İslam’ın din ve
devlet işlerini ayrı tutmayan temel anlayışını göz önünde bulundurarak, bir
İslam ülkesinde demokrasi ve laiklik münasebetini nasıl açıklayabilirsiniz?

Bir demokrasi ülkesinde
din ve vicdan hürriyeti, ibadet hürriyeti, eğitim hürriyeti, âyin hürriyeti
kişinin temel hak ve hürriyetlerindendir. Bana göre, laiklik bu hürriyete
müdahale etmek için değil, bu hürriyeti korumak için konulmuştur. ibadet
hürriyetine, vicdan hürriyetine, âyin hürriyetine, eğitim hürriyetine
karışılmasın diye konulmuştur. Bilhassa devletle dinin münasebetleri Osmanlı
idaresinde düzgün yürümüştür. Ama Batı Avrupa’da zaman olmuştur ki, kilise,
devletin hakimi olmak istemiştir. Aslında laiklik biraz da oradan çıkmıstır. Devlet kilisenin tahakkümünden kurtulmaya mecbur
olmuştur. Kilise de tahakkümü yapılırken dini kullanmıştır. İslâm’da ruhban
sınıfı yok. Allah’la kul arasında kimse yok. Hakim kılınacak olan şeyler,
İslâm’ın getirdiği ana kaidelerdir. Kur’ân’ın
hükümleridir, Sünnet-i Seniyye’dir.

Demokratik bir
anayasa rejiminde bu kaideler nasıl işler?

Hukukun üstünlüğüne
dayanan bir anayasa devleti eğer iyi işleyebilse, bunların çoğunu beraberinde
hakim kılar. İslam’ın getirdiği ana kaidelerle, hukukun üstünlüğüne dayanan
anayasa devletinin kaideleri arasında çelişki yoktur.

Türkiye’deki
laiklik tatbikatını ve tartışmalarını bu açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye laikliği
dinsizlik olarak anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. Din dendiği zaman
irtica anlaşılmıştır. Henüz Türkiye’de zihinler bu tartışmayı neticeye
bağlamamıştır. Bana göre mesele gayet açıktır. Din ve vicdan hürriyetinin bir
rahatsızlık vesilesi sayılması kadar yanlış bir şey düşünemiyorum. Mütedeyyin
insanların, dindar insanların, toplumun rahat ve huzuru için bir teminat olduğu
kanaatindeyim. Allah’ı bilen, Kur’ân’ı bilen,
Peygamberi hilen insanlardan bir kötülük gelmez.

Buna rağmen,
laiklik belli dönemlerde vicdanlar üzerinde baskı aracı olarak kullanılmıştır.
Sizce bunun izahı nasıl yapılabilir?

Laikliği dinsizlik
saymak fevkalâde yanlıştır. Laiklik, bilhassa Batı ülkelerinde, kilise ile
krallar arasında uzun iktidar mücadelelerinden sonra ulaşılmış bir kavramdır.
Aslında Türkiye’de laiklik, herkesin dinî görevlerini ve inançlarını serbestçe
yaşayabilmesinin şemsiyesi olması lâzım gelirken, yanlış anlamalara meydan
verilmiş ve konu tartışılır olmuştur. Bu tartışmaların içerisinden vuzuhla
çıkabilmenin yolu, kanaatimce, yine hukuka bağlı kalmak olacaktır.

Sizin başbakanlık yaptığınız
dönemlerde de laiklik ve irtica konuları sık sık
gündeme getirilmişti. Bu tartışmalar sırasındaki tavrınız nasıldı?

26 Ocak 1968
tarihinde yapmış bulunduğum basın toplantısında, bu husustaki düşüncelerimi
gayet açık bir şekilde dile getirmiştim. Dilerseniz, o konuşmamdan bazı
pasajları burada nakledeyim.

