Sekülerleşme;
insanın aklı ve dili ve metafizik bütün denetimlerin kırılması, deyim
yerindeyse insanını bakışlarını dünya ötesinden bu dünyaya ve bu zamana
çevirmesidir(Attas,43). Bu şekliyle ele alındığında kavramın,
dünyevileşme ile örtüştüğü söylenebilir. Daha da açmak gerekirse; doğadaki
tılsımın bozulması, siyasetin kutsallaşması ve aklın özgürleştirilmesi olarak
kullanılan sekülerlik; Weber’in
deyimiyle "rasyonalizasyon"dur. (Weber, Önsöz.) Nitekim M. Turhan’da laik bilgiyle rasyonel
ve nesnel bilgi arasında aynı biçimde "doğrusal" bir ilgi kurmuştur.
(Turhan, 157,) Sekülerlik ve rasyonelleşme arasında
doğrusal bir ilginin kurulması şüphesiz bir rastlantı değildir. Çünkü modern
felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Descartes’ın,
kurduğu kartezyen anlayışa bağlı şekilde gelişen yeni ilmi inkişaflar,
Newton’un muhteşem dehasıyla, mekanik bir sistemin matematiksel tasvirini
gerçekleştirmiştir. Bu yeni paradigmaya göre; "kendisinde hiç bir amaç,
hayat ya da ruhsallık ihtiva etmeyen doğa; mekanik
yasalara göre işliyor ve maddi dünyadaki her şey kendi aksamının düzenleniş ve
hareketlerine göre açıklanıyordu. (Capra, 60.) Gerçi
hem Descartes hem de Newton Tanrı’ya inanıyorlardı inanmasına, ama Tanrı-kainat
ilişkisini açıklayamadıkları için, çareyi kainatı mekanik kurallara göre
işleyen bir saat gibi yaratan Tanrı’nın, ilk yaratma ve hareketlendirişten
sonra işi, maddede mündemiç/içkin yasalara havale ettiği biçiminde
yorumladılar. Böylece "doğa" üzerinde hiçbir biçimde metafizik müdahalenin
bulunmadığı varsayımının felsefi temelleri de, bilim tarafından sözde nesnel
bir yaklaşımla atılmış oluyordu. Modern-bilimin kendi içinde tutarlı olarak
ortaya koyduğu kuram, dünya üzerinde Tanrı’ya olan ihtiyacın bir bakıma ortadan
kaldırıldığını tescil etmişti. Bu tarz-ı telakkiye göre Tanrı’nın işlevi
"öteye," insanın işlevi de buraya, yani "dünyaya" aitti.
Meşhur tabirle, "Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı da Tanrı’ya"
verilmeliydi. Buna göre Tanrı’nın dünya üzerindeki hükümranlığı sona ermiş ve
insanın dünyevi saltanatı başlamıştı. Gerçekten de kutsal kitabın belirttiği
gibi; "hakir bir damla sudan yaratılan insan bu haliyle Yaratıcısına karşı
apaçık bir hasım oluvermişti." Her ne kadar söz konusu bilimsel devrimin
öncüleri tarafından, Tanrı’ya kuramın içinde-belki de zorunlu olarak-belli bir
yer verilmişti, ama izleyen dönemde paradigmanın takipçileri tarafından,
Tanrı’ya hiç bir konuda göndermede bulunulmadı. Büyüsü bozulan doğada her şey,
ama her şey, nicel olarak tasviri yapılabilen, salt akılla anlaşılabilir nesnel
varlıklar olarak tanımlanmıştı, Aklın ilkeleriyle açık-seçik olarak
tanımlanamayan hiç bir bilgi ilmi değil ve cismi olmayan hiç bir şeyin varlığı
da kesin değildi. Olsa olsa varlığı tasavvur edilen nicelleştirilemeyen
şeyler birer vehimden ibaret olabilirlerdi. Fizik bilimlerinde meydana gelen bu
gelişmeler, insan dahil doğada bulunan tüm varlıkların anlamını sadece
"yararlı bir nesneye" indirgemekle sonuçlandı. Aynı felsefi temel
