadığı için Tanrı’ya her gün dua eden bir Ferisi
görünümünde bize karşı koyan Türk "Zealot"undan hoşlanmadığımız bir
gerçek. (Toynbee’nin azılı bir Türk düşmanı olduğunu unutmayalım). Kendisiyle
"acayip bir insan" olarak övündüğü sürece bizse acaipliğini
iğrençleştirerek gururunu kırmaya kendimizi adamışız ve etrafındaki psikolojik
zırhı delmek için ona "Konuşulamayan Türk" adını taktık, şimdi
gözlerimizin önünde tamamladığı "Herodian" devriminin içine
sürükledik. Bizim tehdidimiz yüzünden kararını değiştirip, kendisini komşu
ülkelerin insanlarından farksızlaştırmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Bu
defa İsraillilerin kendilerine bir kral ararken başvurdukları kabalığı itiraf
ettikleri anda Samuel’in kızdığı gibi kızdık ve sıkıldık.

Bu şartlarda
Türkler’e karşı davranışımız en azından bir kabalık sayılır. Bizim tehdidimizin
kurbanı olan Türk, ne yaparsa yapsın gözümüze giremeyeceğini, kitabımız Kitab-ı
Mukaddes’ten alıntılar yaparak gösterebilir: "Biz size kaval çaldık, siz
oynamadınız; biz yas tuttuk siz ağlamadınız" tehdidimizin kaba olması,
aynı zamanda yanlış olmasını gerektirmez. Bu sarf edilen emek boşuna olmasa ve
bu çok dikkatli Türk "Herodian"ları amaçlarına tam tamına ulaşsalar
bile, bu medeniyet hazinemize ne ekleyebilir.

İşte bu
noktada "Herodian"lığın iki zayıflığı kendini ele veriyor. Birincisi,
"Herodian"lığın yaratıcı değil de taklitçi olması. Bu yüzden bir
başarıya ulaşsa bile, insani bir üretkenliği geliştirmek yerine taklit ettiği
toplumun makine yapımı maddelerini geliştirmeye mahkum. İkincisi
"Herodian"lığın bu yolu seçenlerden ancak bir azınlığı kurtuluşa
erdirebileceği gerçeğidir. Çoğunluk, taklit edilen bir toplumun yönetici sınıfının
emrine girmeyi göze alamaz. Bunların kaderi, taklit ettikleri toplumun işçi
sınıfını arttırmaktan ibarettir. Mussolini bir keresinde işçi sınıfının olduğu
gibi isçi ulusların da olduğunu hatırlatmıştı ki, Batılı olmayan günümüz
insanlarının dahil olduğu kategori de bu olsa gerek. "Herodian"lığın
etkisiyle bu insanlar ülkelerini Batının ulusal devletlerinden biri haline
getirip, Batılı kardeşleriyle aynı derecede eşit, özgür ülkeler haline gelseler
bile bir şey değişmeyecektir.(Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor,
s.177-201.)

Sosyo-kültürel
alandaki gelişmeleri de ikiye ayırabiliriz. Birincisi laiklik uygulamasının
toplumun İslâmi ölçüler içinde yaşamak isteyen kesimine riyasız, gösterişsiz,
şahsiyetli bir ibadet imkanı hazırlanmış olmasıdır. İnanan tam inanabilmekte,
inanmayan da inanmak zorunda kalmamaktadır. Aynı şey yaşama şekliyle de
ilgilidir. İnanan kesin özellikle kendi ortamında şahsiyetli bir şekilde
yaşantısını sürdürebilmektedir. Yani bu kesimde riya, gösteriş gibi patolojik
duygular ortadan kalmıştır. Aslında bu gelişme laiklik uygulamasının müspet bir
sonucudur denebilir.