"Zaman zaman, yakın mazinin hatıraları îmâ suretiyle veya doğrudan
doğruya canlandırılmak veya bazı tedailer yapılmak suretiyle âdeta bir siyasî
tedhiş manzarası arz eden bazı olaylarla karşılaşılmıştır… Türk siyasî
hayatında zaman zaman kalıplaşmış iddiaların
tekrarlandığı görülmüştür. Bu iddialar inandırıcı olmaktan çıkacak kadar çok ve
uzun seneler tekrarlanmıştır. Aslında bu iddiaların gerçeklerle, milletin
arzularıyla, tarihî tekâmülle bir çelişme halinde olduğu da meydana çıkmıştır.

"İşte geçen
iki sene zarfında, bu hususlardaki çeşitli iddiaların, vatandaşın gözü önünde
iflas etmesiyle siyasî hayatımız güç kazanmıştır.

"Bu basın
toplantısını kimseye cevap vermek için tertiplemedim. Ancak zaman zaman ortaya atılan bu iddialardan bir tanesini ele almak
isterim. Değerli basın mensupları tarafından bana yazılı soru olarak tevcih
edildiği için ele almak isterim.

"İddia, irticanın teşvik gördüğü, irticaya müstenid bir seçim düzeni yaratılmak istendiği,
iktidarın Anayasayı değiştirecek çoğunluk sağlayıp, adalet, ordu ve
cumhuriyetin temellerini tam tersine çevirme çabasında bulunduğu şeklinde ifade
olunmuştur. Bunun delilleri ve emareleri ortaya konmadığı cihetle, neye
istinaden bu hükme varıldığını kestirmek mümkün değildir. Şayet buna âit delil
ve emareler varsa, neden bu zamana kadar ortaya konmadığını sormak bizim
hakkımızdır… Ellerinde ne delil varsa ortaya koymaya mecburdurlar. Aksi
halde, hükmü büyük milletimizin akl-ı selîmine ve
vicdanına terk ediyoruz.

"Seçmene
inanıyor musunuz? Seçmenin sağduyusuna inanıyor musunuz? Eğer buna inanıyor
iseniz, inandığınız seçmen kitlesinin, Anayasanın, ordunun, Cumhuriyetin
temellerini tam tersine döndürebilecek bir çoğunluğu meydana getirebileceğini
nasıl izah ediyorsunuz? Burada gayet belirli bir tezat vardır. Bu düşüncenin
sahiplerini tedirgin olmaktan kurtaralım. Seçmene inanıyor iseniz, seçmeni çare
olarak alıyor iseniz, bunda samimî olunuz. Endişeniz seçmene inanmadığımızı
gösteriyor. Çünkü Türkiye’de endişemizi haklı çıkaracak seçmen yoktur. Seçmene
inanmakla seçmenden korkmak bağdaşmaz… Biz daima millete ve cumhuriyete
inandık. Hiçbir zaman hüsrana uğramadık…

"Bu
münakaşalar, zannediyorum ki laikliğin gerçek mânâsıyla anlaşılamamasından çıkıyor.
Laiklik, din ve vicdan hürriyeti vuzuha kavuşmadıkça, memleketimizde huzur
olamayacağını da ifade ettik. Laikliği vatandaşların vicdan hürriyetine baskı
teşkil edebilecek bir din düşmanlığı şeklinde anlayanların düşüncesine göre,
Anayasanın din ve vicdan hürriyeti çerçevesi içinde teminata bağladığı
inançların tamamen meşru ve masum tezahürü irtica sayılıyor ise, böyle bir
telâkkî, her şeyden evvel, Anayasanın kabul ettiği din ve vicdan hürriyetine ve
laiklik ilkesine aykırıdır.