üzerine kurgulanan iktisat, tıp, toplumbilim, ruhbilim ve hatta din
bilimlerinin de seküler kartezyen paradigmayla ortak
bir düzlemde örtüşmeleri yaygınlaştırılarak gerçeklik kazandı. Denilebilir ki;
sözü edilen sahaların hemen hemen tümünde, kendi
içinde birbirinden tümüyle yalıtılmış alanların, nicel olarak tasviri ve
açıklanması yönünde "indirgemeci" ve "kartazyen"
ilkeler uygulandı. bütün yapılanlar aklın özgürleştirilmesi ve kutsallığın nötürize edilmesi için yapılıyordu yapılmasına ama; Bu
sefer de ilmin putlaştırılması ve kalpsiz uzmanların ürettiği kültür
değerlerinin modern bilimin koruyucu zırhıyla bir tabu, zorunlu bir gerçeklik
olarak dayatılması yani, insanın bir bakıma kendi kendini kutsaması ve ürettiği
değerlere tapınması sonucuna yol açıyordu. Bu durum; ilk dönem klanlarına
mahsus, atalarına ve onların kurallarına tapınma halinin, farklı bir modern
versiyonu olarak nitelendirilebilir. Görülebildiği kadarıyla, sözde kutsala ait
her şeyden yüz çeviren modern çağların insanı, bu sefer kendine mahsus dünyevi
yeni kutsallık alanlarıyla iç içe yaşamakta hiçbir sakınca görmüyordu. İşin
garibi ilkel dönemlerin belirgin özelliği olarak bilinen çoktanrıcılık, modern
dönemde rölativizmin de yardımıyla sayısız denilebilecek çoklukta ilahlar
üretmede eskileri aratmamıştır. İlginçtir, kutsalın her türüne başkaldıran seküler sistemler, eski dönem Mezopotamya Uygarlığında
görülen "yıldızlara" tapınma adetlerini, ibadet ve ritüellerini; modern çağda ürettikleri "starlara"
karşı gösterdikleri coşkulu dans ve konserlerinde fazlasıyla icra etmekte hiç
bir sakınca görmemişlerdir. Weber’in keskin bir
öngörüyle tespit ettiği bilimin ilerici gelişmeleri; "sayısız dünya görüşü
ve gerçeklik yorumuna" (Turner, 203.) yol
açmıştır. Bu bağlamda ilerlemecilik anlayışının da zorunlu bir gerçeklik olarak
dayatılması, yani kutsallaştırılmasına işaret edilmesi gerekir. Zaten bu
anlamda sekülerizm de bir tür ideolojiye tekabül
etmektedir. (Attas, 45.) Her ne kadar kutsala ait ne varsa
hepsini reddetse de sekülarizm, kendi değerlerinin
kutsallaştırılmasını yok etmez, bilakis, kesin ve nihai olarak kabul edilmesini
isteyeceği değerler manzumesini eskisinin yerine ikame eder. Böylece her şeyin
keyfiyet platformundan kemiyet derekesine indirildiği yeni bir düzlemde insan;
"ya bir elektron-proton bileşimi, ya maymun cinsinden bir hayvan, ya
bir iç güdü mekanizması, ya etki-tepkilerden oluşan
bir canlı, ya libido ve psikolojik dürtülerle dolu psikoanalitik bir varlık, ya da
sadece fiziksel ve ekonomik gereksinimlerden ibaret bir nesne oluvermiştir.
"(Sorokin, 5.) Bunları söyleyen Sorokin, bir ihtiras küpü haline getirilen insanın
"fayda" ve "hazcı" bir varlık olarak kendine
yabancılaşmasının tasvirini yapmıştır. Şahsiyetçiliğin yerini faydacı
ferdiyetçiliğin ya da köleleştirici toplumculuğun
aldığı seküler bir dünyada; insanın hür iradesinden
bahsetmek mümkün olmadığı gibi, bütün ahlaki erdemlerinden soyutlanmış herhangi
bir varlık, hatta meta gibi algılandığı da pekala söylenebilir. Zaten toplumsal