Sosyo-kültürel
alanda en önemli gelişme ki, bu gelişme gerçekten "müthiş" olmuştur:
"Huzur" ve" iffet" toplumunun, geniş ölçüde
"şiddet" ve "şehvet" toplumu haline getirilmesidir. Şiddete
bulaşmış ya da bulaşma eğiliminde olan "insanlarımız"la diyalog
kurmaya çalışıyorsun; ama beyninde. "Tarih" diyorsun, elinde kalıyor;
çünkü tarihinin "mefahiri" bizzat devletin eğitim sistemiyle
dinamitlenmiş; karşına tarihine düşman biri çıkıyor. "Kültürümüz"
diyorsun; "Amerikan kültürü mü?" diyor. "Haram" diyecek
oluyorsun, kıs kıs gülmeye başlıyor. Ve alabildiğine indiriyor… Asker diyor,
indiriyor; polis diyor, indiriyor; masum vatandaş diyor, indiriyor… Size de
çaresizlik içinde kıvranmaktan başka bir şey düşmüyor.

Şehvet
toplumunu öyle uzun uzadıya incelemeye gerek yok. Resmi, gayr-i resmi, meşru,
gayr-i meşru, ama tüm televizyon kanallarından gazete ve dergi sayfalarından
adeta şehvet fışkırıyor. Toplum tek kelimeyle çılgın bir şehvet toplumu olmak
için seferber edilmeye çalışılıyor. Amaç; toplumun şehevi duygularını iyice
kışkırtarak, şehvetinden başka bir şey düşünmeyen bir şehvet toplumu var etmek.
İşte hiç çekinmeden, iftiharla elindeki listeden "beraber kaldıklarının"
isimlerini sıralayan "sanatçılar" ın hali.. işte lastik reklamında
bacak ve et reklamı yapanların hali..işte defile adı altında et pazarlayanların
hali..

Sonuç olarak
şu söylenebilir: Bilim toplumu kurmak üzere yola çıkanlar, bilim ve üretim
toplumu yerine tam bir tüketim, şiddet ve şehvet toplumu üretmişlerdir.

SONUÇ

Laiklik
kurumu sadece bir araçtır. Geniş ölçüde uygulayıcıların siyasal ve felsefi
eğilimlerine bağlı olarak sosyal, siyasal ve kültürel etkiler doğurur. Bizde
anlaşıldığı şekliyle dinin devlet işlerinden ayrılması işin sadece basit bir
yanıdır. Ayrılmamış olsaydı da eğer devlet yine tek taraflı ve dayatmacı olarak
pozitivist ve materyalist yaklaşımları eğitim sistemiyle, iletişim
sistemleriyle toplumu şekillendirmeye çalışsaydı laiklik olmasa da yine sözü
edilen gelişmelerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Ya da laikliği toplumu tepeden
tırnağa değiştirme anlamında değil de sadece belli düzenlemeleri dinden veya
din kesiminden gelebilecek yersiz ve tutarsız tepkileri bertaraf etmek amacıyla
kullansa; ama toplumun gelişimini kendi haline bıraksaydı gelişmeler bu şekilde
olmayabilirdi.

Bundan
sonraki dönemde nelerin yapılması gerektiği konusu üzerinde kafa yorarsak
şunları söyleyebiliriz: Bir kere "Laiklik" kavramının içini kendi
toplumsal şartlarımızı dikkate alarak doldurmak zorundayız. Rasyonel, hesabi,
prodüktif, bütüncül, adaletçi, hürriyetçi, insan hakları ve doğa haklarına
saygılı, çoğulcu bir toplumsal yapı inşa etmek üzere kendi milli kültür
hazinemizden yararlanarak, dünyadaki gelişmeleri, bilgi ve teknoloji birikimini
de devreye sokarak bir toplum düzeni kurabiliriz inancındayım.

Toplumsal
yapılanmada devletin sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuki sektörlerinin dinden
nem kapmamasına özen gösteriliyor ve bu politikanın laiklik gereği olduğu bazı
çevrelerce ısrarla vurgulanıyor. Olayın iç mantığını soğukkanlılıkla
değerlendirmek zorundayız. Laikliğin toplumsal yapılanmada her türlü dini
birikimi dışlama olarak algılanması olayı tek kelimeyle insanlığın on binlerce
yıllık düşünce, eylem ve felsefi birikiminin elin tersiyle bir kenara itilmesi
anlamına gelir ve bu savurganlığı da kimse yapamaz ve savunamaz. Bunun anlamı
şudur: insan soyunun vahiyli vahiysiz yüz binlerce yılda geliştirdiği Budizmin,
Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, Konfüçyüzmin, İslâmın, Zerdüştlüğün deneysel ve
felsefi birikimini küçümseyip kabul etmemeniz,onları yok saymamız demektir. Bu
akıl almaz ölçüde bir saçma ve savurganlık değil mi? İnsan soyunun tarih boyu
birikimini bir kenara itince referans olarak geriye ne kalmaktadır. Beş çocuğunun
beşi de gayr-i meşru olan, beşini de sokakta buldum deyip çocuk bakım evine
terk eden J.J. Rousseau mu? Kendine bile saygısı olmayan ve sık sık cinnet
getiren ve intihara teşebbüs eden A. Comte mi? Toplumsal dizayn yaşantıda insan
soyu sadece alabildiğine profan ve metabolizmasının esiri zavallıları referans
alamaz, almamalı da.