"Kanaatimce,
bu meseleyi din istismarcılarının mevcudiyetini bahane ederek, esasında
Anayasadaki laiklik prensibini istismar etmek isteyen demagojilerden kurtarmak
ve hakikî maliyeti ile teşhir etmek zarureti vardır…

"Tamamen masum
ve meşru hareketler irtica sayılacak olursa, o takdirde hangi hareketin irtica
teşkil etmediğini izah edebilmek cidden müşkül olacaktır ve adeta Ortaçağ’daki
engizisyon mahkemelerinde olduğu şekilde, masum insanların suçlu olmadıklarını
ispat etmeye mecbur bırakılmaları gibi, çağdaş medeniyetin asla kabul
etmeyeceği bir durum hâsıl olacaktır. Kanaatimce, işte bu kara ve korkunç
zihniyet, irticanın ta kendisidir.

"İrticanın memlekette geniş bir teşvik gördüğü ve irticaya müstenid bir seçim ve
iktidar düzeni yaratılmak istendiği iddiası, her türlü delilden malumdur ve gerçeklerle
hiçbir alâkası bulunmayan hayalî mahiyeti itibarıyla, bu gibi suçları takip
vazifesiyle görevli adalet cihazına karşı da haksız bir istinad
mânâsı taşımaktadır…

"Kanunların
gösterdiği yolun dışında indî ve hayali ölçülerle, muayyen vehimlerden kuvvet
alan demagojilerle, masum vatandaşların vicdanları üzerinde baskı yapmanın asla
bahis konusu olamaz:

"Sosyal
hadiseler geriye doğru değil, ileriye doğru inkişaf eder."

Laiklik ilkesinin
anayasaya yerleştirilmesi için 1937’ye kadar beklenmesinin sebebi sizce nedir?

Gerçekten de,
Laiklik ilkesinin Anayasaya yerleştirilmesi için dokuz sene geçmiştir.
"Türkiye Cumhuriyeti, İslâm devle-tidir" tabiri 1928’de çıkarılmış
Anayasadan. Tevhid-i Tedrisat Kanununun çıkarıldığı,
Harf İnkılâbının yapıldığı sıralardır o zamanlar. Laiklik, Halk Partisinin
programına 1931’de gelir. 1937’ye kadar Anayasada laiklik tabiri yok, İslâm
tabiri de yok.

Aslına bakarsanız,
Cumhuriyetin başında İslâm devleti tabirinin kullanılıp da, sonradan çıkarılmış
olması, o esnada başlayan tartışmalardan gelmiyor. Öncesi var. Tanzimat
sonrasında başlayan tartışmalar. Aslında Tanzimat Fermanı, Müslümanlığı geri
kalmışlığın sebebi saymıyor. Aksine, Müslümanlıktan ayrılmış olmayı geri
kalmanın sebebi sayıyor. "Bu geri kalmışlıktan kurtulmak için, tekrar
Müslümanlığa iyi sarılmak lazım" diyebilmiştir Tanzimat Fermanı. Tatbikat
şudur, budur, ayrı mesele. Ama dediği budur. Birçok kere söyledim; Tanzimat
Fermanı doğru anlaşılabilmiş değildir Türkiye’de.

Ama daha sonraları,
Osmanlının Avrupa’ya nazaran geri kalmışlığı açık seçik ortaya çıkınca, bunun
sebebini İslâm’da bulanlar çıkmış. Bu da bir hayli tartışılmış. İstiklal Harbi
kazanıldıktan sonra, Cumhuriyetin başlarında, "Artık kazanılması gereken
ikinci savaş ekonomik savaştır, eğitim savaşıdır" şeklinde bir hareket
başlamış. Bu hareketin başında, sanıyorum ki, yine aynı fikirler depreşmiştir.
Yani "Din kalkınmaya mânidir, geri kalmışlığın sebebidir" şeklindeki
fikirler. 30’lu yıllarda dine yönelmiş bulunan çeşitli baskıların kökünde bunu
buluyorum.