bürokratik örgütlenmede görülen Weber’in rasyonel
kuramı da; Gabel’in ifadesiyle rasyonelleşme değil
"eşyalaşmadır." Eşyalaşma, eserlerinin insana yabancı hale gelmesi ve
karşısına nesnel ve tabi bir realite olarak çıkmıştır. Kanunları insan
iradesine yan çizen ve tabiat kanunları gibi kaçınılmaz ve zorlayıcı olan bir
realite. Başka bir tabirle, eşyalaşma ve yabancılaşma kavramları birbirinin
zorunlu tamamlayıcısıdırlar. Eşyalaşmanın hakim olduğu dünya, katı, insan dışı değerleri
ve kişileri yok eden bir dünyadır.(Meriç,13.) Anlaşılabildiği gibi böyle bir
dünyada insan ve diğer bütün varlıklar; büyük bir fabrikanın herhangi bir makinesine
monte edilmiş mekanik bir parçadan daha ileri bir anlam ifade etmemektedir. Bu
haliyle insan yararlı ve üretken; modern çağların deyimiyle tam bir "homo-economicus"tur. Demek
oluyor ki, rasyonelleşme, özgürleşme ve çağdaşlaşma olarak ezberletilen bu
kavramların oluşturduğu dünya; gerçekte insanın özgürleştirilmesi değil, tam
anlamıyla kişilik ve iradesinin hiç sayıldığı bir meta, alınıp satılan bir köle
düzenidir. İlahi olan kutsallığı reddeden bu anlayış, türlü cilalarla kof hale
gelmiş sisteminin makyajını yinelemekle zevahiri kurtaracağını düşünmektir. Bu
haliyle modern zamanların seküler sistemlerini, bütün
zamanların en büyüsel ve en dogmatik inanç şekillerinden biri olarak tanımlamak
mümkündür. Güzelliğini yitiren bir kadının makyajın her türünü deneyerek
çirkinliğini gizlemeye çalışması gibi; insani ve doğal her ne varsa bunların
tümünü tahrip eden seküler sistemler, özde olan zaaf
ve çirkinliklerini göstermemek için "cilalı imaj devrinin" tüm
imkanlarını sistemlerinin bekası için kullanmaktadırlar. Ne var ki insanların
havada uçtuğu ama yerde öldüğü, üretimin had safhaya vardığı lakin adil
bölüşümün olmadığı mutsuz ve umutsuz insanlardan oluşan bir dünyada mazlum ve
mağdurların çığlıkları kuğunun son dansını haber vermektedir. İnsanlık yeniden
özüne ve aslına dönmenin ciddi arayışları içindedir. Çekilen tüm sancılar ve ızdıraplar aydınlık bir şafakta gerçekleşmesi beklenen
kutlu bir doğumun habercisidirler. Elverir ki, çökmekte olan böyle bir enkazın
altında ezilmeden, "iyilik, güzellik ve doğruluk" adına ne varsa
hepsini kalbi olan ehliyetli ellerin vakit fevt etmeden
gerçekleştirebilmeleridir. Aksi halde kozmik ve sosyal depremler küresel bir
kıyamete yol açabilir.

Yararlanılan
Kaynaklar

S. Nakib Attas, Modern Çağ Ve İslami Düşünüşün Problemleri (Nşr.:
M. E. Kılıç), İstanbul 1989.

F. Capra, Batı
Düşüncesinde Dönüm Noktası (Nşr.: M. Armağan),
İstanbul 1989.

M. Armağan, Gelenek ve Modernlik Arasında, İstanbul 1995.

A. Bulaç, Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş, İstanbul 1995.

M.
Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1987.

B.S. Turner,
Max Weber ve İslam,
İstanbul 1994.

P. A. Orokin, "Çağın
Bunalımı" (Nşr. T. Akman), Diriliş, s. 48-51,16
Haziran 1989.

C. Meriç, "Çağdaş Uygarlık Düzeyi" Fikirde ve Sanatta
Hareket, s. 90 (Haziran · 1973)