Öte yandan
kısmen bile nem kapılmasına izin vermediğimiz dini sistemlerin temel ilkeleri
adalet, şefkat, iffet, hikmet, barış ve saygı gibi ilkelerdir. Bu ilkeler
çağımızda da evrensel boyut kazanan ilkelerdir. Hatta tüm toplumsal sistemler
sözü edilen ilkeleri geniş ölçüde dinden almışlardır. Bir taraftan adil,
çoğulcu, insan haklarına saygılı, ekosistemi gözeten, rasyonel bir hukuk
sistemi kurmak için çırpınacaksınız; öbür taraftan da sözü edilen değerlerin
kaynaklandığı ve beslendiği ana sistemi "virüslü" kabul edip ondan
etkilenmemeye çalışacaksın! Bu mantığı anlamak mümkün değildir.

Laiklik-din
ilişkisinde kaçınılması gereken husus kanımca dini varyantların sadece dini
olduğu için dayatılması ve bunun dışındaki verilerin kabul edilmemesi tavrı
olmalıdır. Böyle bir toplum zaten tek kelimeyle "kuruyan" ve
"çöküntü" içinde olan bir toplumdur. Böyle bir tavır ve dayatmayı da
hiç kimse savunamaz. Günümüzde etkin ve etkileyici bir ölçekte savunulduğunu da
sanmıyorum.

Toplumsal
yapılanmamızı gerçekleştirirken bazı noktaları öncelikle dikkate almak
zorundayız. Bir kerre Hayatını dizayn etmeye çalıştığımız toplum basit ve
sıradan bir "kabile" değil, aksine 60 milyonun üzerine çıkmış, genç
nüfusu çok fazla son derece dinamik bir toplumdur. Çok sayıda etnik ve alt
kültürlere sahip ancak belli bir tarih potasında kaynaşmış, fakat
parçalanabilme özelliği de olan değişik ve orijinal bir milletle karşı
karşıyayız. Öte yandan uluslararası camiadan uzak kalmış ve tecrit edilmiş bir
mekanda bulunan değil, aksine dünya coğrafyasının tam "göbeğinde"
konumlanan ve jeo-politik açıdan da son derece nazik bir bölgede bulunan bir
toplum. Aynı şekilde derme çatma kabile ve asabiyetlerin birleşmesinden oluşan,
tarihsiz, geçmişsiz bir toplum değil, aksine tarihte "süper"
dönemlerinde dünyaya "nizamat" vermiş bir toplum. Vizyonsuz, amaçsız,
mefkûresiz bir toplum değil, aksine "İ’Iay-ı Kelimetullah" vizyon ve
hedefini "özlem" haline getiren bir toplum. Yeraltı ve yerüstü
kaynakları bakımından daha yüzlerce milyon nüfusu barındırabilecek bir toplum.