Ben o yılları gayet
iyi hatırlıyorum. Çok yetişkin olmamakla birlikte, o yıllarda olup bitenleri
çok iyi hatırlıyorum. Ezanın Türkçeleştirilmesinden, Kur’ân’ın
Türkçe okunması taleplerine kadar giden çok değişik şeyler var. Ve hemen hemen o yılların Türkiye’sinde din tedrisatı yok. Aslında
medreseler ebediyen kapatılmış olmayacaktı. Din tedrisatı yine olacaktı. Öyle
kapatılmıştı medreseler. Ama din tedrisatı yok orta yerde.

Ve sanıyorum ki,
bütün bunların üstüne "Laiklik tabiri Anayasaya getirilirse belki
Türkiye’de kıyam olur, şu olur, bu olur" gibi bir endişe olmuştur.
Olmaması mümkün değildir. Çekinilmiştir. Onun için
bunun, 1937’ye kadar Anayasaya konulmadığı kanaatindeyim. Yoksa 1931’de
koyarlardı.

"Türkiye cumhuriyeti
laik bir devlet olarak kurulmadı," diyen bir devlet adamı olarak, Bediüzzaman’ın "Eski hal muhal. Ya
yeni hal, ya izmihlal. Kendisi İslâm, millet-i hakimesi İslâm. Üssü’I-esas-ı
siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini, din-i İslâmdır.
Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünkü milletimizin maye-i
hayatiyesidir" sözlerini nasıl
değerlendirirsiniz?

 Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşta laik
olmadığını söylemek, bir fikir beyan etmekten ibaret değildir. Eğer bunu
bilmeyen varsa veya bunda bir tereddüt varsa, 1924 Anayasasını açar, İkinci
Maddesine bakar. Eğer laiklik dinle devletin ayrılmış olması ise, orada laiklik
tabiri olmadığı gibi, devletin dini söz konusudur. O da İslâmdır.
İslâm, yüzde 99,9’u Müslüman olan milletimizin hayat suyudur. Bediüzzaman’ın, "mâye-i hayatiyesidir" dediği. Bunun değerini maddî ölçüler
içerisinde tarif etmek mümkün değildir. Esasen manevi ölçüleri kâfı miktarda yüksektir. İslâmiyeti
hakkıyla bilip, hakkıyla onun esaslarına uymak, bir topluluk için çok büyük
kudret kaynağıdır. İslâmiyet hem dünyayı tanzim etmiştir, hem âhireti. Bizim akidemize göre, dünya fânidir. Ahiret bâkidir. Beka burada değildir. Burası bir imtihan
yeridir. İslâmî inançlara sahip insanlar,
Müslümanlar, İslâmın değerini öve öve
bitiremezler.

"Laiklik demokrasiden
önce gelir, çağdaş toplum hedefi demokrasiden önce gelir," görüşleri için
ne diyorsunuz?

Demokrasiden önce
gelir, sonra gelir tartışmaları anlamsızdır. Esasen demokrasi yoksa laiklik
olmayabilir. Demokrasi yoksa çağdaş toplum da olmayabilir. Binaenaleyh,
demokrasi hem laikliğin, hem çağdaşlığın temel şartıdır. Gerek laikliği
savunanlar, gerek çağdaşlığı savunanlar, demokrasiyi kurban ederek, demokrasiyi
başka plânlara atarak düşüncelerini güçlendirme gibi bir zaafa düşmemelidirler.
"Evvelâ laiklik, sonra demokrasi" gibi bir tercihe de kimse
zorlanmıyor. Demokrasi olursa laiklik de olur, demokrasi olursa çağdaşlık da
olur. Ama demokrasi yoksa, zaten çağdaşlık yoktur benim anlayışıma göre.
Çağdaşlık yeni bir kavram. Daha çok son zamanlarda kullanılan bir kavram.
Tarife muhtaç bir kavram. Hem demokrat olmayacaksınız, hem çağdaş olacaksınız. Bunu
anlamak mümkün değildir.