Böyle bir
toplumun bugününü ve geleceğini inşa ederken yönetici seçkinlerin herhalde çok
derin ve engin bir sorumluluk duygusuna sahip olmaları gerekir. Mesela yeni bir
Anayasa veya bir yasa yapılırken sosyolojik formasyondan, psikolojik
formasyondan, tarihi formasyondan ve dini formasyondan mahrum kadrolarla
akşamdan sabaha bir çalışmayla olayın kotarılması değil de, alanında yüksek
formasyon sahibi akademik kadroların uzun yıllar süren çalışmaları sonucu
Anayasa veya yasaların yapılması gerekir. Bu tip çalışmalarda önemli olan başka
bir nokta Anayasa veya yasanın hazırlanmasında başvurulacak referans
kaynaklarıdır. İleri derecede komplike bir olay üzerinde çalışıldığından belli
rezervlerle referans kaynaklarının sınırlandırılması değil, aksine alabildiğine
geniş kaynakların müracaat edilmesi gerekir. Kaynak olarak J. J. Ronssean’nun
fikir ve düşüncelerine müracaat edildiği gibi Buda’nın düşüncelerine de müracaat
edilmeli; K. Marx’ın düşüncelerine müracaat edildiği gibi Peygamberimiz Hz.
Muhammed’in düşüncelerine de müracaat edilmeli; S. Mill’in kitaplarına müracaat
edildiği gibi Kurân’a da, Tevrat’a da müracaat edilmeli; Montesquıeu’nun
kitaplarına müracaat edildiği gibi, İncil’e de müracaat edilmelidir. Tabiî
referans kaynaklarına müracaat ederken, olduğu gibi almak değil, oldukça
selektif bir yaklaşımla toplumsal gelişmeyi ve barışı sağlayacak şekilde
yararlanılmalıdır. Bu durumda bir taraftan toplumun gelişmesi için son derece
uygun bir ortam hazırlanırken, diğer yandan da toplumdaki içsel çatışma ve
çelişkiler de en aza indirilmiş olabilir. Tersi durumda toplum bunalımdan
bunalıma, sürüklenip gider.

Sonuç olarak,
laiklik kavramı her toplumun sosyo-ekonomik bünyesine göre anlam kazanacak bir
kavramdır. Laikliği, toplumun şekillenmesinde tamamen dindışı faktörleri
referans alıp, din ve din benzeri kaynakları dışlamamız durumunda toplumsal
gelişmenin önünü tıkamış, toplumsal huzur ve barışı dinamitlemiş olabiliriz.
Nitekim bu yolu izleyen toplumların yerküremizi getirdikleri son nokta
intiharın eşiği olmuştur. Din ve diğer kutsal faktörlerin hayattan sökülüp
çıkartılmasının sonucu kültürel çöküntü, yabancılaşma, aşırı haz düşkünlüğü ve
bencillik, sömürü, talan, toplumların köleleştirilmesi, kadınların
metalaştırılması, ekosistemin kirletilerek tahrip edilmesi ve yeraltı ve
yerüstü kaynakların çarçur edilmesi olmuştur.

Ülkemiz henüz
kriz aşamasına gelmemiş sayılabilir. Gelecekle ilgili yüksek hedef ve vizyonu
olan milletimizin önünü açabilmek için daha rasyonel, daha kavrayıcı ve daha
kapsayıcı politikalar belirlemek ve uygulamak zorunda olduğumuza inanıyorum.

Yararlanılan Kaynaklar

Arnold
Toynbee, Tarih Bilinci, c. I, (Çev.:Murat Belge), İstanbul,1976; ayrıca bkz:
Medeniyet Yargılanıyor.

Beşir
Hamitoğulları, Çağdaş İktisadi Sistemler, Ankara,1982.

Bünyamin
Duran, İslâm Toplumlarında Sosyo-Ekonomik Değişmeye Yönelik Tezler,
İstanbul,1995.

Bryan S.
Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslâm, (Çev.: Ahmet Demirhan),
İstanbul,1991.

Max Weber ve
İslâm, (Çev.: Yasin Aktay), Ankara,1991.

F. Capra,
Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, (Çev.: Mustafa Armağan), İstanbul, 1989.

Gülten
Kazgan, İktisadi Düşüncenin Evrimi, İstanbul,1980.

Herbert Heaton,
Batı İktisat Tarihi, c. I, (Çev.: M. A. Kılıçbay ve Osman Aydoğuş), tarihsiz.

Maxime
Rodinson, İslâm ve Kapitalizm, (Çev.: Orhan Suda), İstanbul,1976.

M. Nakib
EI-Attas, İslâm ve Laisizm, ( Çev.: Selahattin Ayaz) İstanbul,1994.

Paul
Feyerabend, Özgür Bir Toplumda Bilim, (Çev.: Ahmet Kardam) 1991.

Sabri
Ülgener, Din ve Zihniyet, İstanbul,1981.